soL "Köşebaşı + Gündem" -23 Temmuz 2025-

Komisyona niçin katılmamalı?-Oğuz Oyan-

Emperyalizmin güdümünde ve dinci-milliyetçi-despotik Cumhuriyet karşıtlarının gölgesinde girişilecek bir “çözüm süreci” ve anayasa değişikliği gündemi, Türkiye’nin Cumhuriyetçi damarına cepheden saldırı anlamındadır.

Başlığı, “CHP niçin Çözüm/Süreç Komisyonuna katılmamalı” şeklinde daraltmak da mümkündü. Ama bize göre CHP’yi aşan bir durum var. Gerçi olayın merkezinde gene de CHP olduğu için oradan da devam edebiliriz. Sıralamayla gidelim.

Birincisi, daha önce de ifade etmiştik, "AKP ile Anayasa yapılmaz" çizgisi ile anayasa değişikliğinden başka bir yere götürmeyeceği belli olan “Süreç Komisyonuna” temsilci göndermek çelişkili tutumlardır. Üstelik, sıradan seçmenin de hemen farkına varabileceği açık çelişkilerden olduğu için bunun açıklamasını yapmak, kendi tabanını ikna etmek pek mümkün değildir. O halde, CHP’nin daha ilkeli, daha özgüvenli, daha az orta-yolcu, yüzü daha çok emekçi kitlelere dönük bir siyaset çizgisine çekilmesi gerekir. Her tarafı, her sınıfı idare edecek bir siyaset hattının ilk firesi samimiyet kaybı olur ve buradan başarı devşirilmesi zordur. Siyasi dengelerin, oy kaygılarının her şeyin önüne konulması, sonuçta aleyhe çalışır.

İkincisi, "çözüm yeri Meclistir önerisinin sahibi CHP’dir ve biz sözümüzü tutarız" yaklaşımı da CHP açısından artık hükümsüzdür. Hükümsüzdür, çünkü bu önerinin ilk yapıldığı 2011’den bu yana iç ve dış siyasi ortam iyice değişmiş olduğu gibi, bu önerinin ima ettiği "şeffaf bir siyasi tartışmaya zemin oluşturacak demokratik bir çözüm komisyonu kurma" imkânları tamamen tükenmiştir. Kaldı ki, taraflar arasında kararlar önceden alınmış, kamuoyuna yansıdığı kadarıyla en azından 1 Ekim 2024’ten itibaren sürecin yol haritası belirlenmiş, iktidarın kontrolünde kurulacak bir komisyonun ortaya bağımsız bir irade koyması kanalları baştan tıkanmıştır. Demek ki, oluşturulmak isten komisyonun bir “oldubittileri onaylama Masası”ndan başka bir işlevi olmayacaktır. Dolayısıyla Mecliste komisyon kurulması önerisine bağlı kalmak anlamsızlaşmıştır.

Üçüncüsü, “Süreç”, Suriye’de oluşturulan yeni paylaşımın gölgesinde, emperyalizmin ve siyonizmin akıl hocalığında, bunların bölgede oluşturdukları yeni hegemonya alanları ve güç dengeleri üzerinde ilerlemektedir. Emperyalizm, siyasal/kültürel dönüştürme projelerini en iyi “etnik-milliyetçi” ve “pro-amerikan dinci” siyasetler eliyle yürürlüğe koyar. Cumhur İttifakı bileşenlerinin, etnik/dini/mezhepsel kökenler üzerinden yapılandırılan ve dünyanın en kötü/en başarısız devlet biçimlerinden birini oluşturan yapay Lübnan modelini çağrıştıran herzeler yumurtlamaları, ulus-devlet oluşumu yerine ümmetçiliğe ve Osmanlı millet sistemine vurgu yapmaları tam da emperyalizmin Ortadoğu’daki alan temizliğine uygundur. Buna karşılık, bağımsız Cumhuriyet fikrine ve ülkenin toprak bütünlüğüne yönelik yeni bir yıkım projesidir. Burada iktidar bileşenlerine ve Kürtçü bir siyasi harekete yer olabilir ama CHP’ye yer olamaz.

Dördüncüsü, “Süreç”, Cumhuriyet karşıtlığı, Lozan ve Cumhuriyetin 1924 Anayasası karşıtlığı üzerinden ilerleme eğilimdedir. Bu konuda tarafların açık beyanları bulunmaktadır. Herhangi bir “Cumhuriyetçi” siyasi oluşumun, kendisini tamamen inkâr etmeden, bu “Süreç”e katkı vermesi düşünülemez. CHP gibi Cumhuriyetin kuruluş değerleriyle ve kendi parti tüzük ve program ilkelerinin bir bölümüyle bağlarını “zayıflatmış” bir partinin bile, Cumhuriyetin kurucu partisi kimliğini tamamen gözardı ederek, Cumhuriyet ve Lozan karşıtlığı ekseninde ittifak kuran böyle bir komisyona üye verme kararını sonuna kadar savunması/sürdürmesi beklenemez. CHP burada yer alırsa, kendi kimliğiyle bütün köprüleri atmış ve tarihine açıkça yabancılaşmış olacaktır. Bu, CHP’nin varlığına bir tehdit olacaktır. Buradan tekrar birinci şıkka dönebiliriz: En baştan kendi konumunu net olarak belirlemek, ilkeli siyasetin gereğidir.

Beşincisi, bir DEM Parti eş-genel başkanının “CHP Komisyona katılırsa belki İmamoğlu dışarıda olacaktır” denklemini kurması, aslında CHP’ye Komisyona katılmasını iktidarla pazarlık konusu yapmasını telkin eden bir “gayrı-etik teklif” kıvamındadır. Bu durumda kurulacak pazarlığın konusu, AKP liderinin siyasi ömrünü uzatacak Anayasa değişikliklerine boyun eğmekten başka ne olabilir acaba? Siyasi etik bakımından pek uygunsuz olan böyle bir önerinin yapılabilmiş olması bile, Kürt siyasi hareketinin kendi davası için olmadık “ikna” yöntemlerini düşünebildiğini göstermektedir. Bu durum da CHP açısından ek bir “kabul edilemezlik çizgisi” oluşturmaktadır.

Altıncısı, Kürt siyasi hareketi açısından dahi, eğer Türkiye’nin geleceğinde demokratik bir siyasi hareket olarak anılmak istiyorsa, AKP-MHP’nin kurduğu yeni-despotik düzene ilave bir destek sütunu oluşturacak bir sürece katılmamak düşer. Bunun boşuna bir öneri olduğu düşünülebilir ama bu görüşte olan azımsanmayacak sayıda Kürt kökenli Cumhuriyetçi ve sosyalist yurttaşımız olduğu gerçeğini yok mu sayacağız? Üstelik bu kitlenin bir bölümü CHP ve sosyalist/komünist partilerde yer alırken bir bölümünün de DEM içinde temsil edildiğini de unutmadan. Nitekim DEM Parti'nin kendi solunu ikna etmek için CHP’li belediyeler üzerinde yoğunlaşan faşizan baskılara ses yükseltmek zorunda kaldığını görebiliyoruz.

Demek ki, CHP yönetiminin, Cumhuriyetle birlikte geride bırakılan din-mezhep-etnik ayrımcılıklara karşı yurttaşların eşitliğini (Anayasa m. 10, vs.); milletin ve ülkenin bütünlüğünü, bölünmezliğini, bağımsızlığını (AY, m.5) savunan Cumhuriyetçi bir anlayışa sahip çıkması bugün her zamankinden daha da önemlidir.

Anayasa değişikliği

Anayasa tartışmalarındaki tuzaklardan biri, ilk dört maddeyi değiştirmemeyi bir lütuf gibi sunmak oluşturmaktadır. Elbette pazarlığı yukardan başlatmak için üçlü ittifakın geniş paketinde ilk dört madde de yer alabilir; ama sonunda CHP gibi partilerin ve Cumhuriyetçilerin hassasiyetlerini gözetmek için bundan vazgeçiliverir! 

Meseleyi şöyle kavramak doğru olacaktır: AKP’nin 2017 Anayasası, Cumhuriyet öncesinden beri gelen anayasacılık birikimini berhava etmiş ve İkinci Cumhuriyetin anayasasını yapmıştır. Üstelik AKP bununla da yetinmemiş, işine gelmeyen maddeleri uygulamamış veya istediği gibi eğip büküp yorumlamıştır. Nasıl ki laikliği koruyan onca Anayasa hükmüne rağmen Türkiye’de esas itibariyle laiklik fiilen sona erdirilmiştir, toplantı ve gösteri yürüyüşü haklarına sürekli tecavüz edilmektedir, ilk dört maddenin şimdilik orada durması Cumhuriyet karşıtları açısından fazla bir sorun oluşturmamaktadır.

Daha kolayca yapılabilir olana odaklanmak bugünkü siyasi ittifakın yolunu çizecek gibi gözükmektedir. Kürt siyasi hareketinin asgari öncelikleri arasında, vatandaşlık tanımını değiştirmek üzere Anayasa m. 66 ve eğitim dilinin Türkçeden başka dillere de açılması için Anayasa m. 42 olacaktır. Cumhur İttifakı açısından ise, “Cumhurbaşkanı adaylık ve seçimi”ni düzenleyen Anayasa m. 101 ile “TBMM ve Cumhurbaşkanı seçimlerinin yenilenmesi” m. 116 öncelikli olacaktır. Madde 101’de ilk turda salt çoğunluk (yani yüzde 50+1) yerine bazı Latin Amerika ülkelerinde uygulanan daha düşük bir oran (örneğin yüzde 40+1 gibi) önerileceği gibi farklı cinlikler de düşünülebilir. Madde 116’da ise, Cumhurbaşkanının 2+1 dönem için görev yapabileceği sınırlamasını (tamamen veya belli durumlara -örneğin TBMM’nin üçte ikilik çoğunlukla karar almasına- özgü olarak) kaldırabilecek bir düzenleme getirilmek istenebilir. Elbette seçimlerin yapılmasına yeni sınırlamalar getirilmediği, seçimlerin ertelenmesini mümkün kılabilecek “olağanüstü” koşullara yer verilmediği durumda…

Nihayet AKP açısından, Cumhurbaşkanının “Andiçmesi”ni düzenleyen m. 103 ile Cumhurbaşkanının “görev ve yetkileri”ni düzenleyen m. 104’te de değişiklik talepleri gündeme gelemez değildir. Cumhurbaşkanının “Atatürk ilke ve inkilâplarına ve laik Cumhuriyet ilkesine bağlı kalacağı”, “görevi tarafsızlıkla yerine getireceği” üzerine andiçmesi her ne kadar Cumhurbaşkanının bunlara tamamen aykırı icraatlarını engellemiyor ve kendisinde etik bir rahatsızlık yaratmıyor gözükse de, ilerde hukuki sonuçlar doğurmasından kaygı duyulmadığı anlamına gelmez. Demek ki, hâlâ yapılacak işleri vardır! Peki bunlara payanda olmak ne demek?

Emperyalizmin güdümünde ve dinci-milliyetçi-despotik Cumhuriyet karşıtlarının gölgesinde girişilecek bir “çözüm süreci” ve anayasa değişikliği gündemi, Türkiye’nin Cumhuriyetçi damarına cepheden saldırı anlamındadır. Bu saldırıya destek olunamayacağı gibi sessiz de kalınamaz.

                                                       /././

DİSK'in efsanevi önderi: Kemal Türkler -Mehmet Pekdüz-

İşçi sınıfının bu efsanevî önderi İstanbul'da evinden çıkarken, 22 Temmuz 1980’de faşist katiller tarafından kurşunlanarak öldürüldü. O zamandan beri 45 yıl geçmiştir. DİSK başta olmak üzere bağlı sendikalar, ölüm yıldönümünde saygıyla anıyor. Bir şiirde “Benim mezarıma ahla, ofla gelmeyin, işçi sınıfının mücadelesinden haber getirin“ diye sesleniyor.

Kemal Türkler, yoksul bir ailenin çocuğu olarak 1926 yılında Denizli'de dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini Denizli'de tamamladı. Okurken çıraklık gibi her işte çalıştı. Hukuk Fakültesi'ni kazanarak ailesiyle İstanbul'a taşındı. Hukuk Fakültesi'nde okurken gömlek dikim işleriyle de uğraştı. Çeşitli sıkıntılar nedeniyle Hukuk Fakültesi'ni bitiremeden ayrıldı.

İstanbul’daki fabrikalardan birinde iş yaşamına atıldı. Çalışkan ve atak tutumuyla kısa sürede işçiler arasında sevilen biri hâline geldi. İşçilerin sorunlarını yaşamın içinde gören Kemal Türkler, kısa zamanda kendini örgütlü yaşamın içinde buldu. Sendikal örgütlenmedeki atak tutumu işçiler içinde göz doldurdu.

Aralarında Kemal Türkler’in de bulunduğu bir grup sendikacı Türk-İş'ten ayrılarak DİSK'i kuruyor. Sınıf sendikacılığı ilkeleri ile yönetilen DİSK, işçilerin önemsediği ve değer verdiği bir sendika hâline geliyor. Türkiye İşçi Partisi'nin de kurucuları arasındadır. TİP'te değerli bir insan olarak düşünceleri çok önemsenmiştir. Kuruluşundan itibaren 1977’ye kadar DİSK'in genel başkanlığını yürütür.

1977’deki kongrede DİSK'in genel başkanlığını kaybeder; Maden-İş Sendikası başkanı olarak görevini sürdürür. Kemal Türkler, DİSK'i hak alma mücadelesinde önder konumuna getirir. Uzlaşmasız, işçi sınıfının haklarını koruma ve geliştirme mücadelesi veren DİSK, örgütlenmede önemli atılımlar içerisine girmiştir. Üye sayısı 500 binlere dayanmıştır. Bu etkili ve yeni sendika, diğer sendikaların da hak alma konusundaki mücadelelerini hızlandırır. Bu yaşananlar sermaye sınıfının korkulu rüyası hâline gelir.

Kemal Türkler’in önderliğindeki DİSK ve Maden-İş, önemli ve ses getiren eylemlere imza atmıştır. Kavel Direnişi önemli, iz bırakan, unutulmayan direnişlerdendir. Bu direnişte hakların nasıl alınacağını ve korunacağını öğrenmiştir işçiler. Kavel Direnişi şiirlere, romanlara konu olmuştur. İşçi sınıfının bu hak alma ve haklarını geliştirme mücadelesi edebiyatın yeni konuları arasına girmiştir.

Yine Kemal Türkler döneminde işçi sınıfının ve geniş emekçi kesimlerin DGM (Devlet Güvenlik Mahkemeleri) Direnişi de önemlidir. Bu direniş, işçi sınıfının dersler çıkarılacak mücadele geleneklerinden biridir. Haklarda ve özgürlüklerde kısıntılar getirecek bu yasa tasarısı işçi sınıfının mücadelede damgayı basmasıyla geri çekildi.

Yine 1970’lerdeki 15-16 Haziran işçi direnişleri belleklerden kolay kolay silinmeyecek mücadele örnekleridir. Sendikal örgütlenmenin önüne set çekecek 274-275 sayılı yasa tasarısı, işçi sınıfının sel gibi akan yığınsal mücadelesi ile engellenmiştir. 15-16 Haziran 1970’de işçi sınıfı tam anlamıyla sınıf bilincini yüreklere kazımıştır. Bu şanlı direnişten sonra işçi sınıfı var mı, yok mu tartışması da son bulmuştur.

Yığınsal 1 Mayıslarda Kemal Türkler’in önderliğindeki DİSK'in payı büyüktür. 1975-1976'da 100 binlerce emekçi alanlara akmıştır. 1977’de ise 1 Mayıs kanla boğulmaya çalışılmıştır. 37 kişi bu kanlı saldırıda öldürülmüştür. Her şeye rağmen işçi sınıfı ve emekçiler bu bayramı kutlamaktan geri durmadı. 2009’dan itibaren 1 Mayıs, yasal ve tatil günü olarak kutlanmaya başladı. Bu kazanımlarda işçi sınıfının ve geniş emekçi kesimlerin durmayan mücadelesinin payı vardır.

İşçi sınıfının bu efsanevî önderi İstanbul'da evinden çıkarken, 22 Temmuz 1980’de faşist katiller tarafından kurşunlanarak öldürüldü. O zamandan beri 45 yıl geçmiştir. DİSK başta olmak üzere bağlı sendikalar, ölüm yıldönümünde saygıyla anıyor. Bir şiirde “Benim mezarıma ahla, ofla gelmeyin, işçi sınıfının mücadelesinden haber getirin“ diye sesleniyor. DİSK başkanı da onun çizdiği barış, demokrasi, özgürlük ve eşitlik yolundan yürümeye devam edeceklerini söylüyor mezarı başında. İçinde yürek taşıyan hiç kimse bu hunhar cinayeti unutamaz. İşçi sınıfının efsanevî önderini 45. ölüm yıldönümünde saygıyla anıyoruz.

                                                         /././

Yeni Akit iki kere ameliyat olan Murat Çalık'ı 'turp gibi' manşetiyle hedef aldı

Akit, sağlık durumu ciddiyetini koruyan tutuklu Beylikdüzü Belediye Başkanı Mehmet Murat Çalık’ı "Turp gibi" diyerek hedef aldı.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne (İBB) yönelik operasyonlar kapsamında 23 Mart’ta tutuklanan CHP'li Beylikdüzü Belediye Başkanı Mehmet Murat Çalık’ın sağlık durumu kritik.

Daha önce iki kez kanseri yenen Çalık cezaevinde kaldığı süreçte 21 kilo verdi.

Geçtiğimiz günlerde lenfoma şüphesiyle ameliyat olduktan sonra anjiyo operasyonu geçirerek elleri kelepçeli cezaevine gönderilen Çalık hakkında Adli Tıp Kurumu, İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nin verdiği sağlık kurulu raporunun yeniden değerlendirilmesini talep etti.

Bunun üzerine Çalık, İzmir Şehir Hastanesi’nin hematoloji servisine yatırıldı.

İstanbul Adli Tıp Kurumu yaptığı açıklamada, Çalık’a 1999 yılında akut miyeloid lösemi (AML) teşhisi konduğu, ancak hastalığın 26 yıldır tekrar etmediği ve belirtilerinin kaybolduğu ifade edildi.

Murat Çalık'ın sağlık durumu ciddiyetini korurken; attığı başlıklar ve yaptıkları haberlerle büyük tepki çeken Yeni Akit'ten yeni bir skandal daha geldi.

Akit, manşetten verdiği haberde "Çalık turp gibi" başlığıyla, Murat Çalık'ı hedef aldı.

Haberin devamında "Adli Tıp, verdiği raporda 'hasta ölüyor' yalanını çürüttü" ifadelerine yer verildi.

Akit haberinde şunlar yazıldı:

Zeyrek için ‘çarpıldı’ başlığı atmışlardı

6 Haziran’da evindeki havuzun motorunu kontrol etmek isterken elektrik akımına kapılan CHP'li Manisa Büyükşehir Belediye Başkanı Ferdi Zeyrek 9 Haziran’da tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybetmişti.

Zeyrek’in hayatını kaybettiği kaza Yeni Akit'te "çarpıldı" diye haberleştirilmişti.

                                                        ***

Fahrettin Altun resmen doğruladı: İBB soruşturmalarının 'sır' ismine Saray ihale vermiş

Fahrettin Altun’un avukatı, "Cumhurbaşkanlığı" antetli belgeleri paylaşarak Saray'a bağlı İletişim Başkanlığı'nın, İBB soruşturmalarında bir gözaltına alınıp bir bırakılan Serdar Haydanlı'ya geçmişte ihale verdiğini doğruladı.

İletişim Başkanlığı'ndaki görevinden kısa süre önce alınan Fahrettin Altun, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na yönelik yürütülen soruşturma sürecinde dair kritik bir belgeyi 125 gün sonra doğruladı.

19 Mart sabahı Ekrem İmamoğlu ile aynı saatlerde iktidara yakınlığıyla bilinen bir organizasyon şirketinin patronu Serdar Haydanlı da gözaltına alınmış ancak saatler içerisinde apar topar serbest bırakılmıştı.

Bunun üzerine CHP Genel Başkanı Özgür Özel de bizzat İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un imzasıyla, “100’üncü yıl kutlamalarında Serdar Haydanlı’nın görevlendirildiğini” gösteren resmi bir yazıyı kamuoyu ile paylaşmıştı.

Altun 19 Mart’tan bugüne geçen 125 gün boyunca bu konuda hiçbir açıklama yapmamıştı.

Ertuğrul Özkök bugünkü köşe yazısında, Altun’un isteği üzerine avukatı Sezgin Tunç'un kendisini aradığını ve Serdar Haydanlı hakkında şu ifadeleri kullandığını aktardı:

“Evet o yazı yazıldı. Ama sanki sadece Serdar Haymanlı’ya böyle bir yazı yazılmış gibi bir izlenim yaratıldı. Sayın Başkan 100’üncü yıl kutlamaları dolayısıyla çok sayıda şirket için aynı türde ‘Görevlendirme’ yazısı yazdı. İsterseniz bu yazıların örneklerini size gönderebilirim.”

Tunç bu açıklamanın ardından, farklı şirketler için yazılmış toplam 12 yazının da örneklerini Özkök’e iletti.

“Niye bunu açıklamak için 125 gün beklediniz?” diye soran Özkök, şu yanıtı aldı:

“Yürümekte olan bir soruşturma söz konusuydu, o nedenle bir açıklama yapmamayı uygun gördük.”

Oysa İBB'ye yönelik soruşturmaların hâlâ hiçbiri tamamlanabilmiş değil. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı aradan geçen 4 aydan uzun süreye rağmen henüz bir iddianame çıkaramadı. Yani soruşturmanın kapsamı ve suçlamalar tam olarak bilinmiyor. Sadece savcılığın ifade sırasında sorduğu sorular ve itirafçıların ifadeleri üzerinden çıkarımlarda bulunulabiliyor.

Özkök’ün değerlendirmesine göre Altun'un açıklaması, İmamoğlu açısından önemli bir gelişmeye işaret ediyor.

“Devlet ilk defa, İmamoğlu hakkında itirafçı olan iş insanlarının şirketlerine geçmişte birçok resmi kurumun da çok sayıda ihale verdiğini itiraf ediyor.”

Özkök, Altun’un gönderdiği belgelerin üstünde “Cumhurbaşkanlığı” ibaresinin yer aldığını da belirterek, şu yorumu yaptı:

"Bence Fahrettin Altun’dan gelen bu açıklama, devletin resmî belgesi oluyor.

Dolayısıyla bu belgeler, içerdeki bütün belediye başkanlarının en azından tutuksuz yargılanmaları için gerçek bir delil haline geliyor.

Devlet, bizzat Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı eliyle, 'Bu adamlara biz de ihale verdik' diyerek, İmamoğlu ve tüm CHP’li belediye başkanları lehine belge sunuyor.

Hatta biraz ileri bir yorumla, devlet bugün itibarıyla, bu soruşturmalara, İmamoğlu ve arkadaşları lehine 'müdahil' oldu bile diyebiliriz."

                                                       ***

Petrol hattında yeni pazarlık: Irak'ta uzlaşı sağlandı, Türkiye yeni teklif sundu, ABD bastırıyor

Bağdat-Erbil arasında petrol ihracatı için uzlaşı sağlanmasının ardından Türkiye, Kerkük-Yumurtalık Anlaşması'nı yenilemedi ve yeni bir teklif sundu. ABD ve enerji tekelleri bu defa sonuç alınmasında ısrarcı. Pazarlıklar hız kazanırken artan saldırılarsa dikkat çekiyor.

AKP'li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Türkiye ile Irak arasında 1973’ten bu yana yürürlükte olan Kerkük–Yumurtalık Ham Petrol Boru Hattı Anlaşmasının uzatılmamasına yani 2026 Temmuz'unda sona ermesine karar verdi.

Anlaşmanın iptali, Irak hükümetinin 5 gün önce Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY) ile varılan yeni petrol anlaşması onaylamasının ardından geldi.

Anlaşmaya göre IKBY günde 230 bin varil petrolü Irak devlet şirketi SOMO’ya devrecek, varil başına 16 dolar avans alacak. 50 bin varil yerel tüketime ayrılacak, maliyeti IKBY tarafından karşılanacak. İhracat yapılamazsa tüm üretim Irak hükümetine geçecek.

Bağdat-Erbil hattında bir yumuşamaya işaret eden bu anlaşma, Kerkük-Ceyhan Boru Hattı'nın yeniden devreye alınmasının önünü açabilir.

Irak 11 yıl önce IKBY petrolünü Bağdat yönetiminin izni olmadan ihraç ettiği gerekçesiyle Türkiye'ye dava açmıştı. Türkiye para cezasına çarptırılsa da dava sonuçlanmış değil. Ancak bu nedenle 2023 yılından bu yana petrol hattı fiilen kapalı.

Ankara'dan Bağdat'a yeni teklif

Nitekim Irak'ta varılan yeni anlaşma ve Türkiye'nin çıkmaza giren mevcut anlaşmayı iptal etmesinin ardından ilk adım atıldı.

Anadolu Ajansı, Ankara ve Bağdat arasında Irak petrolünün taşınmasına yönelik daha kapsamlı bir anlaşma için görüşmelerin başladığını duyurdu.

Rudaw'a konuşan Irak Petrol Bakanlığı yetkilileri de Türkiye'nin bir taslak teklif sunduğunu açıkladı.

Tekeller iştahlı, ABD bastırıyor: Saldırıların ardında İran mı var?

Pazarlık masası yeniden kurulurken dikkat çeken bir gelişme de son aylarda IKBY petrol sahalarına insansız hava araçlarıyla düzenlenen saldırılar.

soL'un görüştüğü yerel kaynaklar, bölge kamuoyunda, saldırıların arkasında İran'ın olduğu kanaatinin yaygın olduğunu söylüyor. Şimdiye kadar hiçbir aktör, saldırıların arkasında kimin olduğuna dair açıktan bir adres göstermedi.

ABD'nin uzun süredir Bağdat yönetimine hattın açılması yönünde baskı yaptığı biliniyor. Bölgede faaliyet gösteren Exxon, Chevron, DNO, Genel Energy, Gulf Keystone gibi petrol tekelleri yeniden Ceyhan Limanı üzerinden ihracata başlamak istiyor.

Hattın açılması gelirleri büyük ölçüde petrole bağlı olan Erbil yönetimi için de kritik önem taşıyor. Zira bir süredir kamu çalışanlarının maaşları ödenemiyor, bölgede altyapı yatırımları da durmuş vaziyette.

                                                         ***

Utanç üzerine...-Nevzat Evrim Önal-

Bu dünyayı utanç falan kurtarmayacak. İçinde yaşadığımız sömürü düzeninin ahlakı da sömürüyü meşrulaştırmak, bencilliği kutsamak zorundadır ve tam olarak bunu yapmaktadır.

Bu hafta bir anıyla başlamak istiyorum.

Bugün artık pek esamesi okunmuyor ama Ertuğrul Özkök, benim gençliğimde Türkiye basınının en önemli isimlerindendi. Sermaye sınıfının başlıca gazetesi olan Hürriyet’in başyazarıydı ve emekçi halka düşmanlık etmeyi, zengin patron sınıfını yıkayıp yağlamayı meslek edinmiş, Türkiye’nin “okumuş karanlığı”nın en önemli kalemşorlarından biriydi.

İşte bu adamın unutamadığım bir yazısı var, tarihi 4 Ocak 2007. Bu yazıda Özkök, çevreyolunda minibüsten inip karşıya geçen bir kadına çarpıp öldüren bir BMW sahibini savunuyor; bu örnekten yola çıkarak gündelik hayatta zenginlerin haklı olduğu zamanlarda hakkını arayamadığından, halkın gözünde otomatik olarak haksız konuma düştüğünden yakınıyordu. 1

Zenginsever Özkök sözcülüğünü yaptığı kan emici sınıf açısından haklıydı. Bu ülke AKP’nin elinde tüm erdemlerini yitirip çürümeden önce zengin olmak, bilhassa da bunu göstere göstere yaşamak ayıptı. Hani AKP’liler “eski Türkiye şöyleydi, böyleydi” diye ahkam kesip küçümsüyorlar ya; eski Türkiye’de zenginler, insanlar deprem enkazı altında can çekişirken yurt dışında yaptıkları arsız kutlamaların2 ya da ölümcül bir salgın hastalık yüzünden evlerine hapsolmuşken yalılarının rıhtımından kondisyon bisikleti çevirme fotoğraflarını3 Instagram’a salamazdı.

Yirmi üç yıllık AKP iktidarının neye hizmet ettiğinin belki de en açık (ve diyalektik) göstergesi bu: Eski Türkiye’de zenginler zenginliklerini göstermekten utanırdı, şimdi yoksullar yoksulluklarını saklamaya çalışıyor.

Bu arada, yoksulluk öyle derinleşti, zenginlik ise öyle büyüdü ki, ikisi de çuvala sığmıyor.

Aklımızda tutalım, buraya döneceğiz. Şimdi konumuza gelebiliriz...

***

Utanç insanın en güçlü duygularından biri, öte yandan geçtiğimiz haftalarda ele aldığımız öfke ve korkudan çok daha toplumsal bir öze sahip. Zira utanç, ancak başka insanlara karşı hissedilir; yalnız insanın utancı yoktur.

Liberal düşünce, bireyle toplumu birbirinin karşısına koyduğu ve yarattığı bu suni karşıtlık üzerinden toplum düşmanı olduğu için utanç duygusuna da savaş açmış durumdadır. Liberalizmin kurucu babalarından Nietzsche, ahlakı “bireyin sürü içgüdüsü”4 sıfatıyla aşağılar ve liberal düşünce de genel, yani toplumsal ahlakı, tamamen ortadan kaldırılmasa da olabildiğince seyreltilmesi gereken bir şey olarak görür. Bu düşünceye göre insanın yapabileceklerinin sınırları salt hukuk kurallarıyla belirlenmeli ve birey de topluma karşı yalnızca bu çerçevede sorumlu olmalıdır. Örneğin zor durumdaki bir insana yardım etmek bir hukuki zorunluluk değilse, kamusal alanda yaralanmış ve çaresizce yerde yatan bir insanın yanından kafasını çevirip geçen birisi sadece suçsuz değildir, aynı zamanda ayıplanmamalıdır.

Oysa bu düşünce büyük bir çelişkiyle maluldür: Ne kadar toplum düşmanı olursa olsun liberalizm de toplumsal bir sistemdir ve herhangi bir toplumsal sistem, ne “ahlak” ve “erdem” kategorilerini toptan ortadan kaldırabilir, ne de bunları salt hukuka indirgeyebilir. Zaten liberalizmin de kendi ahlakı vardır; örneğin liberal düşünceye göre öncelikle kendi bireysel çıkarını gözetmeyen kişiler enayi, zor durumda kaldığında toplumun kendisine yardım etmesi gerektiğini düşünen kişiler beleşçi ve asalaktır.

Genel ahlaka karşı açtığı savaşta liberalizmin en önemli üçkağıtlarından biri, genel ahlakı cinsellik başlığına indirgemek ve bilhassa kadın cinselliği üzerinde baskı kuran bağnazlığı örnek göstererek bir korkuluğa dönüştürmek; bu musibetten kurtulmanın yolunun ise genel ahlak kategorisini reddetmek olduğunu savunmaktır.

Oysa ahlak, toplumsal düzeni değil, toplumsal düzen, ahlakı yaratır. İçinde yaşadığımız toplumsal düzenin ahlakındaki tüm yabancılaşmış, gayrı insani öğeler, toplumun temelindeki yabancılaşma üreten maddi ilişkilerden (yani toplumun emek sömürüsüne dayalı olmasından) neşet eder. Bunlardan kurtulmak için ihtiyacımız olan şey ahlaksızlık (yani toplumsuzluk) değildir; bu ancak insanlığın ürettiği toplumsal zenginlikten aslan payı almasına rağmen insanlığa karşı hiçbir sorumluluğa sahip olmadan yaşamak isteyen sömürücülerin hayali olabilir. İhtiyacımız, maddi eşitliğe ve bu eşitlikten yükselecek özgürlüğe dayalı yeni bir toplumsal düzen ve o toplumsal düzenin insancıl ahlakıdır.

Son kitabımın yayınlanmasından bu yana en sık karşılaştığım sorulardan biri “sosyalist toplumda insanların bencillik yapması nasıl önlenecek?” Cevabı basit. Bugün içinde yaşadığımız sömürü toplumunun ahlakında bazen üstü kapalı biçimde çoğunlukla da açıkça alkışlanan ve doğru bulunan, ayrıca toplumun maddi işleyişi tarafından ödüllendirilen bencil davranışlar sosyalist toplumun maddi işleyişi tarafından ödüllendirilmeyecek, belki bazı durumlarda hukuken cezalandırılacak, ama daha önemlisi, her durumda ahlaken ayıplanacak, utanılacak davranışlar olacak.

Buradan devamla, daha mayınlı bir alana girebiliriz… 

***

Tarkovskiy’in Solaris filminin sonuna doğru, ana karakter Kris Kelvin “dünyayı utanç kurtaracak” der. Sosyal medyada bağlamında ve bağlamı dışında çok tekrarlanan bir alıntıdır.

Çok tekrarlanmaktadır, çünkü insancıl insan günümüz dünyasında her gün vicdanını yaralayan ve onu insanlığından utandıran, çok korkunç şeylere şahit olmaktadır.

Ne var ki, şunu sormak zorundayız: Bu korkunç şeyler, yapanlar utanmadığı için mi oluyor? Örneğin açlıktan ölmekte olan biçare Filistinlileri gıda yardımı dağıtılacak söylentisiyle bir noktaya çağırıp sonra bombalayarak kadın çocuk demeden katleden İsrail askerleri, bunu utanç duygularını yitirdikleri için mi yapabiliyor?

Burada hayli derin iki çelişki var. Birincisi, farkındaysanız bu düşünce, bu dünyadaki kötülüklerin ortadan kalkması için o kötülüklerin faili olan egemenlerin utanıp, insafa gelip kötülük yapmayı bırakmalarını beklemek anlamına geliyor. Daha önemli olan ikincisi ise şu: Bu düşünceyle hayıflanan insancıl birey, aynı anda örtülü bir biçimde, şahit olduğu kötülüklerin tamamen kendisine dışsal olduğunu, bu kötülüklerin ona üzülmekten başka bir ahlaki sorumluluk yüklemediğini varsaymış oluyor.

Oysa içinde yaşadığımız toplumsal düzen tüm dünyayı kuşatmıştır ve maddi olarak kimseyi dışarıda bırakmamaktadır. Kapitalist emperyalizmin dünyasında insanlar, toplumsallaşmış üretim süreçlerine daha önceki hiçbir toplumda olmadıkları kadar bağımlı biçimde yaşamaktadır. Kimse kendi evini yapmaz, kendi eşyalarını üretmez, kendi gıdasını yetiştirmez; her insan üretimin kendi başına hiçbir anlam ifade etmeyen bir parçasını (o da fiilen çalışıyorsa) gerçekleştirir. Bireyin egemen düzen tarafından psikolojik anlamda tarihte hiç olmadığı kadar yalnızlaştırılabilmesini mümkün kılan, maddi yaşantının bu denli toplumsallaşmış olmasıdır ve bu devasa bir çelişkidir ancak tutarsız değildir, kendi içerisinde mantıklıdır.

Bu yüzden her insan, kendisini ne denli yalnız ve bağlantısız hissediyor olursa olsun, maddi varoluşunu sürdürmesini sağlayan toplumsallaşmış üretim süreçlerinin sonuçlarından sorumludur ve “eylemsizlik” kimseyi bu sorumluluktan kurtarmaz; zira yaşamanın kendisi alınıp verilen her nefeste toplumsal bir eylemdir. Eğer birey, vicdanını yaralayan kötülüklerin ortadan kalkmasını istiyorsa, onları ortadan kaldırmak için karşı eyleme geçmelidir. 

Dahası, bu karşı eylem de eylemsizlik olamaz. Milyarlarca müşterisi olan çok uluslu tekeller birkaç bin vicdanlı yurttaşın boykotuyla cezalandırılamaz. İpten kazıktan kurtulmuş despot siyasetçilere bireysel “duran adam” performanslarıyla had bildirilemez. Soykırımlar gözyaşlarıyla durdurulamaz.

Vicdansız eylemler ne denli şiddetliyse, onları durduracak karşı eylem de o denli şiddetli olmalıdır. 

İnsanlık tarihinde idealist ahlakın en önemli timsallerinden biri olan, “çürütülemez, satın alınamaz” lakaplı Maximilien Robespierre giyotini savunurken “devrimin devleti, özgürlüğün tiranlık üzerinde kurduğu despotluktur” demişti.5 Haklıydı, zira yüzlerce yıl boyunca yaşanmış esaret ve sömürünün 16. Louis ile Marie Antoinette’te sembolleşmiş karanlığı, salt bu iki sembolün başı sepete düştüğünde değil, ancak geçmişin geri gelmesini isteyenler yenilip tepelendiğinde aydınlanabilirdi.

O aydınlanma yarım kaldı. Krallar ve rahiplerin eski karanlığı ile burjuvazinin özel mülkiyeti uzlaşıp, çok daha geniş, tüm dünyayı kuşatan yeni bir esaret ve sömürü düzeni kurdu. Adına kapitalizm denen bu düzen kendi ideolojisi olan liberalizmi ve kendi bencil, çıkarcı ahlakını egemen kıldı.

Vicdanımızı ancak dışında yaşayamayacağımız bu esaret düzenine karşı mücadele ederek ve nihayetinde onu yıkarak özgürleştirebiliriz.

***

Başa dönüyorum…

Ertuğrul Özkök’ün hayıflandığı, sıradan insanın sağduyusunda zengine karşı hissedilen ahlaki güvensizliğin temelinde; zenginlikle yoksulluk arasındaki diyalektiğin sezgisel bir düzeyde kavranması yatıyordu. Ekim Devrimi ile yan yana, onun açtığı alanda kurulmuş ve Sovyet sosyalizmiyle birlikte büyüyüp gelişmiş eski Türkiye’de bu hissiyat çok güçlüydü. Sıradan emekçi insan zengine güvenilmeyeceğini, o zengin olduğu için kendisinin yoksul olduğunu ve onun bireysel servet ve konforlarını asla kimseyle paylaşmayacağını biliyordu.

Önce Sovyetler Birliği yenildi, ardından tüm dünyada onun bıraktığı izleri silmeye giriştiler. Bu izler sadece işçi sınıfının kıdem tazminatı, hafta sonu tatili, sosyal sigorta gibi hukuksal kazanımları değildi. Toplumsal ahlaka göre zenginliğin utanılacak, arsızca sergilenmemesi gereken bir şey olması da bir kazanımdı. Tüm bunlar hiç utanmadan “ben zenginleri severim” diyebilen Turgut Özal gibi insan düşmanı alçaklar tarafından silindi süpürüldü.

Ertuğrul Özkök’ün arzuladığı toplumsal ahlak kuruldu. Günümüzün dünyasında zenginler zenginliklerinden değil yoksullar yoksulluklarından utanıyor ve toplumun büyük çoğunluğu arsız zenginlere benzemeye, onlar gibi yaşamaya çalışıyor. Egemen sınıfın sadece düşünceleri değil ahlakı da egemen oldu.

Bu dünyayı utanç falan kurtarmayacak. Utanç toplumsal ahlakın, o da toplumun maddi düzenin bir sonucudur. İçinde yaşadığımız sömürü düzeninin ahlakı da sömürüyü meşrulaştırmak, bencilliği kutsamak zorundadır ve tam olarak bunu yapmaktadır. Böylesine yabancılaşmış bir düzende, kökenleri basbayağı insan biyolojisinde olan empati duygusu ve ondan üreyen vicdan, toplumsal ahlak tarafından mutlaka cami avlusuna terk edilir.

Son büyük filozof Sartre “varoluş sorumluluktur” diyordu ve haklıydı. İnsanlık sayesinde varız ve ona karşı sorumluyuz. Ya ele ele verip, bu sömürü düzenini yıkıp, eşitliğe dayalı bir düzen ve vicdana ters olmayan bir toplumsal ahlak kuracağız; ya da sonunda yıkılan şehirlere, katledilen çocuklara, çöpten yemek arayan insanlara ağlamaktan usanıp, biz de kendi vicdanımızı cami avlusuna terk edeceğiz. 


1https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/ertugrul-ozkok/vip-ten-gecmemenin-bedeli-5717087

2https://haber.sol.org.tr/haber/patronlarin-ensesindeyizden-sabanciya-yaniniza-kalir-saniyorsunuz-boyle-devam-edin-365724

3https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/haci-sabancidan-takipcisine-sakin-ol-sampiyon-evdeyim-1728764

4F.W. NietzscheThe Gay Science, Cambridge: Cambridge University Press, 2001, s.115.

5https://www.marxists.org/history/france/revolution/robespierre/1794/terror.htm

                                                                             /././

Bir kez daha 400 vekil arayışı -Fatih Yaşlı-

Dün kanla denenen ve ulaşılamayan 400 vekil hedefine, bugün bu yeni-Osmanlıcı projeyle ulaşılabilecek mi?

Kürt siyasi hareketi her sene 19 Temmuz 2012’de gerçekleşen “Rojava devrimi”yle ilgili kutlama mesajları yayınlar. Bu mesajlarda ise hem IŞİD’le mücadele hem de bu mücadelede kadınların oynadığı rol özellikle ve doğal olarak vurgulanır. Bu sene de geleneksel bir şekilde hareketin legal kanadı olarak DEM Parti konuya dair bir kutlama mesajı yayınladı; ancak bu seferki açıklama geçmiştekilerinden büyük ölçüde farklıydı. Bu seneki açıklamaya göre Rojava devrimi “Esad diktatörlüğüne karşı Kobane’de başlamış ve ardından da tüm Kuzey ve Doğu Suriye’ye” yayılmıştı. Ayrıca açıklamada IŞİD’e ve diğer cihatçı çetelere karşı verilen mücadeleden bahsedilmiyor, bunların destekçilerinin kim olduğuna dair de tek kelime edilmiyordu. 

Tepkiler nedeniyle ertesi gün silinen bu açıklamanın anlamı üzerinde duracağız ama öncelikle on üç yıl öncesine gidip “Rojava devrimi”nin sahiden de “Esad diktatörlüğü”ne karşı başlayıp başlamadığı sorusunu yanıtlamamız gerekiyor. Çünkü o soruya vereceğimiz yanıt bugün yaşadıklarımızı anlamamızı kolaylaştıracak, oradan çıkıp bugünlere gelebileceğiz.

Suriye’den Türkiye’ye uzanan yollar

Emperyalist müdahalenin ve cihatçı terörün başlamasının üzerinden yaklaşık on beş ay geçmişken, yani 2012 Temmuz’unda, askeri açıdan son derece sıkışmış bulunan Suriye devleti, bu sıkışıklığı aşabilmek adına ülkenin kuzeyinden askeri güçlerini çekmiş ve bu güçleri kritik şehirlere konuşlandırmıştı, öncelik bu şehirlerin korunmasıydı. Dahası, boşaltılan yerleri Suriye’deki Kürt güçlerinin dolduracağı bilindiği için, müdahalenin en aktif unsurlarından Türkiye’nin kucağına sınırın diğer tarafında da bir Kürt sorunu bombası bırakılmış olacaktı bu sayede. 

Dolayısıyla “Rojava devrimi” Şam yönetimine karşı başlamadı, Suriye Kürtlerinin Esad’a karşı ayaklanması gibi bir durum söz konusu değildi, Suriye devleti ile YPG arasındaki çatışmalar süreci belirlemedi. Esas mesele Suriye ordusunun ülkenin bütününde varlık gösterecek bir gücünün olmaması ve bu nedenle stratejik kentlere doğru çekilmesi, ortaya çıkan boşluğu da PYD’nin doldurmasıydı.  

PYD-YPG’nin Suriye’nin kuzeyindeki hâkimiyeti Türkiye’nin içerisinde yeni bir çözüm sürecinin tetikleyicisi oldu. Suriye’de rejimi değiştirmek isteyen iktidar, sadece cihatçılarla değil YPG ile birlikte de Şam’a yürüme planları yapıyordu.  Yılın sonlarına doğru iktidar cenahından sürece dair sinyaller gelmeye başladı ve 2013’ün ilk günlerinde, 3 Ocak’ta, Ahmet Türk ve Ayla Akat’ın Öcalan’ı ziyaretine izin verildi. Sadece altı gün sonra ise Sakine Cansız ve iki PKK’lı kadın daha Paris’te öldürülecek, yeni açılıma direnenlerin başına neler geleceğine dair mesaj bu operasyon aracılığıyla verilecekti. 

Şubat ayında Hakan Fidan’ın Öcalan’la görüştüğü açıklanırken, yine aynı ay içerisinde Sırrı Süreyya Önder, Pervin Buldan ve Altan Tan’dan oluşan yeni bir heyetin İmralı’ya gitmesine izin verildi. 28 Şubat günü ise “görüşme tutanakları” Milliyet gazetesinde yayınlandı. Sürecin hızlanmasıyla birlikte Öcalan’ın silahların susması doğrultusundaki çağrısı Newroz’da, yani 21 Mart günü Diyarbakır’da okundu, iki gün sonra da PKK ateşkes ilan ettiğini açıkladı.

Nisan ayının başlarında iktidar 62 kişiden oluşan bir “Akil İnsanlar Heyeti” kurulduğu açıklandı. Aynı günlerde Öcalan PKK militanlarına sınır dışına çıkma talimatını verdi ve örgüt Mayıs ayı başından itibaren Türkiye’den çekilme sürecine girdi. Aynı günlerde Gezi direnişi başlayacak ve Kürt hareketi tam da yeni açılıma denk gelen Gezi’ye yaklaşımını belirlemekte zorlanacaktı. 

Yaz aylarından itibaren süreç bir duraklama yaşadı ve PKK geri çekilmeyi durdurdu, yılın sonuna doğru ise neredeyse tamamen dondu. O esnada, 21 Ocak 2014 tarihinde Rojava’da demokratik özerklik ilan edilecek, YPG-IŞİD çatışması başlayacak, yılın sonlarına doğru, yani Eylül ayında ise IŞİD Kobane’yi kuşatacaktı. 2014 Newroz’unda da Öcalan’ın bir mektubu okunmuş ama çözüm sürecinde yıl boyu somut bir ilerleme sağlanamamıştı. 6 Ekim günü Doğu ve Güneydoğu’da IŞİD’i ve iktidarın IŞİD’e yönelik desteğini protesto için binlerce kişi sokağa çıktı. 41 kişinin yaşamını yitirdiği bu gösteriler ancak Öcalan’ın çağrısıyla sona erdi. Aynı ay içerisinde güvenlik güçleri ile PKK arasındaki çatışmalar da yeniden başlamıştı.

Sürecin zirve noktası 28 Şubat 2015’teki Dolmabahçe zirvesiydi. Bu zirvede AKP’li ve HDP’li heyetler bir araya geldiler ve üzerinde müzakere edilecek 10 maddelik bir metin kabul edildi. Aynı yılın Newroz’unda Öcalan’ın bir mektubu daha okunacak, bu mektubun okunmasından sadece beş gün sonra, yani 22 Mart’ta Erdoğan Dolmabahçe Mutabakatı’nı reddettiğine dair güçlü mesajlar verecekti. 17 Mart günü ise Selahattin Demirtaş partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmada Erdoğan’a üç kere “seni başkan yaptırmayacağız” diye seslenmişti. 

Demirtaş’a bu açıklamayı yaptıran gelişme Erdoğan’ın 7 Mart günü Gaziantep’te toplu açılış töreni adı altında düzenlenen seçim mitinginde yaptığı konuşmaydı. Erdoğan o konuşmada başkanlık sistemine geçişten ve yeni anayasadan bahsetmiş ve aynen şöyle demişti: 

Şimdi ne diyoruz, 7 Haziran’da bir seçim var mı? Bu seçimde Türkiye’yi, yeni Türkiye hedeflerini, yeni anayasasına, başkanlık sistemine, çözüm sürecini güçlendirerek kavuşturmak için hazır mıyız? Kardeşlerim, 400 milletvekilini verin ve bu iş huzur içinde çözülsün. 

7 Haziran’dan 1 Kasım’a: Kurşun ayları ve seçimsizleştirme 

Erdoğan az önce de belirttiğim üzere 22 Mart’ta Dolmabahçe Mutabakatı’nı tanımayacağının sinyalini vererek aslında fiilen çözüm sürecinin bitişini ilan etmişti. Sürecin resmi olarak bitişi ise 7 Haziran seçimlerinden sonra söz konusu olacaktı. İktidar partisi, alınacak 400 vekille referanduma gitmeksizin anayasayı değiştirme ve başkanlık sistemine geçme planları yaparken tek başına hükümet kuracak vekil sayısına dahi ulaşamayacaktı. 

Aynı günlerde Suriye’de YPG’nin iktidarın İhvancı ve emperyal dış politikasına dahil olmayacağı da görülecek ve içerideki seçim yenilgisiyle Suriye’deki planların suya düşmesi üst üste gelecek ve iktidar strateji değişikliğine gidecek, ülke bambaşka koşullarda yeniden seçime götürülecekti. Cumhuriyet tarihi boyunca hiçbir iktidar fiili ya da resmi olarak “ben seçim sonuçlarını tanımıyorum” dememişti ama şimdi AKP fiilen sonuçları tanımıyor ve ülkeyi adım adım tekrar bir seçime hazırlıyordu.

Erdoğan hükümeti kurma görevini 9 Temmuz günü, yani seçimlerden üzerinden bir ay geçmişken Davutoğlu’na vermiş ve Davutoğlu da 40 gün sonra 18 Ağustos’ta görevi iade etmişti. Erdoğan ise teamül gereği ikinci parti olan CHP lideri Kılıçdaroğlu’na görevi vermek gibi bir işe girişmeyecek ve 26 Ağustos’ta seçimlerin yenileceğini açıklayacaktı. Türkiye tarihinde ilk kez iktidar sonuçlarını beğenmediği için tekrar bir seçime gidiliyordu.

Peki Türkiye 1 Kasım günü yapılacak olan seçimlere nasıl götürüldü, 7 Haziran-1 Kasım arası neler yaşandı? Bu soruya en kısa haliyle şöyle bir yanıt verilebilir: Bu “kurşun ayları”nda tam 862 kişi yaşamını yitirdi. Sürecin ve ateşkesin Temmuz ayında sona ermesinin ardından beş ay boyunca süren bu karanlık dönemin en kanlı saldırılarının ilki Suruç’ta, ikincisi ise Ankara’da gerçekleşti. 20 Temmuz günü, IŞİD militanları Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu üyesi 33 genci Suruç’ta katletti. Daha büyük bir saldırı ise 10 Ekim günü Ankara’daki Emek, Barış ve Demokrasi mitinginde gerçekleşti ve ülke tarihinin bu en kanlı katliamlarından birinde 109 kişi yaşamını yitirdi.

Ülkenin planlı, programlı bir şekilde korku siyasetiyle ve kan ve barut kokusuyla götürüldüğü 1 Kasım seçimlerinde iktidar 400 vekile yine ulaşamadı ama rejim inşasının devam etmesi için gereken sayıya ulaştı ve yeniden tek başına iktidar olmayı başardı.

Yeniden 400 vekil, yeniden seçimsizleştirme 

Bugünden geriye doğru bakıldığında, 7 Haziran-1 Kasım arası yaşananların Türkiye’nin seçimsizleştirilmesi sürecinin bir parçası olduğunu çok net bir şekilde görebiliyoruz. Tekrar pahasına söyleyelim, ülke tarihinde ilk kez bir iktidar fiilen seçim sonuçlarını tanımadı, beş ay içerisinde yeniden sandık kurdu ve aylara yayılmış bir toplumsal mühendislik projesi dâhilinde o tekrar seçimi kazandı. 

Bugün yine bir “çözüm süreci”nin ortasındayız ve bugün de aslında esas meseleyi “400 milletvekili verin, bu iş huzur içerisinde çözülsün” cümlesi oluşturuyor. Dün savaşla istenen şeyin bugün “barış”la isteniyor olması meselenin özünü değiştirmiyor, Erdoğan yeni bir anayasa ve sonsuz iktidar istiyor. Bunun için de ortağı Bahçeli’nin büyük desteğiyle yeni anayasaya doğru giden yolun taşlarını adım adım döşemeye devam ediyor. 

Öcalan’a açılan alan, PKK’nın silah bırakması, Meclis’te kurulacak komisyon vs. bunların hepsi -elbette ki dış politika ayağı olmakla birlikte- özü itibariyle bununla ilgili, atılan her adım bunun için atılıyor. Uçum’un “referandumsuz anayasa değişikliği olmaz” açıklamalarına itibar edilmesin, iktidar o anayasayı referandumda kabul ettirmenin nasıl zor olduğunu biliyor ve Meclis’te 400’ü arıyor, referandum ise şimdilik B planını teşkil ediyor.

DEM’in Rojava’ya dair bugüne kadarki bütün açıklamalarında IŞİD’e ve diğer cihatçı çetelere işaret ederken -gelen tepkiler nedeniyle silmesine rağmen- son açıklamasında bunların hiçbirine değinmeyip “Esad diktatörlüğü”nden bahsedişi, zamanın ruhuna tam olarak denk düşüyor. Barrack’ın “Osmanlı milleti” güzellemelerine Bahçeli’nin “Kürt ve Alevi cumhurbaşkanı yardımcıları” çağrısı eşlik ederken, yani yeni-Osmanlıcı proje işlemeye devam ederken Kürt siyaseti de buna uyum sağlayacak bir söylem ve eylem değişimine gidiyor, iktidarla ortak bir yolda yürümenin hesapları yapılıyor. 

Peki dün kanla denenen ve ulaşılamayan 400 vekil hedefine, bugün bu yeni-Osmanlıcı projeyle ulaşılabilecek mi? Bu sorunun yanıtını muhalefetin neyi, ne kadar göze alabileceği ve bu projenin karşısına bir alternatif olarak nasıl bir projeyi koyacağı belirleyecek. “Bir başkanlık uğruna” Lübnanlaştırılmak istenen Türkiye’yi savunmak için emeği, yurttaşlığı, laikliği, cumhuriyeti, bağımsızlığı, antiemperyalizmi bir araya getirmiş, bunları halkla buluşturan, halkı özne haline getiren bir siyaset şart. Aksi durumda Lübnan, Irak, Suriye örnekleri karşımızda duruyor.     

                                                        /././

Papa niçin sessiz?-Tevfik Taş-

19. yüzyılın risk almaya teşne, oyun kurucu Papa'sına referansla siyaset yapacağını ima eden Prevost, öyle görünüyor ki bir süre daha, Kiliseyi siyasetin dolaylı aracı olarak konumlandırma çizgisinde kalmaya devam edecek.

Papa Francis'in 21 Nisan'da hayatını kaybetmesinden sonra 8 Mayıs'ta yeni Papa seçilip, 11 Mayıs'ta resmen görevine başlayan Robert Francis Prevost, adet olduğu üzere kendisine Papalık adı seçerken 1878 – 1903 arasında Papalık yapmış XIII. Leo adını tercih etmişti. Uluslararası işçi hareketinin düşmanı olarak sınıf siyasetinde kariyer yapan XIII. Leo'dan sonra XIV. Leo'nun tercih ettiği ada göre mi, yoksa burjuva medyasında köpürtülmeye çalışılan nüfustaki soyadına göre mi yetişip, karakter kazandığı sorusu bir tür modern falcılık olarak düzen entelijensiyası içinde tartışılıyor. Amerikalı Papa'nın ''Avrupalı kökleri'' olduğu verisinin haber değeri olduğu iddiası ciddiye alınabilir mi? Amerika kıtasında yaşayan insanlara medeniyet götürme adına yola çıkan Avrupalılar, Amerika'da ''yerli''lileri ya köleleştirmiş ya da alçakça katletmişlerdi. Doğal olarak, şimdiki Papa'nın da bir önceki Papa'nın da "Avrupalı kökenleri" olduğunu keşfetmenin özel bir zeka gerektirmeyeceği açık olmalıdır.

İspanya kökenli anne Mildred ve Fransa – İtalya kökenli baba Louis Prevost'un çocukları olarak  dünyaya gelen Robert Francis Prevost, ana akım medyanın algı oluşturucusu gazetecilerine göre tam da tanrı tarafından kendisine verilen ve Orta Çağ Fransızcasında ''sorumluluk sahibi'' Prevost soyadına göre yetişmiştir! Ağabey John Joseph'e göre ta çocukluğundan beri oyun oynarken hep ''büyük rahip'' olmayı istermiş. Ağabeyin kuşkulu şahitliğini bir  yana bırakırsak dahi yeni Papa'nın tercihi Papalık adına göre mi (Leo yani aslan), yoksa nüfus kayıt bilgisindeki soyadına göre mi (sorumluluk sahibi) kişilik kazandığına karar vermemiz istendiği vaaz edilmektedir. Aydınlanma çağında kapıdan kovulan dinin bacadan giren bu mistifikasyon sosuna bulanmış simge falcılığının altını çizmeden ne Papa'yı ne de bir bütün olarak yerleşik düzenin ideolojik aygıtlarını anlama şansımız olmayacaktır...

Simge falcılığını bir kenara bıraktığımızda yeni Papa'nın tanrının görünmez eli ile göreve seçildiğinden bugüne kadarki süreçte yapıp/yapmadıkları üzerinden bir değerlendirmede bulunmakta yarar var. "Papa'nın yüz günü" gibi bir başlık açtığımızda belirginlik kazanan unsur şudur: Papa XIV. Leo, Vatikan içi iki güçlü eğilimin kişiliğinde uzlaşma zemini bulduğu ihtiyatla hareket etmektedir. Selefi Francis gibi ''yoksulların kilisesi'' söyleminin ısrarlı sürdürücüsü olmayacağının kimi emarelerini verirken, öte yandan da II. Johannes Paul gibi Amerikancı politikaların kurşun askeri konumunun pratisyeni olmayacağına dair kimi simgesel işaretler vermekten de kaçınmamaktadır. Yüz günlük icraatıyla orta yolcu bir tutumu benimseyeceğinin örneklerini veren XIV. Leo, Papalık tarihindeki isim babasına referansla davranıp davranmayacağı konusunda güçlü işaretler vermekten (şimdilik) ısrarla kaçınmaya çalışıyor.

Şimdiki Papa'nın ad referansı olan Papa XIII. Leo, Avrupa'da yükselen sosyalist harekete karşı işçi sınıfından yana görüntü vererek dönemin burjuva devletine muazzam destek vermişti. Emekçilerin yerleşik düzene uyumlulaştırılması konseptinde Hristiyan etiğini yardıma çağırmakla kalmamış, monarşi sonrası yeni düzenin siyasi partiler düzenine de özgün girdilerde bulunmuştu. Leo, eski düzenin geri dönmemek üzere yıkıldığını görerek, burjuvazi ile Kilisenin arasını düzeltmişti. İşçi düşmanı Papa, ''işçi Papa'' diye nam yapmayı başarırken, oyun dışı bırakılmanın eşiğine gelen Vatikan'ı da yeniden düzen siyasetinin özerk bir bileşeni olarak yeniden konumlandırmayı becermişti.

Vatikan'ın ilk ABD'li Papa'sı olarak seçilen Robert Francis Prevost, kendisinden pek de beklenmeyen bir radikallikle, 19. yüzyılın oyun kurucu Papa'sı Leo'nun adını almayı tercih etmişti. Simgelerle yürüyen Vatikan diplomasisinin bu tercihi, burjuva iktidarının ortaya çıktığı dönemdeki risk üstlenen tutumu ile burjuvazinin yönetme yeteneğini yitirmeye başladığı günümüz ile kıyaslandığında hayli ürkek bir konumlanış içinde olunduğunu gösteriyor. 19. yüzyılın risk almaya teşne, oyun kurucu Papa'sına referansla siyaset yapacağını ima eden Prevost, öyle görünüyor ki bir süre daha, Kiliseyi siyasetin dolaylı aracı olarak konumlandırma çizgisinde kalmaya devam edecek.

Halef – selef simge savaşları

Vatikan'a içkin olan simgelerle davranıp, kitlelere mesajlar iletme geleneğinde mevcut Papa ile selefi Papa Françis arasında önemli farkların varlığının altını çizmek gerekiyor. Françis'in Papa seçildikten sonra geleneksel ''ayak yıkama'' ritüelinde değişikliğe giderek Kardinaller yerine cezaevindeki mahkûmların ayaklarını yıkaması çarpıcı bir mesajdı. XIV. Leo bu ritüelden uzak durmayı tercih etti. Papa Françis, yine geleneksel seremonilerin başında yer alan ''yüzük öptürme''yi tamamen devre dışı bırakırken, mevcut Papa bu geleneği sürdürmek konusunda pek hevesli olduğunu gösterdi. Önüne gelene Papalık yüzüğünü severek öptürüyor!

Roma'nın Haziran sıcağından Adriatik kıyısına kaçıp, 426 rakımlı Arnavut Dağları'ndaki Castel Gandolfo'da serinlemeyi tercih eden XIV. Leo'dan farklı olarak Françis, Papalık mesaisi boyunca oraya adım atmamayı tercih etmişti. Castel Gandolfo, Polonyalı Papa II. Johannes Paul ve Alman Papa XVI. Benedikt'in her yaz kendilerini attıkları bir villa idi ve Françis bu çizgi ile sorunlu bir hizbi temsil ettiğini bir de bu şekilde ifade ediyordu. XIV. Leo, adeta Françis ile arasına mesafe koyarcasına yine bir eski geleneği canlandırma gereği duydu. Papalık seçiminde görev alan Papalık bürokrasisine kişi başı 500 avro ödemesi yapıldı. Bu adet de yine Françis ile sonlandırılmıştı.

Papa XVI. Leo: Bir 'geçiş dönemi' Papa'sı mı?

Katolik Kilisesi kurmaylığı içindeki yenilikçiler/muhafazakârlar kamplaşmasının uluslararası siyasetteki karşılığı, hem nalına hem mıhına siyasetininin sürdürülmesini kolaylaştıran "kilise içi işlerle uğraşma" fotoğrafının büyük görüntü olarak algı vitrinine iliştirilmesi olarak somutluk kazanmaktadır. Papa, emperyalist saldırganlığın pervasızlaşarak vites atlattığı bir eşikte, bir yandan barış retoriğini cari düzlemde tutmaya çalışırken, diğer yandan bu söylemin somut bir muhatap hedeflememesine azami özen göstermektedir. Fincancı katırlarını ürkütmemeye özen göstereceği anlaşılan XIV. Leo'nun orta yolcu tutumunu uzun süre sürdüremeyeceğinin en bariz zayıflığı, Papalık makamı için görece fazla genç olmasıdır. XIV Leo, ''geçiş dönemi Papa'sı'' olamayacak kadar gençtir. Daha da önemlisi, Papa'nın görece genç olması ile dönemin emperyalist siyaset açısından kırılganlık niteliğinin  derin çatlaklar barındırma eğiliminin tezatlığının çakışmasıdır. Papa, uzun vadede iki sandalye ortasında oturamayacak, ilk yüz gününde gösterdiği ''yalnızca din işleri ile ilgilenen'' bir Papa görüntüsünde ısrar etmeyecektir...

Soğuk Savaş döneminin ileri yaştaki radikal Papa'sı XXIII. Johannes, seksenine merdiven dayadığı bir yaşta birincisinden seksen küsür yıl sonra  II. Vatikan Konsili'ni toplama gayretini göstermişti. 1958'de 78 yaşında Papa'lığa seçilen Roncalli, Soğuk Savaş dönemine Vatikan'ın uyum sağlamasına dair programına uygun açılımı yapmıştı. Oysa Vatikan Kardinaller Konseyi Roncalli'yi geçiş dönemi Papası olması için XII. Pius'un yerine bilinçli bir tercihle ileri yaşı dikkate alarak seçmişti! Vatikan kurmaylığı, faşizmin yenilgisinin şokunu üzerinden tam olarak atamayan XII. Pius çizgisi ile ilerleyemeyeceğinin farkındaydı. Öte yandan Trumancı siyasetin etkisiz elemanı olmak konusunda da pek istekli değildi. İşte bu sıkışmışlıkta Roncalli imdada yetişmişti. "Zaman kazanmak" için göreve getirilen Roncalli, bütün hesapları alt üst eden bir performans göstermişti.  Roncalli, Kardinaller Konseyi'nin dünyayı anlamakta yaya kalmış muhafazakâr eğilimini tırpanlayarak, Vatikan'ın yeni güç dengelerini hesaba katan ''yumuşama'' stratejilerine entegre etmeyi başarmıştı. Tarih tüfeğinin gez – göz - arpacık hesabı ile hedef arasındaki açı farkı sanıldığından daha büyük olabilmektedir. Neye niyet, neye kısmet!

Ketumluk mu, bilinçli bir strateji mi?

Donald Trump, yeni Papa'yı tebrik etmişti. Ancak Papalık resmi törenine bizzat katılmak yerine mezhep değiştirerek Katolikliğe geçen yardımcısı J. D. Vance'ı göndermeyi tercih etmişti. Bu tercihin, Trump'ın ayarsızlığından ziyade gizlenemeyen bir gerilim ile gözardı edilemeyecek bir işbirliği potansiyelinin dışavurumu olabileceği ekseninde okunmasının yararlı olabileceği kaydedilmelidir. Yeni Papa'nın henüz Peru'da Başpiskopos ve daha sonra da Kardinal olduğu dönemlerden beri mülteci siyasetinde Trump çizgisi ile arasının barışık olmadığı biliniyordu. Öyle anlaşılıyor ki, Trump da Papa da birbirlerinin güçlerinin farkındalar. Bu bağlamda J. D. Vance'ın Vatikan mesaisinin tedricen yoğunlaşabileceğini varsaymakta yarar var.

İsrail'in Gazze'deki katliamlarında zar zor işitilen bir ''taraflara ateşkes'' önerisinde bulunan XIV. Leo, Ukrayna – Rusya Savaşı konusunda selefinden farklı olarak Rusya'yı açık bir dille kınama konusunda ketum davranmadı. Bununla birlikte Zelenskiy'nin 10 Haziran'da Roma'da Papa'yı ziyaretinde ''beklediği desteği'' alamadan eli boş döndüğünü de kaydetmek gerekiyor. Papa'nın NATO'nun saldırgan ve kışkırtıcı rolüne dair en küçük bir değerlendirmede dahi bulunmaması bir kenara yazılmalıdır. Bununla birlikte aynı Papa, Papalık makamına yerleşirken  barış başlığını başa yazmıştı. Papa, barış söylemini sürdürmekle beraber adres göstermemeye özen gösteriyor. Savaş ve derin yoksuluğun sonucu olarak ortaya çıkan mültecilik sorununda neredeyse boşluğa kılıç sallayan yeni Papa, yapay zekanın insanlığı verebileceği olası zararları konusunda dahi daha köşeli laflar edebilmektedir.

Daha çok dini meseleler ile uğraşıyor görüntüsü vermeye gayret eden XIV. Leo, uluslararası planda hem nalına hem mıhına stratejisine bir süre daha devam edecek gibi görünüyor. Oysa Vatikan kurmaylığı doğası gereği siyasal süreçlerinin uzağında duramayacak kadar politik bir kurumsallıktır. Papa'nın iki sandalye ortasında oturuyor gibi görünmesi ya da birbiriyle çelişkili gibi gözüken hem nalına hem mıhına çıkışlar yapması siyasal süreçlere katılma konusunda ön hazırlık süreçlerinin tamamlanması ile ilgilidir. Devasa üye kayıplarının önüne geçebilmek kitlelerden yana inandırıcı faaliyetler içine girmeyi zorunlu kılar. Katolik Kilisesi'nin iç gerilimleri, pedofili vakalarının neredeyse kural haline gelmesi ile derinleşen itibar kaybı mevcut Vatikan kurmaylığını fazlasıyla yormaktadır.  Hristiyanlığın diğer mezhepleri ile olan ayrılık ve sürtünme başlıklarının yumuşatılması için de bir yeni konsile ihtiyaç var. Henüz köşe taşları belirlenmemiş olsa da Vatikan III. Konsili'nin programlanmasına dair intern çalışmaların yansıması  şimdiden yankı uyandırmaya başladı bile. 325 İznik Konsili'nin bin 700'üncü yıldönümüne dair hazırlıklar da mezhepler arası ayrışmaları yumuşatmaya dönük çabalar üzerinden planlanmaya çalışılıyor.

Vatikan'ın sessizliği genelde ikrardan gelir(di) ve "yok sayarsan, yoktur" stratejisine dayanırdı. Bu kez sessizlik kapitalist/emperyalist dünya düzeninin derinleşen krizine nereden ve nasıl müdahil olunacağının konseptinin henüz hazırlan(a)mamış olmasıyla doğrudan alakalıdır. Yerleşik düzenin asli üyelerinden Vatikan, savaş ile barış arasında, yoksulluk ile sömürü arasında hiçbir zaman iki sandalye ortasında oturmadı. Her zaman sömürücü sınıfların safında yer tutmasına karşın bu rolünü olabilen sofistike yol yöntemlerle gizlemeye azami özen gösterdi. Ancak Vatikan'ın önemli bir siyasal çizgisi vardır ki, neredeyse tüm Aydınlanma sonrası dönemine damga vurmuştur. Bu çizgi, düzen mekanizması içinde kendilerine görev verilmesine direnç ile belirginlik kazanmıştır. Vatikan, düzen adına oyun kurucu rollere pek teşnedir. Ve bu nesnel koşullar henüz oluşmamış ise, sabırla beklemeyi tercih eden bir strateji ile hareket eder. Düzenin özgün bir öznesi olarak, sınıf savaşı kompozisyonu içinde kendi rolünü kendi yazan bir aktör olma istenci onun özgünlüğü olarak bir kenara yazılmalıdır.

Vatikan News'in haberine göre, Papa kişisel diplomasi geleneğine geri dönerek kimi aktörler ile doğrudan görüşmeler yapmaktadır. Putin ile yaptığı telefon görüşmesinden sonra Gazze soykırımcısı Netanyahu ile de görüşmesi beklenirdi. Ama derin sessizlik devam ediyor. Bunun yerine Filistin ile Vatikan arasında on yıl önce imzalanan ''Vatikan ile Filistin Devleti Arasında Evrensel Anlaşma''nın yıldönümü dolayısı ile Mahmud Abbas ile laf olsun, torba dolsun mahiyetinde bir telefon görüşmesi ile günü geçiştirmiş oldu. Bu görüşme sonrasında, Papa'nın ''barbar savaşı''ın sonlandırılması konusunda tanrıya dua ettiğini öğreniyoruz Vatikan News'den.

Yapay Zeka konusuna pek meraklı Papa, Neil Armstrong'dan sonra aya ayak basan ikinci insan Buzz Aldrin ile de Amerika'daki evinde bir görüntülü görüşme yaptı. 56 yıl öncesinin yad edildiği görüşme sonrasında Papa, Aldrin'in aydan dünyaya bakarken yaşadığı ''yaratılışın ve devasalığın muazzamlığı'' üzerine aldığı tanrısal feyzi kamuoyu ile paylaşmakla yetindi.

                                                            /././

Yapay zeka üretiyor, yapay zeka dinliyor: Müzik platformları nasıl manipüle ediliyor?

Yapay zeka her geçen gün gelişirken, kimi tartışmaları da alevlendiriyor. Yapay zeka tarafından üretilen şarkıların dinlenme sayıları, yine yapay zeka tarafından oluşturulan bot hesaplarla arttırılıyor. Bu durum davalara konu olurken, müzik piyasasında da birçok tartışmaya neden oldu.

Birisi size yapay zeka tarafından üretilen şarkıların, yine yapay zeka tarafından üretilen botlar tarafından dinlendiğini söylese ne düşünürdünüz?

Aklınıza siberpunk türüne ait bir roman mı gelirdi? Yoksa teknolojinin çok ilerlediği bir gelecek tahayyülü mü?

Hayır, bu önerme distopik bir romanda geçmiyor. Hayır, bu durumun yaşanması için on yılların geçmesine de gerek yok. 

Çünkü günümüzde yapay zeka şarkılar üretiyor ve bu şarkılar yapay zekanın ürettiği botlar tarafından dinleniyor. 

Ancak bu durum, kimi teknofobik bilimkurgu romanlarındaki “bilinç kazanan makinelerin” var olduğu anlamına da gelmiyor.

Aslında tüm bu yaşananlar müzik platformlarının manipüle edilerek kazanç sağlanmasıyla ilgili…

Ünlü sanatçıların sesinin kullanılması tartışmaları başlattı

Yapay zeka tarafından üretilen şarkılarda, ünlü sanatçıların seslerinin kullanılmasına imkan veren yazılımların ortaya çıkması ve bu teknolojinin her geçen gün gelişerek inandırıcılığını artırması müzik dünyasında yeni tartışmalara yol açıyor.

Örneğin geçtiğimiz yıllarda bir TikTok içerik üreticisi, yapay zekayı kullanarak Weeknd ve Drake'in seslerini kullanarak "Heart on my Sleeve" isimli orijinal bir şarkı üretti. Bu şarkı Spotify, Apple Music, Youtube ve TikTok gibi platformlar kaldırmadan önce milyonlarca kez dinlendi.

Bu tür örneklerin artmasının ardından dünyanın en büyük müzik şirketlerinden biri olan Universal Music Group, yapay zeka yazılımlarının kendi platformlarını kullanarak üretken zekasını eğitmesini engellemelerini isteyen bir mektup gönderdi.

Yapay zeka tarafından üretilen şarkıların telif hakkına yönelik tartışmalar devam ederken, çeşitli sanatçıların ise şarkılarında yapay zekadan faydalandıkları hatta parası karşılığında seslerinin kullanılmasına izin verdikleri biliniyor. Mesela Kanadalı müzisyen Grimes telif haklarının yüzde 50'sini almak koşuluyla, yapay zeka tarafından üretilen şarkılarda sesinin kullanılmasına izin vereceğini duyurdu.

Tartışma bununla sınırlı değil

Ancak yapay zekayla üretilen şarkılara ilişkin tartışma, ünlü sanatçıların sesinin kullanılmasıyla da sınırlı değil.

Çeşitli müzik türleri arasından seçim yaparak birkaç saniye içinde yapay zekayla şarkı üretilmesine olanak tanıyan Boomy isimli platform, birkaç yıl önce kullanıcıların hizmetine girdi. Üretilecek şarkıya yönelik her türlü düzenleme imkanını sağlayan Boomy, aynı zamanda şarkı veya şarkılar bütününe dair kapak resmi bile hazırlayabiliyor.

Edinilen son bilgilere göre Boomy, platformda oluşturulan tüm şarkıların telif hakkına sahip olsa da kullanıcılar telif hakkı dağıtım ücretlerinin yüzde 80'ine sahip oluyor. Bununla birlikte şirket, kullanıcılarına, ürettikleri şarkıları çeşitli platformlarda ticari ve ticari olmayan amaçlar için kullanmalarına izin veriyor.

Yapay zekayla üretiliyor, yapay zekayla dinleniyor

Platformun yapay zeka tarafından üretilen şarkılara yönelik telif politikası ve ticari amaçla kullanılmasına yönelik izni ise çeşitli sorunlara yol açıyor. Çünkü yapay zeka tarafından üretilen şarkıların dinlenme sayıları, yine yapay zeka tarafından üretilen botlar tarafından suni şekilde artırılıyor.

Yapay zeka tarafından bot hesaplar üretilmesi ve bu bot hesaplar üzerinden dinlenme veya görüntülenme sayılarının artırılması yeni bir şey değil, ancak günümüzde gittikçe yaygınlaştı. 

Yapay zeka ile ürettiği şarkıları müzik platformlarına yükleyen kullanıcılar, yükledikleri şarkıların dinleme sayısını artırmak için çeşitli şirketlerle anlaşıyor ve bu şirketler de yapay zeka ile bahse konu şarkıları defalarca dinleyecek bot hesaplar oluşturuyor.

Şarkı ne kadar çok dinlenirse, o şarkıyı müzik platformuna yükleyen kişi de o kadar çok para kazanıyor. Fakat sorun şu: Müzik platformları genellikle belirlediği bir miktar parayı, kullanıcıların dinlenme sayısı, dinlenme süresi, vb. çeşitli faktörleri de göz önüne alarak telif hakkı ödemesi yapıyor. 

Yani gerçek bir sanatçının uzun aşamalar sonucunda ürettiği ve gerçek dinleyiciler tarafından dinlenen şarkıların; yapay zeka tarafından üretilen ve desteklenen şarkılara kıyasla daha az dinlenmesi ve böylece daha az telif ödemesi alma ihtimali doğuyor.

Spotify on binlerce şarkıyı kaldırdı

2023 yılında Boomy tarafından oluşturulan on binlerce şarkı, Spotify'dan kaldırıldı. Bu karar, Universal Music Group'un, bu şarkıların dinlenme sayılarının botlar aracılığıyla yapay olarak yükseltildiğine dair uyarısı üzerine alındı. Spotify, bu tür yapay dinlemelerin tespit edilmesi durumunda, ilgili şarkıların dinlenme sayılarının silineceğini ve telif ödemelerinin durdurulacağını belirtti.

Kısa bir süre sonra Boomy'nin Spotify'a yüklemeleri bir süreliğine durduruldu. Boomy'nin CEO'su ve kurucusu Alex Mitchell ise şirketin "her türlü manipülasyona veya yapay yayına kesinlikle karşı" olduğunu açıkladı. Ayrıca Mitchell, Boomy'nin yayın şirketlerine gönderilen şüpheli yayın bildirimlerine yanıt vermek için bir sisteme sahip olduğunu, ödemeleri dondurmak ve sistemi çıkar amaçlı manipüle eden kullanıcıları engellemek için harekete geçeceğini duyurdu.

Spotify bu olayın ardından yapay dinlemeleri tespit etmek ve önlemek için çeşitli önlemler almaya başladı. Bu önlemler arasında, yapay dinlemelerin tespiti durumunda şarkıların dinlenme sayılarının silinmesi, telif ödemelerinin durdurulması ve şarkıların platformdan kaldırılması bulunuyor. Ancak hala dinlenme sayılarına yönelik müdahalelerin tam anlamıyla önüne geçilemediğine ilişkin tartışmalar sürüyor.

Yüz binlerce şarkı üretti, 4 milyardan fazla dinlenme sayısına ulaştı

Yöntemin yaygınlık kazanmasıyla birlikte dinlenme sayılarını manipüle ettiği tespit edilen kişilere yönelik yargılamalar da gündeme gelmeye başladı.

ABD'li Michael Smith, yapay zeka kullanarak yüz binlerce şarkı oluşturdu ve yaklaşık 10 bin bot hesabı kullanarak bu şarkıları 4 milyardan fazla dinlenme sayısına ulaştırdı. Smith şarkıları için 12 milyon dolar telif hakkı talep ettikten sonra tespit edildi ve hakkında dava açıldı.

Öte yandan benzer şekilde, ismi açıklanmayan Danimarkalı bir adam da yapay olarak yayınlanan müzik için 635 bin dolar ödenmesinin ardından, müzik yayını dolandırıcılığı nedeniyle 2024 yılında 18 ay hapis cezasına çarptırıldı. Kararı temyize götüren şahsın hapis cezası 24 aya yükseltildi ve 40 bin dolar para cezasına çarptırıldı.

Fransa'da dört yıl önce 1 ila 3 milyar arasında sahte şarkı tespit edildi

Fransız müzik endüstrisine odaklanan Fransa Ulusal Müzik Merkezi de geçtiğimiz yıllarda dikkat çekici bir araştırmanın verilerini yayınladı.

Araştırma, 2021'de Fransa'daki çeşitli popüler platformlarda yayınlanan tüm müziklerin yüzde 1 ila 3'ünün botlar tarafından yayınlandığının tespit edildiğini ve bunun da tahmini 1 ila 3 milyar sahte yayına denk geldiğini ortaya koydu.

                                                        ***

Çin Tibet'te dünyanın en büyük hidroelektrik barajının inşasına başladı

Çin, Tibet'teki Yarlung Zangbo Nehri üzerinde yapmayı planladığı barajı inşa etmeye başladı. Beş hidroelektrik santrali içerecek olan baraj, dünyanın en büyüğü olacak. Nehrin geçtiği ülkelerden Hindistan, proje konusunda endişeli.

Çin, Tibet'teki Yarlung Zangbo Nehri üzerinde bir mega-baraj inşa etmeye başladı. Baraj tamamlandığında dünyanın en büyük hidroelektrik enerji kaynağı haline gelebilir.

Himalayalar'ın eteklerindeki mega proje, Hindistan'da Brahmaputra, Bangladeş'te de Camuna Nehri olarak bilinen nehir ve üzerinde beş hidroelektrik santrali içerecek.

Çin'in resmi haber ajansı Xinhua, Başbakan Li Çiang'ın geçtiğimiz Cumartesi günü barajın açılış törenine katıldığını bildirdi.

Pekin, projeyi birkaç yıldır planlıyordu. Geçtiğimiz yılın Aralık ayında onay verilen projenin geliştirilmesi, ülkenin karbon nötrlüğü hedefleri ve Tibet bölgesindeki ekonomik hedeflerle ilişkilendiriliyor.

Xinhua, Güneydoğu Tibet'in Nyingchi kentinde düzenlenen temel atma töreninin ardından, proje için "Üretilen elektrik öncelikle tüketim için diğer bölgelere iletilecek ve aynı zamanda Tibet'teki yerel enerji ihtiyaçlarını da karşılayacak" diye bildirdi.

Ajans, projenin tahmini maliyetinin 1,2 trilyon yuan (167,1 milyar dolar) olması beklendiğini aktardı.

Hindistan endişeli

Hindistan, geçtiğimiz Ocak ayında Çin'e projeyle ilgili endişelerini ilettiğini ve "çıkarlarını korumak için gerekli önlemleri alacağını" söylemişti.

Hindistan Dışişleri Bakanlığı o dönemde, Çin'in "Brahmaputra Nehri'nin aşağı kesimlerindeki devletlerin çıkarlarının yukarı kesimlerdeki faaliyetlerden zarar görmemesini sağlaması yönünde çağrıda bulunulduğunu" belirtmişti.

Aralık ayında Pekin Dışişleri Bakanlığı, projenin aşağı kesimlerde herhangi bir "olumsuz etkisi" olmayacağını belirterek, Çin'in "nehrin alt kesimlerindeki ülkelerle de iletişimi sürdüreceğini" ifade etmişti.

1950 yılında Tibet'i ilhak eden Çin, bugüne kadar bölgedeki nehirler üzerine birkaç baraj inşa etti. Tibetliler, bu barajların Tibet Platosu'nun ekosistemleri üzerinde olumsuz etkisi olacağını öne sürüyordu.

Deniz seviyesinden yaklaşık 5 bin metre yüksekliğe ulaşan dünyanın en yüksek nehri olan Yarlung Tsangpo, Tibetliler için kutsal kabul ediliyor.

Yeni baraj, büyük bir kısmı tartışmalı olan Çin'in Hindistan ile olan uçsuz bucaksız sınırına sadece 30 kilometre uzaklıkta inşa ediliyor. Sınırın her iki tarafında on binlerce asker bulunuyor.

İnşa edildiğinde baraj, Orta Çin'deki Yangtze Nehri üzerindeki Üç Boğaz Barajı'nın üç katına kadar enerji sağlayabilir.

                                                           ***

soL

 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı+Gündem" -23 Temmuz 2025-

“Aynı yanlışı yapıp farklı sonuç beklemek çılgınlıktır”-Ahmet Çelik Kurtoğlu- Yol yapmak, köprü yapmak, konut yapmak elbette iyi şeylerdir; ...