‘Filistin Laboratuvarı’ndan yansıyanlar: İsrail işgali dünyaya nasıl pazarlıyor?-Serkan Düz-
Yüz tanıma sistemlerinden casus yazılımlara, İHA’lardan kitle kontrol teknolojilerine kadar pek çok sistem ve silah, önce burada denenir. Bu teknolojiler önce Gazze ve Batı Şeria’da Filistinlilere karşı uygulanır. Sonra “savaşta test edildi” etiketiyle dünyaya pazarlanır.
Düşünün ki bir işgalci güç, bir ülkeyi onlarca yıldır işgal altında tutuyor, halkını kırımdan geçiriyor. Ama bu işgal, yalnızca askeri bir durum değil… Aynı zamanda bir test sahası, bir vitrin ve devasa bir pazarlama stratejisinin parçası olarak çok boyutlu.
İsrail on yıllar boyu Filistin’de uyguladığı zulmü soykırıma dönüştürürken Filistin topraklarını yalnızca bir açık hava hapishanesine çevirmekle kalmadı. Aynı zamanda işgal altındaki Filistin’i yeni silahlar ve gözetim teknolojileri için bir test sahası olarak da kullandı.
Burada geliştirdiği “askeri ve güvenlik teknolojilerini” terminolojide “Combat-proven” yani "savaşta test edildi" etiketiyle dünyaya ihraç ederek savunma sanayisini küresel pazarda hakim konuma getirdi. Yani İsrail, işgali aynı zamanda büyük kârlar elde ettiği, endüstriyel büyümesinin dinamosu haline getirdiği bir gelir kaynağı olarak kullandı, kullanmayı sürdürüyor.
Avustralya’da yaşayan Yahudi gazeteci yazar Antony Loewenstein, "Filistin Laboratuvarı" adını verdiği kitabında İsrail'in işgal altında geliştirdiği teknolojileri ve güvenlik stratejilerini dünyaya ihraç etmesini inceliyor. Kendi deyimiyle Filistin Laboratuvarı, İsrail’in işgal altındaki Filistin topraklarını gerçek zamanlı bir test alanı olarak kullanması.
Yüz tanıma sistemlerinden casus yazılımlara, İHA’lardan kitle kontrol teknolojilerine kadar pek çok sistem ve silah, önce burada denenir. Bu teknolojiler önce Gazze ve Batı Şeria’da Filistinlilere karşı uygulanır. Sonra “savaşta test edildi” etiketiyle dünyaya pazarlanır.
İsrail işgal teknolojilerini uluslararası pazar ve stratejik ülkelere satış yoluyla yaygınlaştırırken, Batı demokrasileri bu duruma ya göz yumar ya da ortak olur.
Loewenstein’ın görüşlerine yer verdiği yazar ve akademisyen Jeff Halper, "Halkla Savaş: İsrail, Filistin ve Küresel Pasifleştirme" adlı kitabında işgalin, İsrail’e mali açıdan yük olmanın tersine ekonomik olarak çıkar sağladığını açıklıyor.
Dünyada sınır güvenliği endüstrisinin günümüz itibarıyla 50 milyar doların üzerinde olduğu, 2030’a kadarsa yaklaşık 79 milyar dolara ulaşacağı öngörülüyor.
Büyüyen pazardan en çok payı kimlerin alacağı da ortada.
Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) dünyanın en büyük 100 silah üreticisini incelediği listesinde yer alan üç İsrail şirketinin silah satışından elde ettiği toplam gelir, 2023 yılı sonunda İsrailli şirketler için bugüne kadar kaydedilen en yüksek seviyeye ulaşarak 13,6 milyar dolar oldu.
2024'te İsrail’in savunma ihracatı yüzde 13 artarak yaklaşık 14,8 milyar dolar ile tüm zamanların rekorunu kırdı. Bu ihracat, son beş yılda iki katına yükseldi. Siber güvenlik ve istihbarat teknolojileri, askerî ihracatın yaklaşık yüzde 4’ünü temsil etse de bu oran yanıltıcı.
Özellikle NSO Group’un Pegasus casus yazılımına dair skandalların ortaya çıkmasıyla 2021 sonunda İsrail Savunma Bakanlığı, siber saldırı ve gözetim araçlarının ihracatını 37 ülkeye indirdiğini duyursa da yaklaşık 450 siber güvenlik şirketi bulunan İsrail, ticareti offshore şirketler ya da üçüncü taraflar aracılığıyla sürdürüyor.
İsrail'in 2000 yılından itibaren askeri, güvenlik, silah ve ekipman ticareti ve kullanım alanlarının veritabanı DIMSE (Database of Israeli Military and Security Export) projesinin internet sitesinde yer alan bilgilere göre İsrail bu alanlarda 130 ülkeyle doğrudan ticaret yaparak her yıl dünyanın en büyük 10 silah ihracatçısı arasında yer aldı. İsrailli özel şirketlerin kayıt dışı “ticari” faaliyetlerini ekleyince bu ülkelerin sayısı artıyor.
İsrail’in dijital istihbarat beyni Birim 8200
İsrail için işgal altındaki Filistin halkını kontrol etmek her zaman birincil önemdeydi. Bunun için İsrail Savunma Kuvvetleri’nin (IDF) Askerî İstihbarat Müdürlüğü AMAN bünyesindeki sinyal istihbaratı (SIGINT) ve siber istihbarat toplamaktan sorumlu yapılanması Birim 8200’ün faaliyetlerine hız verildi.
Lise çağından itibaren seçilen en parlak gençler, özel eğitimlerle bu birime yönlendiriliyordu. 1952’de kurulan yapı İsrail’in dijital istihbarat beyni haline geldi. İşgalin ve Filistin’in açık hava hapishanesine dönüştürülmesinin ardındaki itici güç Birim 8200 oldu.
Dünya ölçeğinde telefon ve internet dinlemesi, siber saldırı ve savunma operasyonları, kriptografi, yapay zekâ, büyük veri analitiği, özellikle psikolojik baskı uygulama şantaj, sosyal çevre haritalama gibi amaçlarla Filistinlilere yönelik kitlesel veri toplama işini Birim 8200 üstleniyordu. Ayrıca 2005-2010 yılları arasında Stuxnet virüsüyle İran’ın nükleer tesislerinde santrifüjlerini devre dışı bırakan siber saldırıda oynadığı rol başta olmak üzere Arap ülkeleri, Afrika devletleri ve Avrupa’da gözetim faaliyetleri yürütmesiyle biliniyor.
2014’te Birim 8200’de görev yapmış 43 personelin, İsrail Başbakanı Netanyahu’ya ve Genelkurmay Başkanı Beni Gantz’a gönderdikleri açık mektup bu yapının işleyişini anlamamızı kolaylaştırıyor.
Eski çalışanlar, işgal altındaki bölgelerde hizmet vermeyi neden reddettiklerini Filistinlilere karşı sistematik olarak uygulanan istismarla açıkladıkları mektupta; Filistinlilerin cinsel yönelimleri, psikolojik travmaları, borçları ya da özel ilişkilerine dair bilgilerini istihbarat için kullandıklarını itiraf ediyorlardı.
Buradan emekli olanlar ya da ayrılanlarsa genellikle kendi siber güvenlik şirketlerini kuruyorlar. İsrail Devleti’nin, hükümetlerin, diplomatlarının, desteğiyle Filistin Laboratuvarı’nda sınanmış teknolojileri dünyaya ihraç ediyorlar. NSO Group, Cellebrite, Paragon Solutions, Quadream, Black Cube, Intellexa gibi firmalar eski Birim 8200 çalışanlarının kurduğu ya da yöneticisi oldukları şirketler.
Kudüs’ü çembere alan Mabat 2000
Birim 8200’ün eski çalışanlarından Nir Lempert’in CEO’su olduğu Mer Security, kırktan fazla ülkede faaliyette bulunan 1200 çalışanlı uluslararası bir işletme. Şirket 1999 yılında, işgal altındaki Filistinlileri izlemek üzere Kudüs’ün Eski Şehir bölgesine yüzlerce kameranın yerleştirilmesini içeren “Mabat 2000” projesini gerçekleştirmek üzere bir anlaşma imzaladı.
Mabat 2000, İsrail polisinin Kudüs'te kurduğu, şehir genelinde ağ bağlantılı yüzlerce güvenlik kamerası üzerinden merkezi bir kontrol sağlayan gelişmiş bir gözetim sistemi. “Mabat” İbranice’de “bakış” veya “gözlem” anlamına geliyor.
Sistem, özellikle Doğu Kudüs’te yaşayan Filistinlilere karşı bir dijital apartheid aracı olarak kullanılıyor. Şehirdeki ana caddeler, kavşaklar ve özellikle eski şehir çevresine yerleştirilen yüksek çözünürlüklü kameralarla bütünleşmiş bir şekilde çalışıyor. Kalabalık yoğunluğu, olağan dışı hareket gibi başlıklarda akıllı video analizi yapıyor, plaka tanıma sistemleri ve yüz tanıma algoritmalarını içeriyor. Filistinli mahallelerin gözetim seviyesi, Yahudi ağırlıklı mahallelere göre elbette çok daha yüksek.
Şirketin yönetim kurulu başkanı ve yine Birim 8200 eski çalışanı Chaim Mer “projelerini” “Polisin, Büyük Biraderin Eski Şehir bölgesini kontrol ettiği, orada olan bitene tamamıyla hâkim olduğu bir sisteme ihtiyacı vardı.” diye açıklıyor.
Savunma fuarlarında katliam görüntüleri: İsrail dünyaya açılıyor
İsrail Savunma Bakanlığı satışlara lisans veriyor. İhracatın diplomatik boyutu Mossad veya Dışişleri Bakanlığı tarafından kontrol ediliyor, şirketler Milipol, ISS World, Paris Air Show gibi uluslararası fuarlarda boy gösteriyor.
İsrail’in siber teknolojisi yalnızca “güvenlik ürünü” değil, aynı zamanda apartheid paradigmasının küresel ölçekte yerleşiklik kazanmasında bir dış politika aracı olarak da ihraç ediliyor. İsrail’in en büyük savunma şirketlerinden Elbit Systems’ın 2009’daki Paris Air Show’da savaş sırasında çekilmiş bir İHA saldırısı görüntüsünü tanıtım filmi olarak kullanması bu konudaki çarpıcı örneklerden biri.
Videoda Filistinli sivillerin öldürülmesi konuklara gösterilmese de reklamın hedefi, diğer devletlerin bu teknolojiyi satın almak üzere hazırda bulunan general ve subayları... Gazeteci Andrew Feinstein bu durumu “Başka hiçbir ülke, bir İHA’nın çocukları öldürdüğü gerçek görüntüyü müşterilerine izletmeye cüret edemezdi.” diye açıklıyor.
Siyonistlerin işgali kalıcılaştırmak adına saldırıları tüm şiddetiyle sürerken daha bu ay İsrailli silah tekeli Rafael, Gazze'de bir Filistinli'yi Spike FireFly insansız hava aracıyla hedef alıp öldürdükleri görüntüleri söz konusu gezici mühimmatın "birden fazla savaş bölgesinde test edildiği, güvenilir olduğu ve taktiksel üstünlük sağladığı" vurgusuyla pazarlama unsuru olarak kullandı.
İsrail’in askeri teknolojilerini ihraç etme merakı yeni değil. Tıpkı sivilleri hedef alan saldırılarının yeni olmaması gibi. Örneğin Şili’de sosyalist Allende’ye karşı 11 Eylül 1973'teki darbenin ardından Augusto Pinochet rejiminin başlıca silah tedarikçisi haline geldi.
CIA’in bazı kısımları sansürlenmiş olan 5 Şubat 1988 tarihli bir istihbarat raporunda, İsrail’in cuntaya füze, tank ve hava aracı gibi yüksek teknolojili silahlar gönderdiğine dair ayrıntılar yer alıyordu. İsrail'in kuzeyindeki Beit Alfa kibbutzunda üretilen renkli tazyikli su sıkan araçlar, Santiago'daki protestoculara karşı kullanılıyordu.
Ya da bir diğer örnek İsrail’in, 1980'lerde General Efraín Ríos Montt yönetimi altındaki Guatemala'ya askeri danışmanlık, ekipman ve eğitim sağlaması…
Tadiran Israel Electronics Industries tarafından kurulan bilgisayar tabanlı bir dinleme merkezi, nüfusun yüzde 80'inin isimlerini kayıt altında tutarak rejim karşıtlarını tespit etmek için kullanıyordu. Bu sistemin hanelerdeki enerji ve su kullanımındaki değişiklikleri saptayarak evde baskı makinesi kullanılıp kullanılmadığını bile tespit edebildiği belirtiliyor.
O yıllarda Guatemala’daki İsrailli “askeri danışman” Yarbay Amatzia Shuali’nin "Centillerin (Eski Ahit'te “İsrailoğulları'ndan olmayan" anlamında kullanılan tabir) silahlarla ne yapacakları umurumda değil, önemli olan Yahudilerin kâr etmesi" sözleri, niyetlerini açıkça ifade ediyordu.
Ya da Lübnan’da İsrail’in neden olduğu korkunç olaylardan en kötü şöhretlisi, Eylül 1982’ de İsrail destekli Falanjist milislerin Beyrut’ta Filistinlilerin kaldığı Sabra ve Şatila kamplarında gerçekleştirdiği ve yaklaşık 3500 sivilin öldürüldüğü katliam…
Filistin’e bir karabasan gibi çökmek
İsrail katliamlarına aralık vermeden devam ediyor. Gazzeli çocuklar, her gün irkildikleri silah, bomba, füze, top mermisi, dron seslerini eksiksiz taklit edebiliyorlar artık.
Peki İsrail yeni silahlar ve gözetleme teknolojileri için Filistin’i bir test sahası olarak nasıl kullanıyor? Filistin toprakları, İsrail'in Filistinlileri kontrol altında tutmak, ayrıştırmak ve etkisiz hale getirmek için "paha biçilmez bir deneyim" kazandığı bir laboratuvara nasıl dönüştü?
Burada şüphesiz en öne çıkan başlıklardan biri gözetim ve kuşatma. 7 Ekim 2023’ten bu yana neredeyse tamamen yıkılan Gazze tel örgüler, İHA'lar ve dinleme cihazlarından oluşan bir sistemle kuşatılmıştı. İsrail 2,3 milyon Filistinlinin yaşadığı toprakları dünyanın en büyük açık hava hapishanesi olarak tutmayı amaçlıyor, Filistinlilerin boyun eğmesini umuyordu.
Batı Şeria'da da Filistinlilerin hareketleri, yüz tanıma teknolojileri ve biyometrik veriler kullanılarak belgeleniyor böylelikle sürecin otomatikleştirilmesi ve "gerçek bir etkileşimin ortadan kaldırılması" da hedefleniyordu.
Birleşmiş Milletler'e gore Batı Şeria’da Filistinlilerin hareket alanını kısıtlayan 593 kontrol noktası bulunuyor. İsrail'i Batı Şeria ve Gazze'ye bağlayan otuzdan fazla kontrol noktasının yarısından fazlası 2005'ten bu yana özelleştirildi.
Loewenstein “Sözde güvenlik hizmetlerinde “dış” kaynaklar kullanıldıkça İsrail’in öldürme amaçlı ateş açma politikası daha da yaygınlaşıyor. Amaç da bu zaten” diyor, fiziki herhangi bir kötü muamele gerçekleştiğinde İsrail suçu özel şirketin üzerine yıkabiliyor.
Yazar, 2016 yılında Kalandiya kontrol noktasında özel güvenlik görevlileri 24 yaşındaki Meram Salih Ebu İsmail’i ve 6 yaşındaki kardeşi İbrahim Taha’yı öldürdüğünde bu olaydan sorumlu tutulanın olmadığını aktarıyor. Filistinliler için Kalandiya kontrol noktasında kendilerini durdurup sorgulayanın İsrailli bir memur mu yoksa özel güvenlik görevlisi mi olduğu hiç fark etmiyor, çünkü sonuç aynı.
Öte yandan özelleştirilmiş güvenlik görevlerini alan şirketlerde genellikle İsrail ordusundan emekli olanlar çalışıyor. Bu şirketler aynı zamanda Batı Şeria’daki yerleşim bölgelerinde de faaliyet gösteriyor. G1 Secure Solutions, Malam Team, Modi’in Ezrachi ve T&M Israel’in de aralarında bulunduğu özel şirketleri yerleşimci örgütlenmeleri kiralıyor.
İsrail, Batı Şeria ve Gazze'deki Filistinlilerin nüfus kayıt işlerini işgal çıkarlarına uygun olarak düzenliyor. Kimlere Filistin pasaportu ve nüfus cüzdanı vereceği, hangi vatandaşların bölgeye girip çıkacağına izin vereceği konusunda mutlak güce sahip ve bu kayıt işlerini 1967'den beri yönetiyor. Yani 7 Ekim öncesinde de yıllarca milyonlarca Filistinli sıcak çatışma koşulları dışında da işe, sağlık hizmetlerine, düzgün bir eğitime veya hukuk sistemine erişim sağlayamadı.
Elde edilen veriler günlük işgal ve kontrol mekanizmalarının içinde kolay hedef haline getirilen Filistinlileri aynı zamanda “insandışılaştırma” amacıyla da kullanıldı.
İsrail ordusunun 2020'de geliştirdiği bir uygulama ile sahadaki bir komutanın elektronik bir cihazla hedefe dair ayrıntıları birliklere gönderebiliyor ve bu yolla Filistinlileri öldürmek ya da yaralamak İsrail’li askerlere göre pizza vermek kadar kolay oluyor. Zira İsrailli Albay Oren Matzliach, Israel Defense internet sitesinde bu uygulamanın kullanımı için "akıllı telefondan Amazon'dan kitap veya pizzacıdan pizza sipariş etmek gibi" ifadelerini kullanıyor.
“Filistin laboratuvarında” kandan imal edilmiş bazı siber güvenlik teknolojilerine göz atalım.
İsrail askerlerinin işgalci rekabet oyunu: Blue Wolf
Blue Wolf, İsrail ordusu tarafından işgal altındaki Batı Şeria’da görevli askerlerin kullanımı için geliştirilmiş bir yüz tanıma uygulaması. Bu uygulama, cep telefonlarına kurularak askerlerin karşılaştıkları her Filistinlinin yüzünü anında tarayıp merkezi bir veri tabanı olan “Wolf Pack” ile karşılaştırmasına olanak tanıyor. Sistem yalnızca kimlik tespiti yapmakla kalmıyor; aynı zamanda kişinin güvenlik seviyesi, aile geçmişi, önceki gözaltı bilgileri ve hatta eğitim durumu gibi çok sayıda kişisel veriye ulaşıyor.
Uygulama şöyle işliyor: İsrail askeri, örneğin kontrol noktasında durdurduğu bir Filistinlinin yüzünü Blue Wolf ile taradığında, uygulama o kişiye ait dijital profil kartını getiriyor. Eğer sistem, kişinin “risk seviyesini” yüksek olarak işaretliyorsa, asker anında güç kullanma, gözaltına alma ya da “daha ileri kontrolleri” başlatma hakkına sahip oluyor.
2022 itibarıyla, İsrail ordusu askerlerine her nöbet süresince en az 50 farklı Filistinlinin fotoğrafını Blue Wolf’a yüklemeleri zorunlu kılındığı belirtiliyor. Ancak bu sayı tamamlanmadığı takdirde nöbet sona ermiyor. Blue Wolf sisteminin askerler arasında daha fazla sayıda veri toplama yarışlarının düzenlendiği, en çok veri yükleyen askerlerin ödüllendirildiği bir uygulamaya döndüğü biliniyor.
Smart Shooter: İşgalin mikro kozmosu El-Halil’de Filistinlileri yapay zekâ hedef alıyor
Batı Şeria’nın en büyük şehri El Halil, (İsraillilerin adlandırmasıyla Hebron) İsrail’in gözetim teknolojilerini en yoğun ve ileri düzeyde uyguladığı şehirlerden biri. Şehirde yalnızca sokaklarda değil, bazı Filistinlilerin evlerinin içine dahi yönlendirilmiş kameralar yerleşik. Bu kameralar, yapay zekâ destekli yüz tanıma algoritmaları ile sürekli tarama yapıp gelen geçen her kişiyi tanıyor, geçmişteki aktiviteleriyle eşleştiriyor ve güvenlik skorları oluşturuyor. Şehir İsrail işgalinin bir mikro kozmosu olarak da adlandırılıyor.
2022 yılında El-Halil’de kurulan bir başka sistem, yapay zekâ destekli uzaktan kitle kontrol platformu. Smart Shooter tarafından geliştirilen bu sistem uzaktan kumandayla göz yaşartıcı gaz, sünger başlı mermi ve ses bombası fırlatırken hedef tespitini tamamen yapay zekâ gerçekleştiriyor.
Bu teknolojiyle asker veya polis, kalabalığın içinden “potansiyel tehlike” teşkil eden kişiyi fiziksel olarak tanımak zorunda kalmadan kamera sistemine bütünleşik çalışan yapay zekâ, veri tabanlarındaki geçmiş suç kaydı, yüz ifadesi analizi, vücut dili gibi parametreleri değerlendirerek hedef seçimi yapıyor.
Yalnızca askeri bir kontrol aracı değil, aynı zamanda pazarlanabilir bir “akıllı savaş” ürünü haline getirilen bu sistemi Smart Shooter’ın bugüne kadar en az 10 ülkeye ihraç ettiği biliniyor.
Cebinizdeki gizli ajan Pegasus
Pegasus, İsrail merkezli NSO Group tarafından geliştirilen, gelişmiş bir casus yazılım. Bu yazılım, hedef aldığı akıllı telefona genellikle bir bağlantı aracılığıyla ya da tamamen ‘zero-click’ olarak adlandırılan tıklama gerektirmeyen yöntemlerle bulaşır. Bir kez bulaştığında telefonun mikrofonuna, kamerasına, GPS verilerine, rehberine, mesajlarına ve WhatsApp gibi şifreli uygulamalarına erişim sağlar.
İsrail, bu yazılımı önce Filistin davası için mücadele edenler, gazeteciler ve diplomatlar üzerinde kullandı. Ardından dünyanın birçok ülkesine “savaşta test edildi” etiketiyle satmaya başladı. Pegasus’un teknik özelliği, hedef alınan cihazın kullanıcısına herhangi bir uyarı vermeden ve veri kullanımında dahi fark edilemeyecek düzeyde sessiz kalabilmesi.
Örneğin Suudi Arabistan’ın Pegasus'u Washington Post yazarı Cemal Kaşıkçı’nın cinayetinden önce hem kendisini hem de çevresini izlemek için kullandığı, NSO Group’un Kaşıkçı’nın Kanada’da yaşayan yakın arkadaşı Ömer Abdulaziz’in telefonuna yazılımı sızdırarak Kaşıkçı’nın mesajlarını ele geçirdiği açıklandı.
Yazılımın eriştiği bilgi türleri arasında ses kayıtları, ekran görüntüleri, dosya sistemindeki tüm medya içerikleri ve e-posta hesapları yer alıyor. Üstelik Pegasus, bu bilgileri kullanıcının internete bağlı olup olmamasına bakmaksızın toplayabiliyor.
Pegasus’un bir diğer alıcısı Meksika. Uyuşturucu kartelleriyle mücadelede kullanıldığı iddia edilse de başta gazeteciler olmak üzere muhalifleri takip etmek için kullanıldığı bilinen bir gerçek. Örneğin, Meksika'da yıllarca suç örgütlerini araştıran ve 2017’de kimliği belirsiz kişiler tarafından öldürülen gazeteci Javier Valdez Cardenas'ın ölümünden günler sonra gazeteci eşi Griselda Triana’nın telefonuna Pegasus yazılımıyla sızma girişimleri tespit edildi.
Cellebrite: Mobil cihazlardan verileri kazıyan sistem
Cellebrite, temelde fiziksel erişim sağlanan cep telefonlarındaki tüm verileri kopyalayabilen bir “adli analiz” sistemi. “UFED” (Universal Forensic Extraction Device, Evrensel Adli Bilişim Çıkarma Cihazı), hedef cihazın bağlanmasıyla birlikte dosya sistemi içindeki şifreli, silinmiş veya erişilmesi engellenmiş tüm verileri çıkarabiliyor.
İsrail, bu cihazları işgal altındaki Filistin’de özellikle kontrol noktalarında kullanıyor. Askerler, geçiş yapan Filistinlilerin telefonlarını toplayıp Cellebrite cihazına bağlayarak birkaç dakika içinde tüm içeriği indirebiliyor. Bu içerikler arasında özel mesajlaşmalar, sosyal medya uygulamalarındaki konuşmalar, konum verileri, rehber ve internet geçmişi gibi kritik bilgiler yer alıyor.
Yazılımın algoritması, ayrıca cihazdaki uygulamalardan elde edilen verilerle kişinin sosyal çevresini, siyasi görüşünü ve potansiyel ‘radikal eğilimlerini’ de analiz etmeye çalışıyor. Cellebrite bu verileri polise, askere veya istihbarata anlık raporlar olarak sunuyor.
2015 yılında San Bernardino'da düzenledikleri saldırıda 14 kişiyi öldüren IŞİD’li saldırganlardan Rizwan Farook'a ait Apple ile FBI arasında dava konusu olan iPhone'un şifresinin de Cellebrite aracılığıyla kırıldığı tahmin ediliyor.
FBI, Farook'un telefonuna işbirliği yaptığı kişiler olup olmadığını ve başka saldırılar planlayıp planlamadığını anlamak için ihtiyaçları olduğu gerekçesiyle erişmek isterken Apple telefonların şifresini kendilerinin de kıramadığını, gerekirse Cloud'daki bilgileri verebileceklerini duyurmuştu. Telefonun şifresini kıran FBI davadan vazgeçmişti.
Apple’ın yazılımlarında tüm telefonlara erişim sağlayacak bir açık kapı bırakmanın, müşterilerinin gizlilik hakkının ihlali olacağı tartışmalara neden olurken Cellebrite yetkilileri BBC’ye FBI ile çalıştıklarını ancak daha fazlasını söyleyemeyeceklerini açıkladı. Cellebrite’in dijital veri toplama cihazlarını en az 150 ülkeye sattığı bildiriliyor.
AnyVision: Mimikleriniz dahi veri olarak işleniyor
AnyVision şimdiki adıyla Oosto, İsrail merkezli bir başka gözetim şirketi olup Batı Şeria’daki İsrail kontrol noktalarına ve yerleşim bölgelerine yüz tanıma kameraları yerleştirmesiyle biliniyor. Şirket, cihazlarının tam olarak nerelerde kullanıldığını açıklamasa da araştırmalar, bu kameraların Batı Şeria’daki onlarca bölgede aktif olarak çalıştığını gösteriyor.
Sistem, yalnızca biyometrik verileri değil, yapay zekâ destekli analizle kişilerin yüz ifadeleri, kıyafet türleri, birlikte yürüdükleri kişiler gibi detayları da veri olarak işliyor. Google Ayosh adı verilen projeyle sunulan bu sistem, sürekli izleme ve davranış tahminleme amacı güdüyor.
"Google" teknolojinin insanları arama “yeteneğini”, "Ayosh" işgal altındaki Filistin bölgelerini ifade ediyor. Proje uluslararası tekellerin o kadar hoşuna gidiyor ki
2019 yılında Microsoft 74 milyon dolarlık Seri A finansman turunun bir parçası olarak AnyVision'a yatırım yapacağını duyuruyor.
CEO Eylon Etshtein, Batı Şeria’da uygulama yapıldığını önce reddederken daha sonraları yapılan açıklamalarda şirketin “ırk ya da din temelli ayrım yapmadan çalışan bir yüz tanıma sistemi” sunduğunu iddia ediyor. Batı Şeria’da fiilen uygulama alanının yalnızca Filistinlileri kapsadığı bilinen bir gerçek.
Batı Şeria'da yaşayan, İsrail vatandaşlığı veya oy hakları olmayan Filistinlilerin İsrail hükümeti tarafından her hareketlerini izleyen proje, 2018'de İsrail’in en iyi savunma ödülünü kazandı.
İsrail Savunma Bakanı törende “büyük miktarlarda veri” kullanarak “yüzlerce terör saldırısını” önlediklerini övgüyle anlattı. İsrail bu ödülü 1958’den bu yana her yıl cumhurbaşkanı eliyle takdim ediyor.
Loewenstein, 2021’de adını Oosto olarak değiştiren şirketin, yapay zekâ destekli gözetim araçlarını daha da geliştirmek üzere o yıl 235 milyon dolar topladığını belirterek “Görsel istihbarat sayesinde daha güvenli bir dünya” inşa ettiğini iddia eden şirketin danışmanlığını Mossad’ın eski başkanı Tamir Pardo’nun yaptığını; kadrosunun da tahmin edileceği üzere Birim 8200’ün emekli üyelerinden oluştuğunu aktarıyor.
Teknolojisini ABD’ye ihraç eden Anyvision’a eski Beyaz Saray basın sekreteri Jen Psaki'nin "kriz iletişim danışmanlığı” yaptığı da ortaya çıkmıştı.
Intellexa ve Predator: Ruhunuz duymadan verilerinizi çalıyor
Intellexa, eski İsrail generali ve istihbarat yetkilisi Tal Dilian tarafından kurulan, merkezi Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nde bulunan ancak faaliyetleri küresel olan bir casus yazılım grubu. Kıbrıs son zamanlarda Yahudi topluluklarının adanın hem kuzey hem güneyinde giderek daha fazla toprak satın alarak Siyonist gettolar oluşturmasıyla gündeme geliyor. İsrail, Yunanistan ve GKRY arasında savunma sektöründe güçlü bir bağ var. Dilian’ın şirketinin en dikkat çekici ürünü, Yunanistan ve Mısır gibi ülkelerde kullanılan Predator adlı casus yazılım.
Predator, NSO’nun Pegasus’una benzer biçimde telefona sızıyor, ancak genellikle sosyal medya veya WhatsApp üzerinden gönderilen sahte bağlantılarla çalışıyor. Yazılım bulaştığında telefonun kamerasına, mikrofonuna, mesajlara ve dosyalara erişebiliyor; ekran kaydı alıp GPS takibi yapabiliyor.
Intellexa, sistemlerini genellikle Avrupa, Afrika ve Orta Doğu’da pazarlıyor. Yunanistan’da muhalif siyasetçilerin ve gazetecilerin telefonlarının Predator’la izlendiği ifşa edilmiş, bu skandal ülkenin başbakanlık ofisine kadar ulaşmıştı. Bu yazılımların önemli bir özelliği, izleme işleminin hedefin hiçbir farkındalık geliştirmemesi için özel olarak optimize edilmesi.
2019'un yaz ve sonbahar aylarında Larnaka Uluslararası Havalimanı'nda seyahat edenler, yenilenen Wi-Fi sistemiyle internet sörfünün keyfini çıkarırken yeni ekipmanı kuran şirket, bu süre zarfında kurduğu üç erişim noktasıyla şehrin ana seyahat merkezinden geçen 9 milyondan fazla mobil cihazdan kişisel verileri çalıyordu.
Tal Dilian 2019’da Forbes muhabirine verdiği röportajda, Predator yüklü bir casus kamyonun içini gösterip herhangi bir cep telefonuna gizlice erişim sağlayabileceklerini anlatıyordu. Ne de olsa casusluk da demokrasinin bir parçası…
Diplomasi ve Mossad’ın rolü
İsrail’in küresel pazarda yerini alan siber güvenlik teknolojileri hakkında çok daha fazla konuşulabilir. Elektronik kelepçeler konusunda uzmanlaşan Supercom hapisten çıkan mahkumları izlemek için ABD'ye satılan teknolojilerden. Finlandiya'ya da GPS takip sistemi olarak satıldı. Güney Sudan, Azerbaycan ve Endonezya'ya satılan Verint Systems iletişim dinleme teknolojisinin bu ülkelerde LGBT topluluklarını hedef almak için kullanıldığı belirtiliyor.
İsrail’in siber güvenlik ve gözetim teknolojileri, yalnızca ekonomik birer ürün değiller. Bu sistemler aynı zamanda dış politika aracı olarak da kullanılıyor. Bu teknoloji ihracatı sayesinde İsrail, birçok ülkeyle askeri ilişki kurmadan stratejik ittifaklar geliştiriyor.
İsrail dış istihbarat teşkilatı Mossad, bazı ülkelerde bu yazılımların pazarlığını bizzat yürütüyor; örneğin Suudi Arabistan’la NSO anlaşmalarında doğrudan devreye girdiği Suudi Arabistan’ın, İsrail ile resmi diplomatik ilişkileri yokken Pegasus’u lisanslamak için Mossad üzerinden gizli görüşmeler yürüttü açığa çıkmıştı.
Birleşik Arap Emirlikleri, 2020 yılında Beyaz Saray'da imzalanan İsrail’le normalleşme anlaşması öncesinde Pegasus sistemini satın almış, Dubai Emiri Şeyh Muhammed bin Reşit el Maktum’un ülkeden kaçışı dünya gündemine oturan kızı Prenses Latifa ve 2019’da İngiltere’ye giden eski eşi Prenses Haya’nın telefonlarının izlendiği ortaya çıkınca el Maktum İngiliz mahkemelerince suçlanmıştı.
NSO yetkilileri 2019 yılında Uganda ve Ruanda ile doğrudan milyonlarca dolarlık anlaşma yapmış NSO Başkanı Shalev Hulio, Uganda’yı bizzat ziyaret etmişti.
Ülkelerin yazılımı muhalif gazetecileri hedef almakta kullandığı belirtilirken 2021’in sonlarında, NSO teknolojilerinin ABD’nin Uganda’daki Dışişleri Bakanlığı yetkililerini hedef aldığının ortaya çıkması İsrail ve ABD arasında krize yol açacak; şirket bundan duyduğu derin üzüntüyü dile getirerek bunun, ABD’li yetkililerin mağdur edildiği bilinen ilk durum olduğunu açıklayacaktı.
Afrika ülkeleriyle yapılan yazılım anlaşmalarının çoğu, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’ndaki İsrail lehine oylamaları etkilemenin bir parçası olarak da değerlendiriliyor.
Batı illüzyonsuz yapamaz: Sınırları İsrail dronları koruyor, siber savaş aygıtları AB projeleriyle fonlanıyor, yasaklar deliniyor
İsrail menşeli gözetim yazılımları pek tabii “Batı demokrasilerinde” yaygın şekilde kullanılıyor. ABD'de, 49 eyalet polisi Cellebrite sistemlerini aktif olarak kullanıyor. İngiltere, özel güvenlik şirketleri üzerinden NSO “çözümlerini” kullanıyor; içişleri bakanlıkları gözetim izni vermeksizin yazılımları test ediyor.
Avrupa Birliği içerisinde Cellebrite, İsrail’de de yatırımlar yapan AB destekli teknoloji araştırma programı Horizon Europe projelerine dahil edilen sistemlerden. Şirket, AB fonlarından pay alıyor ve güvenlik araştırmalarına katılıyor. Bu tür örnekler, Filistin’de başlayan ve işgale dijital hizmeti sunan sistemlerin nasıl globalleştirildiğini gösteriyor. Yazılım burada test ediliyor, Batı’da “gelişmiş teknoloji” olarak karşılık buluyor.
İsrail şirketleri, uluslararası baskılarla karşılaştığında iki temel stratejiye başvuruyor: “Biz satıyoruz, onlar nasıl kullanırsa” yaklaşımıyla suçu kullanıcı ülkeye atmak ve teknolojiyi bir kahramanlık aracı olarak sunmak. Örneğin Cellebrite, “Kahramanların Ardındaki Kahramanlar” adlı reklam kampanyasında, ürünlerini “pedofili ağlarını çökerten, kaçırılan çocukları kurtaran” çözümler olarak tanıtıyor.
Gazetecilerin Pegasus’la hedef alınması üzerine NSO Group’un CEO’su Washington Post'a verdiği röportajda “Bu teknoloji kelimenin tam anlamıyla dünyada görüp görülebilecek en kötü aktörlerle mücadele etmekte kullanıldı. Pis işleri de birilerinin yapması gerekiyor. Biri çıkıp da suçluları, teröristleri yakalamak, bir pedofilden bilgi almak için daha iyi bir yol bulduğunu söylese bu şirketi kapatırım” diyerek “bu şirketi hayat kurtarmak için kurduklarını” savunuyordu.
Hayat kurtarmak AB’nin en ikiyüzlü olduğu başlıklardan biri. Ağustos 2021'de AB'nin sınır koruma kurumu Frontex, Akdeniz'i geçmeye çalışan göçmenleri izlemek için insansız hava araçları temin etmek ve işletmek üzere Airbus, Israel Aerospace Industries (IAI) ve yine İsrail şirketi Elbit Systems ile 100 milyon Avro değerinde sözleşme imzaladı.
İsrail’li Elbit'in Hermes İHA'ları ve Heron insansız hava araçları (MALE RPAS) Frontex'in Akdeniz'de kullanmaya başladığı en işlevsel araçlarından. Göçmenleri uzak tutma mücadelesinde Frontex’in yardımına koşulan ve Gazze’de test edilerek “combat-proven” etiketiyle satışa sunulan bu İHA'lar termal kameralar, hareket eden hedefleri belirleyen yapay zekâ teknolojileri ve cep telefonu müdahale sistemleri gibi ekipmanlar taşıyor.
İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch-HRW) tarafından 2022’de yayımlanan bir rapor Orta Akdeniz'de göçmen teknelerinin tespit edilmesinde ve daha sonra Libya güçleri tarafından durdurulmasında oynadıkları rolü belgeliyor. Bu araçlar, video görüntülerini ve diğer bilgileri Varşova'daki Frontex merkezinde bulunan ve göçmen tekneleri hakkında ne zaman ve kimin uyarılacağına dair operasyonel kararların alındığı bir merkeze iletiyor.
İHA'lar, denizde zor durumdaki göçmenlerin yerini tespit etme, ancak kurtarma çalışmalarına doğrudan katılmama ve hatta “boğulmalarına göz yumma” veya onları Libya Sahil Güvenliği'ne teslim etme seçeneğini sunuyor.
Geçtiğimiz günlerde AB’nin işgal teknolojisini üreten şirketlerle el altından yürüttüğü işbirliği yeni bir raporda açığa çıktı. “İşgal Ekonomisinden Soykırım Ekonomisine” başlıklı rapor, Birleşmiş Milletler'in 1967'den beri işgal altında tutulan Filistin topraklarındaki insan hakları özel raportörü Francesca Albanese tarafından, ABD'nin kendisine yaptırım uygulayacağını açıklamasından önce Haziran ayında derlendi.
Albanese’nin raporu Avrupa Uzay Ajansı’nın (ESA), 2024’te İsrail savunma ödülünü de alan en büyük silah şirketlerinden Elbit’le kurduğu ticari ağı anlatıyor. Rapora göre geçtiğimiz ay Belçika merkezli bir Elbit yan kuruluşu olan OIP, ESA’nın Venüs misyonunda kullanılması için “yüksek çözünürlüklü termal kızılötesi dağıtıcı spektrometre” geliştirmek üzere seçildiğini duyurdu.
Belçikalı bir firma olarak tanıtılarak İsrail bağlantıları gizlenmeye çalışılan OIP, bu “yeni teknolojinin” potansiyel kullanım alanları arasında “hedef belirleme” ve hava kalitesinin izlenmesinin yer aldığını açıkladı. Geçtiğimiz Aralık ayında da firma, Güneş'in koronasını gözlemlemek üzere iki uzay aracı gönderilmesini içeren bir ESA projesine “kritik bileşenler” sağlamakla görevlendirilmiş.
Merkezi Paris'te bulunan Avrupa Uzay Ajansı kamu tarafından finanse edilen bir kurum. Öte yandan AB kurumu olmasa da “Dünya gözlemi” uydu programı Kopernik bünyesinde AB ile bir ortaklığa sahip. Albanese’nin raporu yılın başlarında OIP’in, Kopernik için bir “bulut görüntüleyici” teslim etmek üzere başta havacılık ve siber güvenlik alanlarında faaliyet gösteren Fransız silah sanayii tekeli Thales ile sözleşme imzalamasına da yer veriyor.
Elbit ve diğer İsrailli silah üreticilerinin geçen ayki Paris Air Show'a katılmaları yasaklanmış, Batı basını silah tekellerinin fuardaki stantlarının kapatıldığı görüntüleri büyük bir iştahla servis etmişti. İsrail’in herhangi bir yasağı tanıdığı görülmemiştir. OIP de “Belçikalı” bir firma olarak fuara katılmış.
Uygar Batı göçmenlerin yaşam ve ölüm kararlarını havadan gözetleme yoluyla toplanan bilgilere dayanarak alıyor. İsrailli şirketlerle ortaklıklar kuruyor. İsrail’in askeri, dijital ve psikolojik işgal stratejisinin parçası ölüm makineleri sadece Filistinliler üzerinde değil, dünya ölçeğinde kullanılıyor.
Türkiye eksik kalır mı?
Başta devlet şirketi Israel Military Industries olmak üzere Aeronautics Defense Systems, Cellebrite, Israel Aerospace Industries (IAI), Rafael Advanced Defense Systems Türkiye’nin İsrail’le askeri ve siber güvenlik teknolojileri ticareti yaptığı başlıca şirketler. F 4, M60, İHA modernizasyonu gibi projelerde geçmiş dönemlerde 2 milyar dolar civarı toplam ticaret hacminin olduğu hesaplanıyor.
Siber güvenlik alanındaysa Cellebrite ve benzeri dijital analiz sistemleri Türkiye’de özellikle adli bilişim alanında ve emniyet teşkilatlarında kullanılıyor. 2016 yılında darbe girişiminin ardından dijital delil çıkarımında en çok Cellebrite cihazlarından yardım alındığı belirtiliyor.
Pegasus’un üçüncü taraflar üzerinden dolaylı olarak Türkiye’ye sızdığı, NSO dışındaki firmalara ait casus yazılımların da Türkiye’de özel şirketler aracılığıyla satıldığına dair bulgularla birlikte, havalimanı güvenlik altyapısı, sınır geçişleri ve büyükşehir belediyelerine ait kamera sistemlerinde Anyvision vb. İsrail çıkışlı yüz tanıma yazılımlarıyla entegrasyonu bulunan sistemler kullanıldığı yine güçlü iddialar arasında.
İsrail kökenli ancak ABD üzerinden faaliyet yürüten Verint Systems’ın İstanbul’da bir ofisi ve farklı alanlarda faaliyet gösteren pek çok partneri bulunuyor. Türkiye'nin 2000’li yıllarda iletişim gözetimi altyapısını kurarken GSM şebekelerine entegre olarak arama kayıtları, konum verileri, SMS içerikleri ve internet kullanımını gerçek zamanlı analiz eden Verint ürünlerini kullandığı biliniyor.
Bu sistemlerin kullanımı genellikle istihbarat birimleri içinde olduğu için doğrudan kamuya açık belgeler bulunmamakla birlikte örneğin WikiLeaks belgelerinde ve uluslararası sızıntılarda, Türkiye'nin Verint “çözümleriyle” ilişkisine dair bilgiler bulunuyor.
soL’un İran-İsrail Savaşı Dersleri yazı dizisinde Okan Ataer, Türkiye ile İsrail arasında siber güvenlik ve gözetleme alanındaki çok katmanlı işbirliğini Check Point ve CyberArk gibi İsrailli şirketlerle Turkcell arasındaki ortaklığa da değinerek anlatmıştı.
İşgal sansürsüz olmaz
“Filistin Laboratuvarı’nın” işleyişi sansürle de güvence altına alınıyor. Facebook, Instagram, TikTok, Twitter gibi sosyal medya şirketleri, İsrail'i eleştiren veya Filistinlilerin bakış açısını gösteren içerikleri düzenli olarak engelliyor. Loewenstein kitabında 2021 Mayıs ayındaki Hamas-İsrail çatışması sırasında Şeyh Cerrah Mahallesi'ndeki yıkımla ilgili #SaveSheikhJarrah etiketli gönderilerin anında kaldırılarak erişime engellenmesini hatırlatıyor. Bugün Filistinlilerin "direniş" ve "şehit" gibi kelimeleri içeren paylaşımları da algoritmalar tarafından "şiddete teşvik" olarak algılanıp kaldırılıyor.
Sosyal medya platformlarının içerik politikaları İsraillilerin ırkçı söylemler içeren gönderileri konusundaysa bekleneceği üzere aynı doğrultuda işlemiyor. 2016 yılında İsrail Adalet Bakanı Ayelet Şaked, Facebook yöneticileriyle yaptığı görüşmenin ardından övünerek YouTube, Google ve Facebook’un İsrail hükümetinin talebiyle, şiddete teşvik ettiğini iddia ettikleri içeriklerin yüzde 95’ini kaldırdığını söylüyor.
Şaked’in Filistinli çocukların hepsini “düşman savaşçılar” ve “küçük yılanlar” olarak niteleyerek öldürülmelerini savunduğu konuşması tabii ki Facebook’un filtrelerine takılmıyor.
“Filistin Laboratuvarı”nda sınanan emperyalist saldırganlık tüm dünyayı büyük bir ateşin içine atıyor. O ateş yalnızca füzelerle, topla, tüfekle değil; algoritmalar, kodlar ve uygulamalarla harlanıyor.(https://youtu.be/aMOKLl2hb8w)
/././
Kemal Okuyan'dan 'süreç' değerlendirmesi: Cumhuriyetle dertleri var
AKP, MHP ve DEM arasındaki işbirliğini "basit bir yakınlaşma değil, Cumhuriyet’e dönük tarihsel ve ideolojik hesaplaşmanın yeni evresi" olarak tanımlayan TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, "Cumhuriyet ile dertleri var" dedi.
TKP açıklamasının ayrıntılarını ve yeni "çözüm süreci"ne ilişkin son gelişmeleri TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan'a sorduk.
Meselenin basit bir siyasi işbirliği olmadığını vurgulayan Okuyan, “Farklı kalkış noktalarıyla da olsa Cumhuriyet’in kuruluşu ile sorunu olan iki siyasi çizginin işbirliğinden söz ediyoruz” dedi.
TKP'nin süreci yalnızca silahların susması üzerinden değil, ideolojik ve tarihsel içeriğiyle de değerlendirdiğini hatırlatan Okuyan, “Ortaya çıkan, ana hatları belli olan mutabakatta benimsediğimiz hiçbir şey yok. Tersine son derece tehlikeli bir süreç işliyor” yorumunda bulundu.
İktidarın "genişleyen Türkiye" söyleminin emperyalizmin ihtiyaçlarıyla da birleştiğine işaret eden Okuyan, bölgede bir "sermaye barışının" hedeflendiğini söyledi.
Türkiye Komünist Partisi, hükümetin "Terörsüz Türkiye", PKK'nin "Barış ve Demokratik Toplum" diye adlandırdığı sürece ilişkin 12 Temmuz'da yaptığı açıklamaya "Genişletilmiş Cumhur İttifakı'na dair ilk değerlendirmeler" başlığını attı. Ancak Erdoğan'ın aynı gün yaptığı konuşmada yer alan "süreci bundan sonra AKP, MHP, DEM ile ittifak halinde yürüteceğiz" ifadesi resmi basın açıklamasından çıkarıldı. Bu nasıl açıklanmalı? Genişletilmiş Cumhur İttifakı henüz oluşmadan tarih mi oldu?
İktidar kanadının acelesi var. Hayat pahalılığından ve adaletsizlikten bezmiş olan topluma hızla bir şeyler sunmak ve Cumhur İttifakı'nın daralan toplumsal tabanını genişletmek istiyorlar. Günler boyunca "müjde geliyor" diye anonsu yapılan konuşmada ilgi çekici yeni bir unsur yoktu. Bu açığı kapatmak için DEM'in artık "düşman" tanımından çıkarıldığını ve muteber bir parti haline geldiğini Bahçeli'den sonra ilan etme ihtiyacı duydu belli ki. Ancak bunun DEM tabanında güle oynaya karşılanması mümkün değildi. Bu nedenle Erdoğan'ın konuşmasının hemen ardından Pervin Buldan bir yandan konuşmanın içeriğinden çok memnun olduklarını ifade ederken diğer yandan da Cumhur İttifakı'nın parçası haline geldikleri izlenimini ortadan kaldırmaya ya da en azından yumuşatmaya çalıştı.
Erdoğan bu ifadeleri, hiç karşılığı olmadığı halde kendi kendine mi söylemiş oldu?
Hayır, öyle olur mu! Uzun bir süredir görüşmeler yapılıyor en ince ayrıntısına kadar. Erdoğan'ın konuşmasında bir emrivaki olduğunu düşünmek saçma. Ancak bu sürecin pürüzsüz, gerilimsiz gelişmesini beklemek de anlamsız. Bu ne Türkiye ne bölge ne dünya gerçekliğine uygun.
Peki DEM'in parti olarak, Cumhur İttifakı'nın parçası olmasa bile hükümetle birçok konuda işbirliği yapması mümkün mü? Bu işbirliğinin bir Anayasa değişikliği ile somutlanması olasılığı hakkında ne söyleyebilirsiniz?
Bu işbirliği bir olasılık değil, bir gerçek olarak görülmeli artık. Bakın dar anlamıyla DEM'den söz etmiyoruz. Kısa süre öncesine kadar bir itham ve suç unsuru olarak görülen Öcalan, DEM, PKK bağlantısı resmi bir kabul gördü, hatta devlet açısından bir olanağa dönüştü. Bu anlamda şu ana kadarki mutabakatın parti içinde ortaya çıkabilecek ve çıkan tereddütler bir yana DEM'i de kapsadığını biliyoruz. DEM'in iç tartışmaları bu partiyi ilgilendirir. Zaten DEM'in yeniden yapılandırılacağı, hatta yeni bir oluşumun ortaya çıkacağı da söyleniyor. Ne olursa olsun iktidar ile girilen süreç, basit bir "silah bırakma" değil. İki tarafın da stratejik hesap ve hedefleri var. Bunların örtüşen kısmı var, örtüşmeyen kısmı var. Ama örtüşen kısmıyla devam etmeye karar verdiler ki, olay bu noktaya kadar geldi. Tarafların sürece dönük angajmanlarına bakıldığında bu sürecin kolay kolay terk edilemeyeceği kolaylıkla anlaşılır.
Nedir örtüşen kısmı?
Parti açıklamamızda da yer alıyor. Farklı kalkış noktalarıyla da olsa Cumhuriyet'in kuruluşu ile sorunu olan iki siyasi çizginin işbirliğinden söz ediyoruz. Bunun basit, geçmişe dönük bir olgu biçiminde değerlendirilmesi büyük bir hata olur. Elbette geçmiş geçmiştir ama geçmişe bakış aynı zamanda güncele müdahaledir. TKP'nin spekülasyonu değil bu. AKP iktidarının 23 yılına, beri yanda sadece Öcalan'ın bu son süreçteki konuşmalarındaki vurgulara bakmak bile yeterli. Cumhuriyet ile dertleri var. Bunun tartışılacak bir yanı bulunmuyor.
Ancak iktidar çevrelerinden son dönemde Atatürk'e saygı olarak değerlendirilebilecek açıklamalar geliyor. Bir değişim olamaz mı bu?
Değişim şurada. Bu toplum Mustafa Kemal'e tutunarak ciddi bir direnç üretti ya da AKP'yi itirazın önemli bir bölümü Mustafa Kemal'e tutundu. Fark etmez. İktidarın bunu görmemesi mümkün değil. Bu nedenle doğrudan bir karşı karşıya geliş yerine başka yöntemlerle kırmaya çalışıyorlar söz konusu direnç ve tutamak noktasını. Ancak iktidar cenahından birçok kişi ya da odak süreklileşmiş bir biçimde hakarete varan söylemlerle Cumhuriyetle hesaplaşmayı canlı tutuyor. Evet, gerek görüldüğünde bunlar iktidar sözcüleri tarafından kınanıyor ama iktidar bu tür salvoları haylazlık olarak değil zorunluluk olarak görüyor. Bu ülkede son 20 yıl boyunca en büyük özgürlük alanı halifelik, imparatorluk, şeriat özlemcilerine açıldı. Bunu "arada aşırılar da var" diye açıklayanlar yanılıyor. Türkiye'de siyasal İslam bir bütün olarak iktidardadır, onun hiçbir parçası üvey evlat değildir.
AKP ile DEM arasındaki mutabakata geri dönecek olursak, Cumhuriyet konusunun dışında bir başlık yok mu?
Cumhuriyet çok kapsamlı bir mesele. Daha sonra aşınan, aşındırılan birçok değer 1923'te Cumhuriyet ile taçlanan kurtuluş ve kuruluşta bu topraklara yerleşti. Kamuculuk, yurtseverlik, aydınlanmacılık bu ülkede hâlâ bir biçimde direniyorsa bunun tarihsel kökleri, enerji kaynakları olduğunu kim inkar edebilir. Bu değerleri kazımak, toplumun hafızasını bu değerlerden temizlemek için yıllardır sistematik bir çaba gösteriliyor. Bu çabanın sahipleri ve destekçileri orta yerde dururken aptalı oynayacak değiliz. Aslında bugüne kadar uzanan bir siyasi çekişmede aynı safta yer alan iki hareketten söz ediyoruz. Bu nedenle Turgut Özal'da kolayca anlaştılar örneğin. Bu tercih sadece "Özal Kürt sorununu çözecekti"ye daraltılamaz. Özal'ın Türkiye tarihinde özel bir anlamı var. 1900'lerin başından bugüne gelen bir çekişmede taraflardan birinin kendini gizlemeyen fanatik kadrolarındandır Özal. Türkiye'nin bütün tarihini bu çekişmeyle açıklayamasak da, bir ileri-geri kavgası yaşandığı ortada. Burada bir tutarlılık var. Batı ittifakı, NATO konusunda örtüşüyorlar. "Yerelleşme" konusunda örtüşüyorlar. "Militan laiklik" eleştirisinde örtüşüyorlar. Bu örtüşmeler daha net bir tablonun çıkmasına mı yarayacak yoksa bu süreç kısa vadeli bazı hesapların ardından bir tıkanma mı yaşayacak bunu göreceğiz. Ancak bizim şu anda veri alacağımız, tarafların kendi içindeki tartışmalar değil, en yetkili ağızların dillendirdikleri ve fiilen yapılanlardır. Her meselede olduğu gibi bu konuyu da içeriğe bakarak değerlendireceğimizi başından beri söyledik, onu yapıyoruz. Dolayısıyla konunun "silahların susması" kısmı kesinlikle olumludur, buna itiraz etmek abestir. Tabular, yasaklar bu toplumu esir aldı. Şimdi madem "siyaset" deniyor, konuyu siyaseten tartışalım. Bu bağlamda açık açık ilan ediyoruz ki, ortaya çıkan ana hatları belli olan mutabakatta benimsediğimiz hiçbir şey yok. Tersine son derece tehlikeli bir süreç işliyor. İçerik ve doğrultu itibariyle. Buna karşı farklı bir program geliştirilmelidir, bunu yapıyoruz zaten.
Türkiye'de bu süreçle birlikte siyasetin alanının genişleyebileceğini düşünüyor musunuz? CHP'ye dönük operasyonlar sürerken bu mümkün mü?
Bugünkü adaletsizlikler, siyaset alanına müdahaleler, seçme ve seçilme hakkının gasp edilme girişimleri iktidarın gücünü mü zayıflığını mı gösteriyor sorusuna kesin yanıt vermek çok zor. İktidar bu ölçüde keyfi uygulamaları gözünü kırpmadan yapabiliyorsa güçlüdür. Ancak bu uygulamalar iktidarın tabanını daraltmaya, öfkeyi artırmaya ve hem hükümet hem devlet içi gerilimleri derinleştirmeye yol açıyorsa, ciddi bir zayıflıkla da karşı karşıyayız demektir. Suriye'de iktidar değişikliğinde AKP'nin parmağı vardı ama Halep-Şam hattındaki bu başarı toplumda zerre heyecan yaratmadı. Sonra yeni çözüm süreci ilan edildi, ilerledi, Öcalan açıklama yaptı, video çekti, silahlar yakıldı yine heyecan yok. Baklava kutusunda para görüntüleri yayınladılar, bütün kanallar binlerce kez döndürdü o görüntüleri, yine heyecan yok. AKP tabanından söz ediyorum. "PKK ile anlaştık, diğerlerini dövmeye devam edebiliriz" türünden bir anlayışla bu ülke yönetilemez. Dahası, Türkiye'de bugünkü düzen CHP olmaksızın ayakta kalamaz, yıkılır. Bu nedenle sürdürülemez bir durum var. AKP bu işi bir yere bağlamaya çalışacak. Bir demokratikleşme filan olamaz ama bir yumuşama görüntüsü elbette olabilir. Ancak olasılıklardan sadece bir tanesidir bu.
Selahattin Demirtaş'ın ve DEM'li başka siyasetçilerin serbest bırakılacağı söyleniyor. Sizce bu mümkün mü?
Mümkün elbette. Her zaman söyledik, süreç içinde birçok siyasetçi rehin alındı. Ne için? Pazarlık için. Bir noktada bırakacaklardı. Bir demokratikleşme görüntüsü yaratmak için bir fırsat. Öte yandan hukuk ya da adalet açısından baktığınızda zaten tartışılacak bir taraf yok. Derhal bırakılmaları gerekiyor. Bunun başka yararları da olacak. İçerik ve doğrultuyu konuşacağız. İçerik ve doğrultuyla ilgili mücadele edeceğiz. Türkiye'de insanlara yapılan haksızlıklar gerçek siyasal taraflaşmaların önünde bir engel olarak durdu yıllarca.
Diğer olasılık, AKP'nin daha da sertleşmesi mi?
Tekrar altını çiziyorum, AKP iktidarının ya da daha genel söyleyeyim bugünkü sistemin bir demokratikleşme süreci yaşaması imkansızdır. Mümkün olan, AKP'nin kendisini kabullenenlerle bir "normalleşme" görüntüsü vermesidir. Zaten şu anda Genişletilmiş Cumhur İttifakı bile AKP'ye daha da sertleşme imkanı vermiyor. Diğer olasılık olarak görülmesi gereken, tepedeki kavgaların Türkiye'yi derin bir yönetme krizine sokmasıdır. Bu kuşkusuz bir normalleşme görüntüsünü imkansız hale getirir.
Tepede bir kavga mı var?
Dünyada içeride ya da yönetimin tepesinde kavga olmayan pek az ülke var. Defalarca söyledik, görünürde AKP ile CHP arasında bir mücadele sürmesine karşın, konu çok daha kapsamlı. Türkiye'de sistem içi siyasi gerilimlerden sadece bir tanesi AKP ile CHP arasında. Ama başka gerilimler de var. Devlet kurumları arasında, tarikatlar arasında, AKP içinde, kabinede, sermaye grupları arasında. Ve bunların hepsi birbiriyle etkileşim içinde. Hatırlayalım, geçtiğimiz hafta herkes Hakan Fidan ile İbrahim Kalın arasındaki mücadeleyi konuşuyordu. Bu çekişmeler bazen kişisel düzeyde başlayıp sonra farklı çekişme ve taraflaşmalarla etkileşime girerek daha kapsamlı hale geliyor, hatta uluslararası boyut kazanabiliyor. Erdoğan'ın bütün bu sürtüşmeleri yönetebildiğini söylemek mümkün değil. Şu anda bazı konularda hiç aykırı ses çıkmamasını mutlak uyumla açıklamak en büyük yanlış olur. Burjuva politikası açıklık ve samimiyetle değil, riya ve ilkesizlikle yürür.
Bu kavga son çözüm sürecini de etkiler mi?
Son çözüm sürecinde mutabakat halinde gözüken siyasi güçlerin içinde oldukça farklı eğilimler var. Şimdilik bir yol bulunmuş gözüküyor. Ancak konu başka güçleri de ilgilendiriyor. ABD, İsrail, İngiltere, Fransa, İran ve diğerleri. Başka sorunlardan yalıtık ya da kimilerinin iddia ettiği gibi her şeyin üstünde bir sorunla ilgili değil yeni süreç. Bütün konular iç içe. Ticaret yolları, enerji kaynakları, etki alanları, İsrail'in güvenliği, Çin'in kuşatılması, Rusya'nın bölgedeki etkisinin azaltılması... Bütün bu başlıklarda gerilimsiz, çekişmesiz ve hatta çatışmasız bir dünya olmaz. Şu anda bu sürece önemli bir itiraz gelmiyor gibi ama bunun nedeni, birçok aktörün bu sürece istediği yönü verebileceğine dair bir inanç. Yarın o farklı çıkar ve hedefler çekiştirmeye başlayacak. Bakın Suriye'de HTŞ'yi devlet yapan süreçte İngiltere, İsrail, Türkiye, ABD, Katar vardı. Ortak hareket ettiler. Ancak her birinin Suriye tasarımı bir ötekinin ayağına çelme takabiliyor. İngiltere ve ABD arasında bile çekişme var Suriye'de. Aynısı "PKK sonrası bölge" açısından söylenebilir. Dolayısıyla iktidarın "müjde, önümüzü açtık inşallah" söyleminin bir karşılığı yok.
Ama birçok açıdan Türkiye'nin istediği gibi gitmiyor mu süreç? Örneğin ABD Büyükelçisi Barrack'ın açıklamaları sevinçle karşılanıyor.
Türkiye'nin istediği gibi ifadesinden uzak durmak gerek. AKP diyelim, iktidar diyelim, Türkiye kapitalizmi diyelim. Halkımızın Barrack ya da bir başka ABD yetkilisinin tek bir açıklamasını "sevinçle" karşılaması bile zuldür. Ne yapacağız Osmanlı'yı övdü diye mi alkışlayacağız?
Suriye'nin bölünmesine izin vermeyeceklerini de söyledi. Hatta SDG'nin ismini zikrederek "onlara özerklik borcumuz yok" dedi.
Suriye'yi illa resmen bölmeleri gerekmiyor. Açık açık söylediler, Şara bizim adamımız diye, biz yetiştirdik filan. Ajanımız diyorlar. Şara'nın Suriye'yi yönetecek gücü yok. Hemen arkasından özerk bölge yönetiminden bir açıklama geldi, "merkezi hükümet içinde asla erimeyiz" diye. Bu tartışmalar sürecek. Ancak Suriye'nin tamamının Şam merkezli hükümete biat etmesi imkansız. Yalnızca SDG değil, Dürzi bölgesi de bunu yapmaz. Bir yol bulurlar ya da çatışmalar yine başlar. İşte daha bugün Dürzi bölgesinden şiddetli çatışma haberleri geldi. Barrack denen adamdan mı öğreneceğiz siyaset yasalarını!
Sevr tartışmalarına değinmek istiyorum biraz. Ayrı devletten, federasyondan, özerklikten vazgeçtik dedi Öcalan. Bu bir rahatlama sağlamaz mı? Bölünme paranoyası siyaseti kilitleyen faktörlerden biri değil miydi?
Bölmek, parçalamak amaç değildir, bir yöntemdir. Dolayısıyla Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra ya da Sovyetler yıkıldıktan sonra gündeme gelen "bölücü" hamleler emperyalist ülkeler arası çelişkilerin ve hegemonya mücadelesinin ve de çok uluslu tekellerin yayılma perspektifinin ürünüydü. Esas olan, doğal zenginliklere, enerji kaynaklarına, ticaret yollarına, yeni pazarlara, ucuz iş gücüne çökme arzusudur. Bu arzu bitmiş değil. Türkiye söz konusu olduğunda, zaten on yıllar boyunca istedikleri yola soktular. Ancak arzu ve hırsları bitmez. Lozan, can sıkıcı bir gelişmeydi emperyalistler için. Bunu unutmuyorlar. Bundan kurtulmak elbette isterler. Şu anda Türkiye'yi gevşetme stratejisiyle hareket ediyorlar. Gevşetme nedir? Sınır geçişkenliği, belirsizleşmesi... Bu tek taraflı olmaz. Türkiye'de holdinglerin ihtirasları, ki TÜSİAD da MÜSİAD da bu işin içinde ve AKP'nin Osmanlıcılık sevdası, bu gevşemeyi dışa doğru da olanaklı hale getiriyor. Bu süreç, "barış" getirmez. Rekabet keskinleşir. Kimse Türkiye kapitalizmine "al bu bölgenin efendisi sen ol" demez. Geçici bir mutabakat olur ama buradan kavga çıkar. İşte o kavgada gevşeyen Türkiye, dağılmaya sürüklenebilir.
TKP bir "sermaye barışı"ndan söz etti açıklamasında. Bunun anlamı nedir? Bir de sermayeden de gelse barış kötü bir şey mi?
Para kazanmak istiyorlar. Büyük kârlar elde etmek. Çin'i dışarıda bırakmak, onun yükselişine alternatif olacak bölgeler yaratmak. İbrahim anlaşmalarının hedefi sadece İsrail'in güvenliği değildi. Filistin, Suriye, Irak, Lübnan çok uluslu tekellerin yağmasına açılacak. Burada bir "sermaye barışı" hedefleniyor. AKP de buna gözünü dikti ve güveniyor. Son sürecin burada el yükselttiğini düşünüyorlar. Ama unutmayalım, son süreçte şantaj mekanizması devreye girdi. "İsrail'in oyununu bozduk" diyorlar. Hayır İngiltere ve İsrail şantaj yaptı. Hedeflenen buydu. Şimdilik bir uyum var. Ama bu alanda büyük rekabet olacak. Emperyalist dünyada rekabet, savaş demektir. O yüzden sermaye barışı diyoruz. Sermaye barışı da savaş demektir. Daha şimdiden Türkiye İmparatorluğu demeye başladılar. Az önce de vurguladım, kendi tabanında dahi heyecan yaratmıyor bu güncel fetihçilik. Çünkü insanlar korkuyor. Tarihten biliyor, güncel olarak biliyor, yayılmanın sonuçlarını.
TKP ne yapacak bu süreçte?
Ne yapacağımızı, yapmakta olduğumuzu her fırsatta açıklıyoruz. Cumhuriyetçi birikimi antikapitalist bir zeminde yeniden ayağa kaldırmak için üzerimize düşeni yapacağız. Biz bu son sürecin karşısında değiliz. Biz emperyalizme, sömürüye, tarikatlara, yayılmacılığa, cumhuriyet düşmanlığına karşıyız. "Asla görüşülmez, uzlaşılmaz" demekle "ne görüşüldü, nerede uzlaşıldı" sorusunu sormak arasında çok önemli bir fark var. Biz bir siyasi partiyiz. Taraflar gerçek meseleler üzerinden, program, hedef ve ilkelerden hareketle oluşmalı, bu toplum taraflaşmalıdır. Sonuçta aydınlık ve ilerici olan kazanacaktır.
***
ABD büyükelçisi duyurdu: Azerbaycan-Ermenistan koridorunun denetiminin ABD'li şirkete devredilmesi teklif edildi
ABD'nin Ankara Büyükelçisi Barrack, Azerbaycan'la Ermenistan arasında oluşturulması planlanan koridorun denetiminin ABD'li şirkete 100 yıllığına devredilmesi için teklif sunulduğunu açıkladı.
Middle East Eye'ın aktardığına göre, Barrack, New York'ta düzenlenen bir brifingde gazetecilere, "32 kilometrelik yol konusunda tartışıyorlar, ancak bu önemsiz bir konu değil. On yıldır sürüncemede kaldı" dedi.
Büyükelçi, "Yani olan şu ki, Amerika devreye giriyor ve 'Tamam, biz devralacağız. 32 kilometrelik yolu bize yüz yıllık bir kira sözleşmesiyle verin, siz de paylaşabilirsiniz' diyor" diye devam etti.
Azerbaycan'ın koridor için koşulları pürüzler yaratıyor
Ermenistan ve Azerbaycan Mart ayında koridor konusunda taslak bir barış anlaşması üzerinde fikir birliğine varmış olsalar da, Bakü anlaşmayı resmen imzalamadan önce birkaç ek koşul üzerinde ısrar etmeye devam ediyor.
Azerbaycan, Erivan'ın anayasasını değiştirerek Azerbaycan topraklarına yapılan atıfları ve diğer koşulları kaldırmasını talep ediyor.
Ana anlaşmazlık noktalarından biri, Azerbaycan'ı Ermenistan toprakları üzerinden kendi toprakları olan Nahçıvan'a bağlayacak olan Zengezur Koridoru olmaya devam ediyor.
Bölgeyi "Syunik" diye adlandıran Erivan yönetimi, "egemen Ermeni toprakları üzerinde saldırgan çağrışımlar" taşıdığını savunarak "Zengezur Koridoru" terimini kullanmayı reddediyor.
Azerbaycan ise koridorun Ermenistan'ın tam kontrolüne verilmemesi konusunda ısrarcı davranarak, Erivan'ın sınırsız erişimi garanti altına alamayacağına dair endişesini dile getiriyor.
Ermenistan da, güzergahın kontrolünün herhangi bir üçüncü tarafa devredilmesine kesinlikle karşı çıkıyor.
32 kilometre uzunluğundaki koridor, Ermenistan ve Azerbaycan arasında kalıcı barışın sağlanmasının önünde hâlâ önemli bir engel olarak görülüyor.
Trump'ın bu planı daha önce dile getirilmişti
Barrack'ın açıklamaları, Trump yönetiminin koridoru tarafsız bir garantör olarak hizmet verecek özel bir ABD ticari operatörü aracılığıyla yönetmeyi teklif ettiğine dair ilk resmi onay oldu.
Carnegie Uluslararası Barış Vakfı tarafından yakın zamanda yayınlanan bir raporda, planın daha önceki bir Avrupa Birliği önerisine dayandığı ve bu önerinin, güzergah boyunca kargo geçişini yönetmek ve izlemekle görevli bir ABD lojistik şirketini görevlendireceği ve verileri tüm taraflarla şeffaf bir şekilde paylaşacağı belirtilmişti.
Raporda, önerinin "Gürcistan'ın ayrılıkçı bölgeleri" denilen noktalardaki uluslararası denetim emsallerinden esinlendiği ve Bakü'nün güçlü ve uzun vadeli güvenlik garantileri talebini karşılarken Erivan'ın koridor üzerindeki egemenliğini korumayı amaçladığı belirtildi.
'Fikri ilk olarak Türkiye önerdi'
Bu arada Türkiye de, Azerbaycanlı yetkililere "İran'ın azalan etkisi" gibi değişen bölgesel dinamikleri hatırlatarak, Bakü'yü sessizce barış anlaşmasını imzalamaya çağırdı.
Müzakerelere aşina bir bölge kaynağı, koridoru yönetecek özel bir şirket fikrini ilk olarak Türkiye'nin önerdiğini ve bunun hem Ermenistan hem de Azerbaycan tarafından onaylandığını belirtti.
Kaynak, "Ancak Ermeni tarafı, şirketin koridorun Nahçıvan tarafında da çalışmasını talep etti ve bu Bakü için kabul edilemezdi" dedi.
Dağlık Karabağ savaşı neden oldu ve sonrasında neler yaşandı?
Ermenistan ve Azerbaycan arasındaki çatışma, Birleşmiş Milletler tarafından Azerbaycan toprağı olarak tanınan tartışmalı bölgeyi Ermeni güçlerinin ele geçirdiği 1993 Dağlık Karabağ Savaşı'na dayanıyordu.
2020 sonlarında altı hafta süren kanlı bir savaşın ardından Azerbaycan, Dağlık Karabağ'ı geri almak için Eylül 2023'te bir askeri harekât başlatmış ve bu da ateşkes anlaşmasıyla sonuçlanmıştı. Bölgedeki Ermeni nüfusunun çoğu kaçmış ve Ermenistan'ın bölgeyi işgali 1 Ocak 2024'te resmen sonlanmıştı.
Türkiye'nin Ermenistan'la normalleşme süreci de, Azerbaycan ve Ermenistan arasında bir barış anlaşması yapılması olasılığıyla yakından bağlantılı.
Türk yetkililer, Ermenistan'ı, Türkiye'yi Orta Asya'ya doğrudan bağlayacak olan "Orta Koridor"da hayati bir bağlantı noktası olarak görüyor. Türk şirketleri de Ermenistan'daki potansiyel altyapı projelerine katılmak için istekli.
AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, geçtiğimiz ay Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev'in hemen ardından Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan'ı ağırlamıştı. Bu, bir Ermeni liderin Türkiye'ye yaptığı ilk resmi ziyaretti.
Rus etkisinin azalmasında Türkiye'nin rolü ve ABD-İsrail ekseninin kazancı
Rusya’nın Güney Kafkasya’da nüfuzunu kaybetmeye başladığı bu süreçte Türkiye'nin de rolünün olduğuna dair emareleri bu ayın başında soL’dan Can Kuyumcuoğlu yazmıştı.
Ayın başlarında, Türkiye, Azerbaycan ve Ermenistan'ın Zengezur Koridoru konusunda anlaşmaya yakın olduğuna dair hem Azeri hem de Ermeni kaynaklardan iddialar ortaya atılmaya başlanmıştı. Bu, Rusya'nın bölgedeki askeri ve siyasi nüfuzunun neredeyse biteceği anlamına geliyordu.
Güney Kafkasya’daki son gelişmeler, aynı Ortadoğu’da olduğu gibi ABD-İsrail ekseninin çıkarları doğrultusunda ilerlediğini de gösteriyordu.
Suriye’de Beşar Esad’ın düşmesiyle Rusya’nın elini büken, İran’ın da nüfuzunu büyük ölçüde azaltan ABD-İsrail tarafı, burada da sürecin kazananı olma yolunda.
Yeni-Osmanlı’nın yeni-milleti -Fatih Yaşlı-
Erdoğan’ın “tarihi konuşma”da adeta Barrack’ı onaylar ve millet sistemini çağrıştırır bir şekilde sürecin yol haritası olarak “Türk-Kürt-Arap birliği”nden söz etmesi bir tesadüf müydü?
Asıl mesleği emlakçılık olmakla birlikte, şimdilerde ABD’nin Türkiye Büyükelçisi ve tesadüf diyemeyeceğimiz bir şekilde Suriye Özel Temsilcisi olan Tom Barrack, geçtiğimiz günlerde yaptığı İzmir ziyaretinde önce Lübnan’dan ABD’ye göçen ailesinin Osmanlı kökenlerini hatırlattı, sonra da son derece spekülatif bir açıklama yaparak şöyle dedi:
Osmanlı İmparatorluğundaki ‘millet sistemi’ yüzlerce yıl farklı grupların merkezi sistemde varlıklarını sürdürmelerine imkân verdi. Türkiye, tüm bunların merkez noktası olabilir, Suriye’de gördüğünüz üzere. Suriye'de olanların büyük bir kısmı, Türkiye ve liderliği sayesinde gerçekleşiyor.
Biz “millet” sözcüğünü uzun süredir İngilizcedeki “nation” sözcüğünü karşılamak için kullanıyoruz, öz Türkçesi ise “ulus” oluyor; ancak Osmanlı’da bu sözcük bugünkü anlamıyla değil, farklı dini inanç gruplarını işaret etmek için kullanılıyordu. Yani millet sisteminin en tepesinde Müslüman milleti, onun altında ise gayrimüslim milletler, Hıristiyanlar ve Yahudiler vardı; Hıristiyanlar da çoğunlukla Ortodokslardan oluşuyordu.
Millet sistemi, devletle toplum arasındaki ilişkileri dini inançlar ve o inançların temsilcileri üzerinden belirliyor, en üste Müslümanları yerleştiriyor, modern bir ulus ve yurttaşlık tanımına tekabül etmiyor, hak ve özgürlüklere dayalı anayasal bir nitelik taşımıyordu. Modernite öncesi görece sağlıklı olarak devam eden bu sistem, bir dünya görüşü, bir ideoloji olarak milliyetçilik ortaya çıktığında ve milli kimlikler dini kimliklerin önüne geçmeye başladığında bozuldu, işlemez hale geldi.
19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı yönetici sınıfı içerisindeki esas tartışma, imparatorluk sınırları içerisinde yaşayan farklı etnik grupların milliyetçiliği benimseyerek uluslaşma sürecine girmesi ve kendi ulus-devletlerini talep etmesi karşısında devletin nasıl ayakta kalacağıyla ilgili oldu.
“Devlet nasıl kurtarılır” sorusu esas soruydu ve bu soruya verilen yanıtları en veciz bir şekilde formüle eden kişi Türk milliyetçiliğinin kurucu isimlerinden Yusuf Akçura olacaktı. Yusuf Akçura 1908’de yayınlanan çalışmasına “Üç Tarz-ı Siyaset” adını verdi. Akçura’ya göre Osmanlı’nın yıkılışını önlemek için ortaya atılan üç siyasi proje bulunuyordu ve bunlar sırasıyla “Osmanlıcık”, “İslamcılık” ve “Türkçülük” olarak adlandırılabilirdi.
Osmanlıcılık, en özet haliyle Osmanlı İmparatorluğu’ndaki farklı etnik ve dini grupların “Osmanlı” üst kimliğinde buluşturulması arayışı anlamına geliyordu. Bu fikrin taşıyıcıları önce Tanzimat paşaları, sonra da Jön Türkler, yani Yeni Osmanlılar oldu. Başını Mithat Paşa’nın öncülüğünde Namık Kemal, Ziya Paşa, Şinasi gibi isimlerin çektiği Jön Türkler, Osmanlı’nın kurtuluşunu bir anayasa yapılmasında ve parlamento açılmasında görüyorlardı. Böylece hem padişahın keyfi yönetimi kısıtlanacak ve hukukla yönetmeye geçilecek hem de gayrimüslimler kendilerini imparatorluğun asli unsuru olarak görebileceklerdi.
Osmanlıcılık milliyetçiliği durdurmaya yetmedikçe ve Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan gibi imparatorluğun Avrupa’daki toprakları elden çıktıkça, İslamcılık projesi güç kazanmaya başlayacak ve bunun da esas taşıyıcısı Abdülhamid olacaktı. İslamcılık özetle Osmanlı içerisinde yaşayan Müslümanların birliği üzerine kurulu bir projeydi ve böylece Ortadoğu/Arap coğrafyasındaki toprakların elde tutulabileceği düşünülüyordu.
Türkçülük ise Yalçın Küçük’ün deyimiyle bir çaresizliğin ürünüydü ve Türk milliyetçiliği imparatorluk sınırları içerisinde en geç ortaya çıkan milliyetçilik olacaktı; çünkü Türkler kendilerini imparatorluğun asli sahibi olarak görüyor ve kendilerinin milliyetçilik yapmasının diğer etnik grupların milliyetçilik yapmasını hızlandıracağını düşünüyorlardı.
Bu üç siyaset tarzı imparatorluk dağılana kadar mevcudiyetini devam ettirdi ve hiçbiri diğerini mutlak anlamda ekarte ederek onun yerini almadı; bazen Osmanlıcılık bazen İslamcılık, çok kısa bir süreliğine de Türkçülük ön plana geçti ama bu üç proje hep iç içe olacak şekilde kullanılmaya çalışıldı. Birinci Dünya Savaşı başlayıp imparatorluğun yıkılmasına çok az bir süre kaldığında bile İttihatçıların söyleminde ve siyasetinde artık yavaş yavaş Türkçülük öne çıkmakla birlikte Osmanlıcı ve İslamcı söyleme de halen başvuruluyordu.
Dolayısıyla Tom Barrack’ın Osmanlı’yı överek önümüze koyduğu millet sistemi, bırakın Cumhuriyet’i ve onun uluslaşma projesini, daha Osmanlı’nın son dönemlerinde bile ve bizzat Osmanlı yöneticileri ve aydınları tarafından terk edilmiş, sonuç başarılı olmasa da yerine modern anlamda bir ulus ve yurttaşlık anlayışına dayanan bir model ikame edilmeye çalışılmıştı.
Peki Erdoğan’ın cumartesi günü yaptığı “tarihi konuşma”da adeta Barrack’ı onaylar ve millet sistemini çağrıştırır bir şekilde sürecin yol haritası olarak “Türk-Kürt-Arap birliği”nden söz etmesi bir tesadüf müydü?
Elbette ki değildi; çünkü bir önceki “çözüm süreci”nde olduğu gibi bu süreçte de mesele yurttaşlık, anayasal vatandaşlık, demokrasi, insan hakları gibi modern kavramlar üzerinden değil, din kardeşliği üzerinden okunuyor, Türklerle Kürtleri “İslam kardeşliği” çatısı altında birleştirmek ana hedef olarak görülüyordu.
İlkinden farklı olarak bu sefer Türklerle Kürtlerin yanına bir de Araplar eklenmişti ki bu da meselenin hem İslami boyutunu hem de emperyal boyutunu göstermesi açısından önemliydi. İktidarın ve yeni devlet aklının yeni süreçten muradı fiilen ve ileride belki de resmen sınırları genişletmek, özellikle Suriye’yi bir tür “lebensraum”a, yani yaşam alanına dönüştürmekti.
Dolayısıyla İslamcılık ve emperyal bir vizyon üzerine kurulu bu proje, Yeni-Osmanlıların başlattığı ve Cumhuriyet’e uzanan modernleşme projesinin yerine Abdülhamid’i ve onun politikalarını koymayı hedefliyordu. Yani bugünün yeni-Osmanlıcılığı, geçmişin yeni-Osmanlıcı mirasını ve Osmanlı-Türkiye modernleşme sürecini elinin tersiyle bir kenara iterek Abdülhamid Osmanlı’sını örnek alıyor ve bu haliyle de elbette ki gerici bir karakter taşıyordu.
Erdoğan’ın konuşmasında en az “Türk-Kürt-Arap ittifakı” kadar dikkat çeken diğer şey ise “AKP-MHP-DEM Parti olarak birlikte yürümeye karar verdik” demesiydi. Bu cümle resmi metinlerde bir oto-sansüre uğradıysa da Erdoğan ertesi gün yine aynı şeyi söyledi ve sürecin nasıl götürülmesini istediğini de açıkça ortaya koymuş oldu.
Konuşmasında CHP’den hiç bahsetmeyen Erdoğan, hem Meclis’te kurulacak komisyonda CHP’yi görmek istemediğini hem de yeni anayasa yapım sürecini bu üç partiyle yürütmek istediğini net bir şekilde gösterdi. Dolayısıyla Kürt sorunundaki yeni süreçle eş zamanlı olarak yürürlüğe konulan CHP’nin kriminalize edilmesi, muhalefetin tasfiyesi ve sandığın fiilen geçersizleşmesi sürecinin, yani benim tabirimle “seçimsizleştirme” sürecinin devam edeceğini bir kez daha anlamış olduk.
Her ne kadar DEM Parti, “sözü edilen birliktelik sadece süreç birlikteliğidir” dese de o sürecin diğer bütün meseleleri de kapsadığını ve Türkiye’nin geleceğinin yeni anayasa da dâhil olmak üzere buradan belirleneceğini hepimiz biliyoruz. Dolayısıyla kurulacak mekanizmalarda CHP’ye ve muhalefete ne kadar yer verilecek, Meclis’te kurulacak komisyon bir anayasa komisyonuna dönüştürülürse masaya kimler oturacak, DEM’in tavrı ne olacak, ne pahasına olursa olsun süreç birlikteliği devam mı edecek, yoksa kırılmalar mı yaşanacak göreceğiz.
Peki önümüze getirilen ve Kürt milliyetçiliğinin de teşne olduğu yeni-Osmanlıcı bu yeni-millet projesinin alternatifi, Kürtlerin ve Kürt sorununun varlığını inkar eden, uluslaşma tarihimizin sorunlarını tartışmaktan kaçan, hamaset üzerine kurulu bir Türk milliyetçiliği olabilir mi, buradan bir yere varabilir miyiz?
Bu sorunun yanıtının bizim açımızdan “hayır” olduğu belli. Bizim kendi çözümümüz ise bir kez daha tartışmasız bir şekilde “emekçilerin birliği” üzerine kurulu olmalı. Bugün Türk ve Kürt halkını ortak vatanda, barış içerisinde, eşit ve özgür olarak yaşatabilecek tek proje, Türk ve Kürt emekçilerin birliğini savunan, emek merkezli bir siyasetten geçiyor. Osmanlıcı ve dinci siyasetin karşısına emekçi halkın devleti, emekçilerin ulusu, emekçilerin birliği talebiyle, yani sosyalizm hedefiyle çıkmak… Çözüm en gerçekçi haliyle tam olarak burada.
/././
AKP'nin yurtdışındaki eli TİKA: SSCB'nin dağılmasıyla kuruldu, 15 Temmuz'la önem kazandı
TİKA'nın siyasi veya ekonomik kriz yaşayan, jeopolitik açıdan kritik noktalarda bulunan ve zengin kaynaklara sahip ülkelerde faaliyet göstermesi de, en fazla koordinasyon ofisinin Afrika'da bulunması da tesadüf değil...
AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, üç gün önce Kültür ve Turizm Bakanlığı'na bağlı Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı'na (TİKA) Abdullah Eren'i atadı.
Dün Serkan Kayalar'dan görevi devralan Eren, daha öncesinde Başbakan Özel Kalem Müdür Yardımcısı ve Başbakan Müşavirliği yapmış, ardından Cumhurbaşkanı Başdanışmanı olmuştu. 2018 yılında Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığını görevine getirilen Eren, artık TİKA Başkanı.
Peki, bu TİKA'nın misyonu ne?
SSCB'nin dağılmasının ardından Türkiye'nin Kafkasya'da etki alanını arttırmak amacıyla kuruldu. Gülen Cemaati'nin darbe girişimini sonrasında AKP'nin yabancı ülkelerdeki eli, kolu oldu. Faaliyetleri hızlandırıldı, bütçesi artırıldı, koordinasyon ofislerinin sayısı yükseltildi.
TİKA'nın siyasi veya ekonomik kriz yaşayan, jeopolitik açıdan kritik noktalarda bulunan ve zengin kaynaklara sahip ülkelerde faaliyet göstermesi de, en fazla koordinasyon ofisinin Afrika'da bulunması da tesadüf değil...
Kuruluşu SSCB'nin dağılmasına dayanıyor
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin dağılmasının ardından Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Azerbaycan ve Kırgızistan'da etki gücünü artırmak isteyen Türkiye sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda faaliyetlere başladı.
Bahse konu ülkelerin kısa sürede tanınmasının ardından sıra çeşitli yardımlar yapmaya geldi. Yardımların kalıcılaşması ve sistematik şekilde etki alanının arttırılması için de 1992 yılında Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA) kuruldu.
TİKA kuruluş yıllarındaki amacını "Türk Cumhuriyetlerinin kendi sosyal yapısını üretmesi, kendi kimliğini sağlıklı bir şekilde inşa etmesi, kültürel ve siyasi hakların gelişmesi, teknik alt yapı konusunda eksiklerin giderilmesi" olarak tanımlıyordu. Bu kapsamda eğitim, sağlık, restorasyon, tarım, maliye, turizm, sanayi alanlarında birçok proje ve faaliyet gerçekleştirildi.
TİKA, AKP'nin iktidara geldiği 2000'li yıllardan itibaren faaliyetlerini hızlandırmaya başladı. TİKA'nın internet sitesinde, bu süreç şöyle anlatılıyor:
"Ülkemizin dünyada ve bölgesinde önemli bir aktör haline gelme çabasının bir uzantısı olarak 2000’li yıllardan itibaren dış politika anlayışımız önemli değişimler geçirmiştir. Bu değişim doğrultusunda TİKA faaliyet coğrafyasını genişletmiş; 2002 yılında 12 olan Program Koordinasyon Ofisi sayısını 2011 yılında 25’e, 2012 yılında ise 33’e yükseltmiştir."
Yine TİKA'nın tanıtım bültenin yer alan bilgilerde, AKP'nin iktidara geldiği yıl olan 2002'ye vurgu dikkat çekiyor: "2002 yılında ülkemizin kalkınma yardımları 85 milyon ABD doları iken bu rakam 2017 yılında 8 milyar 120 milyon ABD dolarına yükselmiştir.* Aynı zamanda Türkiye dünyada en fazla insani yardım yapan ülkedir."
Gülen Cemaati'nden boşalan alanlar TİKA'yla dolduruldu
Her geçen yıl küresel etkisini artırmayı hedefleyen AKP, bu doğrultuda faaliyet yürütmek istediği ülkelere patronlarını, silahlarını, tarikat ve cemaat bağlantılı derneklerini soktu.
AKP'nin yabancı ülkelerde ideolojik ve kültürel hegemonya kurmaya yönelik çabalarında öne çıkan aktör ise Gülen Cemaati'ydi. Ancak tam 9 yıl önce başarısızlığa uğrayan darbe girişimiyle ortaklık bozuldu.
Bunun üzerine AKP de devreye Maarif Vakfı'nı, Türkiye Diyanet Vakfı'nı ve en önemlisi de TİKA'yı soktu. TİKA, özellikle darbe girişiminin ardından adeta AKP'nin yurtdışındaki eli, kolu oldu. Bu süreçte faaliyetler hızlandırıldı, bütçeler artırıldı, ülkelere kurulan koordinasyon ofislerinin sayısı yükseltildi.
Günümüzde 150'ye yakın ülkede faaliyet gösteren TİKA'nın, 61 ülkede koordinasyon ofisi bulunuyor. Bu koordinasyon ofislerinin genellikle siyasi veya ekonomik kriz yaşayan, jeopolitik açıdan kritik noktalarda yer alan, zengin kaynaklara sahip ülkelerde açılması ise asla tesadüf değil. Tıpkı en fazla ofisin Afrika kıtasında bulunmasının tesadüf olmaması gibi...
TİKA tarafından yapılan yardımların ülkeler arasındaki ticari ve diplomatik ilişkilere büyük katkılar sunduğunu belirtiyor. Bunun için TİKA'nın yoğun faaliyet gösterdiği ülkelerde Türk patronların aldığı ihalelere, yaptığı işlere bakmak yeterli olacaktır.
TİKA'nın koordinasyon ofisinin bulunduğu ülkeler şöyle:
Çad, Cezayir, Cibuti, Etiyopya, Gambiya, Gine, Güney Afrika, Güney Sudan, Kamerun, Kenya, Komorlar, Libya, Mozambik, Namibya, Nijer, Senegal, Somali, Sudan, Tanzanya, Tunus, Uganda, Afganistan, Arnavutluk, Azerbaycan, Bangladeş, Bosna Hersek, Filipinler, Filistin, Gürcistan, Hırvatistan, Irak, Kuzey Kıbrıs, Kazakistan, Kırgızistan, Kolombiya, Kosova, Kuzey Kıbrıs, Kuzey Makedonya, Lübnan, Macaristan, Meksika, Moğolistan, Moldova, Özbekistan, Pakistan, Romanya, Sırbistan, Tacikistan, Türkmenistan, Ürdün, Yemen.
Türkçe eğitimleri ve yetimlere yönelik çalışmalar ön planda
Sağlık, eğitim, tarım, sosyal ve idari yapıların güçlendirilmesi, acil insani yardımlar gibi alanlar başta olmak üzere birçok başlıkta faaliyet yürüten TİKA, gerektiğinde hastane kuruyor, gerektiğinde tarihi yapıları restore ediyor.
Ancak TİKA'nın en çok üzerinde durduğu projeler Türkçe eğitimine ve yetimlere yönelik olanlar. Birçok ülkede Türkçe kursları açan kurum, kurduğu yetimhanelerde temin ettiği materyallerle de Türkçe dersi veriyor. TİKA aynı zamanda, yetimhanelere yönelik tadilat, tefrişat, donanım, kıyafet ve gıda desteği de veriyor.
Öte yandan TİKA'nın birçok projesi çeşitli bakanlıklar, TRT, TOKİ gibi devlet kurumlarının desteği ve işbirliğiyle gerçekleştiriliyor.
*Bu yüksekliğin temel nedeni ise Suriyeli mültecilere yönelik harcamalar.ABD emperyalizmi öncülüğünde Ortadoğu’ya getirilmek istenen “sermaye barışı”nın Türkiye sermaye sınıfının da iştahını artırdığı, özellikle Irak ve Suriye’ye yönelik emperyal hevesleri körüklediği görülüyor. Düş büyük: Uluslararası tekeller eliyle Çin’e alternatif yeni üretim, sömürü bölgeleri oluşturulurken yeni kâr olanakları yakalamak. İlk örneği İran’a yönelik saldırılarda ortaya çıkan tablo olmak üzere bu projenin hiçbir dirençle, sürtünmeyle karşılaşmadan ilerleme şansı bulunmuyor. Çin’in Ortadoğu’daki etkinliğini basit hamlelerle kırmak kolay değil. Sadece İran, Irak’la ekonomik bağları değil, Çin’in Suudi Arabistan’da, Katar’da, BAE’deki büyük sanayi yatırımları, İsrail ile silah teknolojisi dahil olmak üzere yüksek ticaret hacmi, finans kuruluşları üzerinden akıttığı sermaye, çok boyutlu bir etkinlik söz konusu.
Öte yandan “sermaye barışı” kapsamında uluslararası tekellerin Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez sermayesi, İsrail teknolojisi, Türkiye sanayi sermayesi becerileri diye özetlenebilecek bir işbirliğine dayanarak bir bölgesel ölçek oluşturması öngörülüyor. Genişçe sayılabilecek bir emperyalist koalisyonun üzerinde uzlaştığı bu projenin barındırdığı uluslararası ve bölgesel sıkıntılar, işin sadece Çin’in bölgedeki etkinliğini kırmaktan ibaret olmayan, aynı zamanda Çin’in dünyaya yönelik ticaretinin bir bölümünü ikame edecek üretim üsleri oluşturma hedefinin maliyetini ve taşıdığı zorlukları ayrıca tartışmak gerekir. Daha fazla veriyle yürütülmesi gereken bu tartışmayı bir başka yazıya bırakıp Türkiye sermaye sınıfı cephesine bakalım.
“Sermaye barışı”na Türkiye sermaye sınıfının angaje olduğu aşikâr. Ancak AKP ile CHP arasındaki kavgadan AKP içi itiş kakışa düzen içi siyasi gerilimlerin önemli dayanak noktalarından biri olan sermaye sınıfının yön arayışının sona erdiğini, güçlü bir doğrultunun ortaya çıktığını söylemek mümkün değil. Bu bağlamda sermaye grupları arasında “sermaye barışı”na yüklenen anlam, beklentiler, çekinceler konusunda önemli farkların oluşması, bu farkların yeni gerilim başlıklarına dönüşmesi olası.
Sermaye içi gerilimlerden ne anlıyoruz?
Türkiye sermaye sınıfının iç hiyerarşisinden kaynaklanan ve özellikle 2018 sonrasında sanayi sermayesinin açık bir biçimde kayırılmasıyla güçlenen bir gerilim hattı tanımlanabilir. Bölgesel sermaye ihracına dayalı bir genişlemenin sermaye kompozisyonunda (sanayi sermayesi kompozisyonu da dahil olmak üzere) bir bölümü öngörülmesi güç, önemli değişiklikler yaratacağı ve sözü edilen hattaki gerilimin artacağı söylenebilir. Hatta biraz daha ileri taşıyıp sermaye sınıfı içinde emperyal heveslerin başarıya ulaşmasının yaratacağı büyük dönüşümün sonuçlarına temkinli yaklaşacak kesimler olabilir yani bir tür “statükoculuk” ortaya çıkabilir.
Bir başka gerilim hattı AB’den kopmama refleksi olabilir. Türkiye kapitalizmi açısından son 30 yılda sermaye içi rekabette “regülatör” fonksiyonunu üstlenen Avrupa Birliği’nin yeni perspektifte nereye oturacağı, nasıl bir yer kaplayacağı sermaye sınıfı içinde önemli bir tartışma başlığı olmaya aday. Ki 2008 krizinden bu yana düşük tonda süren bir tartışmanın şiddetlenmesi olarak da okunabilir. “AB çıpası”ndan kopmama ya da yeni perspektife AB entegrasyonunu taşıma eğilimi ağır basan, bunu zorlayan sermaye grupları olacaktır. En Amerikancı, bölgede en fazla açılım şansı olanların bir bölümünün güçlü bağları nedeniyle bölgeye Avrupa kostümüyle çıkma arayışları göstermesi mümkün, yadırgatıcı da değil. Bir yanıyla ABD’nin Avrupa sermayesine daha doğrusu AB hantallığına kılıç darbesi olarak da değerlendirilebilecek bir projeye AB konfigürasyonuyla girmenin ne kadar sıcak karşılanacağı tabii bir muamma.
Bu bağlamda akla gelen bir başka gerilim başlığı ise “eldekini kaybetme korkusu” olarak formüle edilebilir. Türkiye kapitalizmi, son 20 yılda önemli sayılabilecek düzeyde sermaye ihraç etti. Bir bölümü Avrupa ve ABD pazarlarında bırakılan alanlara yönelik yatırımlar, bir bölümü Ortadoğu, Afrika gibi coğrafyalarda açılan yeni alanlardaki faaliyetlerdi. Kendi iç pazarını ikame etmeye yönelik olmayan, pazar garantisi yüksek, düşük riskli yatırımlar söz konusuydu. Ancak sermaye sınıfının şu önünde duran proje aynı zamanda yeni rakiplerin yaratılması anlamına geliyor, bir bölümü de bizzat sermaye sınıfının bazı alanlardaki üretimini bölgeye kaydırmasının sonucu olmak üzere. “Bir koyup üç alma” hesapları kadar “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak” da mümkün.
Yukarıda işaret edilen gerilim başlıkları çoğaltılabilir elbette. Ama bu gerilimleri hafifletecek mekanizmalar da tabii ki mevcut. Öncelikle sıralanan başlıklar, Türkiye sermaye sınıfının “sermaye barışı”na güçlü imalat sanayi kasıyla ve kolektif becerileriyle katılması ön şartını dikkate alarak formüle ediliyor. Antep’ten halıcıların, Mersin’den gıdacıların halihazırdaki ticari bağlantılarını da kullanarak Irak’ta, Suriye’de yeni yatırımlar yapması veya bunun biraz daha genişlemiş haline tekabül eden bir hamleden çok daha ötesinin söz konusu olduğu düşünülüyor. Bu bağlamda yukarıdaki belirsizlikleri azaltacak, sermaye sınıfına, özellikle de büyük sermayeye güven verecek olan hiç kuşkusuz devletin, kamunun daha fazla işin içinde olduğu modeller olabilir. Nitekim geçtiğimiz hafta sermaye sınıfı adına Suriye’ye yapılan ziyarette dile getirilen formülasyon da böyle bir modele işaret ediyor.
Türkiye Odalar Borsalar Birliği (TOBB) bünyesindeki sermayedarlardan oluşan bir heyet 11 Temmuz Cuma günü Şam’daydı. TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu başkanlığındaki heyette Bursa Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı, Gaziantep Ticaret Odası Başkanı, Mersin Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı, Reyhanlı Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı, Sanko Holding Yönetim Kurulu başkanı ve bir dizi sermayedar yer aldı. Heyet HTŞ yönetiminin lideri Ahmet Şara başta olmak üzere bir dizi görüşme yaptı.
Hisarcıklıoğlu ziyarete ilişkin değerlendirmesinde görüşmeler kapsamında Suriye’nin yeniden imarına nasıl destek verilebileceğinin ele alındığını söylerken altyapı, inşaat, enerji, gıda, lojistik gibi birçok sektörde Türk firmalarının önemli roller üstlenebileceğine işaret etti. Lojistik avantajlara dikkat çeken Hisarcıklıoğlu Türkiye’de özellikle imalat sanayiinde faaliyet gösteren Suriyeli patronları da hatırlattı. Türkiye sermayesinin Suriye’ye yönelik iddialarının ölçeğini geçtiğimiz aylarda Kalyon ve Cengiz gruplarının dahil olduğu ABD ve BAE ortaklığındaki, yedi milyar dolarlık büyük bir enerji yatırımı için yapılan niyet anlaşması ortaya koymuştu.1 Hisarcıklıoğlu çıtayı biraz daha yukarı taşıyarak Türkiye’nin OSB tecrübesini Suriye’ye aktarabileceğini söyledi.2 Sektör ya da tesis bazında yatırım arayışlarının ötesine geçerek Suriye’nin sanayi altyapısının ayağa kaldırılması, yeni kapasite yaratılmasına yönelik daha kapsamlı bir role aday olunduğu görülüyor.
Biri söz konusu ziyarette heyette yer alan, biri de TOBB ile doğrudan ilişkili iki isim bir süredir “sermaye barışı”nın bölgesel hedeflerine yönelik çerçeveyi belirgin bir şekilde tartışıyor. Heyette yer alan isim TOBB bünyesindeki TEPAV’ın yöneticisi Güven Sak. Diğer isim ise TOBB Üniversitesi öğretim üyesi ve TEPAV’da danışmanlık görevleriyle yine TOBB ile bağlantılı Fatih Özatay. İki isim de bürokrasi kökenli, Sak’ın mesleki yaşamı SPK’da başlamış, Özatay ise Merkez Bankası Başkan Yardımcılığı’na kadar gelmiş bir eski Merkez Bankası bürokratı. TEPAV ve akademik kariyerleri boyunca da hem güçlü uluslararası ilişkiler hem de devlet bağlantılarıyla sermaye sınıfına akıl verme, yol gösterme konusunda hafife alınmayacak bir yer kapladıkları söylenebilir.
Özatay, Haziran başında yayımlanan bir yazısında3 asgari ücret düzeyine itiraz ederken esas olarak sermaye sınıfına Türkiye kapitalizminin altyapısını “ziyan etmeme” çağrısında bulundu: “Açlık sınırının altında bir asgari ücrete karşın, dışarıya mal satmakta zorlanmak şikâyetinden ‘fabrikamı Mısır’a (ya da Bangladeş’e) taşıyacağım’ uç noktasına geçenler, gelişmiş ülkelerde ücretlerin çok daha yüksek olduğunu görmek istemiyorlar. Ancak Mısır ya da Bangladeş düzeyinde ücret ödeyerek dışarıyla rekabet ediyorlarsa, alsınlar fabrikalarını taşısınlar oralara. Demek ki çok verimsizler ve düşük teknolojili üretim yapıyorlar. Türkiye’nin enerji, haberleşme, insan gücü, lojistik, toprakaltı zenginliklerini ve benzeri kaynaklarını verimsiz ve dolayısıyla ancak düşük ücret vererek ayakta kalan üretim yapılarıyla harcamaya hakları yok. Giderlerse, hem aynı sektörlerde yüksek verimlilikle çalışanlar daha fazla serpilirler hem de kaynaklarımız israf olmaz.” Özatay rekabetçi kur yerine esas talep edilmesi gerekenin enflasyonla mücadele ediliyorken ithal girdi kullanımının azaltılması, dövizle borçlanmanın asgariye indirilmesi ve verimliliği artırıcı politikalara destek olunması gerektiğini söylerken bir yandan “üretimin bir bölümünün taşınması”nı içeren bir sanayi politikasına işaret etti.
Güven Sak ise son dönemde Çin rekabetini konu edinen yazılar kaleme alıyor. Sak, -biraz abartarak- Türkiye’nin hem bölgedeki pazarlarında irtifa kaybettiğine hem de Çin’in BAE’deki Cebel Ali Serbest Bölgesi gibi yatırımlarla tehdidini artırdığına işaret ederek Irak ve Suriye başta olmak üzere yeni bir dış ticaret politikası tasarımına ihtiyaç olduğunu söylüyor.4
Sak, Özatay gibi isimlerin “ısınma turları” attığı tartışmanın önümüzdeki dönemde hem genişlemesi hem derinleşmesi beklenir. Her iki ismin de emperyal heveslerin estetize edilmesi konusunda hayli gayretli olduğu görülüyor. Sermaye sınıfının sömürü olanaklarını ölçek genişleterek artırmasından Türkiye işçi sınıfının payına daha fazla sömürü başta olmak üzere çok büyük kayıplar düşeceği çok açık. “Sermaye barışı”ndan emekçilere refah geleceğini öne sürenlerin sermayeye hizmet ettiği de…
/././
HTŞ'nin 'ateşkesi' kanla yazıldı: Dürzi siviller katledildi, bölgeden göç başladı
Suriye'de Dürzilere yönelik saldırılar HTŞ'nin devreye girmesiyle şiddetlendi. Şam yönetiminin "ateşkes" ilanından sonra aralarında çocukların da bulunduğu siviller toplu halde öldürüldü.
Ülkenin güneyinde Dürziler ile Arap aşiretleri arasında başlayan çatışmalar, hükümeti elinde tutan HTŞ'ye bağlı güçlerin müdahalesi sonrasında Şam ile Dürzi güçlerinin savaşına dönüştü.
Çatışmalar Süveyda ve Dera bölgelerinde ateşkese rağmen şiddetlenerek sürerken, bölgeden Dürzi sivillerin öldürüldüğü katliam görüntüleri gelmeye başladı. Ayrıca HTŞ'ye bağlı güçlerin Dürzileri darp ettiği, aşağıladığı ve kiliselere saldırdığı görüldü.
İsrail de daha önce Alevilere yönelik katliamlarda olduğu gibi çatışmaları bahane ederek Suriye'ye saldırılarını yoğunlaştırdı. Devreye giren ABD tüm taraflarla görüşmeye başladı.
Netanyahu tehdit etti: Daha ileri adımlara mecbur kalmayacağımızı umuyorum
HTŞ yönetiminin Süveyda'da tam ateşkes sağlandığını ve sokağa çıkma yasağı ilan edildiğini duyurmasının ardından kentin birçok bölgesinde yeniden çatışmalar başladı.
Çatışmalar sürerken İsrail savaş uçakları, bölgede ağır silah ve tanklarla hareket halinde olan Şam güçlerine yönelik saldırılarını sürdürdü. Vurulan askeri tesisler arasında Dera kırsalındaki 12’nci tümen ve 175’nci Tugay da bulunuyor.
Suriye'nin resmi haber ajansı SANA, İsrail'in hava saldırılarında 2 kişinin yaralandığı ve Suriye ordusuna ait bir tankın vurulduğunu aktardı.
Ancak İsrail ordusunun paylaştığı görüntüler hasarın daha büyük olduğuna işaret ediyor.
Anadolu Ajansı'nın yerel kaynaklara dayandırdığı haberine göre, HTŞ güçleri İsrail jetleri ve İHA'larına Suriye ordusuna ait uçak savarlarla sınırlı karşılık verdi.
İsrail Başbakan Binyamin Netanyahu "Suriye'nin güneyinde faaliyet göstermeye devam ediyoruz. Daha ileri adımlar atmak zorunda kalmayacağımızı umuyorum, bu büyük oranda Şam'ın adımlarına bağlı" şeklinde konuştu.
Katliamlar kamerada, göç başladı
T24'ten Namık Durukan'ın aktardığına göre, HTŞ güçlerinin kente girmesinin ardından yoğun bir göç hareketi başladı. Sayıları binlerle ifade edilen aileler, araçları ile çatışma bölgeden güvenli alanlara doğru yola çıktı.
Bölgeden Dürzileri hedef alan katliam görüntüleri de gelmeye başladı. Bir eve kimliği belirlenemeyen silahlı grup tarafından düzenlenen saldırıda toplu infaz yapıldı. Saldırıda bir aileden en az 15 kişi öldürüldü. Süveyda’dan gelen görüntülerde, kent merkezine giren Şam’a bağlı bazı askerlerin, Dürzi erkeklerini ve öldürülen Dürzi savaşçılarını aşağılamak amacıyla bıyıklarını kesmesi dikkat çekti.
Dürzilere saldıranlar arasında HTŞ’ye bağlı güçlerin de yer aldığı belirtiliyor. Sosyal medyada paylaşılan görüntülerde HTŞ güçlerinin Dürzileri darp ettiği ve kiliselere zarar verdiği görüldü.
HTŞ yönetiminin İçişleri Bakanlığı, çatışmalarda 30 kişinin öldüğünü açıklarken Londra merkezli Suriye İnsan Hakları Gözlemevi yerel kaynak ağına dayanarak ölü sayısının 99'a yükseldiğini, 200'den fazla kişinin yaralandığını bildirdi.
'Bildiri baskı altında yazıldı'
Dürzilerin önde gelen isimlerinin çatışmalar karşısındaki tutumuysa farklılık gösteriyor.
Lübnan'daki Dürzi lider Velid Canbolat, çözümün HTŞ yönetimiyle uzlaşıdan geçtiğini vurgulayarak "Dürziler devlete entegre olmalı, kendilerini izole etmemeli" dedi.
Dürzilerin dini liderlerinden Hikmet el Hicri ise HTŞ'ye bağlı güçlerin bölgeye girişini onayladıklarına dair yayımlanan bildirinin baskı altında hazırlandığını ve gerçek iradelerini yansıtmadığını duyurdu. Hicri, “Adımıza yazılan ve inanmadığımız hiçbir şeyi kabul etmiyoruz. Bugünden itibaren gerçek tutumumuzu yansıtmayan hiçbir sesi tanımıyoruz” dedi.
ABD devrede: 'Tüm taraflarla doğrudan görüşüyoruz'
ABD'nin Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Thomas Barrack, süreci yakından takip ettiklerini belirterek "Dürziler, Bedevi kabileleri, Suriye hükümeti ve İsrail güçlerini kapsayan barışçıl ve kapsayıcı bir sonuca ulaşmaya çalışıyoruz" açıklamasını yaptı.
Barrack, sosyal medya hesabındaki paylaşımında, tüm taraflarla aktif olarak temas halinde bulunduklarını bildirdi ve şunları kaydetti:
"Yanlış yönlendirme, kafa karışıklığı ve yetersiz iletişim, her tarafın çıkarlarının barışçıl ve sağduyulu bir şekilde entegre edilmesinin önündeki en büyük zorluktur. Tüm taraflarla doğrudan, aktif ve yapıcı görüşmeler yürütüyoruz ve sükunet ile entegrasyon için ilerleme sağlamaya çalışıyoruz."
***
Korku üzerine…-Nevzat Evrim Önal-
Tanpınar haklı, korkudan tamamen kurtuluş yok. Ama zengin azınlığın en büyük korkusunu gerçek kılıp devrimi yaptığımızda, bolluk içinde aç kalmak, ilaç varken tedavi olamamak, bir nükleer savaşta topyekûn yok olmak gibi, bir adım geri çekilip baktığınızda saçmalığın daniskası olan korkulardan kurtuluruz. Ve sonra...
Korku insanın en ilkel, kökleri içgüdülerine en gömülü duygusu.
Milyonlarca yıl önce, Afrika savanalarında hayatta kalmaya çalışan atalarımız sürekli korkuyordu; çünkü iki ayağının üzerine doğrulmadığında boyunu geçen otlar onu avlayıp yiyen aslanı saklıyordu.
Ayağa kalkmak bu yüzden evrimsel bir avantajdı. Korkmak da…
Ama sadece korksaydık, korkuyu hiç yenemeseydik bugünlere gelemezdik. Çünkü başka hayvanların, bilhassa da diğer memelilerin etini yiyebilmek de büyük bir avantajdı ama henüz pek alet bile yapamıyorken ceylan avlamamız çok zordu. Bu yüzden aslanların öldürüp, karnını doyurduktan sonra bıraktığı hayvan leşlerini yiyebilmek için sırtlanlarla kavga ediyorduk.
Aslandan korkmalıydık, ama korkumuzu yenip sırtlanla dövüşebilmeliydik.
İnsan, korkusunu birbiriyle yoldaş olarak yendi. Sırtlan sürüsünde olmayıp bizde olan büyük avantaj buydu. Birbirimizi tanıdık, güvendik, hırlayıp ısırarak, üstünlük kurarak değil kucaklaşıp severek, işbölümü yaparak, bir arada hayatta kaldık.
Önce sırtlana üstün geldik, et yiyebilir olduk. Et yedikçe bilişsel kapasitemiz daha da gelişti. Daha iyi alet yapmaya başladık.
Ve milyonlarca yıl sonra, böyle vicdansızlıklar yaparak kendimizi alçaltmamızın hiç anlamı olmamasına rağmen, artık aslanı kafese koyup, karşısına geçip eğlenebiliyoruz. Kaçarsa da öldürüyoruz.
Buna rağmen, kökleri içgüdülerimize gömülü korku duygumuz ortak mirasımız olarak kaldı. Öyle ki, milyonlarca yıl sonra Roma İmparatorluğu Afrika’ya yayıldığında, doğa tarihçisi Gaius Plinius Secundus bir kitap yazacak, bu kitapta ele geçirdikleri halkın efsanelerinden bahsedecekti. Bu efsanelerden biri, uzun savana otlarının içinde sinip çobanları dinleyen, sonra gece evlerinin önüne gidip, onlar uyurken seslerini taklit ederek çocuklarını dışarı çağıran ve karanlıkta boğup yiyen sırtlanlardan bahsediyordu.
Öykülerimiz içgüdülerimiz kadar inatçı şeylerdir; eminim bugün hala Afrika boynuzunda bir yerde yaşlı nineler torunlarını sırtlan Crocotta masallarıyla korkutuyordur.
***
Aradan çağlar geçti. İnsan gezegenin hâkim türü oldu. Ne sırtlandan korkmasına gerek kaldı ne aslandan. Ama bu arada tuhaf bir şey oldu; insan, kendi eliyle kurup içinde yaşadığı, istese bir günde değiştirebileceği toplumsal düzenin sonuçlarından korkar oldu.
Bugün dünyada herkese yetecek kadar gıda var mesela, dolayısıyla kimse açlıktan korkmamalı. Ama her on insandan biri aç. Her yıl, her bin insandan biri açlıktan ölüyor. Aslandan kaçar ve sırtlanla dövüşürken, içimizden birini aç bırakmamız düşünülemezdi; ya hep birlikte aç ya hep birlikte tok oluyorduk. Şimdi ise sanki bir açlık tanrısı uydurup tapmaya başladık da, her yıl binde birimizi, bilhassa da çocuklarımızı ona kurban veriyor gibiyiz.
İşi eşit bölüşsek kimse ölecekmiş gibi yorulmaz, kimse de işsiz kalmaz. Evleri eşit bölüşsek herkesin evi olur. Zenginliği eşit bölüşsek kimse yoksul olmaz. Ama işsizlikten, evsiz kalmaktan, yoksulluktan korkuyoruz.
Böyle, çünkü kendi ellerimizle kurduğumuz düzen her şeyden fazla korkuyla ayakta duruyor. Bu düzende kimse huzur bulmamalı; varsıl elindekini kaybedip yoksula benzemekten, yoksul daha beter yoksul kalmaktan korkmalı. Çünkü bu uygarlıkta zenginler egemen ama her gün daha da zenginleşmezlerse, yoksullaşıyorlar. Sürekli sermayelerini daha da biriktirebilmek için hiçbirimizde huzur bırakmıyorlar.
İşsiz misin? Kesin bir eksiğin vardır. Mutlaka bunu gidermelisin ki iş bulabilesin. “Neyim eksik?” diye mi soruyorsun? E onu da sen bileceksin. Bak bakalım piyasada ne beceriler aranıyor, sonra bir sertifika programına yazıl.
İş buldun mu? Güzel. Şimdi çok çalışmalısın, çünkü performansın düşük olursa, seni işten atıp yerine başkasını alırlar.
Ha bu arada, evin yok mu senin? Ev sahibinin insanı ne zaman kapı önüne koyacağı belli mi olur? Mutlaka borçlanıp ev almalısın.
Aldın mı? Güzel. Şimdi daha da çok çalışmalı, on yıl boyunca zinhar işsiz kalmamalısın, yoksa ev taksitini ödeyemez bir de evsiz kalırsın.
Böyle uzayıp, gidiyor. Bizi korkuttukça, daha fazla çalıştırıyor ve daha fazla şey satıyorlar. Hasbelkader aştığımız her korkumuzun yerine yenisini icat ediyorlar ki çalıştırmaya devam edebilsin ve başka şeyler satabilsinler.
Kendimiz için korkmazsak mutlaka çocuklarımızın geleceği için korkuyoruz. Çocuğumuz yok mu? Bu sefer de yaşlanınca kimsesiz kalmaktan, elden ayaktan düşünce yabancılara muhtaç kalmaktan korkuyoruz.
Ve hepsinden önemlisi, bu düzen bizi birbirimizle korkutup, hepimizi yalnızlaştırıyor ve yalnızlaştırdıkça daha kolay korkutuyor. Bunu yapabilmek için de insanları insanlara düşman ediyor. Herkesi “soyar seni, malını çalar” diye kendisinden daha yoksul olanla korkutuyor ama bununla yetinmiyor. Kadını erkekle, erkeği kadınla. Türkü Kürtle, Kürdü Türkle. Her işçiyi yanı başında çalışan işçiyle...
Tüm bunların sonunda kaygılarımızla baş edemediğimizde ise, bir de psikolojik danışmanlık satıyor.
***
Bu çelişkilerin olmadığı bir toplumsal düzen kurarsak korkudan tamamen arınabileceğimizi falan iddia etmiyorum. Ahmet Hamdi Tanpınar Huzur romanında “İnsanoğlu tam sevinemez, bu onun için imkânsızdır. Düşünce vardır, küçük hesaplar vardır ve korku vardır. Bilhassa korku vardır. İnsanoğlu korkan mahlûktur” derken haklı.
Ama bugünün toplumunda korkunun en temel kaynağı toplumsal düzenin ta kendisi. Yani korku, insana dışsal değil insan yapısı bir şeyden ürüyor. Başka pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da insan kendi eseri tarafından esir alınmış durumda.
Bunu değiştirebiliriz.
Düşünün ki, çok değil elli yıl önce, dünyanın neredeyse yarısında işçiler iktidardayken, geri kalanında yukarıda saydığımız korkular yok değildi ama çok daha azdı. Çünkü düzen bu korkuları bugünkü kadar üretmiyor, mesela herkese bedava eğitim ve sağlık hizmeti sunuyor, hayli ileri düzeyde iş güvencesi sağlıyordu.
Çünkü düzenin egemenleri devrim denen şeyin ne olduğunu, nasıl yayılabildiğini görmüşlerdi ve işçilerden korkuyordu. Hatta bunun bir adı vardı: Kızıl Korku. Bu korkuyla nükleer bomba yapıyor, 1984 ve Hayvan Çiftliği gibi antikomünist propaganda romanları yazıp liselerde edebiyat dersinde okutuyor, “Komünizmle Mücadele Dernekleri” kuruyorlardı.
Ama işçinin hakkını tam vermeseler de emeğini bugünkü gibi ağır, gözü dönmüş biçimde sömürmekten çekiniyorlardı.
Sonra komünizm yenildi, Sovyetler Birliği dağıldı ve emekçiler için hayat bir korku tüneline dönüştü.
Şunu açıkça söylemek istiyorum: Komünizmin kapitalizmden kötü olduğunu ve devrimin işleri daha da beter edeceğini düşünen herkes de, devrimin imkânsız olduğunu düşünen herkes de, eğer bizzat sermayedar değilse, sermayedar sınıfın düşünce ve korkularını kendi düşünce ve korkuları gibi içselleştirmiş durumda. Kapitalizmin tarihinde yüzlerce devrim girişimi oldu ve bunların her biri, kısmen başarıya ulaşanları dahi, sıradan emekçi insanın hayatını iyileştirdi.
Ve tüm devrimler, büyük kahramanlıklar içerse de, özünde kahramanca bireysel girişimler değil örgütlü kitlesel eylemlerdi. Bu yüzden düzen, bireyin en fazla örgütlü olmaktan korkması için çalışıyor. Komünist Parti’ye üye olma, iş bulamazsın. Sendikalı olma, işten atılırsın. Eylem yapıp hakkını arama, polis döver. Toplu dilekçe bile verme, suç.
Silivri soğuktur…
Bunlar uyduruk korkular değil, ama korkuyu aşmanın yolu da örgütlenmek. Nasıl kabile olduğumuz için her birimizi tek tek öldürüp yiyebilecek sırtlanı yendiysek, patronu ve patronlar düzenini de örgütlü olursak yenebiliriz.
Aslandan sırtlandan korkmak bizi insanlıktan çıkartmıyor, aksine insan yapıyordu; ama birbirimizden, kendi eserimiz olan şeylerden korkmak aynı zamanda bizi kendimize yabancılaştırıyor, ruhumuzu kemiriyor. Bu duvarı yıkmak, devrimi yapmak ve insanın insana böylesine yabancılaştığı bu düzene son vermek zorundayız.
Tanpınar haklı, korkudan tamamen kurtuluş yok. Ama zengin azınlığın en büyük korkusunu gerçek kılıp devrimi yaptığımızda, bolluk içinde aç kalmak, ilaç varken tedavi olamamak, bir nükleer savaşta topyekûn yok olmak gibi, bir adım geri çekilip baktığınızda saçmalığın daniskası olan korkulardan kurtuluruz. Ve sonra, birbirine yabancılaşmaktan kurtulmuş insanlık olarak, iklim değişikliği gibi hepimizi ilgilendiren dışsal tehditlerden korkmaya başlayabiliriz.
/././
Turizm patronları hak gaspını 'kolaylık' diye sundu: 11 günde 1 gün izin sosyal planlamaya kolaylık sağlıyormuş!
Ege bölgesindeki turizm patronlarını temsil eden Mehmet İşler, hafta tatili hakkını gasp eden düzenlemeyi savundu ve işçinin 10 gün aralıksız çalıştırılmasının "esneklik" olduğunu iddia etti.
"Hafta tatili" olarak bilinen, 6 gün çalışmanın ardından 1 gün izin kullanma yasası işçilerin en büyük kazanımlarından biri.
Geçtiğimiz hafta Meclis’te yapılan kanun değişikliğine göre turizm işletme belgesine sahip konaklama tesislerinde çalışan turizm işçileri 10 gün çalıştıktan sonra 1 gün izin hakkına sahip olacak. Turizm sektöründe çalışan 300 binden fazla işçi bu uygulamayla en temel haklarından mahrum edilecekken bu kararın mimarı olan turizm patronları sonucu memnuniyetle karşıladılar.
İşler’den ’10 gün çalış 1 gün izin’ kanununa pişkin savunma
Ege Turistik İşletmeler ve Konaklamalar Birliği (ETİK) Başkanı Mehmet İşler, 11 günde 1 gün izin hakkı tanıyan düzenlemenin turizm emekçilerinin "tatil hakkını koruduğunu" savundu. Bununla da yetinmeyen İşler, kanunda geçen “10 gün çalışıp 1 gün izin yapacaklar” ibaresinin bir iddia olduğunun, bunun gerçek olmadığını öne sürdü. Oysa komisyon tutanaklarını ve kabul edilen kanun oldukça açık.
Buna rağmen Mehmet İşler, düzenlemenin işçilere "hafta tatilini ayarlamak", "sosyal ve ailevi planlar yapmak" için kolaylık sağlayacağını söyledi.
"11 günde 1 gün izin" uygulamasını aktaran haberlerin turizm emekçilerini "sektörden uzaklaştırması"ndan endişe eden İşler, yazılı açıklamasında şu ifadelere yer verdi:
“Bu düzenlemenin hem çalışan hem sektör açısından faydalı olduğunu düşünüyoruz. 4857 sayılı İş Kanunu'ndaki değişiklik çalışanın haklarını koruma ve sektörün sürdürülebilirliğini sağlama amacı taşımaktadır. Yeni düzenleme, turizm sektörünün mevsimsel yoğunlukları dikkate alınarak yapıldı.
Bu esneklik sektör açısından da hizmetin kesintisiz sürmesini ve kalifiye personelin sektörde kalmasını destekleyecektir. Dolayısıyla bu düzenleme çalışanların hakkını ortadan kaldırmak gibi bir duruma neden olmayacak aksine onların verimli dinlenmesi için seçenek sunmaktadır.”
Antalya Turizm Emekçileri Dayanışma Ağı: Emeğimizi turizm patronlarına bırakmayacağız
Patronların Ensesindeyiz Antalya Turizm Emekçileri Dayanışma Ağı ise yayımladığı açıklamada “Bu durum kabul edilemez. Alınan karar derhal geri çekilmelidir” dedi.
Turizm emekçilerine çağrıda bulunan açıklama şöyle:
“Biz güvencesiz, geleceksiz, yoğun koşullar altında çalıştırılan turizm işçileri şimdi de işverenlerin deyimiyle ‘esnek çalışmaya olanak tanıyan’ yeni bir hak ihlaliyle karşı karşıyayız, en temel kazanımımız elimizden alınıyor. Bu durum kabul edilemez. Alınan karar derhal geri çekilmelidir.
İlan ediyoruz: Emeğimizin her zerresine göz diken turizm patronlarına ve patron düzenine karşı mücadeleden bir adım geri atmayacağız.
Tüm turizm işçilerini bu mücadelenin parçası olmaya çağırıyoruz.”
CHP’den de tepki: Anayasa ve ILO sözleşmelerine aykırı
CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Ankara Milletvekili Gamze Taşcıer, konuya ilişkin yaptığı yazılı açıklamada, söz konusu düzenlemeyi “hak gaspı ve emek düşmanlığı” olarak nitelendirdi, “Hafta tatili hakkını hedef alan bu yasa, yalnızca turizm işçilerini değil, tüm emekçileri tehdit eden bir emsal niteliğindedir” dedi.
Anayasa’nın 50. maddesinde "Dinlenmek, çalışanların hakkıdır" denildiğini hatırlatan Taşcıer "İş Kanunu da altı gün çalışan işçinin yedinci gün dinlenme hakkını tanımlamaktadır. Oysa AKP-MHP oylarıyla yasalaşan teklifle işçiler ancak on birinci gün dinlenme hakkı elde edebilecek. Bu da işçilerin on gün boyunca aralıksız çalıştırılması demektir. Dolayısıyla bu yeni düzenleme, mevcut anayasal ve yasal güvenceleri ihlal etmektedir” açıklamasında bulundu.
Taşcıer, düzenlemenin yalnızca turizm işçilerini değil, gelecekte diğer tüm sektörlerde çalışan milyonlarca işçiyi de tehdit ettiğini belirtti. Açıklamada, “Nitekim inşaat başta olmak üzere birçok sektör, bu düzenlemenin kendi alanlarında da uygulanması için şimdiden talepte bulunmaktadır” ifadeleri yer aldı.
Taşcıer, düzenlemenin yalnızca yerel mevzuata değil, Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelere de aykırı olduğunu belirterek, “Haftalık dinlenme hakkı gibi evrensel bir hak, hem uluslararası ILO sözleşmelerine hem de Anayasa'nın eşitlik ilkesine aykırı biçimde kaldırılmak isteniyor” açıklamasında bulundu.
CHP’li Gamze Taşcıer, şunları da ifade etti:
“CHP olarak bizler, emekçilerin dinlenme hakkını pazarlık konusu yapan bu anlayışa karşı duruyoruz. TBMM’de kabul edilen Kanun’a karşı mücadelemizi yürüteceğiz. Unutulmamalıdır ki, işçiyi dinlenmeden, nefes almadan, sosyal yaşamdan kopararak 10 gün boyunca çalışmaya zorlamak ve bunu yasal bir düzenlemeyle kural haline getirmek; işçi düşmanlığıdır, insanlık suçudur. Hafta tatili bir lütuf değil, temel bir insan hakkıdır.”
***
Tekinsiz Türkiye -Engin Solakoğlu-
Damat Ferit, Ali Kemal ve Şeyh Sait’in sadık takipçilerinin dile getirdikleri “birliktelik”, bölge halklarının kanlarının ve emeklerinin doğrudan emperyalizmin hizmetine sunulması projesine işaret eder. Emperyalist hiçbir proje şu veya bu etnik grubun hayrına yürütülmez.
Siyasal ve toplumsal olaylarda kesin bir başlangıç tarihi belirlemek hiç kolay değildir. Akepe-Mehape rejiminin bu hafta yeni bir evreye girdiği ilan edilen “süreç”i de bu duruma istisna teşkil etmiyor.
Filistin’de yürütülen soykırımdan söz ederken 7 Ekim 2023’ü bir milatmış gibi telaffuz etme ezberi benzeri bir yaklaşım burada da kendini gösteriyor ve “süreç”in başlaması Mehape genel başkanının Ekim ayındaki konuşmasına sabitleniyor. Bu bakışın temel yanlışı meselenin Ankara’da pişirildiğini varsayması. Türkiye bir kavanozda yaşamıyor. Özellikle de bulunduğumuz bölgedeki hiçbir gelişme salt “yerli” dinamiklerden kaynaklanmıyor.
İşçisizleştirilmiş İşçi Partisi deyince insanın aklına ilk İngiltere geliyor haklı olarak. Bütün reformist partiler gibi on yıllardır sınıfına ihaneti görev bilen ancak Tony Blair’le birlikte koşar adım sağa yürüyen İşçi Partisi Starmer döneminde dönüşümünü tamamladı malum. Ortada Avrupalı sosyalistlerin bile midesinin kaldırmadığı Siyonist bir sermaye partisi var. Tırtıl pupaya girer, krizalite dönüşür, pupadan kelebek çıkar. Buradan çıkan bildiğiniz akrep.
Yani işçisizleştirilmiş işçi partisi olgusu dahi yeterince “yerli” ve özgün değil. Öncülü, öncülleri var. Siyasetin cilvesi, ortam, konjonktür hatta kısmet deyip geçebiliriz. Kürdistan İşçi Partisi de dönüşümünü “başarıyla” tamamlamış görünüyor.
Emperyalist düzeninin kudurması ile Türkiye’de yaşananlar arasında net bir ilinti mevcut. “Suriye neden düştü?”, “İsrail nerede duracak?”, “Filistin halkının hâlâ bir geleceği var mı?”, “İran ayakta kalır mı?” gibi bir demet soruya eklendi “Türkiye’de ne oluyor?” sorusu.
Yeni bölge tasarımında Türkiye sermaye sınıfına biçilen rolün hakkıyla icra edilebilmesi için ihtiyaç duyulan bir dönüşümün arifesindeyiz. Daha iyi anlamak için biraz yakın tarih anımsatmakta yarar var.
Birinci Dünya Savaşı bittiğinde galipler mağluplara bir dizi anlaşma dayattılar. Avusturya’ya St. Germain en Laye, Macaristan’a Trianon, Almanya’yla Versailles, Osmanlı Devleti’ne Sèvres.
Bu anlaşmaların hiçbiri kalıcı olmadığı gibi, tarihçilerin çoğu yeni savaşlara da zemin hazırladıkları konusunda hemfikir. Yine de bunların arasındaki en kısa ömürlüsünün Sèvres olduğunu biliyoruz. Sèvres’in dertop edilip tarihin çöplüğüne gönderilmesi o günün dünyasına hükmeden B. Britanya ve Fransa bakımından hem sürpriz olmuş hem de ağır bir darbe teşkil etmişti. Çok yakında 102. yılını kutlayacağımız Lozan Anlaşması işte o sürpriz ve darbenin kutlu ürünüdür. Emperyalizm o şoku hiç unutmamış ve intikam alma fikrini hiç terk etmemiştir. Bir zamanlar liboş tayfanın tekerleme gibi yinelediği ve adeta bir paranoya ürünü saydığı Sèvres Sendromu var ya hani, onun emperyalist kamptaki karşılığı Lozan Sendromu‘dur.
Görünen o ki, “atını itini nallayan” emperyalist düzen Lozan’ın rövanşını almak için harekete geçmiştir. Lozan döneminde başına indirilen demir yumrukla sesi kısılan emperyalizmin yerli işbirlikçileri ve arkalarındaki sermaye o harekatın olmazsa olmazıdır.
Damat Ferit, Ali Kemal ve Şeyh Sait’in sadık takipçilerinin dile getirdikleri “birliktelik”, bölge halklarının kanlarının ve emeklerinin doğrudan emperyalizmin hizmetine sunulması projesine işaret eder. Emperyalist hiçbir proje şu veya bu etnik grubun hayrına yürütülmez.
Jeopolitik, eline bir sopa alıp sallayan “azman”ların anlattıkları masalların aksine asla sadece jeopolitik değildir. Bilgisayarda oynadığınız en ilkel strateji oyunlarında dahi kazanmak için ekonomik güç gerekir. Sermayenin hedeflerinden bağımsız bir strateji yoktur. Emperyalizm sömürü olmadan, sömürüyü derinleştirmeden ilerleyemez. İşte o süreçte, bir bakmışsınız “İşçi” sözcüğü siyaseten gereksiz hale gelmiştir. O süreçte Türk, Kürt veya Arap emekliler açlığa mahkûm edilir, üç otuz paraya güvencesiz çalıştırılan Türk, Kürt veya Arap emekçilerin tatil hakları dahi törpülenir, Türk, Kürt veya Arap çocukları sermaye için üretim tezgâhlarında can verir, ülkenin doğal kaynakları hoyratça yağmaya açılır, suyu taş ocaklarında tüketilir, zeytini sökülür, denizi zehir havuzuna dönüştürülür.
Süreci bir taraf terörsüz Türkiye olarak tarif eder, yeni ve özgürlükçü bir anayasa ihtiyacından dem (herhangi bir ironi veya söz sanatı yapılmamıştır) vururken, diğer taraf barıştan, demokratikleşmeden söz ediyor. Akepe genel başkanı sorunları diyalogla çözeriz diyor. Kavramları alt alta sıraladığınızda mutluluktan kanatlanıp uçmanız işten değil.
Bizden şuna inanmamız bekleniyor: Daha 19 yaşındaki Ali İsmail Korkmaz’ı, üniformalı ve üniformasız haydutlara linç ettiren, Berkin Elvan’ı 15 yaşında hayattan koparan, 23 yaşındaki Kemal Kurkut’u Diyarbakır’daki Nevruz kutlamaları sırasında “kahramanca” sırtından vuran düzen öylesine müthiş bir aydınlanma yaşamış ki Noel Baba’nın heybesinden oyuncak dağıtması misali demokrasi ve özgürlük dağıtmaya karar vermiş Türkiye ve bölge halklarına.
Aziz Nikola Demre yöresinde yaşadığı rivayet edilen Hristiyan bir papazdır. Yine rivayetlere göre hayırsever, yoksul ve yoksul dostu bir din insanıdır. Yalnız yaşadığı bölgenin iklimi itibariyle ren geyikleriyle haşır neşir olması, kırmızı beyaz kürklerle dolaşması pek akla yakın görünmüyor. Aziz Nikola’dan mülhem olduğu söylenen Noel Baba ise esas itibariyle “The Coca Company”nin finanse ettiği küresel ölçekte tüketimi pompalama amaçlı bir reklam figürüdür. Bir başka deyişle Noel Baba imgesi Aziz Nikola’nın sermaye tezgahından geçmişidir. Sermaye çarpıtır ve çürütür.
Aziz Nikola’yı Noel Baba’ya dönüştüren piyasa ve sermaye eşitlik, demokrasi ve barış gibi kavramlara neler yapmaz!
En kötü barış savaştan iyi midir? Kıvırtmanın, yavanlıktan medet ummanın, herkesin söylediğini papağan gibi yineleyip sürü içinde yer bulmaya çalışmanın örneklerini yakın geçmişte de görmüştük. Değildir. Sömürü üzerine, piyasacılık üzerine, emperyalizm üzerine inşa edilen hiçbir şey iyi değildir.
Emperyalist düzenin barışı, “terörsüzlüğü”, demokrasisi ve anayasası ancak Noel Baba kadar inandırıcı olabilir.
Emperyalizm güçlü bir düşmandır. Hiç ara vermeden planlar yapar, hedeflediği her alanda kendisine yerli işbirlikçiler bularak bunların maliyetini düşürmeye, fizibilitesini artırmaya çalışır. Yalnız emperyalizmin iyi plan yapması bunların başarılı olacağı anlamına gelmez.
Türkiye halkı yüzyıl önce emperyalizmi yenmiştir ve yine yenecektir. Öncelikle haklı olduğu ve emperyalizmin işbirlikçileri azınlıkta olduğu için, gerçeğin ve aydınlanmanın peşinden ayrılmayacağı için yenecektir. Türkiye halkı kan, ter ve gözyaşıyla kurduğu Cumhuriyetini, eşitlik ve gerçek barış içinde yaşama ülküsünü üç-beş türedi emperyalist kalfaya yedirtmeyecektir.
Bunun için tutulacak yol bellidir. Hangi kökenden olursa olsun ülkede yaşayan hiçbir emekçinin etnik milliyetçi partilerin tapulu malı olmadığı bilinciyle hareket edilecektir. Sermayenin ve patronların barışının ve özgürlüğünün emekçi halklar için daimî savaş ve kölelik düzeni anlamına geldiği unutulmayacaktır. Bunlar slogan değil, geçerlilikleri sayısız kez kanıtlanmış tarihsel gerçeklerdir.
Terörsüz Türkiye’nin Tekinsiz Türkiye olmaması sermaye terörünün sırtımızdan atılmasına bağlıdır.
Terörsüz Türkiye, patron ve ağaların ittifakının durgun sularda ve milyonluk teknelerde keyif çatarak daha da semirdikleri değil inşaatlarda, tersanelerde, fabrika ve atölyelerde emekçilerin kuru ekmek parası için ölmedikleri bir ülke olacaktır.
/././
soL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder