Seçimsizlik özlemi -Berkant Gültekin-
2 Temmuz 1993 günü Madımak Oteli’nde yobazlarca katledilen güzel insanlarımıza saygıyla…
AKP-MHP iktidarı, rejimin herhangi bir zorlamaya maruz kalmadan varlığını sürdürebileceği muhalefetsiz bir Türkiye’yi tesis etmek için elinden geleni yapıyor. Eğer amaçlarına ulaşabilirlerse, kurumsal muhalefeti göstermelik ve kadük bir hale getirip seçimlerin anlamsızlaşacağı bir düzen inşa etmiş olacaklar. Böyle bir yapıda seçimlere katılım yüzde 60’lara gerileyecek belki ama kimin umurunda; teknik olarak seçimli bir siyasal sistem işleyecek ve “milletin yetki verdiği” iddiasıyla iktidar gücü garanti altına alınacak.
CHP’ye yönelik kuşatma harekâtı ve sınırsız baskı, iktidarın muhalefetsiz/seçimsiz Türkiye hedefinin mutlaka geçilmesi gereken, zorunlu bir aşaması. 2000’li yıllardaki ilk büyük sıçramasını 2019 yerel seçimlerinde yapan ve İstanbul ile Ankara’yı 25 yıl sonra kazanan CHP, ittifak kurduğu güçlerle Mayıs 2023’teki cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan’a üstün gelemese de Mart 2024 yerel seçimlerinde beklentilerin hayli üstünde bir performans sergileyerek AKP’yi ilk kez oy oranında geçmeyi başardı.
CHP’nin kabuğunu kırmasını sağlayan, Kasım 2023’te gerçekleştirdiği ve yönetimini değiştirdiği kurultayın ortaya çıkardığı dinamikler oldu. Parti Kılıçdaroğlu ile genişleyebileceği yere kadar genişlemişti, daha ötesi için bir “iç devrim” gerekiyordu. Özgür Özel’in Genel Başkan seçildiği kurultayda CHP bunu başararak kendini yenilemeyi bildi. AKP’nin sadece büyükşehirlerde değil “kale” kabul ettiği kentlerde de kaybettiğini gösteren 2024 yerel seçimlerinin tablosu, hem her alandaki kötü gidişat hem de anamuhalefetin toplum nazarında umuda dönüşebilmesinin ürünüydü.
İktidar bloku yerel seçimlerin ardından yaşadığı güven kaybının etkisiyle bir hareketsizlik döneminin içine girdi. Erdoğan, yerel seçim yenilgisini “Umduğumuz neticeyi alamadık” sözleriyle değerlendirdi. Yeni döneme ilişkin stratejisini belirlemeden önce yapması gereken ilk şeyin, muhalefetin hızını kesmek olduğuna karar verdi. CHP ile birlikte bir “normalleşme/yumuşama” sürecine başladı. Toplumsal muhalefetin içine sinmeyen ve CHP’de Özel yönetiminin ilk büyük tepkiyi aldığı bu süreç, çok geçmeden sona erdi ve iktidar, ihtiyaç duyduğu zamanı kazandıktan sonra bugüne kadar uzanan yıkıcı siyasetini devreye aldı.
Yerel seçim mağlubiyeti ve Ekrem İmamoğlu ile Mansur Yavaş gibi belediye başkanlarının Erdoğan karşısında artan toplumsal desteği, bir “değişim dinamiğine” işaret ediyordu. Kamuoyuna yansıyan anketler de Erdoğan’ın olası rakibine kaybettiğini ortaya koyuyordu. Erdoğan şundan emin oldu; artık biriken derin sorunları çözüp toplumdan rıza alarak demokratik seçimlerde CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı olması beklenen Ekrem İmamoğlu’nu ekarte etmesi imkânsızdı. O nedenle “doğal akışa” müdahale etmesi, bir başka deyişle suyun yönünü değiştirmesi gerekiyordu.
Belediyelere yapılan operasyon, Ekrem İmamoğlu ve arkadaşlarının dün itibarıyla 100’üncü gününü dolduran tutuklulukları, iktidarın stratejisiyle uyumlu yargı müdahaleleri oldu. İktidar bu yolla, demokratik mücadelede önüne geçemeyeceğini anladığı CHP’yi durdurup parti içinde kaos yaratma ve İmamoğlu’nu fiilen siyasetin dışında tutma üzerine kurulu bir oyun kurdu.
Bu çift ayaklı bir strateji. Bir ayağını muhalefetin ivmesini kırmak için geniş kapsamlı saldırılar oluştururken diğer ayağını siyasetin bir rejim kurgusu etrafında yeniden dizaynı oluşturuyor. Muhalefeti baskıyla sindirmeye çalışan iktidar, ortaya attığı ve bir kolu “Terörsüz Türkiye” ile “yeni anayasa”ya uzanan “iç cephe” formülüyle kendi konumunun tartışmasızlığı üzerine kurulu bir “yeni nizam” şekillendirmek niyetinde.
İktidar demokratik değişim talebinin önünü, “güvenlik” endişesini harlayarak kesmeye ve kendi devamlılığını ideolojik meşruiyet üreterek sağlamaya uğraşıyor. Bu, parlamenter sistemden başkanlık rejimine geçen Türkiye’deki sistemsel dönüşümün, üst ulus kimliğinin inanç temelinde tanımlanması projesini de içeren kritik bir eşiği olarak değerlendirilebilir.
CHP’nin kurultayına açılan ve 8 Eylül’e ertelenen davanın mahiyeti de burada saklı. Halk yaşam savaşı verirken ülkede tartışılan konunun iktidar değişimi değil “CHP’nin buhranları” olması isteniyor ama mevzu bununla sınırlı değil. Özgür Özel’den istenen, İmamoğlu’nu hapiste unutması ve “iç cephe”ye teslim olması. Dün Bahçeli’nin açıklamaları da bu çağrının yansımasıydı.
İktidarın baskı ve “zorunlu rıza”ya dayalı siyasi programının önündeki en büyük engel, demokratik bir düzen talep eden halk kesimlerinin günden güne yükselen ve bir süredir çoğunluğa tekabül eden değişim enerjisi. 19 Mart operasyonundan sonra meydanları dolduran irade, bir yandan muhalefetin rejime mukavemet tarzını dönüştürürken diğer yandan da karşı cephede ülkenin sahibi olduğunu sanan siyasi aktörlere dönük sorgulamaları artırdı. Sessizliğin konforunu arayanlar, toplumu korkuyla sindirilebilmek için şimdi türlü türlü provokasyonlar denemeye başladı. Leman dergisinde yayınlanan karikatürün manipüle edilerek dinci bir gruba, muhaliflere kapatılan Taksim’in orta yerinde sunulan ve tehditlerin havada uçuştuğu şiddet sahnesi, tam da böylesi bir zihin dünyasının mahsulüydü.
Cumhuriyet ve beraberindeki devrimler tarihsel açıdan ilerici hamleler olsa da Türkiye hiçbir zaman demokrasi ve özgürlükler konusunda örnek alınabilecek bir ülke olmadı. Yürürlükteki mevcut anayasası da askeri darbe kalıntısı... Ancak bugün ülkeyi bütünüyle dönüştürmek isteyenlerin ideolojisi, var olanı geliştirmeyi değil, daha da geriletmeyi amaçlıyor. Buna karşı çıkan herkesin, demokratik bir düzeni kazanmak için en geniş demokrasi blokuna sadık kalmak gibi bir sorumluluğu var. Eğer aktüel tehlike atlatılamazsa, farklılıkların da bir anlamı kalmayacak.
/././
Demokratik zemin daralırsa ekonomi nefes alamaz -Güldem Atabay-
Türkiye’de siyaset sadece sandıkla yapılmıyor. CHP kurultayı davası 8 Eylül’e ertelendi ancak konu kapanmış değil. Türkiye’nin 100 yıllık ana muhalefet partisi CHP’nin varlığı çok partili rejimin, demokratik kontrol mekanizmasının temel unsurlarından. Bu nedenle konu artık yargının tarafsızlığı tartışmasından çıkarak siyasetin bütününe yönelmiş bir müdahale tartışması.
CHP’ye yönelik mutlak butlan “hamlesi” de Türkiye’nin siyasi dengesini bozan, hukuk devleti ilkesini zedeleyen ve nihayetinde ekonomide en kırılgan kesimlere darbe vuracak bir gelişme. Hedeflenen CHP üzerinden Türkiye’nin siyasal dengelerini değiştirmek olunca CHP’nin başına örülen çorap ülkenin ekonomik kırılganlıklarına da doğrudan temas eder.
Hele ki yüksek faizle sıcak para çekmek kadar kırılgan bir istikrar çabası içindeyken siyasi krizin etki analizleri finansal piyasalarla sınırlı tutuluyor. Halbuki iktidarın demokratik rekabet alanını daraltması, sadece muhalefeti değil, Türkiye gibi gelişmekte olan ekonomi kategorisindeki bir ülkede ekonomiyi de boğar. Zira yatırım kararı sadece ucuz işgücü ve altyapıya göre değil; aynı zamanda siyasi risk analizi, mülkiyet hakkı güvencesi ve bağımsız yargıya da bakarak alınır.
8 Eylül’de iç siyasi risk daha önce görülmemiş şekilde artarsa piyasalarda ilk tepki kur cephesinden gelir. Döviz yatırımcısı hızlı refleks gösterir. Zira Türkiye gibi dış finansmana bağımlı bir ekonomide, siyasi istikrar ve hukuki öngörülebilirlik, döviz kurundan faiz politikasına kadar birçok parametreyi belirler. Türkiye’ye "bir şans daha" verme eğilimindeki yatırımcıların güveni hızla zedelenir.
Faiz artırımı, dezenflasyon politikaları ve çoktan güdük hale gelen rasyonelleşme adımları bir anda yerini yüksek belirsizlik ve siyasi türbülans senaryolarına bırakır. Bu, sadece ekonomi yönetimi açısından değil, toplumun tümü için daha fazla bedel, daha fazla karmaşa anlamına gelir.
CHP gibi bir yapının hukuk eliyle zayıflatılması, daha doğru ifadeyle “iktidarın rejim müdahalesi” adımı, Türkiye’nin tepe taklak bambaşka bir ülkeler ligine düşmesi demektir.
Böyle bir "mutlak butlan" kararının gelir dağılımı ve fakirleşme üzerindeki etkisi, doğrudan görünmeyebilir ama dolaylı yollarla çok ciddi ve kalıcı sonuçlar doğurabilir. Çünkü siyasi istikrarın sarsılması ve hukuk devleti ilkesinin zayıflaması, doğrudan yoksul kesimleri ve çalışan sınıfları etkileyen ekonomik dalgalanmalara yol açar.
Siyasi belirsizlik, finansal piyasalarda zincirleme etki yaratır: döviz yükselir, enflasyon artar, yatırımcı beklemeye geçer. Bunun anlamı da emekli, asgari ücretli, küçük esnafın alım gücünün düşmesi, yaşam şartlarının daha da ağırlaşmasıdır. Enflasyonun vergi gibi işlediği Türkiye ekonomisinde, sabit gelirli vatandaş daha da fakirleşir.
Yabancı sermaye siyasi risk gördüğünde geri çekilir. İçerideki yatırımcı da üretimden çok faize veya güvenli limanlara yönelir. Sonuç yeni yaratılan işlerin azalması, mevcut işlerin de risk altına girmesi olur. Gençler, kadınlar ve düşük eğitimli bireyler başta olmak üzere kırılgan gruplar işsizlik kıskacına sıkışır.
Bu tür kriz dönemlerinde hükümetler genellikle bütçeyi dengelemek adına dolaylı vergilere yüklenir. KDV, ÖTV gibi tüketim vergileri zengini de yoksulu da aynı oranda etkiler. Ama zengin için gıdaya gelen zam lüksten eksiltmesine neden olurken, yoksul için günlük hayattan bir kalemin daha silinmesidir. Vergi yükü adaletsizleşir, gelir uçurumu büyür.
CHP gibi büyük bir muhalefet partisinin yargı kararıyla etkisizleştirilmesi, sadece kurumsal bir tartışma değil. Siyasi temsil zayıfladığında sosyal taleplerin sesinin kısılması ile doğrudan ilgili. Asgari ücretin artırılması, emekli maaşlarının iyileştirilmesi, sosyal yardımların adaletli hale getirilmesi gibi talepler gündeme bile gelemez.
Her siyasi kriz, yoksullar için bir kayıp döngüsü yaratıyor. Ekonomi daralır, devlet harcamaları seçim odaklı olur, gelir dağılımı bozulur, halkın talepleri bastırılır. CHP’ye “mutlak butlan” kararı almakla hukukun ayaklar altına alındığı bir ülkede, ortaya çıkan ekonomik sonuçlardan en çok etkilenecek olanlar ne yargı mensupları ne siyasi elitler olur.
Hukukla siyasetin iç içe geçtiği her dönemde olduğu gibi, bu krizin de faturasını ilk önce ve en çok yoksullar öder.
/././
Sivas, Madımak ve Kızılbaşlar -Şükrü Aslan-
Bugünkü ‘homojen’ görüntüsüne rağmen Sivas, yakın zamanlara kadar genellikle Kızılbaş kimliğiyle tanınan az sayıdaki şehirden birisiydi. Daha 1501’de Şah İsmail’in yönettiği Safevi devletinin Osmanlı ile aralarındaki sınır tam olarak bugünkü Suşehri ilçesinden geçiyordu ve bu yüzden Sivas Kızılbaş coğrafyası için çok kritik bir önem taşıyordu. 1863’de vilayet statüsü aldığı zaman Amasya, Çorum, Şebinkarahisar ve Tokat, bu vilayetin dört Sancağı olarak Osmanlı idari sisteminde yer almışlardı. 20 yüzyılın başına geldiğimizde dört Sancak, 26 Kaza, 257 Nahiye ve 4.761 köyü ile Sivas vilayetinin nüfusu 1.086.015’e ulaşmıştı.
Sadece Cumhuriyetin değil, Osmanlı’nın da bir tür periferik kimliği olarak özenle görünmez alanda tutulmalarına karşın, Kızılbaşlar, 20. yüzyılın başında Sivas demografisinin en güçlü damarlardan birini oluşturuyorlardı. Osmanlı devleti saklı alanda tutsa da Sivas’ın demografik dokusuna dair, detaylı nüfus bilgileri ve kimliklere göre dağılımı, Fransız Konsolosluğu’nun kendi hükümetine yazdığı raporlarda yer almıştı. 20. yüzyıl başında hazırlanan bir rapora göre Kızılbaş nüfus Sivas’ta en büyük ikinci demografik gruptu. Fransız Dışişleri Arşivindeki bu raporlardan Bayram Kodaman tarafından çıkarılan 31 Ağustos 1901 tarihli bir rapora göre nüfusun etnik gruplara göre dağılımı şöyle idi:
Osmanlı-Türk nüfusu: 506.000, Kızılbaşlar: 318.000, Ermeniler 142.000, Çerkezler ve diğer Kafkasyalılar: 87.000, Rumlar: 72.000, Kürtler: 67.000, Avşar-Tatar-Türkmenleri: 21.000, Şirvanlılar: 5.000, Çingeneler: 2.000, Yahudiler 250 nüfusa sahipti. Kızılbaş nüfusunun sancaklara dağılımı ise şu şekildeydi: Sivas: 171.500, Karahisar: 10.800, Tokat: 69.100, Amasya: 59.100. Kazalardaki Kızılbaş nüfusa dair veriler de bu raporlarda yer almıştı. Mesela Sivas merkezde 3.500, Divriği’de 5.000, Zile’de 2.500 Kızılbaş nüfus yaşıyordu.
Türlü engellemelere rağmen ilerleyen zamanlarda bu nüfus, şehir merkezlerine yönelmişti. Nitekim 1950’li yıllara gelindiğinde kırsal alandan gelen göçlerin etkisiyle, Sivas şehir merkezinde Alevilerin yoğun şekilde yerleştikleri mahalleler ortaya çıkmıştı. Mesela 1960’lı yıllarda Altıntabak, Alibaba ve Gökçebostan genellikle Alevi nüfusun yaşadığı üç büyük mahalleydi. Bunlardan Altıntabak, Sivas’ın en büyük mahallesiydi ve Alibaba da ikinci sırada yer alıyordu. Bunların yanısıra Çiçekli ve Çayırağzı Mahalleleri de genelde Alevi nüfusun yaşadığı yerlerdi. Kelime Ata’nın araştırmasına göre aynı yıllarda Devlet Demiryollarına ait fabrikalarda çalışan toplam 3.870 kişinin yüzde 50’si de Altıntabak Mahallesinde, yüzde 20’si Alibaba Mahallesinde ikamet ediyordu. Yani Sivas merkezinde en büyük üretim tesislerinde çalışanların çok büyük bölümü de Alevilerdi.
Fakat rejimin geleneksel politikası kamusal alanı olduğu gibi, sistemi de Alevilere kapatmıştı. Mesela 1950 genel seçimlerinde rejimi kuran CHP’nin 12 milletvekili adayından hiçbiri Alevi değildi. Demokrat Parti milletvekillerinin ise sadece ikisi Aleviydi. Belli ki Alevilerin temsil mekanizmalarında yer alması istenmemişti. Bununla birlikte 1969 seçimlerinde Birlik Partisi aracılığıyla şehrin Alevi kimliği daha belirgin hale gelmiş; BP hem iki milletvekili çıkarmış, hem de il genelinde % 16.7 oy alarak üçüncü parti olmuştu.
Bugün bu süreç geriye doğru okunduğunda Sivas’ın demografik yapısındaki Kızılbaş nüfusun adım adım tasfiye edilerek neredeyse yok edildiğini görmekteyiz. Gerçi 1978’de uğradıkları katliam girişimi bu nüfusun bir bölümünün şehri terketmesine yol açmıştı ama şehirden asıl çıkış 1993 Madımak kırımıyla gerçekleşti. Besbelli ki Madımak kırımını yapanların amacı hem Sivas’ta Pir Sultan Abdal’ın heykelini kurma girişimlerine sert yanıt vermek, hem de Kızılbaş’sız bir Sivas yaratmaktı. Nitekim Madımakla birlikte Kızılbaşlar şehrin demografik haritasından büyük ölçüde çıkarıldılar. Sadece çıkarılmadılar, Sivas coğrafyasına doğru geçici ziyaretleri bile genellikle endişe ve tedirginlik yüklü olmaya başladı. Nihayet bugünkü Sivas, kültürel köklerini ve referanslarını kesti. Sadece renklerini değil, seslerini de yitiren bu kadim coğrafya şimdi renksiz ve sessiz tuhaf bir yalnızlığı yaşıyor.
/././
Hayata Dönüş’ün sanıkları kayıp -Ayça Söylemez-
Bayrampaşa Cezaevine düzenlenen “Hayata Dönüş” operasyonuyla ilgili 39 er ve 157 rütbeli askeri personelin yargılandığı, Bakırköy 13. Ağır Ceza Mahkemesindeki davanın dün 56. duruşması görüldü. Yargılandığı diyorken, lafın gelişi tabii. Davada tek bir sanık tutuklanmadığı gibi talimatla yazılı ifade verdikten sonra geçen yıllar içerisinde yargılandıklarını bile unutmuş olabilirler, dava sanıklardan azade şekilde sürüyor. (Emri veren sorumluların ise davada sadece tanık olması, başka bir yazının konusu.)
Mahkemenin bu duruşmada kararını açıklaması bekleniyordu ancak 25 yıllık olayın 15 yıldır süren davasında dün ortaya çıktı ki – başka birçok eksikle beraber – davanın bazı sanıkları da “eksikti”. Yani, beyanları eksikti. Karar verilemedi, dava 17 Kasım’a bırakıldı.
‘EKSİK’ SANIKLAR
Sanık avukatlarından Mehmet Savaş Özdağ, hâlihazırda toplam 43 sanığın davanın başından bu yana sorgusunun yapılmadığını (yani bir kez bile ifade vermediklerini) söyledi ve savcıya, bu şekilde nasıl mütalaa verdiğini sordu.
Mahkeme başkanı kimin sorgusunun yapılmadığını sordu. Sanık avukatına sordu… Mahkeme sordu… (Sayın başkan, sanıkları siz yargılıyorsunuz ya…)
Avukat Özdağ da sorgusu yapılmayan sanıklara dair birçok kez belge sunduğunu söyledi: “İnsan öldürme davasında iddia makamı, sorgusu yapılmayan sanığın cezasını istiyor. Mahkemenin karar aşamasına gelmediğini görmesini lazım.”
Yine sanık avukatlarından Süleyman Yüksel de “43 müvekkilim var, 18’inin beyanı hiç alınmadı, haklarında karar verilemez” dedi.
Yazının başında da dediğim gibi, 25 yıllık olayın 15 yıllık davasında mahkeme, bazı sanıkların sorgusunun dahi yapılmamış olabileceği gerçeğiyle bu son duruşmada karşı karşıya kaldı. Hayat sürprizlerle dolu.
“KARDEŞİM DEVLET KORUMASINDA ÖLDÜ”
Dünkü duruşmada ayrıca, operasyonda öldürülen Murat Ördekçi'nin ablası İclal Şirin müdahillik talebinde bulundu, şunları söyledi:
“Kardeşim Bayrampaşa’da 7 yıl tutuklu kaldı. 7 yılın sonunda da hüküm giymeden cenazesini verdiler. Operasyonda kalçasından vurulmuş, kan kaybından ölmüş. Öldükten sonra yarası, mermi ve atış mesafesi tespit edilmesin diye oyulmuştu. Kardeşimin neden öldürüldüğünü 25 yıldır anlayamadım. Öldürülmesi nedeniyle açtığımız tazminat davasını kazandık. Tazminat davasında, orantısız güç kullanıldığına, yasam hakkının ihlal edildiğine dair hüküm yer aldı. Kardeşim devlet koruması altında öldü, sorumluların ceza almasını istiyorum. İsteseler kimsenin burnu kanamadan hapishane boşaltılabilirdi, kardeşim 27 yaşındaydı, vurulduktan sonra hastaneye götürülse kurtulabilirdi. Operasyonu düzenleyenlerden, karat vericilerden, uygulayanlardan ve kardeşimin ceset bütünlüğünü bozanlardan şikâyetçiyim.”
“KUCAĞIMDA SON NEFESİNİ VERDİ”
Neden tek bir kişi tutuklanmadı? Bu soruyu, Hayata Dönüş davasının müdahillerinden, kendisi de operasyonda yaralanan Serdal Karaçelik, bulunduğu Edirne F Tipi Cezaevinden SEGBİS ile bağlandığı salonda sordu. Beyanında, Murat Ördekçi’nin yanında nasıl öldüğünü anlattı:
“Operasyon bitiyordu, havalandırmaya çıkıp halay çekmeye başladık, çatılar kuşatılmıştı. Halay çekilirken gaz bombaları atıldı, özel harekât taramaya başladı, koğuşa girebilenler girdi, biz üç kişi en öndeydik, Murat solumdaydı, üçümüz de açılan ateşle yaralandık. Murat kasık bölgesinden ağır yara almıştı. Yarasına bastırdım, tampon yaptım kan durmadı, 10-15 dakika sonra kucağımda son nefesini verdi. Hâlbuki operasyon durmuştu hastaneye kaldırılsa belki yaşama umudu olurdu. Ardından koğuşlara da ateş açıldı, koğuştakiler de çatılardan otomatik silahla tarandılar.”
Serdal Karaçelik’in tek cümleyle açıkladığı gibi operasyon, “devrimcileri yok etme saldırısıydı”, devamındaki yargı süreçlerinde yaşananlar da bu savı kanıtlar nitelikte. Bakalım mahkeme gerçekten bazı sanıkların sorgusunun alınmadığı itirazıyla ilgili yapacağı araştırmada ne gibi bulgular elde edecek ve gerçekten beyanı alınmamış (dolayısıyla yargılanması mümkün olmayan) sanıklar varsa onları bulup sorgulayacak mı?
/././
Küresel finansal kriz senaryosu -Hayri Kozanoğlu-
İklim krizinin sigorta sistemini çökertme riski, Trump’ın dönüşüyle daha da arttı. Eşitsizlik derinleşirken yeni bir “ekonomik istekli koalisyonu” tartışması yükseldi. Gündemlerinde, şirketlere küresel asgari vergi çağrısı da var.
Geçtiğimiz hafta İngiltere’nin etkili gazetesi Financial Times’ta, Türkiye ekonomisini konu edinen John Paul Rathbone imzalı kapsamlı bir makale yayımlandı. Öncelikle belirtelim, Erdoğan döneminde ısrarla uygulanan kredi çekişli inşaat yatırımlarına dayanan ekonomi politikaları sayesinde yoksulluğun azaldığı, eşitsizliklerin törpülendiği saptaması gerçekleri yansıtmıyor. Ancak bundan daha önemlisi, Saray’ın ekonomik politikasında artık yolun sonuna gelindiğinin, geçmişte sıkça başvurulan, faizleri indirerek ekonomiyi canlandırmak, seçmenin geçici de olsa yüzünü güldürmek amaçlı politikaların uygulanması halinde ekonominin türbülansa sürükleneceğinin altı çiziliyor. Çünkü Finansal Times küresel sermayenin yakından izlediği, çoğunlukla onların hissiyatına tercüman olan bir yayın organı. Dolayısıyla böyle yorumlar sıcak paranın gelecekteki rotası hakkında da fikir veriyor.
İmamoğlu’nun tutuklanmasının siyasi olduğu; Trump’ın ikinci döneminin başlamasıyla birlikte Erdoğan’a yönelik sitayişkar demeçlerinin ve Avrupa’nın NATO’nun ikinci büyük ordusuna şiddetle ihtiyaç duyduğunun açığa çıkmasının, muhalefetin üzerine çullanmak için, iktidarın cüretini artırdığı vurgulanıyor. Yazı, özünde Şimşek’in uyguladığı yüksek faize dayalı istikrar programına destek amacıyla kaleme alınmış izlenimi uyanıyor. Batının gözünde Erdoğan’ın kredisini tükettiğini ima etmesi anlamında özellikle önem taşıyor. (John Paul Rathbone, Turkey’s economic woes catch up with Erdoğan, Financial Times, 27.06.2025).
BU SEFER İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ KAYNAKLI KRİZ KAPIDA
Şimdi dikkatinizi yine Financial Times’taki başka bir makaleye çekmekte yarar var. Önce şunu vurgulayalım: Marksistlerin kapitalizmin krizlere gebe olduğu, doğası gereği sürekli ekonomik kriz ürettiği tezi genel anlamda doğru olmakla birlikte, sosyalistlerin her “kriz kapıda” uyarısı ciddiye alınmaz. Çoğunlukla “sosyalistler her üç krizin beşini bilir” tarzı ironilerle kıyamet senaryoları tebessüm uyandırır. Ancak Financial Times gibi uluslararası iş çevrelerinin yakından izlediği bir yayın organında, “Gelecek finansal kriz nasıl patlak verecek?” başlıklı, uzun bir analiz yayımlanırsa, işlerin ciddi olduğu kanısı yaygınlaşır. (Pilita Clark, How the next financial crisis starts, Financial Times 26.06.2025).
Pilita Clark; küresel ısınmanın yarattığı, seller, kuraklık, çalı ve orman yangınları gibi felaketlerin sigorta primlerini yükseltmesi; sigorta şirketlerinin riskli bölgelerden tümüyle çekilmesi, ipotekli konut kredisi almanın iyice zorlaşması, bunun emlak fiyatlarını keskince düşürmesi aşamaları sonucu tetiklenecek bir krizden söz ediyor.
Ocak 2025’te, küresel finansal sistemi gözlemlemek için 2008 krizi sonrası kurulan Finansal İstikrar Kurulu (Financial Stability Board) sigorta yaptırmanın maliyetinin giderek arttığını, iklim felaketlerine açık yerlerde sigortacı bulunamadığını, “iklim şoklarının” küresel piyasalarda karmaşa yaratabileceği uyarısında bulundu. ABD Merkez Bankası Başkanı Joy Powell ise, Kongre’ye yaptığı sunumda, “Filmi 10 veya 15 yıl ileri alırsanız, ülkede ipotekli kredi alamadığınız, bankamatik bulamadığınız, banka şubelerinin kapandığı bölgelere rastlayacaksınız” öngörüsünde bulundu.
Clark’a göre; yatırımcılar, finansal analistler, düzenleyici kurum temsilcileri, sigorta şirketleri yöneticileri, bilim insanları ve araştırmacılardan oluşan bir heyetin tartışmaları sonucu şöyle bir senaryo ortaya çıkmış:
Süreç, sigortacıların iklim olaylarına açık bazı ABD eyaletlerinden çıkmalarıyla başlar. Tüm ülkede ev sahipleri artan çalı yangınları, fırtınalar, kasırgalar sonrası sigorta masrafları veya poliçelerini yenilememe riskiyle karşılaşırlar.
Zaten nakde sıkışık eyalet yönetimleri, bir takım kurtarma planları uygulayarak boşluğu doldurmaya çalışırlar. Ama bu planların maliyeti yüksek, kapsayıcılığı sınırlıdır. Ailenin, yıllardır değeri artarak yüreklerine su serpen yuvasının fiyatı hızla düşmeye başlar.
Bulaşma etkisi kendini gösterir, konut kredisi almak için gerekli sigorta alınamaz, dolayısıyla bankalar ortalıktan kaybolur. Bazı bankalar emlak finansmanını işinden tamamen çekilir. Bazı finans kuruluşları zarar açıklamaya başlar. Bu noktadan sonra iklim değişikliği kaynaklı türbülans yurtdışına sıçrar. Panik Güney Avustralya ve Kuzey İtalya üzerinden başka ülkelere yayılır. Ev fiyatları düşünce, geçmiş krizlerde olduğu gibi kredileri geri ödeme motivasyonu azalır. Hacizler, kredi kartı iflasları yaygınlaşır.
Tüm bu senaryolar Trump’ın Beyaz Saray’a adım atmasıyla Paris İklim Anlaşması’ndan çekilmesi, fosil yakıtları destekleyen açıklamalar yapmasıyla daha yakıcı hale geldi. Trump Kaliforniya’nın elektrikli araba kullanımını özendiren politikalarını da baltalamaya başladı. Enerji Bakanı Chris Wright ise, “iklim alarmı insan yaşamı ve özgürlüğü üzerinde yıkıcı hasarlar bırakıyor, tarihin çöp sepetini boylamalıdır” tarzı bilim dışı beyanatlar verdi. Bu arada Dubai, Çin, Güneydoğu Asya, Florida gibi dünyanın değişik coğrafyalarında öngörülemeyen iklim değişikliği kaynaklı felaketler yaşanmaktaydı .Bunlara biz de son günlerde tüm ülkeyi kasıp kavuran orman yangınlarını ekleyebiliriz.
Şu ana kadar bu olaylar, finansal bir krize yol açmadı. Trump’ın gümrük vergileri kadar şok etkisi yaratmadı. Konut fiyatları da yükselişini sürdürdü. Ancak mekanizmalarını açıkladığımız kriz potansiyeli, Demokles’in kılıcı gibi tepemizde sallanmaya devam ediyor.
EKONOMİK İSTEKLİLER KOALİSYONU ÇAĞRISI
Küresel iklim değişikliği tüm insanlığı, ama bazı ülkeleri ve yoksul kesimleri daha fazla tehdit ediyor. Dünyada eşitsizlikler derinleşir, nüfusun yarısı yoksulluktan kırılırken 40 eski devlet başkanı ve başbakan bir mektup hazırlayarak, dünya liderlerine eşitsizliğe, yoksulluğa ve çevresel yıkıma çözüm üretmek için bir, “Ekonomik İstekliler Koalisyonu” kurulması çağırısında bulundular (Keşke Kılıçdaroğlu’nu aralarına alıp da biraz oyalasalar…).
Metinde küresel sorunların küresel çözümlere ihtiyaç duyduğunu, ulus devletlerin bu konudaki çabalarının yetersiz kalacağını vurguladılar. Dayanışma ve bağımsızlık değerleri üzerinde yükselecek bir inisiyatifin, özel ellerde biriken fonları kalkınma amaçları doğrultusunda seferber edilebileceğini, çok uluslu şirketlerin karlarına küresel asgari vergi uygulamasının bir an önce hayata geçirilmesinin zorunlu hale geldiğini ilan ettiler.
Zenginleri vergilendirmek şöyle dursun, birçok ülke aksine bu şahsiyetleri cezbedebilmek için planlar yapıyor. Şimdiden 5 milyon dolar verene, Trump Card sunarak vatandaşlık bahşetme planına 70 bin başvuru geldi. İtalya, Dubai, Monaco da dolar milyonerlerine en az vergi tahsilatı vaadinde bulanarak davetiye çıkarıyorlar. Bunun savunusunu da “onlar zaten daha çok para harcayarak, tüketim vergileri yoluyla gelirlerimiz artırıyor, yatırımlarını ülkemize getirerek istihdamımıza katkıda bulunuyorlar” şeklinde yapıyorlar. “Ayrıca hayırseverlik faaliyetlerinden de kaçınmıyorlar”, şeklinde ilave beyanatlarla “ahlaksız tekliflere” gerekçe yaratıyorlar.
Aslında tüm dünyada giderek daha yakıcı hale gelen derin adaletsizlikleri inkar etmek olanaksız. Milyarderlere ayrımsız %2’lik bir vergi uygulanması önerisi, geçtiğimiz yıl Brezilya’daki G-20 toplantısı sırasında kabul görmüştü. Trump’ın geri dönüşüyle bu plan da haliyle suya düştü.
İSVİÇRE’DE ZENGİNLERİ KORKU SARDI
Gelgelelim, yaşanan gelir ve servet adaletsizliklerini giderme, sürece halktan yana müdahale etme konusunda umut veren gelişmeler de olmuyor değil. Bunlardan birisi, İsviçre’de Genç Sosyalistler Partisi’nin getirdiği, süper-zenginlere %50 veraset vergisi uygulanması önerisi. Kasım ayında gerçekleşecek bir halk oylaması sonucunda nihai karar verilecek. Şu aşamada ultra zenginlerin “paramı nereye kaçırsam” diye paniğe kapılmalarını izlemek bile züğürtlere keyif verebilir.
Diğer önemli bir olay da, Demokratik Sosyalistler’in adayı Zohran Mamdani’nin Demokratik Parti’nin New York Belediye Başkanlığı ön seçimini kazanmasıydı. Hintli Müslüman bir aileden gelen Mamdani, emlak baronlarına karşı kiracıların haklarını korumayı, parasız kreş hizmeti vermeyi, yerel yönetimin işlettiği bir market zinciri açmayı ve kent içi ulaşımdan ücret almamayı içeren emek yanlısı bir programla seçimi kazandı. Hele bir de menüye “kent lokantalarını” katarsa, New York gibi zengin, potansiyeli yüksek bir metropolde böyle kamucu bir vizyonun hayata geçmesi, tüm dünyaya örnek olabilir. Sabah akşam Trump’ın saçmalıklarıyla anılan ABD’de; eşitlikten, dayanışmadan, emekten yana bir belediye başkanı örneği çok anlamlı bir alternatif yaratabilir.
/././
İzmir Büyükşehir Belediyesi'ne operasyonun altından Osman Gökçek çıktı
İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı'nın, AKP Ankara Milletvekili Osman Gökçek’in geçtiğimiz haziran ayında Beyaz TV’de İZBETON, kooperatifler, Tunç Soyer, Şenol Aslanoğlu, Heval Savaş Kaya hakkında öne sürdüğü iddiaları ihbar kabul ederek resen soruşturma başlattığı öğrenildi. Soruşturma kapsamında şu ana dek eski İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer ile CHP İzmir İl Başkanı Şenol Aslanoğlu'nun da aralarında bulunduğu 130 kişi gözaltına alındı.(https://www.birgun.net/haber/izmir-buyuksehir-belediyesi-ne-operasyonun-altindan-osman-gokcek-cikti-635408)
***
Sivas Katliamı’nda yaşamını yitirenler anılıyor: Yurttaşlar Madımak Oteli'ne yürüyor
Madımak Katliamı'nın 32. yıl dönümünde yurttaşlar Sivas'ta buluştu. Katledilen 33 aydının fotoğraflarını taşıyan yurttaşlar, sloganlar atarak Madımak Oteli'ne yürüyor.
Madımak Oteli’nde 33 aydının yakılarak katledilmesinin 32. yılında Sivas’a giden binlerce yurttaş Madımak Oteli'ne yürüyor.
“Faşist ve Şeriatçı Kuşatmaya Gelin Canlar Bir Olalım” çağrısıyla Pir Sultan Abdal Kültür Derneği (PSAKD) Sivas Şubesi ve Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı (HBVAKV) Sivas Şubesi önünde buluşan ve Madımak Oteli önüne doğru yürüyüşe geçen yurttaşlar sık sık “Sivas’ı unutma, unutturma”, “Dün Maraş’ta bugün Sivas’ta”, “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz”, “Sivas’ın ışığı sönmeyecek”, “Sivas’ı yakanlar, AKP’yi kuranlar”, “Madımak Oteli müze olacak” sloganlarını attı.
Yürüyüşte ayrıca katledilen 33 canın isimleri okunarak hep bir ağızdan “Yaşıyor” dendi.
PİRHA'nın haberine göre kortejin ön saflarında, Madımak’ta katledilenlerin fotoğrafları aileleri tarafından taşınıyor.
Anmaya Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğulları ve CHP'li yöneticilerin yanı sıra çok sırada siyasi parti, meslek örgütü ve sendika temsilcisi de katıldı.
"ALEVİLER BU TOPRAKLARIN ASLİ PARÇASIDIR"
Anmada konuşan Tülay Hatimoğulları, şunları söyledi: "Tarihimizde çok büyük acılar var. Bizlerin bu acıları iyileştirmesi lazım. Bizlerin bu acıları sarıp sarmalaması lazım. Bunlar sadece sözle olmaz, icraatla mümkündür. Bu tarihin karanlık sayfalarıyla cesur bir şekilde yüzleşmek lazım. Cesur bir şekilde parlamentoda bu süreci takip edecek bir komisyonun kurulması lazım. Bu komisyon, yaşanan bütün bu katliamlar için resmi bir şekilde özür dileyebilmeli, resmi bir şekilde bu hakikatlerle yüzleşmeyi başarmalıdır. Bizler bunları beklerken ne yazık ki mevcut AKP iktidarı ne yaptı? Alevi inancını Kültür ve Turizm Bakanlığına bağladı. Bunu kabul etmek mümkün değildir. Alevilik bir inançtır, özgürdür. Aleviler bu topraklarda misafir değildir, bu toprakların asli parçasıdır. Kürt, Türk, Arap ve sayamadığım bütün halklardan Aleviler olarak bizler bu coğrafyanın misafiri değiliz. Bizler burada bu mahallenin asli sakinleriyiz, Türkiye’nin asli yurttaşlarıyız. O yüzden günümüzde bu yüzleşmenin sağlanması çok önemli."
Yürüyüşe Madımak’ta katledilenlerin aileleri başta olmak üzere Alevi Bektaşi Federasyonu, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği (PSAKD), Alevi Kültür Dernekleri, Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı, Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu, Demokratik Alevi Dernekleri, Türkiye Alevi Federasyonu, Kızılırmak Yerel Dernekler Federasyonu, Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Emek Partisi (EMEP), SOL Parti, Türkiye İşçi Partisi (TİP), Halkevleri, Devrimci 78’liler Federasyonu, Kamu Emekçileri Sendikası Federasyonu (KESK) Şubeler Platformu temsilcileri katılıyor.
Madımak Oteli’nin önünde buluşacak kitle önce otelin önüne karanfiller bırakacak. Ardından kitle örgütlerinin temsilcileri konuşma yapacaklar.
***
Topyekûn kuşatma çabası -Aycan Karadağ-
Saray’ın seçimsiz, muhalefetsiz rejim hayalinin son hamlesi CHP’lilere yönelik İzmir operasyonları oldu. Tunç Soyer dahil 109 kişi gözaltına alındı. Bir yanda yargı sopası ve anayasa tartışması diğer yanda gerici kuşatmayla ülkeyi uçuruma sürükleyen rejime tek engel toplumsal muhalefet
Muhalefetsiz, sandıksız, gerici bir rejim inşa etmek için tüm gücünü seferber eden iktidar bir yandan yargı sopasıyla muhalefete yönelik operasyonlara tam gaz devam ederken diğer yandan ülkeyi gericilik kuşatmasına alıyor.
Ülke her güne bir operasyon haberiyle uyanıyor, muhalefeti sindirmek, etkisiz hale getirmek isteyen rejim, operasyonları rutin hale getirerek toplumu alıştırmaya çalışıyor.
Diğer yandan Cumhuriyet’in ilerici değerlerini bir bir budayan, laikliğin kırıntılarını dahi süpüren, okullarda Maarif modeliyle, ÇEDES’le bilimsel ve laik eğitimi yok eden, karma eğitimi bile tartışmaya açan iktidar, tarikat ve cemaatler eliyle toplumsal yaşamı boğmaya çalışıyor.
Yayınladığı karikatür bahane edilerek gerici grupların hedef göstermesiyle Leman dergisine saldıran, İstiklal Caddesi’nde şeriat sloganları atarak insanları ölümle tehdit edenlerin yarattığı provokasyon da bir yanı baskı ve yargı sopasına diğer yanı tarikat, cemaat ve gerici saldırılara dayanan rejimin en net fotoğrafı oldu.

Halkı açlığa, yoksulluğa mahkum eden AKP-MHP iktidarı, rejimin ömrünü uzatmak adına hem CHP ve toplumsal muhalefet üzerinde sopa, çözüm süreci üzerinden Kürt hareketine havuç gösterirken gerici yapılarla da tüm topluma gözdağı vermeye çalışıyor. Son 48 saatte yaşananlar, Saray’ın kurmak istediği yeni düzenin ipuçları oldu.
İZMİR’DE 109 GÖZALTI
İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı’nın İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne yönelik yürüttüğü “yolsuzluk ve usulsüzlük” soruşturmasında 157 kişi hakkında gözaltı kararı verildi. Dün sabah 05.00’te başlatılan operasyonda 109 kişi gözaltına
alındı. Gözaltına alınanlar arasında eski İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, CHP İzmir İl Başkanı Şenol Aslanoğlu, eski İZBETON yöneticileri ve bazı müteahhitler yer aldı. 48 kişi ise hala aranıyor.
Başsavcılık kaynaklarına göre dosyada Sayıştay tespitleri, müfettiş ve bilirkişi raporları bulunuyor. Ana suçlamalar ise “örgütlü zimmet, ihaleye fesat ve irtikap.” Gözaltındaki kişilerin adliyeye sevklerinin bugün başlaması bekleniyor.
ŞİKAYETÇİ BİZ DEĞİLİZ
Operasyonun, “mevcut başkanın şikâyeti” üzerine başlatıldığı iddialarına İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Cemil Tugay’dan açıklama geldi. Tugay, “Ne şahsımın ne de belediyenin herhangi bir suç duyurusu yok. Soruşturma, savcılığın atadığı bilirkişi raporlarına dayanıyor” dedi.
CHP’DEN TEPKİ
Gözaltıların ardından CHP yöneticileri Yeşilyurt Emniyet Müdürlüğü önünde açıklama yaptı. CHP Parti Sözcüsü Deniz Yücel, “Tunç Soyer, Şenol Aslanoğlu ve diğer isimler ifadeye çağrılsaydı gelirlerdi. Sabaha karşı gözaltına alınmaları siyasi tercihtir. Geliri düşük yurttaşlarımızın konut edinebilmesi için yapılan bir projenin kriminalize edilmesini kabul etmiyoruz” dedi.
CHP Genel Başkan Yardımcısı ve İzmir Milletvekili Murat Bakan da sürecin siyasi olduğuna dikkat çekti. Bakan, “Sayıyı büyütmek için herkes gözaltına alınmış. Cumhurbaşkanı birkaç gün önce ‘başka iller de felaket durumda’ dedi, ardından bu operasyon geldi. Bu sürecin tepe yönetim bilgisi dışında geliştiğine inanmıyoruz” diye konuştu.
İzmir Barosu da yazılı bir açıklama yaparak operasyonu eleştirdi. Açıklamada şu ifadelere yer verildi: “İkametgâhı ve işi belli kişiler sabaha karşı gözaltına alındı. Bu, belediyeyi kriminalize etme ve masumiyet karinesini yok sayma çabasıdır. Kaybedilen seçimlerin yargı eliyle geri alınmaya çalışıldığı engizisyon iklimine karşıyız. Demokrasi ve hukuk devleti bu çabaların karşısında galip gelecektir. Gözaltındakiler derhal serbest bırakılmalıdır.”
Öte yandan Emniyet binası önünde bir araya gelen Kooperatif Mağdurları Birliği ise operasyona destek verdi. Topluluk adına konuşan Gaziemir Yapı Kooperatifi Başkanı Ali Alpyavuz, “Bu bireysel hesaplaşma değil; İzmir halkının umutlarının ve alın terinin talan edilmesine karşı devletin dur dediği bir eşiktir” ifadelerini kullandı.
SIRA İZMİR’DE
İstanbul’da CHP’li belediyelerde başlayan operasyon dalgası İzmir’e sıçradı. Son olarak haziran ayı başında İstanbul’da 11 CHP’li belediye başkanı yolsuzluk soruşturması kapsamında tutuklanmıştı. İzmir’deki operasyon bu gelişmeden hemen sonra geldi. Muhalefet, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “başka iller de felaket durumda” sözlerini hatırlatarak operasyonun “siyasi planlama” olduğunu öne sürdü.
CHP Genel Merkezi’nin operasyona dair kriz masası kurduğu, İzmir’den gelecek adli sürece göre “yargı baskısıyla yerel yönetimlerin kuşatıldığı” yönünde kamuoyu çalışması başlatacağı ifade ediliyor. Kulis bilgilerine göre CHP, bu dosyaların Meclis tatile girmeden sonuçlanmasını “seçim sonrası rövanş” olarak değerlendirdi.
***
BİRGÜN’E GÜRLEK DAVASI:
İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek’in adının geçtiği bir haber nedeniyle 8 Şubat 2025 günü gece 23.00 sıralarında gözaltına alınan BirGün yöneticileri hakkında iddianame hazırlandı. 5’er yıla kadar hapis talep edilen davanın ilk duruşması önceki gün görüldü. Mahkeme, esas hakkındaki mütalaa hazırlanana kadar davanın ertelenmesine karar verdi. Duruşma, 22 Eylül'e ertelendi. Öte yandan Uğur Koç ve Yaşar Gökdemir hakkındaki yurt dışına çıkış yasağı kaldırılmadı. BirGün Yönetim Kurulu Başkanı İbrahim Aydın, haberde kimsenin hedef gösterilmediğini belirterek "Böyle bir suçlamayla yargılanmamız doğru değil. Kimseyi hedef göstermedik. Sabah gazetesinin yaptığı haberi haberleştirdik, bu suç değildir. Arkadaşlarımız suç işlemedi" dedi.
KURULTAY DAVASI:
CHP'nin 38. Olağan Kurultayı'nın iptaline ilişkin Ankara 42. Asliye Hukuk Mahkemesi'nde önceki gün görülen davada, Ankara 26.Asliye Ceza Mahkemesi'nin görevsizlik kararının kesinleşmesinin beklenmesine hükmetti.
Dün de Ankara 26. Asliye Ceza Mahkemesi'nin verdiği görevsizlik kararı kaldırıldı. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığından yapılan açıklamaya göre, CHP'nin 38. Olağan Kurultayı'na ilişkin yürütülen soruşturma kapsamında bazı şüpheliler hakkında Siyasi Partiler Kanunu'nun 112. maddesine muhalefet suçundan Ankara 26. Asliye Ceza Mahkemesi'ne dava açıldı. Mahkemenin davaya ilişkin verdiği görevsizlik kararının ardından dosya, itiraz üzerine Ankara 3. Ağır Ceza Mahkemesi'ne gönderildi.
BAHÇELİ’NİN ÇIKIŞI:
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, 8 Eylül’e ertelenen CHP kurultay davası hakkında, "8 Eylül’den bir gün sonra tarihi bir gün olan 9 Eylül’e bir ve bütün halinde ulaşması, CHP için demokratik bir fırsattır" ifadelerini kullandı. CHP Genel Başkanı Özgür Özel’i de hedef alan Bahçeli, "Yabancıların karşısında nabza göre şerbet veren bir siyasetçinin ülkesini ve milletini tartışması, hatta kötüleme yarışına girmesi utanç duyulacak bir ilkesizlik ve itibarsızlıktır" dedi. Açıklamasında muhalefeti hedef alan Bahçeli, "Güneş tutulması yaşayan muhalefetin siyasi ahlak ve vicdan bağlamında şiddetli bir yıkıma maruz kaldığı ortadadır.Kuşku bulutlarının altında, tedirgin fısıltıların boyundurluğunda, şaibeli ilişkilerin merkezinde yer alanların dört başı mamur siyasi karakter ve ahlaki duruş göstermeleri boşuna bir hevestir" dedi. "Belediyeleri saran yolsuzluk tufanından tutun da parti kongrelerinin gölgelenmesine kadar her çarpık ve gayri meşru vakanın ortaya çıkması en başta milletimize büyük bir hakarettir" diye konuştu.
***
BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder