Evrensel "Köşebaşı + Gündem" -2 Temmuz 2025-

Turbunan, şalgamınan, kayyımınan olmadı butlanınan…-Koray R. Yılmaz-

Emmanuel Carrère’in The Moustache (Bıyık) adlı romanı 2005 yılında aynı isimle sinemaya uyarlanmıştı. Filmin çarpıcı yanı “fiilen var olmuşluğun reddi” temasını psikolojik, varoluşsal ve hatta politik bir düzlemde seyirciye sorgulatabiliyor olması. Kitabının filminden daha iyi olduğu söylense de sadece filmini görmüş biri olarak filmin de seyretmeye değer olduğunu söylemeliyim.

Film, çok uzun süredir bıyığı olan ana karakterin birden bıyığını kesmeye karar vermesiyle başlar. Ancak bu son derece sıradan eylemin (bıyık kesme) ardından hayatı da dramatik bir biçimde değişmeye başlayacaktır. İlk sarsıcı unsur, karakterin eşi dahil çevresindeki hiç kimsenin hiçbir şekilde onun bıyığını kestiğini fark etmemesidir. Sıradan olmayan bir tepki beklentisini örtük olarak içinde taşıyan ana karakterimize, bu konu kaçınılmaz olarak açıldığında şaşkınlıkla onun zaten hiçbir zaman bıyığı olmadığı söylenir. Eşi, "Senin zaten hiç bıyığın olmadı ki" der. Asıl yıkıcı unsur böylelikle karşımıza çıkar. Adam önce bunun bir şaka olduğunu düşünür ama çevresindeki herkes aynı şeyi söylemeye devam edince ana karakterimizin gerçeklik algısı çökmeye başlar. Karakter açısından kimliğinin bir parçası olan bu küçük ayrıntı (bıyık), herkes tarafından yok sayılınca, adam kendisini fiilen var olmamış biri gibi hissetmeye başlar. Film boyunca kimlik, hafıza, gerçeklik ve delilik arasındaki sınırların gittikçe silikleştiğini görürüz.

Mesele çok katmanlıdır. Filmin ana karakterine özgü olarak tercih edilen bıyık metaforu her birimizde farklılaşır. Şüphesiz her birimizin, kimliğimizi tanımlayan, varoluşumuzla hayata kattığımız ve filmdeki gibi en azından yakınlarımız için nispeten açık olduğunu düşündüğümüz özelliklerimiz vardır. Filmdeki karakter gibi bunlara aslında hiç sahip olmadığımızı duymak sanıyorum hepimizin kendi gerçekliğimizi algılayışımız açısından sarsıcı olacaktır. Diğer yandan katmanlar sadece bıyık gibi fiziksel ya da örneğin diğerkamlık gibi karaktere özgü şeyler bağlamında oluşmaz. “Fiilen var olmuşluğun reddi” bireysel olduğu kadar toplumsal boyutta da gerçeklik kaybını beraberinde getirebilir.

CHP’nin başındaki mutlak butlan meselesi de böyledir kanımca... Mutlak butlan, fiilen var olmuş bir şeyi yok saymaktır kabaca… Bıyık metaforu gibi… Nasıl ki filmde bıyığın var olmuşluğu reddediliyorsa, bugün var olmuşluğu reddedilmek istenen, butlan kılınmak istenen de Kılıçdaroğlu sonrasında, Özgür Özel liderliğinde alınan yolun, yürütülen muhalefetin, yapılan mitinglerin belirgin kıldığı görsel, işitsel ve sembolik izdir. Bıyık yoksa muhalefet de yoktur anlayacağınız…

Bıyık yoksa Özgür Özel yoktur mesela… bıyık yoksa mitingler yoktur… mitinglere katılan insanlar yoktur… atılan imzalar yoktur… bıyık yoksa İmamoğlu yoktur... hapiste bir cumhurbaşkanı adayı bile yoktur… hiç olmamıştır… mutlak yoktur…

Mutlak butlan siyasal iktidarın, "Bu hiç olmadı, hiç yaşanmadı" deme çabasıdır. Siyasal hafızanın silinme çabasıdır. Bir siyasal liderin fiilen var olmuşluğunu hatta bir toplumsal hareketin fiilen var olmuşluğunu hiç yaşanmamış ilan etme çabasıdır. Ne yaptıysanız ne söylediyseniz ne kadar oy aldıysanız başlangıçtan itibaren tüm bunları hükümsüz ilan etme çabasıdır. Rakibin sadece susturulması değil daha ötesi varlığının reddedilmesi çabasıdır. Dahası siyasal butlanın sadece kişisel değil, kitlesel bir deneyim haline gelmesidir. Var olmuşluğu reddedilmek istenen sadece bir genel başkan değil, Türkiye’de yükselen toplumsal muhalefet, toplumsal muhalefetin gerçeklik algısıdır.

Bir sabah uyandığımızda Gregor Samsa gibi kendimizi dev bir böcek olarak bulmak bile değil, uyanıp kendimizi bulamamak, aslında hiç olmadığımızı ya da hiç olduğumuzu kabul ettirmektir butlan. Turbunan, şalgamınan, kayyımınan olmadı butlanınan…

                                                              /././

Tam hukuksuzluk hali!..-Mustafa Yalçıner-

Daha yeni “mutlak butlan” sözcüğüyle tanışmıştık. Kesin hükümsüzlük anlamına geliyor. Özgür Özel’in genel başkanlığa geldiği son CHP Olağan Kurultayının tüm sonuçlarıyla birlikte geçersiz sayılmak istenmesi ve Kılıçdaroğlu’nun da hiç sıkılmadan genel başkanlığa dönüşüne teşne oluşu dolayısıyla öğrenmiştik.

Memlekette her şey doğruydu ama CHP’nin yönetimini değiştirdiği kurultayı eğriydi!

Tıpkı AKP’yle MHP’nin yolsuzluğa batmışlığı, devir-teslimlerinin ardından paçalarından dökülen belediyelerinin tümünün doğru ama muhalefete geçen belediyelerin eğri oluşuna inanmamız istendiğinde olduğu gibi! Melih Gökçek örneğin hiç yolsuzluk yapmamış, cemaate parsel parsel araziler vermemiştir, ama rüşvetleri alıp etrafına paraları dağıtanın İmamoğlu ve hapsedilen diğer muhalif belediye başkan ve yöneticileri olduğunu kabule zorlanmamız gibi.

Şimdi, Erdoğan “Sadece İstanbul olsa neyse…” dedikten sonra İzmir Eski Belediye Başkanı T. Soyer yolsuzluk suçlamasıyla gözaltına alındı.

Belediyeleri AKP’nin elinden alarak rekabette atak yapıp öne çıkan CHP hedefe konmuş, yargı sopasıyla terbiye edilmeye çalışılıyor. Bunu görmemek için kör olmak gerek. Zaten görünsün görünmesin, takılmıyor. Rakip devreden çıkarılmak isteniyor ve bunun için mübah olmayan şey yok! YSK denetiminden geçmiş kurultayın geçersiz sayılmasına çalışılması türünden hiçbir hukuk kitabında yeri olmayan garipliklerin zorlanmasından örneğin kaçınılmıyor! Özel’in açıkladığına göre açık da konuşuluyor ve “Ekrem’in arkasından çekil, makul muhalefet yap, dokunmayalım” deniyor!

AKP-MHP ortaklığına dayalı Saray iktidarı üst sınıflar arasındaki rekabette karşıtlarını olmadık gerekçelerle suçlayıp iktidarını sürdürmeye çalışırken alt sınıflar, işçi ve emekçiler karşısında adil mi peki, hukuka uygun mu davranıyor?

M. Şimşek’in bakanlığından bu yana 3.5 son bir yıldaysa 2.5 milyon işçi işten çıkarılarak aç biilaç işsizler ordusu saflarına katıldı. İşsizlik Fonunda biriken paralar sermayedarlara teşvik, vergi indirimi vb. yollarıyla dağıtıldığı için işsizlerin yüzde 80’inden çoğu işsizlik ödeneği alamadı. Şimdi 600 bin kamu işçisi toplu sözleşme sürecinde ve çerçeve protokolüyle kendilerine önerilen ücret zammı geçen hafta lütfen yüzde 16’dan 17’e çıkarıldı. En çok 18, 19’a çıkarılacaktır ve enflasyonun TÜİK’e göre 2 mislini fazlasıyla aştığı koşullarda İşçiyi “Allah yarattı” denmemektedir! Adalet diz boyudur!

Üstelik işçiye düşüğün düşüğü ücretleri reva görüp üç kuruş zam yapmaya yanaşmayarak binlerce işçiyi işten atarken kârları da havuduyla ceplerine indiren tekelci patronlar ödüllendirilmektedir de. İki gün önce Haliç Kongre Merkezinde Türkiye İhracatçılar Meclisinin “ihracat şampiyonları”nı ödüllendirmek için düzenlediği törende ödülleri Erdoğan dağıttı. Koç, M. Cengiz, Bayraktar ödülleri kapanlardandı. Tam bir “Tavşana kaç tazıya tut”!

Aç bırakana, yetinmeyip işten atana kadar gaddarcasına yoğun sömürenlerin ödüllendirilmesi bir yana… CHP’li, DEM’li belediye başkanları, “yeter” diyen üniversiteliler, hak aramaya çıkan istisnasız herkes yaka paça gözaltına alınıp hapse atılırken ne kadar saldırganlık yaparlarsa yapsınlar gösteri özgürlüğünden yararlananlar da var. İzmir’de kaçak yaptıkları tarikat binasını zorla savunanı mı ararsınız, arabasıyla insan ezen eski Kızılay başkanının kızının önce serbest bırakılıp zor zor göstermelik olarak İliç’te çöken madenin sahibi gibi yargılanacak denerek yargılanmayıp serbest dolaşmasını mı!

En son, bir güruh Beyoğlu’da terör estirip “Şeriat isteriz” sloganlarıyla Leman dergisine saldırdı. Karışan olmadı! “Güvenlik” güçleri muhalifler için görevde yalnızca! Muhaliflere saldırmak ise serbest! Üstelik bakanlar da görev başında: Aile bakanı dergide bir karikatürün yer almasını provokasyon ilan edip suç duyurusunda bulunuyor. Karikatürü çizen ve yayımlayan tüm sorumlular için anında gözaltı kararı veriliyor. İçişleri bakanıysa, karikatürün çizerinin yerlerde süründürülüp ters kelepçeye vurularak “Ele geçirilmesinin” videosunu paylaşıyor!

Memlekete bakılsın! Bu iktidar koşullarında egemenlik zaten halkın iradesinin ifadesi ya da milletin falan değil, dayanağı tekeller ve icracılarıyla tam hukuksuzluk hali!

                                                                /././

Sınav, kayyım, işgal biter mi? Neden, niçin, nasıl bitmez veya biter?-Adnan Gümüş-

Türkiye’de LGS ve YKS sınav süreçleri ile ABD’nin bizzat bombardıman uçaklarıyla katıldığı, İsrail’in pek çok yetkiliye cinayet ve saldırı yaptığı, İran’ın balistik füzeler fırlattığı İsrail-İran çatışması, Trump’ın adlandırmasıyla 12 gün savaşları aynı günlerde yaşandı. MEB’in imam hatip ve çıraklık dayatmaları, AKP’nin başlıca destekçilerinden MÜSİAD’ın “Zorunlu eğitim kısaltılsın, işçi bulamıyoruz” söylemi aynı günlerde yaşandı. Muhalif kim varsa zaten ağır baskı altında, tehditler gözaltılar TÜSİAD yöneticilerine kadar varmıştı, son örneklerinden biri Fatih Altaylı da “cumhurbaşkanını tehditten” tutuklandı. CHP Eski Başkanı Kılıçdaroğlu ile İmamoğlu arasında sürtüşme devam ediyor. Eski başkan yeni kayyım olma iradesini beyan etmiş. NATO ülke liderleri Hollanda’da toplandı, silahlanma bütçelerini artırın diyor. Bunlar sadece günün, haftanın öne çıkanları.

Bu yaşananlar ne anlama geliyor, gönderimleri anlamları neler, sadece nedensel değil ereksel de olan, geçmişten öte geleceği şekillendirmeyi amaçlayan tüm bu olup bitenlerin sebepleri neler? ABD-İsrail saldırıları, İsrail-İran çatışması, Ukrayna-Rusya, Güney Kore-Kuzey-Kore, daha nicesi bitti mi, biter mi? Sınavlar, kayyımlar, işgaller ne olmazsa bitmez, ne olursa biter?

Bir sonraki sınav veya işgal ne zaman? 

LGS-YKS bitmeden yeni sınav takvimleri duyuruldu bile çoktan.

İnsanlar bu yaşananlar bitti mi diye sormaya bile fırsat bulamadan, ateşkes daha başlamadan işgal bitmedi dedi Netanyahu. Sınavlar, işgaller bitmedi, bitmez, bunu herkes biliyor.

ÖSYM’nin, üniversitelerin, MEB’in, YÖK’ün, okulların akademik takvimleri, sınav takvimleri var, tüm öğrenci ve tüm toplum bunları takip ediyor. Takip etmeyenler de ya zaten tümden havlu atmış ya da zaten bu süreçlerden geçmiş bulunuyor.

“Hayat sınav” diye kabul ediyor dini metinler. Anadolu’da da yaygın bir söylemdir “hayat sınav” diye. İdeali, güzeli sınavsız bir dünya ama yaşananı o değil, ölüm sonrası bile sayısı sınırı belli olmayan sınavlar olduğu iddia ediliyor.

Sınav takvimini okullar, kurumlar, MEB, YÖK, ÖSYM açıklıyor. NATO 2035 yılına kadar blok ülkelerine bütçenin yüzde 5’ini işgal sanayisine aktarın diye zaten açıktan bir takvim oluşturmuş.

Aktüel soru bitti mi değil, bu sınav, bu oturum, bu raunt yaşandı, diğer raunt, bir sonraki işgal saldırı ne zaman?

Adnan Yücel’in dizeleriyle “Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek” diye bir hedef koyulabilir, ancak neye aşık olunduğu ile açıkça yüzleşilmedikçe, bu mevcut istenenler veya aşık olunanlarla bu işgaller bu çatışmalar bu sınavlar bitmez.

Diğer raunt ne zaman aktüel sorusundan öte ana soru diğer sınav veya raunt ne zaman değil, bu sınavlar, işgaller, kötülükler neden sürüyor, neden bitmez sorusu, bu soruyla iç içe geçen bunlar nasıl bitirilebilir sorusu. Yani aşkın türü ve çeşidini sormamız gerekiyor.

Sınavların, işgallerin, iyiliğin kötülüğün sebepleri neler, neden niye bitmez?

Ateşkes başlamadan işgal bitmedi dedi Netanyahu. Trump “çok b..tan işler oluyor” dedi. Bitmez demişti zaten Hobbes, Marx ve Eisenhower. İnsan insanın kurdu oldukça, eşitsizlikler ve özgürlük sorunları oldukça, endüstriyel askeri sistem oldukça bitmez. Upanişadlar, Avesta, Tevrat, Kur’an her birinin ana sayıltıları arasında yer alan iyilik ve kötülük oldukça, iyiler ve kötüler oldukça, efendilik ve kölelik oldukça, toplumsal cinsiyet oldukça, haçlı seferleri veya cihat fetih oldukça bitmez. Cehaletten öte, adalet diye tanımlanmış olandan öte, insan, grup veya toplumlar kendi üretmediğini istedikçe, böyle bir istenç oldukça bu çatışmalar bitmez. İstenç eşitlikçi, özgürlükçü, doğa ve canlıya saygılı olmadıkça bitmez bu işgal ve yayılmacılıklar.

Yani kötülüğe de aşık olunabilir. Kötülük istencinin kaynağı nedir, öncelikle bunu sormak gerekiyor.

“Güç” veya yayılmacılık istenci “doğal bir istenç” mi, doğal bir tiki veya güdü mü? Bu sorunun kolay bir yanıtı yok ancak böyle bir güç istenci yönelimine girilirse, yayılma isteğinin sınırı yok, çünkü kendinde amaç, sınırsızca yayılmak istiyor, bu kadar açık. Kapitalizm/ emperyalizm/ imparatorluk/ cihatcılık arayışları kendine sınır koyamaz, bunlar kendileri için kendinde amaç haline gelmiş bulunuyor, bunların bitirilmesi, diğer bir deyişle sürdürülmesi dışında bir ölçü bunlarla çelişiyor. Otokratlığın tek ölçüsü meşruiyetini kendinden alması, kendi otoritesinin ölçüsü kendisi oldukça otoriter arayışlara kendi kapsamı içinde içten başka bir ölçütle sınır koyulamaz.

Bir kere sınav, mumerus clausus (sınırlı konum) ve buna yönelik bir talep başlamaya görsün, sanki çok faydalı bir şeymiş gibi ABD’den, Çin’den Almanya’ya her tarafa, sınırlı sayıdaki bölüme, programa veya konuma erişmek üzere sayısı ve sınırı belirsiz sınavlar koyuluyor, sınavlar azalmıyor daha da yayılıyor. Önce LGS bu hafta da YKS sınavları yapıldı. İki sınavda 3.5 milyondan fazla çocuk ve genç yarıştı. Kazananı kim, bundan toplumsal bir kazanç elde edilebiliyor mu, sosyal faydası nedir, bilemiyoruz. Maliyetini hesaplamak daha kolay. Ürünü çıktıyı hesaplamak ise çok daha zor, ortada bir ürün alınıp alınmadığı veya nasıl bir kazanım elde edildiği de açık değil. En başarılı olanın o kadar başarılı olamayana göre kendini konumlandırdığı, ölçünün diğeri olduğu, diğerini geçtiği için sevinç içinde olduğu, tüm alanlarda tam yanıt veren az sayıda çocuk ve genç dışında hemen tüm çocukların ve gençlerin önünde daha başarılı olanların durduğu, en başarılı olanların ardında hemen tüm arkadaşlarının kaldığı, kendi kendinin rasyonalitesini üretmiş ve sürdürmekte olan bir garip toplumsal sistemle, bir diğerini geride bırakmaktan haz aldığımız, bir diğeri bizi geçti diye ona düşmanlık ettiğimiz bir hal ile hemhal olmuşuz.

Ne yanımızdakinden ne arkada bıraktığımızdan ne önümüzde olandan başarılı değiliz. Hiç kimseden ve kendimizden mutlu değiliz.

İşgal ettikçe işgal ettiklerimizle doymuş değiliz, henüz işgal edemediklerimizden mutlu değiliz.

Adem verilenlerden mutlu olmadı, Havva ile de iyi mutlu olamadı. Habil Kabil mutlu olmadı.

İşgal ve savaş, saldırı ve savunma doğal biyofizyolojik bir olgu mu, genetik bir olgu mu, tinsel bir olgu mu, toplumsal bir olgu mu, doğuştan mı geldi, sonradan mı oluştu, genetik/informatik bir sorun mu, eşitsizlik sorunu mu, ön yargı sorunu mu… Bu veya öbürü bunun neden ve erekleri neler, mekanizmaları sistemi yapısı ne, bunların ayırdına varılmadıkça, bu yanıtlarda geçen olgular sorunlar aşılmadıkça, bunlara karşı tavır alınmadıkça ve bunlar aşılmadıkça işgal ve çatışmalar bugünkü insanlara ve ülkelere içkin bir olgu olmaya devam edecek.

Yani işimiz bu sınavla, Suriye ile, Gazze ile, İran ile bitmiyor maalesef, bu sınav veya Gazze daha çok bir sonuç ve sadece bir ayağı ve evresi.

Bir işgal bir diğer işgali olumsuzlamıyor maalesef.

Belediyeler muzdarip, yurttaş yoldan geçemiyor, esnaf kaldırımı işgal eylemiş. Yurttaş belediyelerden, hükmedilen hükümetlerden, yargılanan hüküm kuranlardan muzdarip, konumlar bizzat işgal konumları haline gelmiş. Bakan veya başkan bir konumu işgal ediyor.

Mirasçılar arasında miras kavgası bitmiyor. Nice Osmanlı padişahını, daha bebe yaşında hanedanlık mirasçısı olması yedi, mirastan vaz geçer misin diye sorma gereği bile duymadılar, mirasçı doğmuştu çünkü. Erdoğan Erbakan’ı yedi, Özel Kılıçdaroğlu’nu, Netanyahu Hamaney’i. Yeme süreci oldukça birileri birilerini yemeğe devam edecek. Birileri İmamoğlu’nu, Fatih Altaylı’yı yemeye kalkıyor, kim kimi yiyebilirse.

Yiyicilik oldukça bu yeme dünyası bitmez.

Emperyalizm oldukça işgaller bitmez.

Metafetişizm oldukça işgaller bitmez.

Miras oldukça miras kavgaları bitmez.

Zümreler, sınıflar, nüfuzlar oldukça, böyle konumlar oldukça sınavlar bitmez, hatta adaletin bir yolu bile sayılır, meşruiyet/ rıza üretme aracı sayılır, “piyasa” sayılır.

Öyle bitsin deyince de bunlar bitmiyor. Bilmek de yetmiyor, hatta mevcut asimetrik ilişkilerde böyle bir bilgi avantaj elde etmeye dönüştürülebiliyor. Mevcut iktidarlar okullardan üniversitelerden bu düzeni sürdürecek bilgi, eğitim, sınav istiyor.

Fikri neyse zikri, zikri neyse fikri odur. NATO saldırı bütçelerinizi artırın diyor.

Sınavların, kayyımların, işgallerin bitmesi için bilginin bilincin ötesinde toplumsal talep ve cesaret gerekiyor

Bu düzenin bitirilebilmesi için bizzat bitirme bilinci, talebi ve cesareti gerekiyor. Benim tüm dünyada gördüğüm, en azından asgari bir bilincin olduğudur. Bu da iyi bir şeydir ama yeterli değildir. Bilinç tek başına yetmez, hatta seçeneğini oluşturamazsa bizzat rahatsız olduğu sistemde tutunma arayışına dönüşür, kötülüğü beslemeye başlar. Yani bilincin olumsuz olandan bizzat çıkar sağlama değil olumsuz olanı bitirme talebi de olması gerekir. Talep de yetmez, bizzat buna cesareti de olması gerekir.

Toplumsal talep yoksa bireysel olarak ne kalır geriye denirse onurlu bir mücadele de yeter kişi olana. En azından kötüyü istememek de bir istençtir, bildiği kötülüğü yapmamak da bir kişisel onurdur, kişiliktir.

Onursuzluk gerçekliğin bir parçası olabilir ancak onurlu olmaya örnek teşkil etmez. Onurlu bir yaşam kişi olana yeter.

Yine de onurlu bir yaşam toplumsal bir talebe dönüşmedikçe, toplumsal güç ilişkilerini aşmaya yönelmedikçe, tek başına olanı daha mikro kalıyor.

Yeryüzü onurlu aşkların yüzü oluncaya dek mücadele etmek gerekiyor. İşgal değil birlikte yaşama toplumsal bir talep olduğunda, bunun şartlarını oluşturduğumuzda, mülkiyet ve sahip olma yerine yaşamı yaşamayı odak aldığımızda iyiye yönelik talebin şartlarını biraz daha oluşturmuş olacağız, iyiye güzele yönelik talepleri biraz daha toplumsallaştırmış olacağız.

Mevcut neye el koyabilirim, sahip olmanın miktarını nasıl artırırım değil de dünyayı daha fazla nasıl yaşanabilir kılabiliriz, dolayısıyla kendi yaşamımı da daha yaşanılır hale nasıl getirebilirim diye sormamız gerekiyor. Bunun için başka sokaklara göz dikmek değil kendi sokağımızı yaşanabilir kılmaktan, güzelleştirmekten başlamamız gerekiyor, herkese ve her canlıya yaşanılır bir dünya için uğraşmamız gerekiyor.

Böyle bir dünyada sınavlara, kayyımlara, işgallere yer yoktur. Bilgiyi olumlu yönelime/ iyi istence, iyi istenci yaşama geçirmeye yönelmek, böyle bir irade ve cesaret gerekiyor.

                                                              /././

EMEP Milletvekili Karaca: Canı pahasına çalışan orman işçilerine 53 TL veriliyor -Dilan Temiz-

Yangınların söndürülmesinde önemli rol üstlenen orman işçilerinin çalışma koşullarını Meclis gündemine getiren EMEP Milletvekili Sevda Karaca, "Canı pahasına çalışan işçilere 53 TL veriliyor" dedi.

Emek Partisi (EMEP) Gaziantep Milletvekili Sevda Karaca, orman yangınlarıyla mücadele eden orman işçilerinin çalışma koşullarını TBMM gündemine taşıdı. Önergesinde zorunlu fazla mesai, personel eksikliği ve düşük ücretleri konu eden Karaca, işçilerin hak ve taleplerine dair konuların kamu çerçeve protokolünde (KÇP) olup olmayacağını sordu.

Son günlerde orman yangınlarının artmasıyla yangınlara dair sorumluluklar bir kez daha tartışılıyor. EMEP Gaziantep Milletvekili Sevda Karaca, Tarım ve Orman Bakanı İbrahim Yumaklı’ya yazılı soru önergesi vererek, yangınların söndürülmesinde hayati rol üstlenen orman işçilerinin çalışma koşullarını ve ücretlerini gündeme getirdi.

24 saat kesintisiz çalışıyorlar

Orman işçilerinin, yangın dönemlerinde haftalarca evlerine gidemediği ve personel yetersizliği nedeniyle ülkenin her yerindeki yangınlara gitmek zorunda kaldığını ifade eden Karaca “Bu sebeple yangınlarda ya da ekip binalarında kanuna aykırı bir şekilde 24 saat kesintisiz çalıştırılan işçilerin izin kullanma hakları dahi ellerinden alınmaktadır. Bu kanunsuzluğa itiraz eden işçiler ise mobbingle karşı karşıya bırakılmaktadır" diyerek orman işçilerinin haftalık izin, yıllık izin ve fazla mesai hakları hangi düzenlemelere göre belirlendiğini sordu.

Araç var, personel yok

Bakan İbrahim Yumaklı'nın 5 Mayıs’ta yaptığı “Orman yangınlarıyla mücadelede bütün unsurların hazır hale geldi” açıklamasına atıf yapan Karaca, “Bakan orman yangınında yer ekiplerinin temel itfaiye aracı olan arazöz sayısını 1786 olarak belirtmiştir. Ancak araçlarda çalışacak personel bulunmamaktadır. Olağan koşullarda 5 ila 8 işçinin çalışmasının gerekli olduğu arazözlerde çoğu zaman 1 şoför 1 de hortumcu olmak üzere 2 işçi çalışmaktadır. Aralıksız çalışan işçilerin hayatlarını da riske atan bu durumda karşısında, yorgunlukla herhangi bir kaza yapılması durumunda kazanın masrafları da işçilerden kesilmektedir. Bütün bu ihtiyaca karşın yeteri kadar orman işçisi istihdam edilmemekte, mevsimlik işçilerle eksiklik giderilmeye çalışılmaktadır” sözleriyle işçilerin çalışma koşullarını aktardı.

25 yıllık işçiye 40 bin TL ücret

Bu koşullarda çalışan işçilerin fazla çalışma ücreti dahi alamadıklarını, aynı kurumda çalıştıkları kamu emekçilerine ödenen yangın tazminatının, doğrudan yangınla mücadele eden işçilere verilmediğini kaydeden Karaca, “İşçiler yalnızca günlük 87,11 TL gibi komik bir ücret verilmekte ve bu ücretten de vergi kesintisi yapılarak 53,39 TL’ye düşmektedir. Tüm bunlara karşılık 25 yıllık bir orman işçisinin aylık ortalama geliri ise 40 bin TL’dir. 600 binden fazla kamu işçisinin hayatı etkileyecek olan kamu çerçeve protokolünün görüşüldüğü şu günlerde orman işçilerinin hak ve taleplerinin de karşılanması gerekmektedir” dedi.

"Kaç araç, eksik personelle çalışıyor?"

EMEP Milletvekili Karaca, Bakan Yumaklı’dan şu soruların yanıtını istedi: 

  • Orman yangınlarıyla mücadelede görevli kadrolu ve mevsimlik orman işçisi sayısı kaçtır? Bu sayı, ülke genelindeki yangın müdahale kapasitesine yeterli midir? 
  • Orman yangınlarında kullanılan toplam 1786 adet arazöz aracında görevli personel sayısı kaçtır? Her bir araç için öngörülen asgari işçi sayısı kaçtır? Kaç araç, eksik personelle çalışmaktadır? 
  • Yangın müdahalesi sırasında işçiler günde kaç saat çalıştırılmaktadır? Orman işçilerinin haftalık izin, yıllık izin ve fazla mesai hakları hangi düzenlemelere göre belirlenmektedir? Çalıştırıldıkları sürenin ücretleri nasıl hesaplanmaktadır? 
  • Aynı kurumda çalışan diğer kamu personeline ödenen 'yangın tazminatı', doğrudan yangınla mücadele eden orman işçilerine neden ödenmemektedir? Bu konuda bir çalışmanız bulunmakta mıdır? 
  • Yangın sırasında yaşanan kazalarda işçilere ceza ve maddi sorumluluk yüklenmesi uygulaması doğru mudur? Bu konuda yürütülen bir soruşturma veya denetim süreci var mıdır? 
  • Günlük net 53,39 TL olan yangınla mücadele priminin arttırılmasına yönelik bir çalışmanız var mıdır? 
  • Orman işçilerinin özlük haklarının iyileştirilmesi ve yeterli personel istihdamı için kamu çerçeve protokolü kapsamında Bakanlığınızın bir talebi veya önerisi olmuş mudur?
                                                                        ***
Evrensel



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

CUMHURİYET "Köşebaşı" -3 Temmuz 2025-

Büyük sürüklenme - Ergin Yıldızoğlu- ABD ve İngiltere’de jeopolitik alanında rastladığım kimi çalışmalar önemli bir korkuyu yansıtıyordu: Dü...