Büyük eşitsizlik: Ford CEO’sunun 2 saatlik geliri, Ford işçisinin yıllık gelirine denk -Uğur Zengin-
Henry Ford’un geçmişi oldukça kirliydi. O da 1920’li ve 1930’lu yıllarda, çok sayıda Amerikalı sermayedar gibi, çıkarlarını korumanın bir yolu olarak faşizme dahi yönelmişti. Kapitalizmi dönüştüren en büyük ABD’li sermayedarlardan biri oldu.
Nazilerle iş tuttu, Hitler ile organik bağ kurdu, 500 bin tiraja sahip gazetesiyle ırkçı yayınlar yaptı. Hitler dahi onu övüyor ve Henry Ford’u “ABD faşizminin lideri” olarak görüyordu.
Ford, ABD sendikal hareketinin Amerikan sanayisini yıkmak isteyen Yahudi bankacıların işi olduğuna inanıyordu.
1930’larda Vehbi Koç ile Ford çoktan bayilik yoluyla ortaklık kurmuştu. Koç, 1959’da Otosan’ı kurdu ve 1963’te holding biçiminde örgütlendi.
Koç, Ford’dan çok şey öğrendi. Ford Otosan ile kurulan ortaklık ikisine de çok kazandırdı. Kapitalizmi dönüştüren Henry Ford da cimriliğiyle ünlü Vehbi Koç da öldü. Ancak ruhları yaşıyor!
Sadece iki hafta önce MESS grup toplu iş sözleşmesi için sendikal bürokrasi ilk adımını “anket” yoluyla atarken, yapılan ankette zam oranlarına dair seçenekler ise oransal olarak “yüzde 10” ila “yüzde 25+” arasında, sayısal olarak ise “7 bin TL” ile “17 bin TL+” şeklinde sınırlandırıldı.
Ford işçileri bu sorudaki tüm seçeneklerin üzerini çizerek kâğıtlara “En az yüzde 100 zam” yazdı. Evrensel’e konuşan bir işçi, “Seçeneklerin ucunu aleyhimize açık bırakmışlar. Talebimizde kararlıyız” diyordu.
AFL-CIO tarafından hazırlanan ve önceki gün yayımlanan rapor, Ford ve Koç’un –mealen– huzur içinde uyuduğunu söylüyor.
Türkiye’de kurulu Ford Otosan –herkesin bildiği üzere– ABD ve Türkiye sermayesi ortaklığı. Şirketin hisselerinin yüzde 41’i Ford Motor Company’ye, yüzde 41’i Koç Holding’e ait. Kalanı ise borsada işlem görüyor.
AFL-CIO’nun raporu, Türkiye’de Ford Otosan için üretim yapan 25 bin işçinin ve Türkiye kapitalizminin yarattığı eşitsizliğin fotoğrafını yeniden önümüze koydu.
Birincisi genel sonuç: ABD’deki en büyük 500 şirketin CEO’sunun (yani 500 kişi) yıllık ortalama geliri 18,9 milyon dolar oldu.
Ford Motor Company CEO’su James Farley, 2024 yılında toplam 24,8 milyon dolar maaş aldı. Bugünkü kur ile tam 1 milyar TL! Ford Otosan’ın yüzde 41’ine sahip bu şirketin tepe yöneticisi ile, sendika anketinde “yüzde 25”in üzerini çizen işçileri kıyaslayalım.
CEO Farley’in 2024 yılında 24,8 milyon dolar kazandığını unutmayalım.
2024’ün tamamında –fazla mesailer dahil– ortalama saat ücreti olan bir Ford Otosan işçisinin eline aylık 45 bin TL net ücret geçti. (Bu tutar ortalamadır. Örneğin şubatta 35 bin TL olan aylık net ücret, yıl sonunda 48 bin TL idi.) 2024 yılı ortalama dolar kuru ile (32,84) hesaplandığında bir Ford Otosan işçisi, geçtiğimiz yılın tamamında toplam 16 bin 460 dolar ücret aldı. Aynı işçi ABD’de çalışsaydı 98 bin dolar kazanacaktı.
CEO Farley, Türkiye’de Ford için üretim yapan bir işçinin 1.510 katı kadar gelir elde etti. Farley (günde 9 saat mesai varsayıldığında) saniyede 2,1 dolar (2024’te 69 TL) kazanırken, Ford Otosan işçisi saniyede 0.0013 dolar (2024’te 4 kuruş) kazandı.
Yaratılan eşitsizlik budur: Saniyede 69 TL ve 4 kuruş! Ford Otosan işçisinin bir yılda elde ettiği geliri, CEO Farley yalnızca 131 dakikada elde ediyor.
Hatırlatalım: Ford Company CEO’su, Türkiye’de bir Ford Otosan işçisinden 1.510 kat fazla yıllık gelir elde etti. Bu dehşet eşitsizlik, Ford Otosan işçisine bir şeyler söylüyor.
Ancak en önemli sufleyi ABD’li metal işçileri veriyor.
Farley’nin maaşı, ABD’deki Ford fabrikalarında çalışan ortalama işçi maaşı olan 98 bin 273 doların 253 katı. Bu rakam, 2023’teki 312 katının altında ve son üç yılın en düşük oranı. ABD’li işçilerin 2023 yılında giriştiği grev, etkili olmuş görünüyor.
Trump’ın en büyük destekçilerinden emperyalist Ford, daha ucuz işçi istiyor. Trump nasıl CEO’ların maaşına ortalama olarak 490 bin dolar, işçilerin ücretine ise 765 dolar vergi indirimi yaptıysa; Türkiye’de de işçi gelirlerini düşürmeye yönelik bin bir ‘operasyon’a girişildi. Şimdi aynı çorap, MESS sözleşmesinde de en az 150 bin işçinin başına geçirilmeye çalışılacak.
69 TL’ye karşı 4 kuruş, bire karşı 150 bin ise yüzde 25 zam mı? Eşitsizlik buysa işçilerin belirleyeceği her talep haklı ve meşrudur.
Eurofighter anlaşması, Savunma Sanayii Fuarı ve halkın ekmeği -Yücel Özdemir-
Türkiye ve İngiltere savunma bakanları tarafından Eurofighter Typhoon uçaklarının satışı için imzalanan anlaşmanın ardından Alman hükümet sözcüsü de satışa onay verdiklerini açıkladı. Türkiye'nin hava filosunun modernizasyonu yolunda önemli bir adım olarak görülen karar, Türkiye ve Avrupa arasında yakınlaşmanın göstergesi olarak yorumlandı.
Anlaşma, İstanbul’da devam etmekte olan 17. Uluslararası Savunma Sanayii Fuarı’na (International Defence Industry Fair- IDEF 2025) denk geldi. Fuarın Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın katılımıyla Atatürk Havalimanı'nda gerçekleştirilen açılışında çok sayıda yerli üretim hava ve kara aracı ile mobil lazer silah sistemi ve füzelerin sergilendiği bir geçit töreni yapıldı. Deniz araçları da Ataköy Marina'da sergilendi. Anadolu Ajansı Fuara 33 ülkeden bakan, 120 ülkeden bakan yardımcısı, genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanı düzeyinde katılım olacağını ve 44 ülkeden 400'ün üzerinde firmanın silah sergileyeceğini önceden açıklamıştı.
IDEF 2025, hafta boyunca iktidar yanlısı medyanın gündeminden düşmedi. Canlı bağlantılarla, önceden sipariş edilmiş yorumlarla Türkiye’nin bu konudaki atılımı anlatıldı ve işçi sınıfının asıl gündemi bu hafta bu şekilde perdelenmiş oldu. Gönlü barıştan yana olanlara tuhaf gelse de tipik bir sektör fuarı olarak düzenlenen etkinlik, karar vericileri ve yatırımcıları bir araya getirdiği gibi, teknoloji transferlerinin ve uluslararası ittifakların mayalandığı bir mecra işlevi görüyor.
Fuar, gündemi açlık sınırına ulaşan yoksulluk, yasaklanan grevler, Kanal İstanbul’un canlandırılışı ve orman yangınlarıyla yüklü olan muhalif basının çoğunluğunda gençlerin direniş haberleri ile yer bulabildi. Fuarda İsrail'e silah satan şirketlerin de yer almasını, sivil Filistinliler üzerinde test ettikleri silahları ülkemizde pazarlamalarını protesto eden gençler itile-kakıla gözaltına alındı. Gençlerden birisi tutuklandı, birine ev hapsi verildi ve altısı da adli kontrol koşuluyla serbest bırakıldı.
Gençler bu eylemleriyle yalnızca Filistin halkına yönelik vahşi saldırıların suç ortaklarını teşhir etmekle kalmadılar. “Savunma” söyleminin sınır tanımaz hegemonyasına ve silah harcamalarının bütçe içindeki artan payına da önemli bir itirazı dile getirmiş oldular.
* * *
“Silahlar mı, tereyağı mı?”, “Füzelere mi, yoksa sağlık sistemine mi harcamalı?” sorularına verilen yanıtlar, bir ülkenin kamu maliyesi alanındaki öncelikleri hakkında çok şey anlatan klasik bir tartışmanın başlangıç noktasıdır. Bir ülkede ‘ülke savunması’ bahanesiyle silaha harcanan para, istenirse sağlık sistemine, eğitime, sosyal destek programlarına harcanabilecek miktarı da gösterir. Bu bir tercihtir ve bu tercih, kimi zihinlerde gösterişli bir uçak ya da tank fotoğrafı olarak şekillenirken, kimi zihinlerde de SGK tarafından ödenmeyen bir ilaç ya da okul tuvaletine konulamayan sabun ve tuvalet kâğıdı olarak cisimleşir.
İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana, silaha ve sağlığa ilişkin harcamalardaki değişimler jeopolitik gerilimler ve ekonomik koşullardan etkilendi. Soğuk Savaş döneminin silahlanma yarışından itibaren dünya düzleminde silah ticaretinde ciddi bir artış yaşanıyor. Silah harcamalarındaki artışın, aralarında Türkiye’nin de yer aldığı kırılgan ekonomilerde ekmeği küçülttüğünü, eğitim ve sağlık hizmetlerini geriye götürdüğünü görmek için uzman olmak gerekmiyor. Uzmanların yaptığı araştırmalar da yüksek düzeydeki askeri harcamaların insan ihtiyaçlarına yönlendirilebilecek kaynakların israfının başlıca nedeni olduğunu kanıtlıyor. Örneğin, yükselen savunma bütçelerinin sağlık harcamalarının azalmasına neden olduğunu gösteren çalışmalar mevcut. Özellikle sınırlı mali kaynaklara sahip olan ekonomilerde askeri harcamalardaki artışın sağlık harcamalarında azalmaya yol açtığı, daha fazla silahın daha az aşı veya hastane yatağı anlamına geldiği biliniyor.
Fuarlarıyla, televizyon programlarıyla, uzman görüşleriyle “savunma” dilinin atak halinde olduğu bir dönemden geçiyoruz. Dünya düzleminde yapılan askeri harcama pastasının bir diliminin bile milyonların temiz suya, sağlıklı gıdaya ve barınma ortamına kavuşmasına yeteceğini akıldan çıkarmadan bu hegemonik algı yönetimine karşı çıkmak gerekiyor. Emperyalist yayılmacılığın bölgemizde atağa geçtiği saldırganlık döneminde, halkın ekmeğini savunacağımız ‘barış fuarları’ organize etmemiz gerekiyor.
Neoliberalizm ve esnekliğin norm haline gelmesi -Kansu Yıldırım-
Marksist Dil Bilimci Michel Pêcheux’ye göre her söylem ve kavram ideolojik ilişkilere içkindir. Söylemler ve kavramlar maddi ilişkiler aracılığıyla şekillenir ve sınıfsal anlam kümelerinde belirlenir.(1) Neoliberalizmin küresel ölçekte hakim ideoloji haline gelmesiyle birlikte kavramsal yer değiştirmeler ve anlam kaymaları da hızlandı.
1970’lerin ortalarından itibaren burjuvazinin temel hedefi, artı değer oranını yükseltmek dışında, sermayenin kâr oranındaki düşüşü tersine çevirmek ve yüksek kârlılık oldu. Neoliberalizm, çağdaş kapitalizmin küresel ve egemen aklı olarak, şirket mantığının ve rekabet normlarının içselleştirildiği toplumsal yapının inşasına odaklandı.(2) Bu yapı “kamu” yerine “özel”i, “kamulaştırma” yerine “özelleştirme”yi, “sosyal adalet” yerine “rekabet”i ve daha bir dizi kavramı sosyal politikaların ve çalışma rejimlerinin temel normlara dönüştürdü. Çok sık duyduğumuz “esneklik” ve “güvencesizlik” kavramları da bunlar arasında.
Metin Özuğurlu “esneklik” kavramının tarihsel seyrini incelerken bir ayrıma işaret eder. Esnekliğin yaygın olarak dolaşıma girmeye başladığı 1980’li yıllarda, birikim rejimi olarak esneklik ile firma temelli yönetim stratejisi olarak esneklik ayrı ayrı değerlendirilen kavramlardı. Birincisi kuramsal derinliğe sahipken, ikincisi İktisatçı John Atkinson’un sığ bir işletme tekniği üzerine kurulu sayısal ve işlevsel esneklik kavramsallaştırmalarına dayanıyordu. Atkinsoncu analizde iş gücü esnekliğinin iki ana kaynağı vardı: i) Çalışanların birey olarak üretim sürecinde gerçekleştirdiği faaliyetlerin çeşitliliğini ifade eden işlevsel esneklik; ve ii) İşverenlerin talepteki dalgalanmaları karşılamak için emeğin hacmini veya zamanlamasını ayarlamasına dair sayısal esneklik.(3)
İşverenler için esneklik başlı başına bir amaç olmaktan ziyade, maliyetleri düşürüp kârı yükseltmeye uygun bir araç olarak her zaman devrede tutuldu. Üretim sürecindeki her türlü dalgalanmayı ve değişikliği emebilecek kadar esnek bir iş gücü istihdamının oluşması ve esnekliğin iş gücü piyasasında kurumsallaşması ise, küresel sermaye hareketliliğinde şirketlerin kârlılıklarını doğrudan etkileyen bir strateji oldu.(4)
Sermayenin ucube bir şekilde somutlaştırdığı esneklik kavramı emek hareketinde her zaman tepkiye yol açtı. Kavrama yönelik tepkileri ortadan kaldırmak isteyenler ise, neoliberalizmin tasfiye etmek için yoğun çaba harcadığı “güvence” kavramıyla bunu kamuflaja soyundu. Böylelikle “güvenceli esneklik”, “yeni nesil esneklik”, “yeni nesil çalışma” gibi kavramlar türetildi.
Türkiye’de neoliberal rejimin yerleşiklik kazanmasıyla birlikte emek rejiminin hukuksal kuruluşunda esneklik ve güvencesiz çalışma tipleri norm olarak tüm düzenlemelerde yer aldı. Dünya Bankası ve IMF’nin sözde ‘reformları’ dışında, Dünya Ticaret Örgütü bünyesinde imzalanan Hizmet Ticareti Genel Anlaşması (GATS) ile hizmet sektörlerinin uluslararası piyasalara açılması hızlandırıldı. 1990’lı yılların sonlarından itibaren ise kamuda ve özel sektörde esnek istihdam örüntülerine yasal dayanak kazandırılarak iş gücü piyasası kademeli biçimde güvencesizleştirildi.
2000’lere gelindiğinde, esnek istihdam ve “uzaktan”, “hibrit”, “yarı-zamanlı”, “kısa süreli”, “geçici”, “sözleşmeli”, “mevsimlik” diye anılan çalışma türevleri Türkiye kapitalizminin agresif büyüme ve birikim stratejisi açısından daha büyük işlevsellik kazandı. Devlet ve şirketler, esnek ve güvencesiz çalışma tipleri aracılığıyla emek rezervlerini tamamen kontrollerine alırken, emekçileri diledikleri süre ve yoğunlukta, diledikleri istihdam modelinde çalıştırma serbestliğine kavuştu. Esnek ve güvencesiz iş gücü piyasasıyla birlikte sermayenin emek üzerindeki tasarrufu ve denetimi daha da arttı. Çalışma sürelerinin mutlak olarak uzatılmasını ve yoğunlaştırılmasını merkezine alan standart dışı istihdam türleri olağanlaştırıldı.
Türkiye’de kamu sektöründe esnek çalışmanın çerçevesi 6111 sayılı torba yasa ile 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nda (DMK) yapılan değişiklikle oluştu. 2011 yılındaki düzenleme ile kamuda “uzaktan”, “hibrit”, “yarı-zamanlı” çalışmanın temelleri atıldı: “Memurların yürüttükleri hizmetin özelliklerine göre, bu madde uyarınca tespit edilen çalışma saat ve süreleri ile görev yerlerine bağlı olmaksızın çalışabilmeleri mümkündür.” (DMK - madde 100)
18 Temmuz 2025 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanan “Devlet Memurlarının Yarım Zamanlı Çalışma Hakkının Kullanılmasına İlişkin Yönetmelik” ile de 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun ek 43’üncü maddesinde “Doğum sonrası yarım zamanlı çalışma” düzenlemesi yürürlüğe kondu. Madde uyarınca çalışma süresi haftada üç günü geçemeyecek; günlük süre üç saatten az, sekiz saatten fazla olmayacak şekilde, memurlar maaşlarının ve ödemelerinin yarısını alacak; öğle arası ve mesai dışı çalışma yapılamayacak.
Burada bir parantez açmak gerekiyor. Bu düzenlemenin arkasında Avrupa’daki iş gücü politikalarında merkezi bir tema haline gelen “iş-yaşam dengesi” bulunuyor. Ancak bu dengeyi kurmayı sağlayacak çok sayıda sosyal olgu mevcutken, çocuk ve doğum öne çıkarılıyor. Türkiye’de kamuda kadınlarla ilgili esnek çalışmanın doğum üzerinden yürürlüğe sokulması ile iktidarın çocuk doğurmayı teşvik eden (pronatalist) politikaları arasında bağ olduğu ortadadır. Kadını aile üzerinden kodlayan çalışma rejiminde, nüfus artış hızının düşmesine bağlı olarak doğumu teşvik eden politikalar bu tip bir düzenlemeyi zaruri kılmıştır. Bu durum sadece Türkiye’ye özgü değildir; Eurofound’un belgelerinde “iş-yaşam dengeli” esnek çalışma rejiminin gerekçeleri arasında AB genelindeki düşük doğum oranları ve yaşlanan nüfus gösterilir.(5)
Düzenlemelerin gerekçeleri ne olursa olsun, esneklik türevlerinin veya “yeni nesil çalışma” olarak nitelenen atipik istihdam modellerinin kökeninde düşük maliyetli, kolay denetlenebilir, ucuz istihdam biçimlerinin yaygınlaşması yer alır. 12. kalkınma planının 960. maddesinde kamu personelinin verimliliğinin artırılmasına yönelik çalışmalar yapılacağı, esnek çalışma modellerinin uygulanmasına yönelik mevzuat çalışmalarına başlanacağı, 405. maddesinde de sosyal güvenlik mevzuatının yeni nesil esnek çalışma modellerine uyumlu hale getirileceği belirtilir. “Master plan” niteliğindeki 12. kalkınma planı doğrultusunda 2025-2027 yılı orta vadeli programda da sosyal güvenlik mevzuatının değişen iş gücü piyasası koşullarına ve yeni nesil esnek çalışma şekillerine uyumlu hale getirilmesi hedefler arasındadır.
Kamu veya özel sektör işverenlerinin kazandığı bir diğer esneklik avantajı, daha çok çalıştırmadır. Salgın döneminde sosyal izolasyonla yaygınlaşan ev-iş yeri bileşimli çalışma rejimi aracılığıyla çalışma süreleri uzamış, ev içi ortamda boş zaman ile mesai birbirine karışmıştır. Eurofound’un verilerine göre, salgın döneminde uzaktan çalışanların ofisten çalışanlara kıyasla, AB’nin haftada 48 saatlik yasal çalışma sınırını 2 kat aştığı görüldü. Uzaktan çalışanların neredeyse yüzde 30’u her hafta boş zamanlarında birden fazla kez çalışmak zorunda kaldı.
Şu anda ‘güvenceli esneklik’ olarak dolaşıma sokulan, ‘çalışan dostu’ ya da ‘ayrıcalık’ gibi resmedilmeye çalışılan yeni nesil esnek çalışma modellerinin kökeni Avrupa Konseyi ve Avrupa İstihdam Stratejisi’ne kadar uzanıyor. Avrupa Konseyi belgesine göre “Esneklik ve güvenlik arasında doğru denge sağlamak”, “Firmaların rekabet gücünü desteklemek”, “İş yerinde kalite ve üretkenliği artırmak”, “Firmaların ve işçilerin ekonomik değişime uyum sağlaması” gibi gerekçelerle sermaye ile emek arasındaki ilişkiye sermaye lehine bir boyut kazandırılmış; işverenlerin birden çok esneklik tipinde emekçi istihdam etmesi kolaylaştırılmıştır.
Esneklik ya da ‘yeni nesil’ şeklinde tanımlanan çalışma tipleri ilk bakışta çalışan lehine opsiyonel bir fayda taşıyormuş gibi sunulsa da, bunların arkasında sınıf temelli çatışmaları zayıflatıp uzlaşma temelli sosyal diyaloğu öne çıkarma amacı bulunuyor. Tülin Öngen, esneklik paradigmasının emeği kendi içinde bölerken, iş süreçlerinden ve mevcut iş gücü niteliklerinden hızla uzaklaşan bir yedek iş gücü rezervinin oluşumunu hızlandırdığını belirtir.(6) İş gücü türleri standartlaşır ve niteliksizleşir; bu da çalışma ve iş günü esnekliği dışında, işverenlere işten çıkarma ‘esnekliği’ kazandırır.
***
(1) Michel Pêcheux, “Language, Semantics and Ideology”, https://link.springer.com/book/10.1007/978-1-349-06811-1
(2) Yiğit Karahanoğulları, Türkiye’de Neoliberalizmin Kuruluş Süreci: 1980-1994, SBF Dergisi, Cilt 74, No. 2, 2019, s. 429-464
(3) Metin Özuğurlu, “Sosyal Polı̇tı̇ka Dı̇sı̇plı̇nı̇nı̇n Dı̇lı̇: Kavram İnşasında Algı Etkı̇sı̇ mı̇ Olgu Temelı̇ mı̇?”, CEEİK 2018, s. 28-38
(4) Massimo De Angelis, “Trade, the global factory and the struggles for new commons”, July 2000), p. 32
(5) Work–life balance: Policy developments, https://www.eurofound.europa.eu/en/resources/article/2024/work-life-balance-policy-developments
(6) Tülin Öngen, “Sınıf Mücadelesi Rejimi Olarak Esneklik”, Petrol-iş yıllığı, 1995-1996
Epstein adasında Cumhuriyetçiler, Demokratlar ve Amerikan yargısı -Aras Coşkuntuncel-
Trump karanlık bir milyarderin zenginler, ünlüler ve politikacılar için kurduğu reşit olmayan kız ve erkek çocuklarının cinsel istismarı ve pedofili ağının bir parçası mıydı? ABD’de bir süredir gündemlerden biri bu. Epstein dosyaları olarak adlandırılan, Jeffrey Epstein isimli bir milyarderin kız ve erkek çocukları ağına düşürüp çevresindeki ünlülerle Karayiplerdeki özel adasındaki malikanede kameraya çektiği iddialarıyla açılan davalar sonucu Epstein’in sevgilisi Ghislaine Maxwell mahkemelerce suçlu bulunmuş, Epstein ise davaları sürerken 2019’da hapishanede ölü bulunmuştu. Epstein’in bahsedilen çevresi Bill Clinton’dan Prens Andrew’a, Donald Trump’tan Ehud Barak’a oradan bir dolu ünlüye ve CEO’ya kadar uzanıyor. Davaların akıbetine ve Epstein’in çevresindeki isimlere bakınca bu davalar iki açıdan önemli: ABD yargısının ve kolluk kuvvetlerinin nasıl da baştan aşağı politik ve yozlaşmış olduğu ve Demokratlarla Cumhuriyetçilerin aynı kulübe ait oldukları.
Siyasal yargı
Örneğin Donald Trump’ın bu uluslararası seks ticaretinin merkezi sayılan Epstein adasının müdavimi olduğu kanıtlanırsa ne olur? Pek bir şey olmaz çünkü yüksek yargı iki Trump döneminde Trumpçı yargıçlarla dolduruldu. Amerikan federal mahkemeler sistemi Amerikalıların günlük yaşamı üzerinde büyük bir güce sahip. Seçimlerin sonuçlarından işkenceye, kürtajdan göçmenlerin sınır dışı edilme yöntemlerine kadar birçok hayati meselede sürekli kararlar alınıyor. Yargıçların atanma şekillerinden hangi yargıç ve mahkemenin yukarıdaki konular dahil hangi kararları verdikleri gibi temel göstergelere bakmak bile Amerikan yargısı üzerinde oluşturulan siyasi tarafsızlık ve kişisel çıkarlarını gözetmeyen yargıçlar mitini paldır küldür dağıtıyor. Anayasa Mahkemesi, temyiz mahkemeleri ve bölge mahkemeleri de dahil olmak üzere federal yargıçları başkanlar atıyor ve Senato onaylıyor. Örneğin ömür boyu atanan ve okullardan medyaya etraflarında demokrasi ve hukuk havarisi anlatıları oluşturulan Amerikan Anayasa Mahkemesi ve yargıçlarının süslü cübbeler giydirilmiş bir avuç taraflı ve yozlaşmış avukat olduğunu herkesin yüzüne çarpmaya tek bir Trump dönemi yetti. Anayasa Mahkemesinin arka arkaya son 16 kararının hepsi Trump ne istediyse o yönde çıktı.
Demokrat, Cumhuriyetçi aynı kulübün üyesi
İddialara göre Epstein adası ziyaretçileri listesi Bill Gates, Michael Bloomberg, Eski Hazine Bakanı ve Harvard Üniversitesi Eski Rektörü Larry Summers, Eski Barclays Bankası CEO’su Jes Staley, Victoria’s Secret CEO’su Leslie Wexner, Eski CIA direktörü Bill Burns, emlak devi Mort Zuckerman, Eski Senatör George Mitchell, Hollywood yapımcısı Harvey Weinstein şeklinde uzayıp gidiyor. Davayla ilgili bir de bir çok kişinin dillendirdiği Epstein’in Mossad ajanı olabileceği ve hapishanede intihar etmediği, öldürüldüğü gibi spekülasyonlar da var.
Epstein davası 2000’lerin ortalarına kadar uzanıyor. 2008’de örneğin reşit olmayan kız çocuklarını cinsel istismar suçları dahil bir dizi itirafı karşılığı Epstein dönemin Florida Bölgesel Başsavcısı Alex Acosta’dan ödül gibi bir anlaşma almış ve bir şehir hapishanesinin özel bir bölümünde haftanın altı günü gündüzleri çalışma izni ile dışarı çıkabildiği 13 ay geçirmişti. Anlaşma aynı zamanda Epstein’e federal suçlamalardan muafiyet getirmiş, FBI da davanın peşini bırakmıştı. O günden bugüne Demokrat ve Cumhuriyetçi iktidarlar davalarda adı geçenleri korudu. Trump Acosta’yı ilk döneminde çalışma bakanı atadı; bugün de Trump yönetimi “Müşteri listesi yoktu, aslında hiç olmadı” diye belgelerin açıklanmasına yönelik kendi tabanı da dahil gelen baskıları savuşturmaya çalışıyor. Bu arada davayla ve Trump’ın Epstein ile olan çok yakın ilişkileri ile ilgili sürekli belge ve fotoğraf da sızmaya, Trump’ın Epstein’i yere göğe sığdıramadığı eski röportajlar tekrar gün yüzüne çıkmaya devam ederken Demokratlar da meseleyi pek kurcalamamaya özen gösteriyor. Bill Clinton, Donald Trump, Bill Gates, Amerikan yargısı, kolluk kuvvetleri hepsinin buluştuğu yerlerden biri Epstein parantezi.
EVRENSEL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder