CUMHURİYET "Köşebaşı" -3 Temmuz 2025-

Büyük sürüklenme -Ergin Yıldızoğlu-

ABD ve İngiltere’de jeopolitik alanında rastladığım kimi çalışmalar önemli bir korkuyu yansıtıyordu: Dünya bir “Büyük Savaş”a doğru sürükleniyor. Artık, kapitalizm, “küreselleşmenin” (ABD hegemonyasının) dünyasından farklı bir yerde. Örneğin McKinsey araştırma şirketinin bir raporuna (Multinationals at a crossroads: Adapting to a new geopolitical era) göre çokuluslu şirketler (ÇUŞ), on yıllardır, tedarik zincirlerini, yatırımlarını ve üretim ağlarını sadece maliyet ve verimlilik üzerinden tasarladılar. Bu dönem sona eriyor. Küresel rekabet, artık, yalnızca piyasalarla, teknolojiyle sınırlı değil. Kritik madenler, enerji altyapısı, iletişim kabloları ve lojistik ağlar, doğrudan jeopolitik cephelere (paylaşım alanlarınaEY) dönüştüler.

Günümüzde hayat, cep telefonlarından savaş uçaklarına, elektrikli araçlardan füze sistemlerinin üretimine çoğu kez isimlerini bile bilmediğimiz bazı elementlere dayanıyor. Bu minerallerin üretim, arındırma süreçleri üzerinde tekelci bir konuma sahip olan Çin, 2025’te ABD ve müttefiklerinin yarı iletken teknolojilerine koyduğu kısıtlamalara karşılık, germanyum ve galyum ihracatını kısıtlayarak, konumunu bir jeopolitik silah olarak kullanabiliyor.

Geopolitical Monitor’dan Nicholas Weber “Unsecured Fronts: How Hybrid Warfare Influences Strategic Competition” başlıklı çalışmasında (25/06/2025) bu sürüklenmenin, ekonomik yaptırımlar, siber saldırılar, sabotajlar ve hammadde ambargolarıyla ilerlediğine dikkat çekiyor. Lawrence Freedman “The Age of Forever Wars”(Foreign Affaires Mayıs/Haziran 2025) başlıklı yazısında, savaşların, artık kısa sürede bir zafer getirmediğine, beklentilerin aksine sonu gelmez çatışmalara açıldığını saptıyordu.

ÇUŞ VE JEOPOLİTİK

McKinsey raporuna göre ÇUŞ, şimdi çok zor tercihlerle, karşı karşıyalar: Çin gibi denetimli piyasalardaki kâr oranlarını sürdürmek, artık savaş, yaptırım, el koyma veya ani tedarik kesintileri riskine değiyor mu? Ekonomik verimlilik, hukuk düzeni ve mülkiyet güvencesi üzerine inşa edilen eski dünya hızla dağılıyor. Foreign Affaires’te Wess Mitchell’in (The Return of Great-Power Diplomacy)- May/June 2025) vurgulandığı gibi Soğuk Savaş sonrası dünyanın, kurumlarının, kurallarının barışı garanti edebileceği düşüncesi (ABD hegemonyasının restorasyon beklentisi-EY) artık tarih oldu.

Bir süredir, ABD, Çin ve Rusya, sadece bölgesel nüfuz alanları üzerinden değil; enerji, hammadde, veri ve üretim teknolojileri üzerinden de rekabet ediyorlar. Bu sürüklenme içinde diplomasi, açıktan bir güç mücadelesinin aracına dönüşüyor. Trump yönetiminin dış politikasında, Nazi hukukçusu Carl Scmidt’in, o dönemde yeni bir “Büyük Savaş”ın zemini hazırlayan “pluriversum” teorisinin (dünyanın büyük güç arasında paylaşılması savaşı önler) canlandığı görülüyor. Gerçekte, böyle çok kutuplu dünyada ABD, Çin ve Rusya’yı aynı anda dengeleyecek kaynaklardan yoksun ve “Büyük Savaşlar”, genellikle küçük hesap hatalarıyla başlıyor.

VE TÜRKİYE

Dünya, enerji boru hatlarında, nadir toprak madenlerinde, çip ambargolarında ve altyapı sabotajlarında ilerleyen bir ekonomik, diplomatik savaş alanına dönüşüyor. Hem şirketler hem de devletler için artık, tedarik zincirleri sadece ticaret değil, bir ulusal güvenlik sorunu ve ekonomik, finansal bağımlılıklar, potansiyel tehdit kanalları. “Büyük Savaş” artık imkânsız değil. Ve buna hazır olmayanların -ister devlet ister şirket olsun- bu savaşın doğrudan cephesi (paylaşım alanı) olması kaçınılmaz.

Bu savaşa giden süreçte, gıda, su, enerji, yarı iletkenler, nadir maden tedariklerine ilişkin rekabetin toplumlarda yaşamsal basınçlar yaratması kaçınılmaz. Bu sürüklenme içinde tek tek ülkelerin güvenliği, askeri kapasitelerinin, ait oldukları ittifaklar sisteminin yanı sıra ve daha da önemlisi, ülke içindeki ekonomik siyasi, hatta kültürel dengelere, yönetimin vatandaşlarından aldığı “rızaya” dayanıyor.

Bu sürüklenmenin özelliklerine bakınca, ekonomik ve kültürel krizler içinde vatandaşlarından aldığı rıza son derecede aşınmış, bu nedenle “sandıktan” ısrarla kaçan, rakiplerini hapse atarak, susturarak ayakta kalmaya çalışan AKP Türkiye’sinin o ekonomik siyasi, hatta kültürel dengeler alanında hiç güven vermediği görülüyor.

                                                  /././

Lider, parti, rejim -Ergin Yıldızoğlu-

Bu pazartesi yazımı yazamayacaktım: Gözlerimde geçici bir sorun var. Ancak CHP’de yaşananları izlerken dayanamadım. Kısa bir yazıyı bir başkasına dikte ettirebilirim diye düşündüm.

LİDER VE PARTİ

Demokratik bir rejimle, mevcut ya da potansiyel bir otokrasi (“süreç olarak faşizmi”) arasındaki farklardan biri de bir siyasi parti ile lideri arasındaki ilişkidir. Demokrasilerde lider siyasi partiye hizmet etmek, partiyi hükümete taşımak için vardır. Bu nedenle, mevcut lider ilk kaybettiği seçimlerin ardından istifa ederek yeni bir liderin yolunu açar. Partide, eğer, mevcut liderin, gelecek seçimleri kaybedeceğine yönelik güçlü bir kanı oluşmuşsa, buna karşın istifa etmeye yanaşmıyorsa demokratik düzenin partisinin liderini değiştirecek mekanizmaları vardır. Buna karşılık, otokrasilerde ya da “süreç olarak faşizmde” siyasi partiler lidere hizmet etmek için vardır. Bu durumda partinin, liderini değiştirecek mekanizmaları yoktur.

Bu iki duruma kıyasla, girdiği her genel ve başkanlık seçimini “kazanan”, hatta kazanmayı “başaran”, demokratik bir geleneğe, projeye ve ideolojiye yabancı AKP’nin liderini değiştirmesi için bir gerekçe yoktur. Zaten AKP liderini değiştirmek için gerekli yapısal mekanizmalardan da yoksundur. AKP’de parti lidere aittir, lider partiye değil.

Türkiye siyasetinde esas sorun, demokratik bir geleneğin, projenin ve dinamiğin parçası olan CHP ile ilgilidir. Son kurultaya kadar, CHP, seçimleri birbiri ardına kaybeden, kaybettiği seçimlerde izlediği politikayı ısrarla sürdüren, partiyi hükümete taşıyamayan buna karşılık başkanlığı bırakmamakta ısrar eden “liderini”  değiştiremiyordu. Son kurultayda CHP delegeleri, partiye sahip çıktılar; ısrarla seçim kaybeden “lideri” görevinden aldılar. Yeni liderlik kendini seçimlerde kanıtlamış olan İmamoğlu ve partiyi canlandırmaya başlayan Özel etrafında şekillendi.

İmamoğlu’nun cumhurbaşkanı adaylığı toplumdan büyük destek alarak kesinleşti. Rejimin İmamoğlu’nu tasfiye etmeye yönelik, tutuklamaya kadar varan hukuk oyunları karşısında, kitlesel bir direnişi tetikleyen Özgür Özel de tam anlamıyla bir doğal ve son 23 yılda ilk kez muhalefeti canlandırmayı başaran etkin bir lider düzeyine yükseldi. Şimdi CHP, lideri Özgür Özel, arkasındaki kitle desteği, tutuklu olmasına karşın popülaritesi artmaya devam eden İmamoğlu, rejimi korkutan bir toplumsal dinamiği temsil ediyorlar.

KONGRE VE REJİM

CHP, liderini gerektiğinde “kongre oyunlarını” da içeren, iç mekanizmalarıyla değiştirdi. Kapitalist demokrasilerde para ve nüfus etkin faktörlerdir; “kongre oyunları” da bir demokratik partinin işleyişinin sıradan boyutlarından biridir. Bir kongrede lider adayları, bu “oyunları” engelleyemiyorlarsa, ya parti içinde gereken siyasi destekten yoksundurlar ya da mali destekçilerinin güvenini, liderlik kapasitelerini çoktan kaybetmişlerdir.

Buraya kadar olan her şey kapitalist demokraside “oyunun kurallarına” uygundur. Ancak kendi parti içi sorunlarını çözemeyen bir devrik “liderin” iktidardaki partiden, hele bu parti ile kendi partisi arasındaki derin tarihsel ideolojik uçuruma yadsıyarak medet umması yalnızca “oyunun kurallarına” aykırı değildir, ayrıca bir liderlik kapasitesinin tamamen tükenmiş olmasının da kanıtıdır.

Aslında, canlanan muhalefet dalgası, rejimin korkuları, eski lideri geri getirme arzuları, hatta çabaları şunu gösteriyor: CHP açısından bir ana muhalefet partisi olarak liderlik sorunu siyasi anlamda (liderlik hukuki bir konu değildir) bitmiştir. Eski liderin, hukukun kullanılarak geri getirilmesi, süreç olarak faşizm karşısında son demokratik siyasi direniş hattı olan ana muhalefet partisinin fiilen tasfiyesi anlamına gelecektir. Ondan sonra ne derler: “Allah, bu ülkenin vatandaşlarının yardımcısı olsun, onları canavarlardan korusun.”

                                                  /././

LeMan’ın altın madalyaları -Mehmet Ali Güller-

“Yeni ortaçağ”, pek çok yönüyle, “eski ortaçağ”dan daha geri.

Dün Soner Yalçın Nefes’te anımsattı. Osmanlı Şeyhülislamı Zekeriyazade Yahya Efendi, 17. yüzyılda, yani eski ortaçağda, Türkçesiyle şu şiiri yazmıştı: “Camide iki yüzlüleri bırak, ikiyüzlülük etsinler/ Meyhaneye gel ne ikiyüzlülük var ne de ikiyüzlü.”

Yeni ortaçağın siyasal İslamcıları ve dincileri, Osmanlı Devleti’nde üç kez şeyhülislamlık yapmış Zekeriyazade Yahya Efendi’yi, bugün olsa Türkiye Cumhuriyeti’nde yakarlardı!

Çünkü onlar Müslüman değil siyasal İslamcılar, çünkü dindar değil, dinciler!

LAİKLİK DİNDARLARIN GÜVENCESİDİR

Laiklik, bugün asıl Türkiye’nin dindarlarının güvencesidir. Zira yeni ortaçağın dincileri, dindarlara bile tahammül etmiyorlar, dün dindar Konca Kuriş’e tahammül edememişlerdi, bugün etek boyları nedeniyle imam hatip liseli kızları hedef alıyorlar.

Siyasal İslamcılık böyledir: “Kimsenin kılık kıyafetine karışılmasın” diyerek sözde “demokrasicilik” üzerinden türbancılık yaparlar ama sonra türbansızları adım adım hedef almaya başlarlar; etek boyuna, elbisenin kolsuzluğuna karşı çıkmaya başlarlar. Daha vahimi, gittikçe türbanı da yetersiz bulup türbanlıları çarşafa girmeye zorlarlar.

Çünkü türban başından beri siyasal İslamcılar için bir başörtüsü değildi, Müslüman kadınların örtünme meselesi değildi, davaları için bir siyasal araçtı!

LEMAN'IN GAZZE KARİKATÜRLERİ

Açıkça belirteyim: LeMan dergisi, İsrail’in Gazze’de yürüttüğü soykırıma karşı çok başarılı bir karikatür yayıncılığı yaptı. Filistinlilerin haklı davasını savunan ve İsrail’e tepki gösteren sayısız karikatürleri, LeMan’ın altın madalyalarıdır.

LeMan’ın son karikatüründen, yani bombaların altında ölüp melek olmuş Muhammed ve Musa’nın Filistin’in gökyüzünde selamlaşmalarından  “peygambere hakaret” sonucu çıkarmak, en hafifinden art niyettir.

Dahası bunu “Plan şuydu: 30 Haziran’da mahkeme olumsuz karar verseydi CHP Taksim’e çıkacak ve LeMan’ın provokasyonunu protesto edenlere saldıracaktı” diye savunmak, saf kötülüktür, komploculuktur. Zira LeMan’ın karikatürü 26 Haziran tarihliydi.

EMPERYALİZMİN İSLAMCILIK OPERASYONLARI

LeMan’ın karikatüründen İslama düşmanlık sonucu çıkaran ama İsrail’in İran’a attığı füzeleri “Şii vuruyor” diye alkışlayabilen kafa, elbette dindar değil, dincidir, mezhepçidir.

Emperyalizmin 19. yüzyılın sonlarında başlattığı, 20. yüzyılda Soğuk Savaş ile ilerlettiği ve 21. yüzyılda Büyük Ortadoğu Projesi içinde geliştirdiği “İslamcılık” operasyonlarını çözümleyebilmek, Müslümanlar açısından kritik önemdedir.

ABD emperyalizminin İhvan’la (Müslüman Kardeşler) ilişkisi, coğrafyamızda antikomünizme ve antiemperyalist milliciliğe karşı “siyasal İslamcılığın” beslenmesi, Yeşil Kuşak projesi kapsamında Afganistan’da SSCB’ye karşı El Kaidelerin kullanılması, Gladyo Hizbullahı, IŞİD, Nusra, HTŞ...

Müslümanların, dindarların sorgulaması gereken işte bu ilişkilerdir.

TÜRKİYE'NİN AVANTAJLARI

Evet, Türkiye’nin yaşadığı Malatya, Maraş, Çorum, Sivas/Madımak vahşeti ile emperyalizmin İslamcılık operasyonu ve onun Gladyo aygıtı arasında derin bir ilişki var.

Ama tüm bunlara rağmen yine de şunu söyleyebiliriz: Emperyalizmin 200 yıllık İslamcılık operasyonlarından, geniş coğrafyamızda en az etkilenen ülke yine de Türkiye’dir.

Çünkü Türkiye’nin bir Cumhuriyet Devrimi vardır, çünkü Türkiye’nin laikliği vardır, Çünkü Türkiye’nin Alevileri vardır. Çünkü Türkiye’nin Arap İslamcılığından ve İran İslamcılığından daha hoşgörülü bir Anadolu Müslümanlığı birikimi vardır.

Bunun kavranması “devlet adamları” açısından kritik önemdedir.

                                                 /././

Trump’ın silah bağı -Mehmet Ali Güller-

NATO’nun son liderler zirvesini, “kısa bildiri, yüksek savunma” diye özetleyebilmek mümkün.

Kısa sonuç bildirileri, nadiren her şeyin yolunda olduğuna ama genellikle işlerin yolunda olmadığına işaret eder. Lahey’deki zirve de işlerin NATO açısından pek yolunda olmadığına işaret etti.

Öncelikle NATO, son yıllarda sonuç bildirilerinde sürekli yer alan bazı konuları, bu yıl sonuç bildirisine almayarak bu alanlarda geri adım attığını göstermiş oldu. Ki o konulardan bazıları, NATO 2030 stratejik konseptinin de önemli başlıklarıydı. Bu nedenle Trump’ın ikinci döneminin bu ilk NATO liderler zirvesinde, “NATO stratejisinden geriye çekilmeye” işaret edebiliriz.

ÇİN BU KEZ BİLDİRİDE 'BAŞ RAKİP' DEĞİL

Örneğin Çin, daha önceki NATO belgelerinde, “kurallara dayalı düzeni tehdit etmekle” suçlanıyordu, “mücadele edilecek baş rakip” görülüyordu. Lahey’deki sonuç bildirgesinde Çin yok.

NATO liderlerine göre, NATO’ya karşı iki tehdit var: Rusya ve terörizm. Üstelik Rusya “acil tehdit” olmak yerine “uzun vadeli tehdit” olarak görülüyor.

NATO liderler zirvesinin son yıllardaki değişmez Asya-Pasifik ortak-konuklarının bu kez zirvede olmaması önemliydi. Japonya, Güney Kore ve Avustralya gibi ABD’nin Çin’e karşı Asya-Pasifik stratejisinde temel dayanakları olan ülkelerin liderlerinin yokluğu ve yerine dışişleri bakanlarının yan oturumlardaki varlığı dikkat çekiciydi.

UKRAYNA NATO DESTEĞİNİ KAYBEDİYOR

NATO liderler zirvesinin bir diğer çarpıcı farklılığı da Ukrayna meselesiydi.  Zelenski bu yıl daha önceki ilgiyi göremedi, üstelik öncesinde “Rusya, NATO topraklarını hedef alacak, Rusya’ya karşı NATO’yu savunuyoruz” gibi iddialarda bulunmasına rağmen.

Evet, daha önce baş konuk olarak ağırlanan Ukrayna Devlet Başkanı Zelenski bu yıl zirvenin hiçbir resmi toplantısına katılamadı.

Diğer yandan sonuç bildirisinde de Ukrayna’ya daha hafif bir destek açıklanmış oldu. Üstelik ifade, NATO’nun kurumsal desteği yerine, NATO ülkelerinin tercihsel desteğine işaret eder nitelikteydi.

Ayrıca NATO-Ukrayna Konseyi de bu yıl liderler düzeyinde değil, dışişleri bakanları düzeyinde ve çalışma yemeği formatında yapıldı.

Ve en önemlisi: Rusya’nın müdahalesinden önce başlayan ve sonuç bildirilerinde her yıl yer alan “Ukrayna’nın NATO üyeliğine” atıf yapılması, bu yıl kesintiye uğradı!

NATO'NUN BABACIĞI

Zirvenin en önemli sonucu, ABD Başkanı Trump’ın isteğiyle NATO ülkelerinin  savunma harcamalarını yüzde 5’e çıkarmayı kabul etmeleriydi.

NATO Genel Sekreteri Rutte’nin, Trump’ın isteğini gerçekleştirmek için nasıl çalıştığını ve ülkelerin nasıl kabul ettiğini Trump’a müjdelemesi, Trump’ın da Rutte’nin müjdesini zirve öncesi sosyal medyasında paylaşması, öncelikle ikilinin çapsızlığına işaret ediyordu. Öyle ki bu çapsızlığı, Rutte’nin Trump’ın küfürbazlığını “Babacık sert bir dil kullanmak zorunda” diyerek savunması türünden bir başka çapsızlık izledi.

Buna ek olarak NATO aile fotoğrafı çekimi sırasındaki tokalaşmalar ve mimikler de Atlantik’te ciddi bir “devlet adamı erozyonu” yaşandığına işaret ediyordu.

TRUMP'IN İKİ YÖNLÜ TAKTİĞİ

Evet, NATO liderleri, Trump’ın baskısıyla, savunma harcamalarını gayri safi yurtiçi hasılanın (GSYH) yüzde 5’ine çıkarmayı kabul etti. Karara göre bunun yüzde 3.5’i doğrudan askeri harcamaları, yüzde 1.5’i de altyapı savunma harcamalarını  oluşturacak. 2029’da gözden geçirilecek hedefe, 2035’te ulaşılacak. (Bazı ülkeler açısından bunun kâğıt üzerinde kalacağını şimdiden söyleyebiliriz.)

Peki Trump neden NATO ülkelerinin savunma harcamalarını yüzde 5’e çıkarmalarını istedi? NATO neden silahlanıyor? Büyük savaşa mı hazırlanıyor?

Daha ziyade Trump’ın ABD ile Atlantik müttefikleri arasındaki bağı, silah bağıyla korumak istediğine işaret ediyor bu karar. Böylece ABD silah şirketleri hem NATO ülkelerine silah satacak hem de ABD “silah bağı” üzerinden Avrupa üzerindeki denetimini sürdürecek.

Sonuç bildirgesinde yer alan “savunma sanayi işbirliği” ve “savunma ticareti önündeki engellerin kaldırılması” maddesi, kuşkusuz en çok ABD şirketlerine yarayacak. Zira savunma payını yüzde 2’den yüzde 5’e çıkaracak NATO ülkelerinin çoğu, bu artışı ancak ve ancak ABD silahı alarak artırabilir.  Çoğunun fabrika kurup, kısa zamanda kendi silahlarını üreterek savunma payını artırabilmesi mümkün değil.

Trump da böylece bir taşla iki kuş vurmuş olacak.

                                                  /././

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

CUMHURİYET "Köşebaşı" -3 Temmuz 2025-

Büyük sürüklenme - Ergin Yıldızoğlu- ABD ve İngiltere’de jeopolitik alanında rastladığım kimi çalışmalar önemli bir korkuyu yansıtıyordu: Dü...