BİRGÜN "Köşebaşı + Gündem" -30 Temmuz 2025-

 

Berkin Elvan çocuk sayılmadı -Ayça Söylemez-

Polis Fatih Dalgalı’nın yargılandığı davada Yargıtay, sanığın, “kalabalık içerisinde  çocuk olduğunu bilemeyeceğinden” hareketle, müebbet hapis cezasının unsurlarının oluşmadığına hükmetti. İki üye karara şerh düştü.

Yargıtay 1. Ceza Dairesi, Berkin Elvan davasında polis Fatih Dalgalı hakkında verilen 16 yıl 8 aylık hapis cezasını onadı.

Yargılama boyunca tutuklanmayan ve polislik görevine devam eden Fatih Dalgalı hakkındaki karar, yerel mahkemeye gönderilecek, ardından infaz savcılığınca yakalama kararı çıkarılması bekleniyor.

Berkin Elvan 18 yaşından küçük olduğu için ölümünün, TCK’nın 82/1-e maddesindeki “Çocuğa ya da beden veya ruh bakımından kendisini savunamayacak durumda bulunan kişiye karşı” kasten öldürme suçundan kovuşturulması talep edildi ancak savcılık iddianameyi “olası kast” suçundan hazırladı. Dava ilk açıldığında görüştüğümüz Avukat Oya Aslan olay yerindeki tek bir polise dava açıldığını, davanın da “kasten öldürmek” değil “olası kastla öldürmek” suçundan açıldığını, bunun da hapis cezasını 20 yıla kadar düşürdüğünü söylemişti: “Müebbet gerektiren kasten öldürme yerine olası kast ile yargılandığında, polis mahkum olsa dahi ceza 20 yıla kadar düşüyor. Oysa sadece kamera görüntüleri bile kasten öldürmeye dava açmak için yeterliydi.”

Öyle de oldu, sanık polise 16 yıl 8 ay ceza verildi. Yargıtay bu durumu, gerekçeli kararında şöyle açıkladı:

“Sanık Fatih kullandığı gaz tüfeği ile ateş ederken karşıda bulunan eylemci grubun içerisinde çocuk olduğunu bilmesini gerektirecek herhangi bir ayırıcı unsur bulunmadığı, vefat eden Berkin'in çocuk olması nedeniyle 5237 sayılı Kanun'un 82/1-e maddesi gereği öldürmenin nitelikli hali yönünden hata içerisinde bulunduğu anlaşılmakla bu hatasından yararlanmak sureti ile bir kişinin olası kastla ölümünden sanığın sorumlu tutulacağı ancak bu kişinin çocuk olması halinde sanığın 5237 sayılı Kanun'un 30/2. maddesi gereğince sanığın olası kast ile çocuğu değil normal bir insanı öldürmüş gibi cezalandırılması gerektiği bu itibarla sanık hakkında 5237 sayılı Kanun'un 82/1-e maddesindeki nitelikli kasten öldürme suçunun oluşmayacağı, bu bağlamda eyleme uyan suç vasfının doğru biçimde belirlendiği…”

YAŞI DİKKATE ALINMALIYDI

Yargıtay 1. Ceza Dairesi Üyeleri Bayazıt Aköz ve Abdurrahman Orkun Dağ karara karşı oy yazdı.

Üyeler, mahkemenin hüküm kurarken Berkin Elvan’ın yaşını dikkate alması gerektiğini ve bu sebeple eylemin, “nitelikli kasten öldürme” vasfı taşıdığını, cezanın, ağırlaştırılmış müebbet hapsi öngören bu suçlama uyarınca verilmesi gerektiğini belirttiler.

Karşı oyda, “sanık hakkındaki eylemin TCK 82/1-e ve 21/2 maddeleri uyarınca vasıflandırılması gerekir iken TCK 87/4 madde uyarınca vasıflandırma yolunda görüş bildiren azınlığın görüşüne iştirak etmediklerini” ifade ettiler:

“İncelemesi yapılan dava dosyasında tüm deliller birlikte ele alınıp izlenen görüntüler ve bilirkişi raporları neticesinde sanık ve maktulün bulundukları pozisyon, aralarındaki mesafe, görüş açıları, tanık beyanları, sanığın kullandığı silahın özellikleri ile bu silahın nasıl kullanılacağına yönelik kurallar, sanığın bu silahı kullanmaya yetkin olması, kullandığı silahın etki mesafesi ve kullanma özellikleri, silahın kullanılması aşamasında artık toplu bir gösteri ya da bir karşı saldırının bulunmadığı ve karşı tarafta artık sadece silahsız olduğu bilinen 5-6 kişinin bulunduğu hususları neticesinde yerel mahkeme tarafından eylemin olası kast altında adam öldürme suçunu oluşturduğu yolundaki vasıflandırma isabetli bulunmuştur. Ancak gerek 1. Ceza Dairesinin yerleşik uygulaması ve Ceza Genel Kurulunun bunu destekleyen emsal kararları da (örneğin CGK 25.06.2020 tarih, 2016/1-545 Esas, 2020/316 Karar) dikkate alındığında olası kastın kabulü halinde cezayı netice belirleyeceğine göre olası kastın kabul edildiği bu eylemde maktulün yaşı dikkate alınarak suç vasfının ve cezanın TCK 82/1-e, 21/2 maddeleri uyarınca tayin ve tespiti gerekir iken temel cezanın TCK 81 madde uyarınca belirlenmesi doğru değildir.”

NE OLMUŞTU?

İstanbul 17. Ağır Ceza Mahkemesi, 18 Haziran 2021’de sanık hakkında olası kastla öldürme suçundan, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 81/1, 21/2, 62 ve 53. maddeleri uyarınca 16 yıl 8 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına ve hak yoksunluklarına karar verdi. İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 1. Ceza Dairesinin onadığı karar, Yargıtay’ın bu son hükmüyle kesinleşti.

Yargıtay’ın 13 Mayıs 2025 tarihli kararında, polis Dalgalı’nın “olay günü sabah 07.30 sularında Gezi olaylarına müdahale ederken 45 derece eğimle havaya ateş edip düşen fişeğin etkisiyle eylemci grupları dağıtması gerekirken tüfeği düz tutarak ve başını yana eğip hedef gözeterek ateş ettiği, tüfeğin etkili mesafesinin 150 metre olduğu ancak ateş ettiği eylemci grubun 65 metre mesafede bulunduğu gaz fişeğinin yaklaşık 150 gram ağırlığında olduğu yaptığı atışlardan birinin maktul Berkin'in kafasına saplanarak ölümüne sebebiyet verdiği” belirtildi.

TÜİK verileri: Gerçek işsizlik yüzde 32,9'a yükseldi!

TÜİK verilerine göre, 'gerçek işsizlik' oranını ifade eden atıl işgücü oranı, haziran ayında bir önceki aya göre 1,8 puan artarak yüzde 32,9'a yükseldi. Genç nüfusta işsizlik oranı ise bir önceki aya göre 0,6 puan artarak yüzde 16,2 oldu.(https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Isgucu-Istatistikleri-Haziran-2025-54074&dil=1)

(https://www.birgun.net/haber/tuik-verileri-gercek-issizlik-yuzde-32-9-a-yukseldi-642013)

                                                                    ***

Amaç gerçeği örtmek -Deniz Güngör-

Ankara Katliamı’nda 104 kişinin yaşamını yitirmesine ilişkin davada istinaf, ‘insanlığa karşı suç’tan beraat kararını hukuka ‘uygun’ buldu. Davanın avukatlarından Senem Doğanoğlu, “Zamanaşımının önü açılmak ve unutturulmak isteniyor, unutturmayacağız” dedi.

Ankara’da 10 Ekim 2015’te ‘Emek, Barış ve Demokrasi Mitingi’nde IŞİD’in gerçekleştirdiği bombalı saldırıda 104 kişinin yaşamını yitirmesine ilişkin açılan davada “insanlığa karşı suçtan” verilen beraat kararı “hukuka uygun” bulundu. Davanın 1 Temmuz 2024’te görülen karar duruşmasında sanık Erman Ekici hakkında verilen “insanlığa karşı suç”tan beraat kararı, İstinaf Mahkemesi tarafından hukuka uygun bulundu.

Mahkeme, 10 Ekim Katliamı avukatlarının bu talebini, müvekkillerinin “suçtan doğrudan doğruya zarar görmedikleri” gerekçesi ile reddetti.

UNUTTURMAK İSTİYORLAR

Davanın avukatlarından Senem Doğanoğlu, “İstinaf ‘Sizin mağdur statünüz bile yoktur’ dedi. Mahkeme 10 Ekim mitingini tarih dışı bırakıyor. Mitinge gelenleri öznellikten çıkartıyor. Birdenbire IŞİD sanki devlete karşı bir suç işlemiş gibi aslında tarihi yeniden yorumlamak istiyor. Ancak o gün yaşananlar insanlığa karşı suçtur ve bu bağlamda yargılamanın yapılması bizim için önemliydi. Ancak tek nokta bu değil. İnsanlığa karşı suçtan beraat değil de ceza verilseydi bu dava zamanaşımına uğrama ihtimali ile karşı karşıya kalmayacaktı” ifadelerini kullandı.

Bugünün BirGün'ü

“İnsanlığa karşı suç”ta zamanaşımının işlemediğine dikkat çeken Doğanoğlu, “Zamanaşımının uygulanmaması demek yıllar içinde çok daha fazla delilin ortaya çıkabilmesi demektir. Eğer mahkeme bu suçtan beraat değil de ceza vermiş olsaydı yargı mekanizması, 10 Ekim mitingine gelen süreçte halkların ne istediğini anlamaya yakın bir noktaya gelecekti. Gelecek açısından da dava zamanaşımı bekleyen, yakalama kararlarının infazlarını bekleyen bir nitelikten çıkacaktı. Ve bizim bütün sanıklar yönünden yeniden ve yeniden insanlığa karşı suçla ilgili bir yargılama yapılmasını isteme yolumuz açılacaktı, dava da hep açık kalacaktı” dedi.

Davanın açık kalmasının devletin sorumluğunun her an ortaya çıkabilecek delillerle yeniden tartışmaya açabileceğine dikkat çeken Doğanoğlu şu ifadeleri kullandı: “Katliam unutturulmak isteniyor ancak bizler 10 yıldır unutturmuyoruz, unutturmayacağız da.

Verdikleri bu kararla katliamın konuşulmasının önüne geçmek istiyorlar.”

∗∗∗

ADIM ADIM NELER YAŞANDI?

• Güvenlik önlemleri yetersizdi: İktidar, katliamın yaşandığı gün arama noktalarını kaldırdı. Mitingin düzenleneceği Sıhhiye Meydanı’nda yaklaşık 2 bin polis görevlendirilirken toplanma alanı olan Ankara Tren Garı’nda ise yalnızda 129 polis bulunuyordu.

• Saldırıdan haberleri vardı: Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat ve Terörle Mücadele Daire Başkanlığı, IŞİD’in bombalı saldırısına ilişkin günler öncesinden istihbarat aldı. İdari soruşturmada Emniyet Müdürlüğü ile MİT'in, IŞİD'in saldırı düzenleyeceğine dair 62 ayrı istihbarat notu geçtiği ortaya çıktı.

• Ankara’ya sorunsuz ulaştılar: Canlı bomba Yunus Emre Alagöz ve ismi bilinmeyen bir başka IŞİD üyesi, 9 Ekim 2015’te Antep’ten, IŞİD’in Antep sorumlusu Yunus Durmaz’ın yardımcısı Halil İbrahim Durgun’un kullandığı araçla yola çıktı. Yakup Şahin’in kullanımda olan bir başka araç ise önden eskortluk ediyordu. Yakup Şahin, Adana’da iki kez aynı polis çevirmesine yakalanmasına karşın durumundan şüphelenilmedi ve geçişine izin verildi. Hakkında herhangi bir gözaltı kararı olmaması nedeniyle yolculuk sorunsuz devam etti.

• İstihbarat görmezden gelindi: Saldırganlara eskortluk eden aracı kullanan Şahin’in saldırıdan tam 11 gün önce Antep’te amonyum nitrat almaya çalışması ihbar edildi. 1 Ekim’de ise bu ihbar Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı’na ulaştırıldı. Ancak Şahin hakkında herhangi bir gözaltı kararı çıkarılmazken Şahin, saldırganlara Ankara’ya kadar eşlik etti. Şahin’in katliamdan 3 gün önce Emniyet tarafından dinleniyor ve fiziki olarak takip ediliyordu.

• Dava bir yıl sonra açıldı: Katliama ilişkin yürütülen soruşturma kapsamında aralarında IŞİD’in Türkiye emiri olduğu ifade edilen İhami Balı’nın da olduğu toplamda 35 kişi hakkında dava açıldı. Sanıkların 16’sının firari olduğu davada 19’u tutuklu yargılandı. Ancak 2018’de Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesi 9 sanık hakkında 101 kez ağırlaştırılmış müebbet cezası verdi. Mahkeme heyeti, 5 sanığı 12'şer yıl, 4 sanığı 7 yıl 6'şar ay hapis cezasına çarptırdı. Mahkeme aynı zamanda Erman Ekici'nin "silahlı terör örgütü yöneticisi olmak" suçundan 18 yıl hapisle cezalandırılmasına hükmetti. 9 sanığa yaralama suçundan verilen bazı cezalar eksik inceleme nedeniyle 2022'de bozuldu.

• Kamu görevlilerine kalkan: Olayda ihmali bulunan kamu görevlilerinin yargılanması talep edildi. Müfettiş raporunda dönemin Ankara Emniyet Müdürü, İstihbarat Şube Müdür Vekili, TEM Şube Müdürü, eski Güvenlik Şube Müdür Vekili ve TEM Şubesi C Büro amirinin ihmali olduğu aktarıldı. Ankara Valiliği soruşturma izni vermedi. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı ise soruşturma izni verilmemesine ilişkin karara itiraz etmeyince, dosya açılamadan kapandı.

• AYM katliama sustu: Anayasa Mahkemesi katliamda ihmali bulunan kamu görevlilerinin yargılanmasına ilişkin dosyanın kapatılmasına ilişkin “ihlal” kararı vermedi. Katliam mağdurlarının bireysel başvuruları ise “bireysel başvuru usulü” gerekçesiyle “kabul edilemez” buldu.

• İstifa eden olmadı: Dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu, "Terörle mücadele konusunda defterler açılırsa birçok insan, insan yüzüne çıkamaz. Türkiye Cumhuriyeti tarihi yazıldığında en kritik dönemlerden biri 7 Haziran-1 Kasım arasındaki dönem olacaktır" dedi. Katliamın ardından istifa eden kimse olmadı.

• Bir çırpıda kapatıldı: 1 Temmuz 2024’te görülen karar duruşmasında mahkeme heyeti, sanıklar hakkında ağırlaştırılmış müebbet cezası vererek davayı bir çırpıda kapattı. Mahkeme, 9 sanığa 101'er kere ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verdi. Erman Ekici hakkında ayrıca “insan öldürmeye teşebbüs” suçundan 379 kere ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası veren mahkeme, “insanlığa karşı suçtan” beraatına hükmetti. Dosyanın firari sanıklar yönünden ayrılmasına karar verildi.

∗∗∗

DÜNYADAN ÖRNEKLER

Dünyada insanlığa karşı suçtan görülen davalarda birçok ceza verildi. Bunların yalnızca birkaçı şu şekilde:

Temmuz 1995’teki Srebrenitsa Katliamı’ndan sorumlu Bosnalı Sırp General Ratko Mladić, 2017 yılında insanlığa karşı suçtan ömür boyu hapis cezası aldı. Ruanda’da ise Nisan-Temmuz 1994’te yaşanan Ruanda Soykırımı sebebiyle insanlığa karşı suçtan yargılanan Taba Belediye Başkanı Jean-Paul Akayesu, 1998’de ömür boyu hapis aldı.

Sierra Leone İç Savaşı nedeniyle çok sayıda kişinin yaşamını yitirmesi sebebiyle yargılanan Liberya eski Cumhurbaşkanı Charles Taylor, insanlığa karşı suçtan 2012’de 50 yıl hapis cezasına çarptırıldı.

                                                             ***

Suriye’de beklentiler ve gerçekler -Berkant Gültekin-

Türkiye’de yürütülen sürecin bir ayağı da Suriye’deki gelişmeler kuşkusuz. Aralık ayında Esad’ın devrilmesinin ardından yönetimi HTŞ’nin aldığı ülkede, denge ve istikrar henüz sağlanabilmiş değil.

Ankara’nın beklentisi, Suriye’nin kuzeydoğusunu kontrol eden SDG’nin merkezi yönetime entegre olmayı kabul edip tıpkı PKK gibi silahlarını bırakması ve kendini feshetmesi. Ankara, parçalı değil üniter bir Suriye istiyor. Böylece HTŞ’nin hamisi rolüyle ülke ve bölge siyasetinde daha etkin hale gelinebileceği yönünde hesaplar yapılıyor.

Bu aks, içerideki sürecin de bir parçası olarak görülüyor. Kürt hareketinin Türkiye’deki ayaklarını Öcalan üzerinden yeniden koordinatlamak için kolları sıvayan rejim, yürütülen sürecin Suriye sahasındaki beklentilerini de karşılayacak şekilde sonuç üretmesini ümit ediyor.

ABD’nin pozisyonu da görünürde bundan çok uzak değil. ABD’nin Türkiye Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack, Suriye’de Kürtlerin ayrı bir devlet kurmasını desteklemediklerini söyledi. SDG’nin ve silahlı gücü YPG’nin Şam yönetimine entegre olması gerektiğini söyleyen Barrack, “Sonsuza kadar burada bebek bakıcılığı ve arabuluculuk yapmayacağız” gibi küstah ifadeler kullandı.

Ancak son gelişmelerin koşulsuz entegrasyon beklentileriyle uyumlu olduğunu söylemek zor. 10 Mart’ta SDG lideri Mazlum Abdi ile HTŞ lideri Colani arasında imzalanan mutabakatın ayakları halen yere basmıyor. Suriye ordusunun tek çatı altında birleşmesinin önünde şimdilik ciddi engeller var.

SDG NE İSTİYOR?

Mazlum Abdi 10 Mart mutabakatına ABD helikopteriyle gitmiş olsa de SDG, Barrack’ın Rakka, Deyrizor, Haseke ve Tabka’dan çekilme ve silah bırakma yönündeki talebini kabul etmeye yanaşmadı. SDG temsilcisi Sihanouk Dibo yaptığı açıklamada, “ABD ile herhangi bir anlaşmazlığımız yok” dese de silah bırakmayı düşünmediklerini belirtti.

Esasında Suriyeli Kürtlerin, Barrack’ın işaret ettiği türden ayrı bir devlet kurma talebi ya da hedefi yok. Mesele entegrasyonun içeriğiyle ilgili. Kürtler otonomi benzeri bir statüyle, karşılıklı tanınma çerçevesinde oluşacak bir entegrasyondan yana. Sürecin böyle ilerleyebileceğini savunuyorlar.

Kürtler HTŞ’nin kontrol ettiği güçlü bir merkezi yapıdan ziyade, adem-i merkeziyetçi, yerinden yönetim enstrümanlarının güçlü olduğu bir Suriye talep ediyor. Suriye ordusu içinde de kendi birliklerini korumak yönünde bir iradeleri var. Tek potada erimeye sıcak yaklaşmıyorlar. Kendi varlıklarının tanınmadığı bir zeminde silah bırakıp Suriye ordusuna katılmaya ikna olmuyorlar.

Pozisyonları şu an birbirine yakın gibi görünse de Washington ile Ankara’nın Suriye krizindeki esneme zamanlamaları farklı olabilir. Atlantik cephesi ilk sinyalleri zaten verdi. Barrack’ın son açıklamalarında bunun izlerini görmek mümkün.

HTŞ idaresindeki Şam’ın birleştirici bir merkez olamayacağı anlaşılınca, Barrack özerkliği içeren bir çözüme kapı araladı. ABD’nin önceliğinin Suriye’de “istikrar, birlik, adalet ve kapsayıcılık” olduğunu söyleyen Barrack, Suriye’nin devlet biçiminin ne olması gerektiğini konusunda herhangi bir modeli dikte etmediklerini söyledi ve “Eğer federalist bir hükümetle sonuçlanırsa, bu onların takdiridir” diye konuştu.

Aynı Barrack’ın “Güçlü ulus devletler İsrail için bir tehdittir” sözünü de hatırlamak gerek. Bir bakıma ABD, Suriye’de “çözümü bulmak” adına, İsrail’in kendi güvenliğiyle ilgili taleplerini de dikkate alarak yeni düzene ilişkin farklı seçenekleri tartışmaya açıyor.

Ankara şimdilik daha katı olan taraf. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Barrack’ın değerlendirmesiyle uyumlu şekilde, İsrail’in Suriye’yi bölmeye çalıştığını söyledi. Fidan, “İsrail kendi bölgesini gittikçe güçsüzleştirip kaosta tutmaya çalışan bir politika izliyor. Suriye’de olan son gelişmeler de bunun bir yansımasıdır” dedi.

Erdoğan da “Suriye'nin parçalanmasına dün rıza göstermedik, bugün de yarın da kesinlikle rıza göstermeyiz [İnsan hayret ediyor]. İsrail’in ipiyle kuyuya inenler çok büyük bir hesap hatası yaptıklarını er ya da geç anlayacaklardır” diyerek Fidan’ın dediklerini tasdik etti.

Fidan, Suriye’deki son gelişmelere ilişkin olarak askeri müdahale uyarısında da bulundu. “YPG’nin silah bırakmasını bekliyoruz” ve “Suriye’de devlet dışında silahlı grup olmamalı” diyen Fidan, “Şiddet kullanarak, bölmeye ve istikrarsızlaştırmaya doğru giderseniz, bunu kendi milli güvenliğimize yönelik doğrudan tehdit olarak algılarız ve müdahale ederiz” mesajı verdi.

İKTİDARIN TRAJEDİSİ

2011’de emperyalist güçlerin Suriye’de Esad’ı yıkmak, ülkeyi ise bölmek ve parçalamak için başlattığı iç savaşa cihatçıları destekleyerek dahil olan iktidar aklı, 14 yıl sonra “Suriye’nin bütünlüğünden yanayız çünkü İsrail bölgede istikrar istemiyor” diyor. Ya ne olacaktı? Yeni mi anladınız? AKP’nin geldiği yer hem politik bir çelişki hem de öngörüsüzlüğün trajik bir göstergesi.

İsrail ve ABD 2011’de ne istiyorsa bugün de aynısını istiyor. Anti-Esad cephesinin gerçek hedefi hiçbir zaman demokrasiyi geliştirmek ve Ortadoğu’ya özgürlük getirmek olmadı. Afganistan, Irak, Libya ve dünya üzerinde diğer birçok ülkenin içine neden oynandıysa Suriye’nin içine de aynı gerekçelerle oynandı.

Emperyalizmin dünden bugüne ne yapmaya çalıştığı belli. Sorun sömürgeci güçlerin peşine takılıp onların oyun sahalarında kendilerine biçilen rolü oynayan ve daha sonra “akil” pozu kesenlerde. Onlar, bugün karşıymış gibi oldukları hikâyenin, tarihsel figüranlarıdır ve öyle kalmaya da devam edecekler.

Suriye’de sürecin nereye doğru büküleceğini göreceğiz. Yeni düzen tasarımı için ABD ve Fransa devrede. HTŞ ve SDG’yi ortak bir noktada buluşturmak için yakın zamanda Mazlum Abdi ile Colani, Paris’te bir araya getirilecek. Burada Ankara’nın talepleri ya da hassasiyetlerinden ziyade egemenlerin çıkarları ve Suriye’nin güncel rasyonalitesi belirleyici olacak.

İşin sonunda herkes kendisine dikilen kaftanı giyecek. Tüm büyük laflar ve esip gürlemeler unutulacağı gibi, buradan bir başarı hikâyesi çıkarılmaya bile çalışılacak. Tüm bunlar olurken Ortadoğu, bağrında yeni krizleri biriktireceği farklı bir dönemin kapısından geçecek. Çünkü pusula anti-emperyalizm olmayınca, bu topraklarda yolun sonu hep uçuruma çıkıyor.

Trump’ın son gümrük anlaşmaları: Yeni normal mi geçici denge mi?-Güldem Atabay-

ABD Başkanı Donald Trump’ın ticaret politikaları, sadece Amerika’yı değil tüm dünyayı sarsan bir dönüşüm süreci başlattı. Yüksek sesli söylemler, ani tarifeler, agresif pazarlıklar... Ve şimdi, AB, Japonya ve Birleşik Krallık’la varılan bir dizi ticaret anlaşmasıyla bu süreç yeni bir evreye girmiş görünüyor. Ancak bu uzlaşmalar bir düzen inşa ediyor mu, yoksa belirsizliklerin yeni bir perdesini mi aralıyor? Cevaplar net değil.

Trump’ın ticaret stratejisinin temelinde yüksek tarifelerle müzakere masasında baskı kurmak yatıyor. Önce tehdit, ardından kontrollü yumuşama. Japonya ve AB ile olan süreçlerde de aynı taktik izlendi. %25’lik vergi tehdidiyle başlanan müzakereler sonunda %15 oranında uzlaşıldı. %15'lik gümrük vergisi, daha önce vergilendirilmeyen ilaç ve yarı iletkenler dahil olmak üzere AB’nin ABD’ye toplam 780 milyar avroluk ihracatının yaklaşık %70'ini kapsayacak.  Bu oran, küresel ticaret düzeninde yeni bir eşik tanımlıyor: Daha yüksek ama yönetilebilir bir gümrük tarifesi standardı.

ABD'nin AB'ye yaptığı ithalat ise karşılığında daha yüksek gümrük vergilerine tabi olmayacak.

Avrupa Birliği ile yapılan anlaşma bunun somut örneği. Avrupa mallarına %15 vergi uygulanacak; otomobiller bu kapsama dahil edilirken, ilaç kısmı tartışmalı, metal ürünleriyse muaf tutuldu. Ancak bu anlaşmanın kalbinde asıl dikkat çeken, Avrupa’nın ABD enerji ve savunma sektörlerine yönelik dev yatırım taahhütleri. 750 milyar dolarlık enerji alımı ve 600 milyar dolarlık yatırım sözü kulağa büyük geliyor ama bu rakamların detayları hâlâ muğlak: Hangi süre zarfında, hangi şirketlerle ve hangi kaynaklarla?

Japonya ile yapılan anlaşma da benzer bir tablo çiziyor. 550 milyar dolarlık yatırım fonu, Japon ürünlerine %15 vergi ve Trump’ın meşhur iddiası: “Bu yatırımların %90’ı ABD’ye kazanç olarak dönecek.” Ancak fonun kurulması, sektörler arası dağılımı ve finansmanı konusunda Tokyo sessiz; ABD Hazine Bakanlığı ise şartlar karşılanmazsa vergilerin %25’e çıkacağını söylüyor.

∗∗∗

Birleşik Krallık cephesinde ise Brexit sonrası yeni bir rota çizilmek isteniyor. ABD ile imzalanan mutabakat, otomobil ve çelik gibi alanlarda tarifelerin uyumlaştırılmasını içeriyor. Gıda güvenliği kurallarında da esneklik sağlanarak Amerikan tarım ürünlerinin BK pazarına erişimi kolaylaştırıldı. ABD açısından bakıldığında; AB, Japonya ve BK ile paralel vergi oranları belirlenmiş durumda. Bu, Trump’ın ihracatçılar için daha öngörülebilir bir rekabet zemini yaratma hedefinin bir parçası.

Ancak tüm bu anlaşmaların arka planında duran temel soru şu: Bu vaatler ne kadar gerçekçi? Devasa yatırım ve ticaret taahhütlerinin detayları hâlâ belirsiz. Otomotivde tarifeler sıfırlanacak mı? AB müktesebatının özüne aykırı şekilde Amerikan tarım ürünlerine yönelik kısıtlamalarını kaldıracak mı? İlaç sektörü özelinde %15 üzerine ek vergiler gerçekten devreye girecek mi? Bu soruların henüz net bir yanıtı yok.

Çin ile yürütülen ticaret savaşında ise geçici bir ateşkes ilan edilmiş durumda. Ek vergiler üç ay süreyle askıya alındı. Bu gelişme piyasalarda kısa vadeli bir rahatlama yaratsa da, müzakereler sonuçsuz kalırsa belirsizlik kaldığı yerden devam edecek. ABD ile Çin arasında kalıcı bir ticaret barışı hâlâ çok uzakta.

∗∗∗

Peki bu tablo bize ne söylüyor?

Trump’ın stratejisi artık açık: Önce şok, sonra pazarlık ve yeni statüko. Bu strateji, ABD’ye hem vergi geliri sağlıyor hem de savunma ve enerji gibi stratejik sektörlerde dış yatırımları ülkeye çekmeyi amaçlıyor. Ancak üretimi gerçekten Amerika’ya geri çekip çekmediği, tartışmalı. Yaratacağı enflasyon, belirsizliklerin ekonomiye yükü de cabası. Diğer yandan, Avrupa ve Japonya gibi ülkeler için bu süreç, belirsizlikten düzen üretme çabasıyla yönetiliyor.

Sonuç olarak Trump’ın gümrük savaşları bir sona mı yaklaşıyor, yoksa “yeni normal” hâline mi geliyor, henüz belirsiz. Görünen o ki ticaret savaşları, tarafları masaya çekmekte etkili oldu. Ama asıl test, bu anlaşmaların sahada nasıl uygulanacağı ve uzun vadede küresel ekonomiye ne getireceğiyle verilecek.

Trump’ın gürültülü ticaret diplomasisi, geçici rahatlamalar sunsa da kalıcı çözümler için hâlâ beklemek gerekiyor. Ekonomide öngörülebilirlik kıymetli. Trump 2,0 döneminde “öngörülebilir belirsizlik” en baskın gerçeklik olmaya devam ediyor.

“Çözüm Süreci”nin handikapları: “Türkiye Türklerindir”!-Şükrü Aslan-

Cumhurbaşkanı’nın, günler öncesinden duyurulan ‘tarihi konuşması’ndaki ‘Türk, Kürt, Arap’ birliğine dair sözlerini dinlediğimde, aklıma doğrudan ‘Türkiye Türklerindir’ ifadesi/vurgusu geldi. Bu söz, 2020’ye kadar, yaklaşık yetmiş yıl boyunca Hürriyet gazetesi logosunun hemen altında yer alan bir ifadeydi. İlk sayısı 1 Mayıs 1948’de çıkan gazete, çok geçmeden dönemin politik iklimine uygun biçimde, okuyucularına bu mülkiyet ilişkisini özenle hatırlatmıştı. Gerçi 1940’ların politik iklimi sadece Türk olmayanlar için değil, Türk olan ama iktidara ses çıkaranların da hedef haline geldiği yıllardı. Fakat ‘Türk’ olmayanların ses çıkarma ihtimalleri bile neredeyse imkânsızdı.

“Türkiye Türklerindir” ifadesi/vurgusu yeni değildi, dolayısıyla sadece 1940’lı yılların politik iklimi ile açıklanamazdı. 18 Eylül 1930’da Mahmut Esat Bozkurt, bu mülkiyet ilişkisinin dışında bırakılanların akıbetlerini de tayin etmişti: “Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır. O da hizmetçi olmak, köle olmaktır’. Aynen böyle söylemişti ve söyleyen kişi ülkenin ‘Adalet Bakanı’ıydı.

∗∗∗

Elbette bu milliyetçi tahayyül 1930’larla da sınırlı değildi. Önceki yılların metinlerde de aynı zihniyetin izleri vardı. Mesela TBMM Başkanlığı dâhil, bakanlıklar yapmış Abdülhalik Renda, 1925 yılında hükümete sunduğu kapsamlı bir raporda ‘eldeki arazinin iki millete yetmediğini’ yazmıştı. Kastettiği diğer ‘millet’ Kürtlerdi ve bunu açıkça ifade etmişti. Üstelik rapora konu olan şehirlerde ‘Türk’ nüfus, ‘Kürt’ nüfusun beşte biri gibi görünüyordu. Ama yine de beş misli olan nüfusu ya Türkleştirmek ya da yerlerinden çıkarmak gerektiğini önermişti. Yani ‘Türkiye Türklerindir’ vurgusu daha o zamanlarda da hâkim siyasetin ve dilin konusuydu.

Oysa bu rapordan birkaç yıl önce ilk TBMM’nin bileşimine dair hemen tüm cümleler, Meclis’in, ‘sadece Türklerden değil, bilakis Kürt, Arap, Çerkes, Gürcü gibi Müslüman topluluklardan oluştuğu’na özenle gönderme yapıyordu. Gerçi o ifadeler de ırkçı arzu ve tahayyüller içeriyordu. Çünkü bu coğrafyanın Müslüman olmayan yerli/kadim topluluklarını dışarıda bırakıyordu. O dönem Müslüman toplulukların ‘Türk’ olmayan kesimleri, henüz ‘hizmetkâr’ olarak tanımlanmamıştı.

İşin ilginç yanı Cumhuriyet’in ilanını takip eden dördüncü yıl yapılan ilk Genel Nüfus Sayımı’nda bu mülkiyet ilişkisine işaret etmek üzere Türkiye’nin ‘sahipleri’ yani vatandaşlarının miktarı somut verilerle tespit edilmişti. 1927 yılında çıkarılan verilere göre ilk üç sırada şimdi olduğu gibi yine Türkler, Kürtler ve Araplar vardı. Ama bu sıralama, toplulukların nüfus miktarına göre şöyle devam ediyordu: Rumlar, Çerkesler, Yahudiler, Ermeniler, Lazlar, Gürcüler, Pomaklar, Boşnaklar, Arnavutlar, Tatarlar vb. yani ülkenin ‘sahipleri’ çok ve çeşitliydi.

∗∗∗

Ama çok geçmeden bütün bu kimlik isimleri adım adım resmi söylemden çıkarılmış ve sadece ‘Türkler’ kalmıştı. ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’ vurgusu da o dönemin ürünü olarak 1933’de “Nutuk”la resmi söyleme girmiş, hemen hiç bir engelle karşılaşmadan adeta kamusal bir özellik kazanmıştı. O kadar ki dönemin gazetelerinde, kendisine ‘Türküm’ demenin kâfi olmadığı, köklerine ve dolayısıyla ‘dönme’ olup olmadığına bakmak gerektiği yönünde zaman zaman yazılar çıkmıştı.

Şimdi ‘Terörsüz Türkiye’ söylemi-hedefinin büyük bariyerlerinden birisi, 14 Aralık 1915’de Sabah gazetesine, 1949’da da Hürriyet Gazetesinin ilk sayfasına konu olan ‘Türkiye Türklerindir’ vurgusu ve yıllara yayılmış referanslarıdır. Cumhurbaşkanının ‘Türkler, Kürtler, Araplar’ diye başlayan konuşması, en azından ‘Türk’ ifadesinin diğerlerinin yerine geçmediğinin bir tür kabulü gibi yorumlanabilir. Ama gerçekte böyle midir?  Türkiye, ‘Türk’ olmasa bile Cumhuriyet’in vatandaş olarak kabul ettiği herkesin midir? Dolayısıyla soru şu: yeni dönemde bu söylem/ifadeye konu olan politik tercihle ve sonuçlarıyla bir yüzleşme olacak mı yoksa ‘Türk sözcüğü zaten bütün diğer kimlikleri de kapsıyor’ şeklindeki, bilimsel anlamı olmayan o geleneksel tez tekrarlanacak mı?


Yeni solun yükselişi -Özge Güneş-

İngiltere’de Keir Starmer liderliğindeki İşçi Partisi, artan şekilde merkez sağ politikalarla özdeşleşirken partinin eski liderlerinden Jeremy Corbyn, yeni bir sol siyasete öncülük ediyor. “Sizin Partiniz” adıyla yola çıkan yeni sol partinin kuruluş çağrısına yalnızca 24 saatte 300 bin kişinin yanıt vermesi, ülke siyasetinde yeni bir kitlesel hareketin doğduğuna işaret ediyor.

2024 genel seçimlerinde İşçi Partisi, Muhafazakâr Parti’nin uzun süredir biriken yıpranmışlığı üzerinden iktidara geldi. Ancak bu zafer, toplumda bir politik umut dalgası yaratmadı. Starmer’ın liderliğindeki parti, ne Filistin konusunda dış politikayı değiştirdi, ne çocuk yoksulluğu ne konut krizi ne de sağlık sistemine ilişkin yakıcı sorunlara yanıt üretti.

Aksine, merkez sağ çizgide ısrar ederek kamusal hizmetleri, sosyal hakları ve toplumsal talepleri görmezden geldi. Mayıs 2025 yerel seçimlerinde yaşanan oy kaybı, bu çizginin onay görmediğini ortaya koydu. Aynı dönemde Reform UK gibi sağcı güçlerin yükselmesi, siyasetteki temsil krizini sağın da fırsata çevirmeye başladığını gösterdi.

Ancak esas dönüşüm, solun içinden geldi. 2024 seçimleri öncesinde başlayan alternatif arayışı, Starmer hükümetinin uygulamaları karşısında yeni bir ivme kazandı. Toplumsal tepkiler, Jeremy Corbyn ve Zarah Sultana önderliğinde gelişen yeni sol yapı etrafında hızla birikmeye başladı.

İşçi Partisi’nin hangi politikaları bu yükselişe zemin hazırladı, bakalım:

FİLİSTİN EYLEM GRUBU YASAĞI

Temmuz 2025’te Britanya hükümeti, Filistin’le dayanışma eksenli doğrudan eylemler yürüten Palestine Action (PA) grubunu terör örgütü ilan etti. Bu karar yalnızca bir kampanya grubunu hedef almıyor, doğrudan ifade ve protesto özgürlüğünün cezalandırıldığı bir dönemin göstergesi olarak okunuyordu. Kararın ardından PA’ya destek açıklayan onlarca kişi gözaltına alındı, Terörizm Yasası’nın 13. maddesi uyarınca suçlandı.

Hükümetin hukuki gerekçesi, PA’nın sembolik eylemlerle, örneğin bir savaş uçağına kırmızı boya püskürtmekle “mülke zarar verdiği” iddiasına dayanıyordu. Ancak bu gerekçe, PA’yı El Kaide ve neo-Nazi gruplarla aynı kategoriye sokmak için kullanıldı. Daha da dikkat çekici olan, İşçi Partisi yönetiminin meclis oylamasında PA’yı iki aşırı sağ grupla aynı pakete dâhil ederek milletvekillerini “ya hep ya hiç” tercihiyle manipüle etmiş olmasıydı.

PA’nın açtığı davada bu yasağın iptali ihtimali hala gündemde olsa da, siyasal atmosferin kendisi, artık yalnızca eylemleri değil, dayanışmayı ve fikri destek beyanlarını bile cezalandıran bir çerçeveye dönüşmüş durumda.

PARTİ DİSİPLİNİ DEĞİL SOLUN TASFİYESİ

Filistin yanlısı eylemcilere karşı yargı mekanizmalarının işletilmesiyle eşzamanlı olarak, İşçi Partisi içinde sol kanada yönelik “disiplin” operasyonları da sertleşti.

Geçtiğimiz ay, engellilere yönelik ödemeleri ve kış yakıt desteğini hedef alan tartışmalı refah yasasına karşı oy kullanan dört milletvekili, “parti disiplinini ihlal ettikleri” gerekçesiyle partiden uzaklaştırıldı. Yasa, kamuoyunda ciddi tepkiyle karşılanmış; geniş bir karşı itiraz yükseltmişti.

Oysa bu uygulama sadece bir “disiplin” meselesi değil, doğrudan ideolojik bir tasfiyeyi işaret ediyordu. 1968 ile 2024 yılları arasında hiçbir İşçi Partisi milletvekili, yalnızca parti çizgisine aykırı oy kullandığı için partiden atılmamıştı. Buna karşın Starmer liderliğindeki yönetim, yalnızca son iki yılda en az on bir milletvekilini bu gerekçeyle uzaklaştırdı (Ana Vračar, People’s Dispatch, 2025).

Bu uzaklaştırmalar, partide sol çizginin sistematik biçimde dışlandığı bir uğrak oldu ve artık partinin yalnızca sağa değil, toplumsal muhalefete de kapalı bir yapı haline geldiğini gösterdi.

SOSYAL DEMOKRASİNİN İFLASI

İşçi Partisi’nin hem iç muhalefeti tasfiye eden tutumu hem de ülkenin yakıcı toplumsal sorunlarına yönelik duyarsızlığı, yalnızca solun değil, sosyal demokrasinin en temel vaatlerinin dahi ortadan kalktığını gösterdi.

Morning Star’da geçtiğimiz günlerde yayımlanan isimsiz başyazı, Starmer liderliğindeki İşçi Partisi’nin desteğinin kamuoyu yoklamalarında yüze 15’e kadar düştüğünü aktarıyordu. Aynı araştırmada, henüz resmi olarak kurulmamış olan Corbyn ve Zarah Sultana öncülüğündeki yeni sol girişimin potansiyel destek oranının da yüzde 15 olduğu belirtiliyordu.

Bu tablo, ülkede geleneksel solun -özellikle İşçi Partisi’nin- hegemonik rolünü kaybettiğine ve yerini dolduracak yeni siyasal biçimlerin arandığına işaret ediyor. Dahası, Yeşillerin oyuyla birlikte değerlendirildiğinde İşçi Partisi’nin solunda yüzde 20’ye yaklaşan bir toplam potansiyel ortaya çıkıyor.

ALTERNATİFLER ÖRGÜTLENİYORDU

Sol içindeki alternatif arayışlar yeni değil. 2023’te kurulan Collective (Kolektif) ile somutlaşmıştı. Ancak henüz birkaç ay öncesine kadar Kolektif’in nasıl bir yön izlemesi gerektiği konusunda ciddi görüş ayrılıkları vardı. Bazı çevreler, yerel ve bölgesel örgütlenme tamamlanmadan partileşmenin başarısızlık riski taşıyacağını savunuyordu. Diğerleriyse Reform UK’in hızlı yükselişi karşısında zamanın daraldığını ve siyasi müdahale ihtiyacının ertelenemeyeceğini öne sürüyordu.

Starmer hükümetinin son dönem politikaları, bu tartışmalara fiilen son verdi. Siyasal temsil krizi artık ertelenemeyecek bir düzeye ulaştı ve yeni bir parti ihtiyacı toplumun geniş kesimleri tarafından açık biçimde hissedilir hale geldi.

Nitekim Corbyn ve Sultana’nın 24 Haziran’da üyelik çağrısıyla başlattıkları Your Party (Sizin Partiniz) girişiminin konferansına, yalnızca 24 saat içinde 300 bin kişinin kayıt olmasıyla bu, toplumsal ihtiyacın kitlesel ifadesine dönüştü. Bu sayı, İşçi Partisi’nin toplam 309 bin üyelik düzeyine neredeyse eşitlenerek Your Party’i ülkenin üçüncü büyük siyasal hareketi konumuna taşıdı.

İFLAS EDEN MERKEZ YÜKSELEN ALTERNATİF

İşçi Partisi, hala sol adına konuşan ana akım bir yapı olarak varlığını sürdürüyorsa da temsil kabiliyetini büyük ölçüde yitirmiş durumda. Keir Starmer liderliğindeki parti, artık işçi sınıfının taleplerine değil, sermaye sınıfının güvenlik ve istikrar beklentilerine yanıt vermeye odaklanmış durumda.

Sorun artık eskiyi savunmak ya da güncellemek değil; yeni olanın nasıl doğacağı sorusu etrafında düğümleniyor. Corbyn liderliğindeki dönem, bu yeni toplumsal enerjinin İşçi Partisi üzerinden birikmesini mümkün kılmıştı. Ancak bu birikim, örgütsel tasfiye ve politik yön kırılmasıyla birlikte artık partinin dışına taşmış durumda.

Kolektif gibi girişimler, bu enerjiyi hem korumak hem de yönlendirmek üzere bir tür geçiş alanı işlevi görüyordu. Ancak son gelişmelerle, Your Party etrafında gelişen hızlı kitleselleşme, bu geçişin kalıcı bir kırılmaya evrildiğini gösteriyor.

Yeni kurulan bu zemin, artık salt bir tepki değil; uzun süredir bastırılan kamucu, antikapitalist ve dayanışmacı siyasetin yeniden kurucu ifadesine dönüşme potansiyeli taşıyor.

∗∗∗

DESTEK ÇIĞ GİBİ BÜYÜYOR

İngiltere’de Jeremy Corbyn ve Zarah Sultana’nın önclük ettiği yeni sol hareket Senin Partin’e destek çığ gibi büyüyor. Partiye şimdiden yüz binlerce kişi destek verirken komünistlerden de destek açıklaması geldi.

Hareketin önderlerinden Sultana, sosyal medya paylaşımında sadece üç gün içinde internet sitesinden partiye kaydolanların sayısının 500 bini aştığını açıkladı. Sultana X’te yaptığı paylaşımda “Müesses nizam bizi küçümsedi, gülerek alay etti. Şimdi gülmüyorlar. Sadece üç gün içinde 500 bin kişiye ulaştık. Karşı savaş başladı.” İfadelerini kullandı.

KOMÜNİSTLER DE EKİPTE

İngiltere Devrimci Komünist Parti (RCP) ise yaptığı açıklamada Corbyn ve Sultana’nın “şirketler ve milyarderler” ile “onların “hileli sistemine” karşı yeni bir sol parti kurulduğunu belirterek “RCP bu önemli adımı tutkuyla karşılıyor. Üyelerimizi bu yeni – ve oldukça ihtiyaç duyulan – sol partinin başarıya ulaşması için harekete geçireceğiz” dedi.

Fotoğraf: RCP

∗∗∗

BU ‘SİZİN PARTİNİZ’

Yeni bir tür siyasi partinin zamanı geldi. Sizin partiniz olacak bir parti.

Sistem hileli. Bu, dünyanın altıncı en zengin ülkesinde 4,5 milyon çocuğun yoksulluk içinde yaşadığı bir sistemde ortaya çıkıyor. Bu, devasa şirketlerin yükselen faturalardan servet kazandığı bir sistemde ortaya çıkıyor. Bu, hükümetin yoksullar için para olmadığını söylediği ama savaşa milyarlar ayırdığı bir sistemde ortaya çıkıyor.

Bu adaletsizlikleri kabul edemeyiz - siz de etmemelisiniz. Toplumumuzdaki krizleri ancak servetin ve gücün kitlesel şekilde yeniden dağıtılmasıyla çözebiliriz. Bu, toplumumuzdaki en zenginlerin vergilendirilmesi anlamına gelir. Bu, özelleştirmeden arındırılmış bir NHS (ulusal sağlık sistemi) ve enerji, su, ulaşım ve postanın kamulaştırılması anlamına gelir. Bu, büyük bir sosyal konut inşa programına yatırım yapılması demektir. Bu, gezegenimiz yerine kârlarını önceleyen fosil yakıt devlerine karşı durmak demektir.

Öte yandan milyonlarca insan, hükümetin soykırımdaki utanç verici suç ortaklığından dehşete düşmüş durumda. Biz, tüm insan yaşamının eşit değere sahip olduğu radikal fikrine inanıyoruz. Bu yüzden Filistin için protesto hakkını savunuyoruz. Bu yüzden İsrail’e silah satışının tamamen durdurulmasını talep ediyoruz. Ve bu yüzden barışa giden tek yolu savunmaya devam edeceğiz: Özgür ve bağımsız bir Filistin.

Hareketimiz, tüm inançlardan olan ya da hiçbir inancı olmayan insanlardan oluşuyor.

Toplumu bölenler, sizlere bu ülkedeki sorunların göçmenlerden ya da mültecilerden kaynaklandığını düşündürmek istiyor. Gerçek bu değil. Sorunlar, şirketlerin ve milyarderlerin çıkarlarını koruyan ekonomik sistemden kaynaklanıyor. Zenginliği yaratanlar sıradan insanlar – ve onu ait olduğu yere geri koyma gücüne sahip olanlar da yine onlar.

Artık yeni bir tür siyasi partinin zamanı geldi. Topluluklarımızda, sendikalarımızda ve toplumsal hareketlerimizde kök salacak bir parti. Tüm bölgelerde ve uluslarda güç inşa edecek bir parti.

Size ait olacak bir parti.

Kuruluş sürecinin bir parçası olmak ve açılış konferansına giden yolu birlikte şekillendirmek için www.yourparty.uk adresinden kaydolun. Bu konferansta, partinin yönünü, liderlik modelini ve toplumu dönüştürecek politikaları siz belirleyeceksiniz. Ancak böylece zenginlere ve güçlü olana karşı kazanabilecek demokratik bir hareket kurabiliriz.

Gerçek değişim geliyor.

Jeremy Corbyn/Milletvekili - Zarah Sultana/Milletvekili

Sayın Meloni’ye bir rica -Selçuk Candansayar-

Sayın Meloni, sizinle çok ama çok farklı politik görüşlere ve kimliklere sahibiz. Ancak, iki gün önce ayrıntılarını, sevgili Murat Yetkin’in “Yetkinreport” haber sitesinde okuduğum, bence “politik eyleminizi” duyunca size açık bir mektupla hem teşekkür etmek ve hem de ricada bulunmak istedim.

25 Temmuz tarihinde Senatonuz, hükümetinizin hazırladığı kadın cinayetlerine yönelik yönelik yasa tasarısını “oybirliğiyle” kabul etmiş. Senatonun sağdan sola 161 üyesinin tümü yasa tasarısını en küçük bir çekince duymadan onaylamış. Filiz Pehlivan'ın haberine göre, Yasa, kadına yönelik nefret, kontrol, ayrımcılık veya tahakküm saikiyle işlenen cinayetleri özel bir suç tipi olarak tanıyor ve Ceza Kanunu’na şu hükmü ekliyor; “Kadının öldürülmesi, eğer bu fiil nefret, ayrımcılık, kontrol, tahakküm veya onun bireysel özgürlüğünü kısıtlama amacıyla işlenmişse, faile ömür boyu hapis cezası uygulanır.”

Hükümetiniz yasa tasarısını geçtiğimiz “8 Mart’ta” Senatoya sunmuş. 5 ay içinde gündeme gelmiş ve oy birliğiyle kabul edilmiş. Yasa için sizi harekete geçiren geçtiğimiz yıl İtalya’da 113 kadının, sadece kadın oldukları için öldürülmüş olmasıymış.

Sayın Meloni, biliyor musunuz Türkiye’de 2024 yılında 394 kadın, sadece kadın oldukları için öldürüldüler. Üstelik ölüm kayıtlarına intihar, kaza, yüksekten düşme vs gibi giren şüpheli kadın ölümleri ve kayıp kadınlar bu sayıya dahil değil. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun verisine göre 2024 yılında 394 kadın cinayetinin yanı sıra en az 259 şüpheli kadın ölümü var.

Sizin ülkenizdeki kadın cinayetlerinin işleniş şekillerini bilmiyorum. Ama bizim ülkemizdeki kadınlar gerçekten insanlık dışı yöntemlerle öldürülüyorlar. Katillerin çok büyük bölümü eşi, eski eşi, kardeşi, babası, sevgilisi olan erkekler; yakından tanıdıkları kadınları yüksekten atıyor, boğuyor, delik deşik ediyor, parçalıyor, varile koyup yakıyorlar. Öldürdükleri kadınlara dair hisleri için “nefret” kavramı bile yeterli gelmiyor maalesef. Ülkemizde hemcinsiniz kadınların hiçbirinin can güvenliği yok.

Sizin ülkenizin emniyet ve yargı sisteminin kadına yönelik şiddet konusunda uygulamaları, tutum ve inançları hakkında bilgi sahibi değilim. Ama bizde durum oldukça vahim sayın Meloni. Adına, kimliğine ve anısına saygısızlık etmek istemem ama, biliyor musunuz bilmem,  22 yaşındaki Ayşe Tokyaz adlı yurttaşımız, sevgilisi olduğunu iddia eden eski bir polis tarafından yine insanlık dışı yöntemle öldürüldü. Hemen çoğu kadın cinayeti gibi de önlenebilir bir ölümdü.

Ayşe’nin katili hani neredeyse “istemeye istemeye” yakalandı. Kendisine o kadar güveniyormuş ki, özel bir önlem almaya gerek duymadan Ayşe’nin cansız bedenini taksi ile taşımış ve otoyol kenarına “atmış”. Katil yakalanınca iki yıl önceki “sevgilisinin” de şüpheli bir şekilde öldüğü ortaya çıktı. Katil, polisken rüşvet almak, tehdit, silah ve uyuşturucu kaçakçılığı gibi suçlar nedeniyle görevden uzaklaştırılmış! Sevgili Ayşe’nin ikiz kızkardeşi kardeşini bulabilmek, kurtarabilmek için polise başvurmuş. Ne yapabilirdi ki başka? Karakol karakol dolaşıp, kardeşine ulaşamadığını anlatıp, katilin kimliğini, adresini verip yardım etmeleri için çırpınmış. O yalvardığı ama hiçbir şey yapmayan, hatta çaresizce çırpınan kızkardeşi karakoldan kovan polislerden bazıları da şimdi tutuklandılar. Henüz mahkemeye çıkmadılar ama iddialara göre, karakoldaki polisler, eski meslektaşlarını korumuşlar. Hatta, yardım etmeleri için onlara neredeyse “yalvaran” kız kardeşinin ifadesini katile göndermişler. Katil, kızkardeşi arayıp, tehdit etmiş!

Demem o ki, sayın Meloni, Türkiye’de kadın cinayetlerini işleyenler “organize suç örgütü” olarak kabul edilebilecek bir iş ve güç birliği içinde hareket ediyorlar. Üstelik bu organize suç örgütünün üyelerinin birbirlerini önceden tanımaları da gerekmiyor. Errrkek olmaları birbirlerine yardım etmelerine, işbirliği yapmalarına, suçun üstünü örtmeye, sokaktan karakola, mahkemeden cezaevine birbirlerine destek olmalarına, yardım ve yataklık etmelerine yetiyor.

Sayın Meloni, hükümetinizin Aile Bakanı Eugenia Roccella, “Kadınların sadece kadın oldukları için öldürülmelerine karşı İtalyan devleti artık daha net ve sert yanıt verecek” diyerek yasadan duyduğu gönenci ifade etmiş. Kadınlar yüzyıllardır erkekler tarafından öldürülüyor ama kadınlara yönelik “cinskırımı” dünyanın her yerinde neoliberal dönemde artarak yaygınlaşıyor. Bu artış da bana sorarsanız sizin de dahil olduğunuz “sağ popülizmin” çok büyük etkisi var. Yasa tasarınızı popülist bir gözboyamacılık için değil, bir kadın olarak hazırladığınızı düşünmek istiyorum. Uygulamada neler olacağını hep birlikte göreceğiz.

Ne olursa olsun, öncüsü olduğunuz bu yasa için sizi yürekten kutlarım. Bir de küçük ricam var. Bizim Cumhurbaşkanımızla çok iyi ilişkileriniz olduğunu basından biliyorum. Belki haberiniz vardır, geçtiğimiz nisan ayında RT Erdoğan’ı ülkenizde ağırlama şekliniz bizim yandaş medyada büyük vaveyla koparmıştı.

Sayın Meloni, sevgili Başbakan “bi arasanız, hal hatır sorup, yasa tasarınızdan söz etseniz…”. Belki de sizi kırmaz, bilemedim…

Kısa bir üniversite tercih rehberi -Hayri Kozanoğlu-

Sonuçlar açıklandı şimdi sıra tercihlerde. Gençlerin üniversite tercihlerini yaparken göz önünde bulundurmaları gereken başlıca etmenleri 15 maddede derledim.

Sevgili gençler YKS sonuçları açıklandı. Şimdi sıra tercihlere geldi. Belki yaşamınızın en önemli kararlarından birini vermenin eşiğindesiniz. Öncelikle; yakınlarınızın, arkadaşlarınızın önerilerini can kulağıyla dinleyin, üniversitelerin tanıtım faaliyetlerini dikkatle izleyin, ama bir birey olarak son kararı kendi iradenizle verin. Çünkü bu sizin kariyeriniz; önünüzde yaşanacak uzun bir ömür, çalışma yaşamında geçirilecek nice yıllar, yapılacak yanlış bir tercihte çekilecek zahmetler  var.

Genç arkadaşlarımıza yardımcı olması umuduyla, tercihte bulunurken göz önünde bulundurulması gereken başlıca etmenleri, sorulmasında yarar olan soruları 15 maddede özetledim.

1) Yeteneklerim beni hangi alana yönlendiriyor? 

Kişinin çalışma yaşamında seferber edebileceği yetenekler çok önemlidir. Sayısal konulara çok yatkın bir insanın el becerileri gelişkin olmayabilir. Dil becerileri üst düzeyde bir gencin, matematikte başarı düzeyi düşük seyredebilir.

Yeteneklerim beni hangi alana yönlendiriyor? Sosyal bilimlere mi yatkınım, yoksa fen bilimlerine mi? El becerilerim mi daha gelişkin, yoksa bilişsel becerilerim mi? Matematik mi, Mimarlık mı? Yoksa müzik veya spor eğitimi mi? Bu sorulara cevap aramadan bir tercihte bulunmayın.

2) Gönlümden ne okumak geçiyor? 

Tüm diğer faktörler bir yana, insanın en sevdiği işi yapması, günün sonunda kendini mutlu hissetmesi, gönül huzuruyla işine odaklanması da büyük önem taşır.

Fazla para getirmese de felsefe mi okumalıyım? Hayvan sevgim nedeniyle veterinerliğe mi yazılmalıyım? Yoksa çocukluğumdan beri bilgisayar oyunları oynadığım için yazılımcılığı mı seçmeliyim? İstediğim bölüme puanım tutmasa da sonra yatay geçiş olanaklarını da zorlayarak; inşaat mühendisliğinden endüstriye, tarihten sosyolojiye kayma fırsatlarını göz ardı etmemeliyim. Sosyolojiye girsem, puanını tutturamadığım psikolojiden seçmeli ders alabilir miyim? Yan dal, çift anadal olanaklarını kullanarak hayalimdeki alana sarkabilir miyim?

3) Hangi üniversiteye gitmeliyim? 

Bazı üniversitelerin ünü okuduğunuz branşın önüne geçebilir. Oradan aldığınız diploma ömür boyu tüm kapıları açabilir. Oranın mezunu olmak, bulunduğunuz sosyal ortamda bir anda prestijinizi yükseltebilir. Sizi doğrudan kurumun ilişki ağlarına, dayanışma bağlarına  dahil edebilir. Araştırmalar,  “sinyal etkisi” denilen o üniversitenin imajının, işe alırken çoğu zaman eğitimde  insanın üretkenliğini artıran bilgi ve becerilerin önüne geçtiğini gösteriyor. Tercihlerinizde, okuyacağınız bölümün yanı sıra, okulun tarihini, misyonunu, hoca sayısı ve kalitesini de göz önüne almalısınız.

Örneğin İngiltere’de Oxford, Cambridge; ABD’de Harvard, Stanford, MIT, Yale; Fransa’da Sorbonne bu kapsamdaki üniversitelerdir. Bizde ise ODTÜ, Boğaziçi, İTÜ mezuniyeti bu nitelikte kabul edilebilir. Veya Ankara’da Mülkiye, İstanbul Hukuk Fakültesi köklü kurum imajı verebilir. Hacettepe Tıp diploması parlak bir öğrenci olduğunuzun teminatı sayılabilir. Vakıf üniversiteleri arasında Bilkent, Koç, Sabancı kurumsallaşma özellikleriyle öne çıkabilir.

Üniversite seçerken, Üniversite Memnuniyet Araştırması sonuçlarına bakmanız, o üniversitenin (bölümün )  mezunlarının hangi sektörlerde, ne koşullarda iş bulduğunu da irdelemeniz tavsiye edilir. Ayrıca seçeceğiniz  okulda, değişim programlarının yaygınlığı ve staj olanakları da giderek önemi daha fazla anlaşılan etmenlerdir.

4) Hangi kentte okumalıyım? 

Sonunda yaşamınızın önemli bir bölümünü üniversite okuduğunuz kentte geçireceksiniz. Oranın kültürel ortamını, sosyal yaşantısını deneyimleyeceksiniz. O yöredeki iklim koşullarından etkileneceksiniz. Tüm bu nedenlerle okuyacağınız kent de çok önemli. İstanbul pahalı, ulaşımı yorucu ama ülkenin kültür başkenti, ayrıca ek iş bulma olanakları daha fazla. Antalya’nın iklimi güzel, yazın turizm sektöründe istihdam edilme fırsatı var. Konya’da ulaşım kolay, kent düzenli. İzmir’de hayatın ritmi beni çekiyor. Adana memlekete yakın, Trabzon dedemin memleketi gibi gibi…

5) Hangi meslekte kolay iş bulurum? 

Kolay iş bulmakla o bölümün puanı paralellik göstermeyebilir. Bazen fizyoterapi hekimlikten, odyometri elektronik ve haberleşme mühendisliğinden, lojistik işletme yönetiminden daha kolay işe girmenizi sağlayabilir. Muhasebede veya turizmde öğrenciyken de çalışabilirim. Fizik veya matematik okurken özel ders verebilirim. Yazılımcılıkta evden de çalışabilirim. Tercih yaparken bu etmenleri de hesaba katmanızda yarar var.

TUİK’e göre Türkiye’de en kolay iş bulan meslekler tıp, özel öğretim öğretmenliği, elektrik-elektronik öğretmenliği, hemşirelik ve ebelik diye sıralanıyor. İlk iş bulma süresi en kısa olan meslekler ise dil ve konuşma terapisi, tıp, eczacılık ve ebelik olarak ifade ediliyor.

6) Hangi meslekte daha çok para kazanırım? 

Kariyerin tek amacının çok para kazanmak olması anlamlı değildir. Ancak konforlu bir yaşam sürebilmek, fazla hesap yapmadan insani gereksinimleri  karşılayabilmek de elbette önemlidir. TUİK’in ortalama kazancın en yüksek olduğu bölümler sıralaması, genelde sağlık bilimleri ve mühendisliğin en tatminkar getiri sağlayan alanlar olduğunu gösteriyor. Bölüm olarak da pilotluk, matematik mühendisliği, uzay mühendisliği, tıp ve uçak mühendisliği ilk 5 sırada yer alıyor.

7) Yurtiçinde mi yurtdışında mı çalışmayı düşünmeliyim? 

Günümüz koşullarında yurtdışında çalışma olanaklarının da göz önüne alınması gerekiyor. Demografik değişimler, örneğin nüfusun ortalama yaşam süresinin uzaması, işgücüne katılımın azalması başta kıta Avrupası gelmek üzere bazı ülkelerde yeni iş olanakları açıyor. Yaşlı bakımı gibi talebi artan, yazılım mühendisliği gibi dili evrensel olan, aşçılık gibi çok kültürlülüğün cazip kıldığı meslekler öne çıkıyor. Tabii ki yurtdışında iş bulmak için yabancı dilin düzeyi büyük önem taşıyor.

8) Hangi meslek statü-prestij sağlar? 

Bazı mesleklerin, örneğin hekimlik, öğretmenlik sosyal işlevleri nedeniyle öteden beri saygınlığı yüksektir. Mimarım dediğinizde hem teknik beceri sahibi olduğunuz hem de sanatçı ruhu taşıdığınız imajı verirsiniz. Bilgisayar mühendisliği yüksek IQ puanınıza, hukuk adalet duygunuzun yüksekliğine, veterinerlik veya ormancılık doğayla barışık olduğunuza ilişkin mesajlar verir. Borsa analistiyseniz yatırım tiyoları, ekonomistseniz döviz kurunun seyri, diyetisyenseniz kilo kontrolü konularında sosyal ortamlarda en çok aranan insan olursunuz.

9) Türkçe mi, yoksa yabancı dilde mi eğitim görmeliyim? 

İnsanın anadilinde anlaması, algılaması, kendini ifade etmesi daha kolaydır. Mesleki anlamda kişinin kendi dilinde terminolojiye hakim olması da son derece gereklidir. Öte yandan yabancı dilde eğitim evrensellik kazandırır, bireyin ufkunu geliştirir, daha geniş bilimsel ve popüler kaynağa erişim olanağı getirir, yurtdışında iş bulma şansını artırır. Eğer Türkçe eğitim görüyorsanız yabancı dil becerilerini geliştirmeniz, yabancı dilde eğitim görüyorsanız mesleğinizin Türkçe jargonunu öğrenmeniz tavsiye edilir.

10) Bir kamu üniversitesini mi, yoksa vakıf üniversitesini mi seçmeliyim? 

Kamu üniversitelerinde daha az istediğiniz bir dal da olsa ailenize yük olmadan okuyabilir, iyi incelerseniz belki de fazlaca reklamı yapılmayan bir bölümden daha nitelikli eğitim alabilirsiniz. Öte yandan bir vakıf üniversitesinde bazen aile bütçenizi zorlayarak da olsa en çok istediğiniz bir dala veya uzun dönemde daha yüksek kazanç sağlayacağınız bir branşa puan kısıtına fazla takılmadan yönelebilirsiniz. Burada üniversite ücretlerini, burs bulma olanaklarını, eğer borçlanmak söz konusuysa kredi koşullarını titizlikle incelemeli, ona göre son kararınızı vermelisiniz. Sadece üniversite harçlarını değil, yaşam maliyetini de, örneğin kantindeki çay fiyatlarını veya kafeterya yemek ücretini de göz ardı etmemelisiniz.

11) Mutlaka bu sene bir yere yerleşip boş kalmamaya mı öncelik vermeliym, yoksa özlemlerimi seneye mi ertelemeliyim? 

Burada çok kritik bir karar söz konusu. Şöyle ki tercih listesine sadece en çok arzuladığınız bölümleri yazarsanız, bu bölümlerden birine yerleşememeniz durumunda puanınız düşmez. Ancak o sene boşta kalma tehlikeniz ortaya çıkar. En azından bu sene boşta gezmeyip bir yere kapılanayım derseniz, ikinci sene puanınız düşer. Ertesi sene sınavda istediğiniz bölümlerden birini kazanacak bir performans sergileseniz dahi, puanınız düşeceği için  gönlünüzden geçen yere kayıt yaptıramama tehlikesi ortaya çıkar.

12) Ailemin yanında kalarak ev ortamında huzurlu bir çalışmaya mı öncelik vermeliyim, yoksa farklı bir şehirde kendi ayaklarım üzerinde durarak, bağımsızlığımı kazanmayı mı denemeliyim? 

Ailenin yanında sadece o kentteki üniversitelere gidebilirsiniz. Özellikle taşra kentlerinde bu durum seçme özgürlüğünüzü kısıtlar. Yereldeki kabuğunuzu kıramamanıza yol açar. Evde kalarak okumanız halinde, elbette çevreye uyum sorunu yaşamayacağınız, yeni bir çalışma düzeni kurmak zorunda kalmayacağınız, ailenizin ilgi ve şefkatini üzerinizde hissedeceğiniz bir ortamın avantajlarını yaşarsınız. Öte yandan,  bağımsızlığınızı kazanacağınız, ileride yüz yüze kalacağınız yaşam zorluklarına erkenden ayak uydurabileceğiniz, farklı sosyalleşme fırsatları bulacağınız yeni bir ortama açılmayı ertelemiş olursunuz.

13) Sadece eğitimin kalitesini mi düşünmeliyim, yoksa seçeceğim üniversitenin kültürel ortamını, sosyal yaşamını, sanat ve spor olanaklarını da hesaba katmalı mıyım? 

Örneğin, kampüs hayatının belirleyici olduğu bir üniversitede, tüm zamanınızı burada geçireceğinizi, hobilerinizi burada sürdüreceğinizi, sosyal faaliyetlerinizi burada yürüteceğinizi düşünmelisiniz. Bir şehir üniversitesinde ise, okul mekânı dışındaki yeme içme, sanat, spor olanaklarıyla zenginleşen bir yaşam sürdüreceğinizi unutmamalısınız. Okulun kütüphanesini , yeme-içme seçeneklerini, yurt olanaklarını da tercihinizde hesaba katmalısınız.

14) Bugün en geçerli bir alana mı yönelmeliyim, yoksa kariyerin 30 – 40 yıla yayıldığını düşünerek, teknolojik gelişmeleri –küresel trendleri göz önüne alarak mı bir meslek seçim kararı vermeliyim? 

Önümüzdeki yıllarda en büyük gelişim gösterecek mezunların, Büyük Veri Uzmanları, Fintek Mühendisleri, Yapay Zekâ ve makine öğrenmesi uzmanları, yazılımcılar, yeşil dönüşümle ilgili mesleklerden çıkacağı düşünülüyor. Küresel iklim değişikliğine karşı mücadele için öne çıkacak otonom ve elektrikli araç uzmanları, çevre mühendisleri, yenilenebilir enerji mühendisleri yeşil dönüşümün kilit elemanları olacak. Ayrıca 3D mühendisliği, blockchain uzmanlığı, drone pilotluğu, rüzgar türbini bakım teknisyenliği, bilgi güvenliği analistliği da fazla bilinmeyen ama  önü açık mesleklere örnek verilebilir.

Kasiyerler, sekreterler, banka veznedarları, veri giriş memurları da en fazla istihdam kaybına uğrayacak uğraşlar olarak gösteriliyor. Teknolojik gelişmeler bazı meslekleri ayıklıyor veya önemsizleştiriyor. Yapay zeka ve bilgi işleme, robotik ve otomasyon, enerji üretimi, depolanması ve dağıtımı alanlarındaki teknolojik atılımlar  iş gücü piyasasını en fazla etkileyecek dönüşümler olarak gösteriliyor,

15) Meslek seçiminde toplumsal cinsiyet önemli midir? 

Toplumsal iş bölümünde kadın-erkek ayrımının olmaması arzulanır. Ancak bazı meslekler, örneğin hemşirelik, ebelik, sekreterlik kadınlara özgü; bazı meslekler de maden mühendisliği, pilotluk, askerlik gibi aynı şekilde erkek ağırlıklı olarak kodlanmıştır. Muhasebecilik, dişçilik, endüstri mühendisliği gibi bazı meslekler ise, bu toplumsal cinsiyet ayrımının en az gözlendiği dallardır.

Yapılan araştırmalar, üretici yapay zekânın yaygınlaşmasının istihdam kaybına yol açacağına, bu etkinin kadın istihdamında daha belirgin bir biçimde öne çıkacağına işaret ediyor. Bu nedenle üniversite tercihlerinin geleneksel kadın mesleklerine hapsolmaması, kızlarımızın teknolojik dönüşüm sürecinden daha az olumsuz etkilenmesini sağlayacaktır.

Tüm bu yazılanlar sizi düşünmeye, daha sağlıklı bir değerlendirme yapmaya yöneltmek içindi. Yoksa tabii ki en doğrusu, son kararı özgür iradenizle kendinizin vermesidir.

Böyle rejime böyle bürokrat-Ethem Kutay TOKER-

Mersin’de 5 çocuğun, polis gözetiminde Kaymakam ve oğlu tarafından darp edilmesine ilişkin yeni detaylar ortaya çıktı. Çocuklardan 2’sinin gözaltında tutulduğu, 1’inin adli kontrolle serbest bırakıldığı öğrenildi. Avukatlar tepkili.(https://www.birgun.net/haber/boyle-rejime-boyle-burokrat-641964)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

Savcı ‘İngiliz casusu’ olmakla suçluyor! Yöneticisi olduğu şirkete siber güvenlik ihalesi verildi -Bahadır Özgür /halkTV-

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın başlattığı ‘ casusluk ’ soruşturması, İBB dosyasında şimdiye kadarki en ağır itham. Savcılık CIA, MOSSA...