Ben zaten göçmüştüm bu ülkeden... Şimdi bir daha göçtüm. Mavi Ege’me, Yeşil Defne’me, binlerce yıllık zeytin ağaçlarının bilgeliğine, evime, özüme, çocukluğuma, hasretini çektiğim eski Türkiye’me göçtüm. Küçük bir Yunan Adası’nda...
Bu yazı, Bodrum’un karşı kıyısındaki Yunan Adaları’ndan birinde geçiriyorum. Yeşil Defne’m ve Mavi Ege’m (bilmeyenler için çocuklarım) henüz yanımda değil, ama ben ruhumu Ege Denizi’nin mavisiyle, Defne ağaçlarının yeşiliyle ve zeytin ağaçlarının binlerce yıllık bilgeliğiyle iyileştiriyorum. Bulunduğum yer çocukluğumun Bodrum’una benziyor. Mavi panjurlu küçük beyaz evler, evlerin damından sarkan pembe begonviller, dar sokaklar, her birinin sahibini tanıdığımız, çocuklarıyla sek sek oynadığımız aile lokantaları... Aynı çocukluğumdaki gibi çakıl taşlarının üstüne seriyorum havlumu. Taş sırtımı ısıtıyor, kaslarımı gevşetiyor olabildiğince... Denizin, rüzgarın ve cırcır böceklerinin sesi kulağımda çok tanıdık ama çoktan unutulmuş bir melodi seslendiriyor. Dinlemeye doyamıyorum. Yüzümde belli belirsiz munzur bir gülümseme oluşuyor. Hatırlıyorum; o da çocukluğumdan...
Etrafıma şöyle bir bakıyorum. Plajlar özelleştirilmemiş, herkes her yerden denize girebiliyor. Çoğu yerde şezlong yok, tesis yok, servis yok, o veya bu “beach”den gelen ve birbirine karışan bir müzik kirliliği yok. Yani şurayı bir Türk'e verecektin, denizin üstüne dikecekti iskeleyi, gündüzleri şezlong şemsiye başına 4000 TL giriş parasını kesecekti, üstüne 2000 TL'ye lahmacunu çakacaktı, akşamına denize neon ışığı yansıtıp rakı balık servisi yapacaktı, gece de masaları kaldırıp mekanı bara çevirecekti dım-tıs dım-tıs!
Enayi bu Yunanlılar, pratik zekaları yok
İçimden “Yok vallahi, enayi bu Yunanlılar. Pratik zekâları yok,” derken, gülmem geliyor. Aman iyi ki yok pratik zekâları... Ya olsaydı ne olacaktı? Sadece plajlar değil, bütün ada kimliğini kaybedecek; kremalı kurabiye görünümündeki mavi beyaz evlerin yerini üç katlı apartmanlar alacaktı. Bak, Bodrum’da turizmciler kan ağlıyormuş, işletmelerde yüzde 45’e varan iş kaybı yaşanıyormuş, iç pazarda yüzde 20 daralma varmış, özellikle butik oteller ve bağımsız işletmeler sezonu zararla kapatıyormuş. Üzülüyorum elbette. Türkiye’de turizm sektöründe yaşananlar, enflasyonun sebebi gibi gösterilse de, aslında sonucu. Türkiye’de döviz kuru baskılanırken enflasyon yükseliyor, bu da turizm işletmelerinin maliyetlerini artırıyor, fiyatlar, kiralar her anlamda uçuyor. Hepimiz kaybediyoruz. Kaptan gemiyi son hızla bir bilinmeyene sürüklediği için gemi her yerinden su alıyor ve yavaş yavaş batıyor. Koca bir halk da içinde...
Eleni bana kendimi misafir değil, evimde hissettiriyor
Evimin yanındaki kafede çalışan Eleni, tüm güler yüzüyle sade Yunan kahvemi kumsala getiriyor. Servis ederken de bana göz kırparak “Ayşe, şekersiz Türk kahveni getirdim,” diyor. Çünkü bana kendimi misafir değil, evimde hissettirmek istiyor. Oysa kendi ülkemde kendimi misafir olarak bile hissetmiyorum artık; daha ziyade kazıklanacak müşteri gibi hissediyorum. Dört kişi bir meyhaneye gidiyoruz, hemen hemen aynı şeyleri yiyip, içiyoruz. Kimi yerde toplam 5000 TL hesap ödüyoruz, kimi yerde 10,000 TL, kimi yerde daha da fazla. Kime göre, neye göre? Sonra millet niye Yunan Adaları’nda tatil yapıyor? Mesafe yakın, Euro ile tatilleri daha ucuza geliyor, çok daha kaliteli hizmet alıyorlar, bu hayat pahalılığında yurt dışına çıkma duygusu yaşıyorlar, yeni yerler görebiliyorlar da ondan.
Ben bu yeni Türkiye’den duygusal olarak kopmuşum
Kendi ülkemde kendimi misafir olarak bile hissedemediğim gerçeği kalbimi kırıyor. Ve o anda fark ediyorum ki, ben bu yıl itibariyle yazları da göç etmeye başlamışım. Sekiz yıldır yazlarımı Türkiye’de geçirerek hasret giderirken, bu yaz Türkiye’de bile değilim. Ben bu yeni Türkiye’den duygusal olarak kopmuşum artık. Sade bir Yunan Adası’na göç ederek aslında güzel, çıkarsız, abartısız, rantsız, insanların yüzünün güldüğü, birbirine saldırmak için fırsat kollamadığı, misafirperver, bir fincan kahvenin 40 yıllık hatırı olduğu Eski Türkiye’ye göç ediyorum.
Burada zaman çok yavaş akıyor
Ne kadardır buradayım bilmiyorum. Burada zaman çok yavaş akıyor. Çocukluğumdaki gibi... Uzaktan kumdan kale yapan, birbirlerini kuma gömen, denize bombalama atlayan, denizde yüzmekten tenleri tuzlanan, saçları kumlanan, güneşin altında ciltleri kavrulan çocukların sesleri geliyor. Ne garip buradaki çocuklar saatlerce telefona bakmak yerine hala bizim çocukluğumuzdaki oyunları oynuyorlar. İskelenin ucuna yürüyor, ben de çocuk coşkumla kendimi bombalama suya bırakıyorum.
Mavi suyu ikiye yararak uzun kulaçlar atıyorum. Sağımdan nefes aldığımda adayı, kumsalı, zeytin ağaçlarını, gösterişsiz mavi panjurlu beyaz kurabiye evleri görüyorum. Solumdan nefes aldığımda ise karşımda Türkiye’yi... Trafik buradan gözüküyor, çirkin yapılaşma da... Gözüm zeytin ağaçlarını arıyor... Ah canım zeytin ağaçları... Sağımda zeytin ağaçlarının korunduğu, doğal gölgelik yaptığı ülke, solumda üç dört gün evvel zeytinliklerin madenciliğe açılması ile ilgili yasa tasarısının meclisten geçtiği ülke...
Sağımda zeytin ağaçları, solumda beton yığını
Aklıma Aydın’ın Çini köyünden, yeni maden yasasını protesto etmek için TBMM’ye gelen ve “Köylü kızı Zeynepim ben. Benim başka ünvanım yok” diye konuşan, “Köyüm o kadar güzel ki. Ama 10 yıl öncesinde bir şirket geldi ve köyümün masalsı güzelliğini yerle bir etti. O çam ağaçlarının yerini kumdan dağlar aldı. O dere yataklarını molozlar sardı. Artık derelerden su akmıyor. Artık çamlar kuruyor, hayvanlar ölüyor, meralarımız kalmadı” diye ağlayan Zeynep geliyor. Sağımda zeytin ağaçları, solumda beton yığını... Zeynep’in zihnimde tekrarlanan sözleri, benim de gözlerimden yaş getiriyor; yaşlar denize karışıyor.
Kim takar zeytinliği, kuşu, böceği... Çocuk katilleri ceza almazken...
Zeytinlikler sadece zeytin ağaçlarından ibaret değildir üstelik; kuşlar, böcekler ve diğer canlıların da yuvasıdır, erozyonla mücadele eder, karbon yutar. Madencilik faaliyetleri hepimizin bildiği gibi insan sağlığını tehdit eder, havayı, suyu, çevreyi kirletir, ekosistemi tahrip eder, toprak yapısını geri döndürülemez biçimde değiştirebilir. Zeytin ağaçları taşınabilirmiş. Eşya mı bu kardeşim, taşındığı her yerde can bulsun, aynı verimi versin.
Ama kime konuşuyorum. Bak Mattia Ahmet’in annesi Yasemin Minguzzi, altı aydır süren davadan sonuç alamadığı için oturma eylemi başlattı iki gün önce. Feryat figan “Biz daha neyi bekliyoruz, ya neyi?” diye isyan ediyor geciken adalete. Çocuklarını kadın cinayetlerine ve trafik terörüne kurban veren anneler tek tek Yasemin Minguzzi’nin yanına ekleniyor. Kulağımdan cırcır böceklerinin sesi siliniyor, anne ağıtları yürek yakan bir melodi olarak çalmaya başlıyor. Ah kalbim... Bu ülkede bıçaklanarak katledilen 14 yaşındaki çocuğun katilleri altı aydır ceza almıyor, kim takar Allah aşkınıza zeytinliği, dere yataklarını, nehirleri, gölleri, kuşları, böcekleri... Kim takar, kim takar!
Bir kez daha göçtüm bu ülkeden
Sağımda zeytin ağaçları, solumda yorgun adalet, solumda yüzü gülmeyen, birbirine saldırmak için fırsat kollayan insanlar, solumda rant, solumda doğa katilleri, çocuk katilleri... Ben zaten göçmüştüm bu ülkeden... Şimdi bir daha göçtüm. Sağıma göçtüm. Mavi Ege’me, Yeşil Defne’me, binlerce yıllık zeytin ağaçlarının bilgeliğine, evime, özüme, çocukluğuma, hasretini çektiğim eski Türkiye’me göçtüm. Küçük bir Yunan Adası’nda...
Ayşe Acar /Göç Hikayeleri -T24
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder