Dağıtım şirketlerine dokunmayan devletin yangını engelleme yöntemi: Elektrik kesintisi
Elektrik dağıtım şirketlerinin bakım-onarım eksikliğinden kaynaklı yangınların katlanarak arttığı ülkemizde, söz konusu şirketlerin patronlarına herhangi bir yaptırım uygulanmıyor. Devletin yangın riskinin artmasına bulduğu çözümse yurttaşı mağdur ediyor: Elektrik kesintisi!
Ülkemiz orman yangınları riski yüksek bölgelerin olduğu bir coğrafya.
Sıcak hava, nem, rüzgar gibi koşullar bu riski artıran etkenlerden olsa da yangınları önleme yerine yangınları söndürme odaklı anlayış ve iktidarın bu alandaki politikaları esas belirleyen haline gelmiş durumda.
Hazırlıksız şekilde ve koruyucu ekipman verilmeden çalıştırılan orman işçileri, eğitim alanındaki yetersizlikler, yıllardır tartışılan yangın filoları, araç ve personel sayısının azlığı ölümlerle sonuçlanıyor.
Öte yandan bir diğer önemli başlık da özelleştirilen elektrik dağıtımı.

Kopan elektrik telleri, patlayan trafolar kimin suçu?
Orman alanlarından geçen elektrik hattı sayısının artmasıyla bu alanlarda yapılması gereken traşlama, bakım-onarım gibi hizmetlerin eksik bırakılmasıyla söz konusu yerlerde risk artıyor.
Bakım ve onarımdan elektrik dağıtım şirketleri, bunların denetiminden de Tarım ve Orman Bakanlığı'na bağlı orman genel müdürlükleri sorumlu.
İl orman müdürlükleri zaman zaman yangınlarla ilgili raporlar hazırlasa da bu raporlar yangınları önlemeye yetmiyor.
Ne şirketler üzerine düşenleri yapıyor ne de zaten eksik bırakılan denetimler sonuç veriyor.
Sorumlu elektrik dağıtım şirketleriyse çoğunlukla etkin bir inceleme ya da soruşturma bile yapılamıyor. Aksine şirketler devlet teşvikleri, açılan orman arazileri, silinen vergi borçlarıyla adeta ödüllendiriliyor.(https://twitter.com/i/status/1940883511340421184)
Özelleştirmeler sonucu enerji kaynaklı yangınlar katlandı
Elektrik Mühendisleri Odası'na (EMO) göre, enerji altyapısı, en büyük yangın tehditlerinden biri. Oda daha önce yayımladığı raporlarda kaçak akım rölelerinin eksikliğine, iletim hatlarında izolasyon problemlere ve düzensiz bakıma dikkat çekmişti.
Geçtiğimiz günlerde soL'a konuşan EMO Yönetim Kurulu Başkanı Mahir Ulutaş'sa elektrik kaynaklı yangınların yıllar içerisinde katlanarak arttığına işaret etti. Ulutaş "Orman Genel Müdürlüğü'nün istatistiklerine göre, orman yangınlarının yüzde 45’inin kaynağı belli değil. Geri kalan yüzde 55’lik kısmını yüzde 100 kabul edersek, oranın yüzde 25’i elektrik kaynaklı. Özelleştirmeler sonucu bu beş katına çıkmış durumda" dedi.
Ormancılar Derneği tarafından hazırlanan "Orman Yangınlarına Dirençli Yerleşim Yerleri Stratejik Plan Esasları ve Uygulama Rehberi" başlıklı raporda da yangınların çoğunun insan kaynaklı olduğu ancak büyük yıkıma neden olan yangınların çıkış noktasında enerji altyapısının yer aldığını ortaya konuluyor.

yangınlar arasındaki dağılımı incelendiğinde 2019 hariç günümüze kadarki yıllarda yanan alan miktarında önemli bir yere sahip. Kaynak: Ormancılar Derneği
Elektrik iletim hatlarındaki arızalar, kısa devreler ve bakım eksiklikleri, enerji kaynaklı yangınların başlıca sebepleri arasında yer alıyor.
Tahliye ya da söndürme sırasında ulaşım için kullanılan yolların kenarındaki elektrik hatlarının her yıl kontrol edilmesi, bu hatlarla ormanlık alanlar arasındaki örtü temizliğinin düzenli olarak yapılması gerekirken, özellikle kırsal bölgelerdeki denetimler çok yetersiz.
Vali 'elektrik kaynaklı' dedi, şirket reddetti, İzmir İtfaiyesi'nin raporu yalanı ortaya çıkardı
Yenilenmeyen elektrik hatlarının çıkardığı yangınları faturası ağır oldu.
Geçtiğimiz yıl Diyarbakır-Mardin yangınında 15 kişi yaşamını yitirdi, binlerce dönüm arazi yandı, yüzlerce hayvan can verdi. Ön raporlar ve görüntülerle sebep ortaya çıktı: DEDAŞ’ın önlem almadığı elektrik direkleri. Ancak kimse yargılanmadı.
Bu yıl da özelleştirme İzmir'i yaktı. Önce Seferihisar'da sonra Çeşme'de yangın çıktı. Ardından Ödemiş'teki yangın en az bir mahalleyi yok etti.
İzmir Valisi Süleyman Elban Buca dışındaki tüm yangınların elektrik hattı kaynaklı başladığını duyurdu. Kente elektrik dağıtan şirket GDZ Elektrik'se "Somut bulgu yok" dedi.
Şirket, "Elektrik kaynaklı yangınlar, yalnızca yaz aylarında oluşabilecek olaylar değildir. Yaz aylarında, sıcaklıkların çok arttığı, nem oranının düştüğü ve yüksek hızlı rüzgarların olduğu dönemlerde yangın riski her zamankinden fazladır" diyerek kendini savunmaya çalıştı.
Ancak GDZ Elektrik örtmeye çalışsa da İzmir İtfaiyesi'nin raporu gerçeği gösterdi, yangınların elektrik kaynaklı olduğu kesinleşti.

Balya makinesinin kıvılcımından mezara dikilen muma kadar buldular, elektrik şirketlerini tespit edemediler
İzmir Valisi'nin açıklaması sonrası gözler "Şirketlerle ilgili yaptırım olacak mı?" sorusunun yanıtına çevrildi ancak hiçbir adım atılmadı.
Ardından İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, ülkenin dört bir tarafı cayır cayır yanarken yangınlarla ilgili tutuklanan, gözaltına alınan şüphelileri sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımlarla duyurdu. Yerlikaya, 26 Haziran-4 Temmuz arasında 12 ilde çıkan 65 orman yangınıyla ilgili olarak 44 şüphelinin gözaltına alındığını, 10'unun tutuklandığını duyurdu.
Ardından da 4-22 Temmuz arasında çıkan 61 orman yangını ile ilgili olarak gözaltına alınan 23 şüpheliden 4’ünün tutuklandığını açıkladı. Açıklamasında sebep olarak tarladaki biçerdöver ve balya makinesinden çıkan kıvılcımlardan, Dersim'de babasının mezarına diktiği mumun kuru otları tutuşmasına kadar her şeyi sıralayan Bakan, yangınlarda Valinin açıkladığı elektrik dağıtım şirketlerini tespit edemedi.

Denetim ve bakım yapılmayınca çözüm olarak elektrik kesintisi bulundu
Ancak tüm bu ihmallerden ders çıkarılmadı.
Eskişehir'’in Seyitgazi ilçesinde çıkan orman yangınına müdahale eden 10 kişi yaşamını yitirdi.
Yeterli onarım-bakım ve denetim yapılmayınca, iktidar çareyi elektrik kesintisi yapmakta buldu.
Bakan Yerlikaya'nın paylaşımlarından da feyz alan Karabük Valisi Mustafa Yavuz, kentte günlerdir süren yangının sebebine doğrudan işaret eden açıklamalar yapmaktan kaçındı. Öte yandan itiraf eder gibi elektrik kesintileri yaptıklarını söylemekten de geri durmadı.
Yavuz, "Enerji kesintisi yaptığımız yerler var. Özellikle yangının sirayet ettiği alanlarda elektrik enerjisinden kaynaklanabilecek sıkıntılara karşı ve olumsuzluklara karşı o anlamda da tedbirlerimizi aldık. Mobil baz istasyonları kurularak vatandaşlarımızın ve görev yapan çalışanlarımızın haberleşmesini kesintisiz yapması noktasında da çalışmalarımız devam ediyor" ifadelerini kullandı.
Bakanlığa bağlı Orman Genel Müdürlüğü de, Çanakkale'deki yangın riski nedeniyle Eceabat için benzer bir karar aldı. Orman yangını riski sebebiyle yarın saat 12:00 ve 18:00 saatleri arasında ilçeye bağlı bütün köylerde elektrik kesintisi yapılacağı duyuruldu.
Sorumlu devlet organları, elektrik dağıtım şirketleriyle ilgili adım atılmasını ve önlem alınmasını sağlamak yerine çözümü yine yüksek sıcaklıkla mücadele eden vatandaşı mağdur etmekte buldu.
***
Oradakilerin gözünden Gazze'de günlük yaşam: Açlık, füze, ölüm ve 24 bin TL'lik un çuvalı...
İki küçük çocuğuyla birlikte Gazze'den tahliye edilen The Times muhabiri Amal Helles, arkasında çok şey bırakmak zorunda kaldı. Helles, İsrail'in açık hava hapishanesine çevirdiği Gazze'de yaşayanlardan edindiği bilgiler doğrultusunda gündelik yaşamı anlattı.
2024 yılının Aralık ayında biri 7, diğeri 6 yaşındaki iki çocuğuyla birlikte önce Mısır'a sonra kazandığı bursla Hollanda'ya taşındı. Arkasında çok şey bırakmak zorunda kaldı: Eşi, annesi, babası, kardeşleri, arkadaşları, ülkesi...
Bağlantılar kopsa da sinyaller kesilse de bir şekilde yakınlarıyla iletişimi sürdüren Helles, Gazze'deki günlük yaşantıyı oradakilerden, İsrail'in açık hava hapishanesine çevirdiği Gazze'de yaşayanlardan edindiği bilgiler doğrultusunda The Times'ta kaleme aldı.
Helles'in annesini nasıl ilk başta tanıyamadığının, küçük kardeşinin bir torba un alabilmek için neler yaşadığının, yaklaşık 490 TL'ye satılan bir adet kabağın nasıl 10 kişiye pay edildiğinin, yeni ortaya çıkan banknot tamirciliğinin, özlemlerin ve daha nicesinin kısa hikayesi...
'Annem olduğunu anlamam birkaç saniyemi aldı'
İsrail'in altyapılara yönelik saldırıları nedeniyle Gazze'deki en büyük sorunlardan biri de iletişim. Amal Helles de günlerce süren başarısız denemelerin ardından bağlantı kopsa da, görüntü bulanık olsa da, sonunda annesiyle görüntülü görüşme fırsatı yakalayabildiğini aktarıyor: "Bağlantı koptu, görüntü bulanıktı, ama sonra yüzü belirdi ve donup kaldım. Bir an onu tanıyamadım. Annem olduğunu anlamam birkaç saniyemi aldı. Yüzü değişmişti. Tanıdığım güçlü, sıcakkanlı, sakin kadın artık zayıf ve yabancı görünüyordu; teni solgun, gözleri çöküktü. Bir zamanlar berrak ve kendinden emin olan sesi, hırıltılı ve gergin bir hal almıştı.
'Kırışıklıklarıma bak' dedi, zorla gülümseyip yanaklarındaki deriyi çekiştirerek. 'Bu savaşta yaşlandım.' 'Hâlâ tanıdığım en güzel kadınsın' dedim. 'Cilt bakımı sırrın ne?' Şöyle cevap verdi: 'Günlerdir doğru düzgün yemek yemiyoruz."

'Açlık füzeler gibi çığlık atmıyor, sessizce öldürüyor'
Amal Helles'in ailesi, Gazze'nin merkezindeki Han Yunus'tan İsrail'in "güvenli bölge" ilan ettiği, ancak ne güvenliğin ne de yiyeceğin olduğu dar ve aşırı kalabalık bir deniz kenarı şeridi olan El Mevasi'ye kaçan çok sayıda kişinin arasında yer alıyor.
Ailesinin de El Mevasi'deki diğer herkes gibi çadırda yaşadığını belirten Helles, ailesinin yaşam koşullarını şu ifadelerle aktarıyor:
"Annem Birleşmiş Milletler Filistinli Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNRWA) Gazze Eğitim Merkezi'nde müdürdü. Babam Filistin Üniversitesi'nde halkla ilişkiler alanında çalışıyordu. Bugünlerde açlığı bastırmak için suyu kaynatıp içine bulabildikleri her türlü yiyeceği koyuyorlar. Şanslılarsa mercimek ve pirinçle besleniyorlar. Bazen mercimeği öğütüp ekmek yapıyorlar.
18 yaşındaki küçük kardeşim Muhammed, üniversitenin ikinci yılında olmalıydı. Oysa o, bir torba un alabilmek için saatlerce kuyrukta bekliyor. Sadece hava saldırıları yüzünden değil, her seferinde evden çıktığında endişeleniyorum: Genç erkeklerin bıçaklanarak öldürüldüğü, unlarının çalındığı veya yiyecek kuyruklarındaki kaosun ortasında ezildiklerine dair hikayeler bolca var.
Savaşın en kötü evresi bu. Sadece bombalamalar durmadığı için değil - gökyüzü İsrail'in hava saldırılarıyla neredeyse sürekli uğulduyor - aynı zamanda insanlar yavaş yavaş öldüğü için de . Açlık, füzeler gibi çığlık atmıyor. Manşetlerde parlamıyor. Sessizce öldürüyor."
'Hedef alınabilecek bir yerdi ama başka seçeneğimiz yoktu'
The Times muhabiri olan Helles, 2024 yılının Aralık ayında eşi ve biri 7, diğeri 6 yaşındaki iki çocuğuyla birlikte Han Yunus'taki evlerinden kaçmak zorunda kalmış. "Ayrılmak istemiyordum. Çocuklara defalarca 'Yakında döneceğiz' diyordum. Ama bir türlü dönemedik" diyen Helles, Han Yunus'taki yaşantısını şöyle aktarıyor:
"Evimiz zaten bir sığınma evine dönüşmüştü. Annem, babam, kardeşlerim ve çocukları binamıza sığınmıştı. Kocamın ailesi birinci katta yaşıyordu. Biz üst kattaydık. O evde yaklaşık 100 kişiyi barındırıyorduk.
Aralık 2023'te saldırılar yoğunlaşınca, ailem Han Yunus Eğitim Merkezi'ne taşındı ve orada tek bir odaya tıkıştırıldık. Çocuklarımızı Refah'a götürdüm ve orada 17 kişiyle birlikte bir bodrum katında yaşamaya başladık. Akan su veya tuvalet yoktu, elektrik ise hiç yoktu.
Ardından, Ocak ayında, güvenli olduğunu düşündüğümüz Tel el Sultan mahallesinde, yanımızdaki bir daireye İsrail hava saldırısı düzenlendi. Çoğu çocuk olmak üzere 11 kişi öldü. O gece çocuklarımla birlikte tekrar kaçtım, bu sefer Doğu Refah'taki kız kardeşimin evine.
Hatta o bölge İsrail'in dijital haritalarında kırmızıyla işaretlenmişti, yani hedef alınabilecek bir yerdi. Ama başka seçeneğimiz yoktu. Sonunda The Times, benim ve çocuklarım için bir tahliye ayarlamamıza yardımcı oldu. Kocam geride kalmak zorundaydı. 25 Temmuz Cuma günü, evlilik yıldönümümüzdü; ayrı geçirdiğimiz ikinci yıl. Keşke her şeyden çok yanımızda olabilseydi."

Bir adet kabak 490 TL: 'Onunla 10 kişiyi doyurması gerekiyormuş'
Çocuklarıyla birlikte Mısır'da geçirdiği 7 ayın ardından Hollanda Beşeri ve Sosyal Bilimler İleri Araştırmalar Enstitüsü'nden burs kazanan Helles, burs sayesinde Amsterdam'a taşındı ve gazetecilik çalışmalarına devam ediyor. "Ailemin aksine, burada barınak, sıcaklık ve yiyecek bulabiliyorum" diyen Helles, ailesinden edindiği bilgiler doğrultusunda Gazze'deki günlük yaşama dair şu bilgileri veriyor:
"Elektriksiz bir ülkede yaşadıkları için onlarla iletişim kurmak zor olabilir. Gazze'de güneş panellerine erişimi olan bazı kişiler, internet şifresi ve görüntülü görüşmeye yetecek kadar güçlü sinyal için ücret talep ediyor. Kocam NBC'de gazeteci olarak çalışıyor ve Han Yunus'ta yaşıyor. Açlığın insanların birbirlerine bakışını değiştirdiğini söylüyor. 'Daha uzun süre bakıyoruz' dedi. 'Bazen bir zamanlar tanıdığımız yüzleri tanıyamıyoruz. Savaş ve açlık onları yeniden şekillendirdi.'
Annem ise yakın zamanda pişirecek bir şeyler bulmak umuduyla pazara gittiğini anlatıyor. 40 şekel (Günümüz kuruyla yaklaşık 490 TL) karşılığında sadece bir kabakla geri dönmüş. Onunla 10 kişiyi doyurması gerekiyormuş. Bana bir kilo unu hamur haline getirmeye nasıl çalıştığını, yakıt olarak kullanabileceği bir şey bulmak için saatler harcadığını (tahta parçaları, karton, tutuşabilecek herhangi bir şey) ve sonunda kişi başı bir tane olmak üzere 12 somun ekmek pişirmeyi nasıl başardığını anlattı.
Teyzem bir gün açlıktan bayıldı ve hastaneye kaldırılıp glikoz serumuyla beslenmek zorunda kaldı. Sıkı bir diyete ihtiyacı olan diyabet hastası amcam ise şu anda sürekli risk altında.
Kız kardeşim Riham da dört kez yerinden edildikten sonra eşi ve çocuklarıyla birlikte El Mevasi'de bir çadırda yaşıyor. Kocası günlerini yardım kamyonlarının geçebileceği ana yolun yakınında bekleyerek geçiriyor. Her gün saatlerce bekledikten sonra, Çarşamba gecesi 25 kiloluk bir un çuvalıyla geri dönmüş.
Riham bana neşeli bir mesaj gönderdi; sadece sonunda yiyecek buldukları için değil, kocasının sağ salim döndüğü için de. Çocukları onu, eve nadir bir hazine getirmiş gibi karşıladı. Aile o gece çadırlarının dışında geç saatlere kadar yemek pişirdi. Fırın veya gaz olmadığı için insanlar, moloz ve odun parçalarından yapılmış bu tür açık ateşlere güveniyor. 'Ama çoğu gece onlara verebildiğim tek şey çorba' dedi Riham. 'Aç uyuyup aynı şekilde uyanıyorlar.'"

Yeni bir meslek ortaya çıktı: Banknot tamirciliği
Bölgede ciddi bir nakit krizi yaşandığını belirten Helles, "Birçok dükkan ve satıcı, yıpranmış ve yırtılmış oldukları için artık banknot kabul etmiyor. İsrail, savaş başladığından beri Gazze'ye yeni para girmesine izin vermediği için, kalan banknotların çoğu kullanılamayacak kadar hasarlı" diyor.
Bu durumun Gazze'de yeni bir işin ortaya çıkmasına neden olduğunu aktarıyor Helles: Banknot tamirciliği. Helles, "Eski banknotları 'lamine etmek' için bir ücret alıyorlar, bu da onları kullanılabilir durumda tutmak anlamına geliyor" diyor.
ATM'lerin çoktan bozulduğunu bildiren Helles, şöyle devam ediyor:
"Bu yüzden 'nakit komisyoncuları', insanların bankalardaki kendi paralarına erişmelerine yardımcı olmak için yüksek komisyonlar alıyor. Annem yakın zamanda bir bankacılık uygulaması aracılığıyla onlara 1000 şekel (Günümüz kuruyla yaklaşık 12 bin TL) ödedi. Kendisine sadece 600 şekel (Günümüz kuruyla yaklaşık 7 bin TL) nakit verildi."
Temel gıda malzemelerine ulaşım zorlaştı, fiyatlar uçtu
İnsanların takasa yöneldiğini söyleyen Helles, "Arkadaşlarımdan birkaçı artık temel ihtiyaç maddelerini takas etmek için Facebook gruplarını kullanıyor: Bir torba mercimek karşılığında bir torba pirinç veya şeker karşılığında un" diyor.
Helles, ailesinden edindiği bilgiler ışığında temel gıda malzemelerinin ortalama fiyatlarını da şöyle aktarıyor:
- Bir kutu bakla: 25 şekel (Yaklaşık 294 TL)
- Bir kilo mercimek: 60 şekel (Yaklaşık 710 TL)
- Domates ve salatalığın kilosu: 100 şekel (Yaklaşık 1090 TL)
- Soğanın kilosu: 120 şekel (Yaklaşık 1440 TL)
Helles ortalama fiyatları aktarıyor ancak bu malzemelere ulaşımın çok zor olduğunu da belirtiyor.
"Una gelince, altın değerinde: 'Savaştan önce bir kilo un 3 şekelden (Yaklaşık 25 TL) fazla değildi' dedi kız kardeşim" diyen Helles, şimdi eğer bulunabilirse 25 kiloluk bir un çuvalının ortalama 2 bin şekele (Yaklaşık 24 bin TL) satıldığını belirtiyor.
Yani kaba bir hesaplamayla saldırılardan önce 882 TL'ye satılan 25 kilo unun fiyatı yaklaşık 27 kat arttı.

'Günlerimiz kısa mesajlar, istikrarsız sinyaller ve sürekli bir korkuyla geçiyor'
"Artık Gazze'den uzakta, Hollanda'da yaşıyorum" diyen Helles, hissettiklerini şöyle anlatıyor:
"Ama açlık asla uzakta değil. Telefon görüşmelerimde, her gün duyduğum şu sözlerde: 'Açız... yiyecek yok... ölmeyi bekliyoruz.'
Gittiğimden beri, dolu bir tabağın ne kadar ağır gelebileceğini öğrendim. Yemeklere bakıp yüzler görüyorum: kocam, annem, babam, yeğenlerimin yüzleri. Günde sadece bir kez yiyorum, oruç tuttuğum için değil, onlar hiçbir şey yemediğinde ben de yemeye dayanamıyorum.
Ve açlığın ötesinde, korku da var. Kocam hâlâ orada, hâlâ belgeliyor, hâlâ hayatta kalmaya çalışıyor. Sayamayacağım kadar çok kez ölüme yaklaştı. Günlerimiz kısa mesajlar, istikrarsız sinyaller ve sürekli bir korkuyla geçiyor.
İnsanlar güvende olduğumu söylüyor. Ama sevdikleriniz güvende olmadığında, güvende olmak bambaşka bir his. Gazze'de değilim. Ama Gazze yaptığım her şeyde var. Ailem iyi beslenip tehlikeden uzak olana kadar kendimi asla tam hissedemeyeceğim."
***
Neden açık konuşamıyorlar?-Aydemir Güler-
Türkiye’nin bir aydınlanma derinliği var. O derinlikte makamları etnik ve dini kimliklere paylaştırma projesi boğulur. O derinlikte yeni-Osmanlıcılar, yeni-saltanatçılar nefes alıp veremez. O derinlikten cihat ve fetih rüyalarının arkasına dizilecek bir halk çıkmaz.
Lozan’ın yıldönümü iki gün önceydi ve Erdoğan bu vesileyle içinde “Lozan Barış Antlaşması sayesinde milletimizin vatan topraklarını işgal eden müstevlilere karşı elde ettiği zafer, uluslararası alanda da onaylanmıştır.” cümlesinin geçtiği bir mesaj yayınladı. Açıklamanın öncesi ve sonrası şu an konumuz değil…
Açıklamada gençlerin “anlamayabileceği” değil, sadece resmi açıklama yazıcılarının anladığı birtakım sözcüklerin neden kullanıldığına da takılmayalım. “Müstevli istilacı demektir” diyelim, geçelim. Belki de zaferin kime karşı kazanıldığı belirsizleşsin istemiştir bir yazıcı. Konumuz bu da değil.
Konu şu; Erdoğan’ın gerçek düşüncesi yukarıdaki satırlarda mıdır, yoksa 2016’da Sarayında muhtarları ağırladığında söylediklerinde mi?
“Tarihte bize ne yaptılar? 1920’de bize Sevr’i gösterdiler. 1923’te Lozan’a bizi razı ettiler. Birileri de Lozan’ı zafer diye yutturmaya çalıştı. Her şey ortada.”
Sorumuzun yanıtı açık. 2016’da Erdoğan 2025’e göre çok daha samimidir.
Lozan’ın zafer sayılamayacağını, “Ege adalarının kaybedilmesi” olarak açıklamasını da geçelim. Erdoğan’ı biri kandırmış mıdır, yoksa danışmanlar külliyen mi cahildir, bilmiyorum. Ama Ege Adaları Lozan’dan önce Osmanlı tarafından bırakılmıştır. Bu sabittir.
Cumhurbaşkanı muhtarlara “Sevr ölümse, Lozan sıtmadır” demek istiyor. Lozan’ın Sevr’i yırtıp atan bir savaşın ürünü olduğu açıktır ve ölümü gösterip sıtmaya razı etmek deyiminin örneğimizle herhangi bir alakası yoktur. Ama bu yolla iki antlaşma arasındaki Kurtuluş Savaşının itibarsızlaştırıldığı kesindir.
Sevr Birinci Paylaşım Savaşının sonunda dünya haritasını çizen bir dizi antlaşma arasında, herhalde en kısa ömürlü olanı. Lozan da bir harita tartışması içerir. Ve aynı dönemden kalan, en uzun ömürlü antlaşmadır.
Bu antlaşmaların kimisi kazanan emperyalistlerin isteklerine uygun, kimileri tersti. Örneğin Versay, yenik Almanya’yı emperyalist yarıştan tamamen diskalifiye etmeyi öngören, Alman halkına da kölelik dayatan bir belgeydi. İkinci bir paylaşım savaşı yolunda patladı.
Brest-Litovsk savaştan bir büyük devrimle çekilen Rusya’yı konu alıyordu. Nasıl yeni Türkiye Lozan’da dünyaya kendini kabul ettirmişse, sosyalist Rusya da Brest-Litovsk’dan benzeri bir sonuçla çıktı. Emperyalistlerin intikam hezeyanının bedeli İkinci Dünya Savaşı sonunda emekçi iktidarlarının Avrupa’ya yayılması olacaktı. Ama en sonunda emellerine 1990’larda kavuştuklarını biliyoruz. Sosyalist devletler çözüldü, yıkıldı…
Başka bir dizi belge var 1918’i izleyen yıllarda imzalanan. Tekrar olacak; Lozan dışında ayakta kalan önemli bir tane bulunmuyor. Emperyalist akıl ve kibir bunu unutmadı, içine sindirmedi.
Çünkü kendi başına Ankara için ne muazzam bir zafer ne de hezimet olarak yargılanamayacak olan Lozan bir pakettir. Öncesinde Anadolu ve Rumeli topraklarında bir aydınlanma devrimi ve bir modern devlet amaçlayan modernleşme hareketleri, 1908 Meşrutiyeti ve Kurtuluş Savaşı vardır. Sonrasında ise laiklik, bağımsızlık ve en veciz sloganı “yurtta sulh cihanda sulh” olan barış politikası. Sırasıyla hilafet ve saltanatın, emperyalist bağımlılık ilişkilerinin ve emperyal heveslerin terk edildiği bir tarihsel ileri atılım.
Yalnızca Lozan’a odaklanırsak göreceğimiz emperyalizmle pazarlıktır. Bu pazarlıkta bütün silahlar Kurtuluş Savaşı liderliğinde değildi. Emperyalizmin Boğazlar’ın yönetimine ilişkin hevesi ancak dengelenebilmiştir. Konferans sürerken Musul başlığında silahlı karşı karşıya gelişler yaşanmış ve Ankara kuvvetleri sonuçta askeri yenilgiye uğramışlardır.
Öte yandan, savaşın yeniden parlamasını kaldıracak durumda olmayan yeni Türkiye’nin bu çok dar patikadan geçişini hayli zora sokan saltanatla ve Meclisteki muhalefetle hesaplaşmayı Lozan’la çakıştırdığını görürüz. Konferansın eşiğinde saltanat lağvedilir. İkinci tur görüşmelere geçilirken seçime gidilip Meclis bileşimi yenilenir. Bunlar da Ankara’nın elini güçlendiren adımlardı.
Araya denk gelen İzmir İktisat Kongresi ise, bütün canlı içeriği bir yana, yeni Türkiye’nin kapitalizm içinde bir yola girdiğini duyuruyor ve bu anlamda Batı’ya uzlaşma eli uzatıyordu. Lozan’ın anlamı bu reel politika pratiklerinde başlayıp bitmez. Önemli olan paketin bütünüdür.
Bu bütünle sadece emperyalistlerin erteledikleri bir hesapları yoktu. Sermaye sınıfı, yanına aşiretini, ağasını da alıp on yıllarca kemirdi bu paketi. Onların sloganı da “ayaklar baş olmaz”dı. Hala da öyle.
Ama peki, neden açık konuşamazlar? Neden dokuz yıl önce Reis’in muhtarlarla bir gaf yaptığını düşünen yetkililer paniğe kapılıp düzeltme yarışına girmişlerdi? Bugün Bahçeli sözünü ettiğimiz “paketi” “iki yüz yıllık uyku” diyerek mahkûm etmişken, Erdoğan “Türk-Kürt-Arap” kodlamasıyla bir İslam birliğine işaret ediyorken, Lozan’ın sınırlarına da Cumhuriyetin laikliğine de düşmanlıkları belliyken, neden kartlarının tamamını açamıyorlar?
Bu sorunun yanıtını bulmak için iki sloganı yan yana yazın. “Yurtta barış dünyada barış” ve “Ayaklar baş olmaz.” Karşılaştırın. Hangisi doğru, o belli de; hangisinin “tutacağının” yanıtı da açık değil mi?
21.yüzyılda ayakların baş olamayacağına inanmış ülkeler yok değil. Türkiye’nin onlardan biri olmadığını anlamıyorlar.
21.yüzyılda misyonlarının her tarafa bayrağını dikmek olduğuna inanan veya bu inancın üstün geldiği ülkeler de az değil. Türkiye’nin onlar arasında olamayacağını da anlamıyorlar.
Türkiye’nin bir aydınlanma derinliği var. O derinlikte makamları etnik ve dini kimliklere paylaştırma projesi boğulur. O derinlikte yeni-Osmanlıcılar, yeni-saltanatçılar nefes alıp veremez. O derinlikten cihat ve fetih rüyalarının arkasına dizilecek bir halk çıkmaz.
Sermaye düzeni ne kadar arzularsa arzulasın nafile; “ayaklar baş olmaz” bizde meczupluktan öteye geçemez. Gericiler bu nedenle açık konuşamaz.
Geleceğin, emekçi cumhuriyetinde olduğuna güvenin.
/././
Antlaşmanın 102. yılında Lozan kaygısı nedir?-Erhan Nalçacı-
102 yıldır bir ülkenin sınırları değişmiyorsa bu büyük bir konfor alanıdır. Bu konforun bozulmasını, haklı olarak yükselen kaygıyı bir direnme iradesine çevirmenin zamanıdır.
Düzen daha da yozlaşırken kaygılar yayılıyor, bir pandemi halini alıyor.
Gençliğin geleceksizlik kaygısının ne kadar yaygın olduğunu biliyoruz. Nitelikli bir işe sahip olamama, anne ve babasının toplumsal koşullarından daha kötüye gitme.
Çevre ve iklim kaygısı artık tanımlanabilir oldu. Kapitalizmin yol açtığı çevre ve iklim sorunlarının yaşamı nasıl tehdit ettiği her geçen gün daha fazla hissedilir hale geldi.
Şimdi bunlara bir de son açılımla beraber Lozan kaygısı eklendi. 102 sene önce Lozan Antlaşması ile belirlenen sınırların değişme kaygısı olarak tanımlanabilir.
Bu kaygı yerinde mi, yoksa aldırmayalım diye halkımızı teskin mi etmeliyiz?
Ama önce yöntem olarak sınır değişiklikleri ne kadar meşrudur tarih içinde diye bakmalıyız.
Sonuçta tanımlı bir ülkede sınırların korunmasına büyük değer atfedilir ve yurtseverlikte karşılığını bulur. Öte yandan eğer bin yıllar içinde sınırların nasıl değiştiğini gösteren bir Tarih Atlasını elinize alıp bakarsanız sürecin ne kadar dinamik olduğunu ve egemenlik sınırlarının sürekli bir değişim içinde olduğunu fark edersiniz.
Burada değişimin ne kadar meşru olduğu sorusu öne çıkar ve tarihsel olarak kullanacağımız yöntem emekçi sınıfların çıkarı açısından sınır değişiklerinin incelenmesi olmalıdır.
Örneğin, tarih içinde bütün feodal devletler, temel sömürü biçimi toprak ve üzerindeki köylülerin sahipliğine dayandığı için fetih peşindedirler. Resmi tarih kafamıza fethin meşru olduğunu çivilemiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun fetihlerine sevinilir ve gerileyişine üzülünür. Halen birçok caminin ismi Fetih’dir örneğin. Oysa fetihlerle temel sömürülen sınıfın durumunda özünde bir değişiklik olmaz, savaşta yıkıma uğramanın dışında.
Kapitalizmin rekabet dönemi fetihçilik ile emperyalizmin arasında durur. Dünyada geniş coğrafyalar ve halklar sömürgeleştirilir. Pulcular bilirler 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başlarında Hindistan’dan Kıbrıs’a, Afrika ülkelerinden Güney Amerika’ya ülke pullarının üst kenarında İngiliz kralı veya kraliçesinin kellesi durur. İşçi sınıfı açısından bu kellenin dünya pullarında gözükmesinin hiçbir meşruiyeti olamaz, herkes kendi ülkesinde barış zamanında sömürülür, savaş zamanında emekçiler can verir.
Kapitalizmin emperyalizm aşamasında da meşru olmayan çok sayıda müdahale ile sınır değişiklikleri yaşanmıştır. Ancak emperyalizmin temel karakteri sınırları değiştirmek yerine o siyasi coğrafyayı sermaye ihracatı yoluyla kendine bağlamaktır. Kâğıt üzerinde bağımsız olan ülkenin siyasileri, medyası, ordusu, yargısı vb. öylesine emperyalizme bağlanırlar ki şirketlerin çıkarları zamanla o ülkenin anayasası haline gelir.
Hiçbir emperyalist operasyon bir ülkeye özgürlük ve eşitlik getirmemiştir. Ama getireceği iddia edilerek meşrulaştırılmaya çalışılır. Her emperyalist müdahaleyi bu nedenle yoğun bir ideolojik müdahale önceler.
Lozan Antlaşması da bu nedenle önemlidir; sadece siyasi coğrafyanın etnik temelde parçalamaya ve daha kolay yönetilebilir hale getirmeye dayalı bir emperyalist projeye son vermemiştir, sınırları net olarak çizilen ülkenin içini egemenlik ve bağımsızlık fikri ve eylemiyle doldurmuştur.
Emekçi sınıflar için iktidara gelmedikleri halde Lozan bu anlamda meşrudur. Lozan yoksulluk ve cahillik içinde debelenen bir köylülükten modern bir işçi sınıfının doğacağı zemini yaratmıştır, ülkenin genlerine bağımsızlığı ve egemenliği işlemiştir.
Sovyetler Birliği ile karşılıklı destek ve dayanışma genel hatlarıyla işçi sınıfı lehinedir ayrıca.
Şimdi gelelim Lozan Antlaşmasının yürürlükten kalkarak sınır değişikliğine yol açma meselesine.
Öncelikle Lozan’ın öngördüğü egemenlik ve bağımsızlık ilkesi sermaye sınıfının ilkesizliği ve emperyalizmle işbirliği nedeniyle çoktan ortadan kalkmıştır. Bugün sadece uluslararası sermayenin kısa vadeli çıkarlarının egemenliğinden bahsedebiliyoruz. Yalnızca zeytinlikleri yok eden, ülkenin bütün dağlarını, taşlarını uluslararası maden şirketlerinin yağmasına açan Yasa değişikliği bile Lozan’ın ve Cumhuriyet’in yerinde yeller estiğini gösteriyor.
Ya sınırlar?
Açılımın tarafları olan AKP, MHP ve PKK’ye bakalım kısaca.
AKP icracısı olduğu yağma rejimini ve buna bağlı sermaye birikimini yurtdışı maceralara açan bir parti olarak anılacak.
AKP’nin, genel olarak Türkiye sermaye sınıfının yurtdışına açılımı sosyo-ekonomik formasyon olarak farklı üretim tarzlarının dış politikasının üst üste binmiş halidir.
AKP bir yandan feodal bir fetih peşindedir. Suriye’nin kuzeyinde hegemonyasına aldığı coğrafyaya vali ataması, Türk parasını geçerli kılması vb. bir fetihçilik olarak okunmalıdır.
AKP Batı emperyalizminin içinde hiyerarşik bir yerde durur ve yönlendirmelerin aracısı haline gelir. 2011’de başlayan Suriye komplosu açıkçası bir ABD-İngiltere-İsrail yapımıydı. Bunda gerici Arap devletleriyle birlikte AKP ve Türkiye sermaye sınıfının şeytani bir rol oynaması olağanüstü rahatsız edicidir.
Ancak Türkiye sermayesi ve AKP, Batı emperyalizminin basit bir aracı değildir. Yurtdışına sermaye ihraç eden Türkiye egemenleri sermaye ihraç ettikleri her coğrafyayı birçok araçla kendine bağlamaya çalışmaktadır.
Türkiye’de milliyetçiliğin eski bir tarihi bulunuyor ancak MHP çizgisi NATO’nun Türkiye’deki karşıdevrim örgütlenmesinin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Yeri gelince sivil sokak çetesi, yeri gelince tetikçi, yeri gelince emperyalizmin ve sermaye sınıfının duruma göre gereksinimini karşılayan bir araç olarak siyasi yaşamını sürdürür.
Bahçeli’nin Devlet Başkan Yardımcılarından biri Kürt, biri Alevi olsun demesi tamamen bu gereksinimlerden kaynaklanmaktadır. Oysa bir emekçi Cumhuriyetinde eğer emekçi sınıfların ulusal ve uluslararası çıkarlarını en iyi koruma yeteneğine sahip kadroların diyelim ki üçü de Kürt kökenliyse bunu hiç kimse sorgulamaz.
Ama Bahçeli farklı etnik kimliklerden bahsettiğinde sermayenin ve emperyalizmin üç ajanını göreve öneriyor, yoksa bir eşitlik projesinden bahsetmiyor.
PKK’ye gelince bir ulusal kurtuluş hareketi olarak belirmesine karşılık çok şansız bir zamanda serpildi. Sovyetler Birliği’nin geri çekildiği ve emperyalizmin bütün dünyayı kendi çıkarları doğrultusunda düzlediği bir dönemin siyasi hareketi olarak Kürtlerin özgürlüğünü emperyalizmin geçen yüzyılda oluşan siyasi coğrafyalara müdahalesine bağladı.
Suriye müdahalesi esnasında son derece pragmatik ve ilkesiz davranan bu siyaset şimdi diğer ikilinin yanında üçüncü oldu.
Geçen yüzyılda devrimlerle kurulan Irak ve Suriye emperyalist müdahale ile savunmasız ve bağımlı hale getirilmişken, Türkiye bir Cumhuriyet olmayı kaybetmiş ve asalak sermaye sınıfı uluslararası yayılmacı maceralara teşneyken, İran bölgemizde etnik azınlıklarıyla emperyalist müdahalenin odağındayken tabi ki Lozan kaygısı yükselir.
102 yıldır bir ülkenin sınırları değişmiyorsa bu büyük bir konfor alanıdır. Bu konforun bozulmasını, haklı olarak yükselen kaygıyı bir direnme iradesine çevirmenin zamanıdır.
Bu sürecin tek ilacı bulunuyor, oturduğunuz yerden kaygı durmak yerine örgütlü hale gelmek.
Güvenebileceğimiz tek şey halkın örgütlü gücü çünkü.
/././
Hayaletler eşliğinde teori yapmak: Gotik Marksizm -Özcan Buze-
Kapitalizmi yenmek için vampir hikâyelerine değil, işçi sınıfının gerçek mücadelesine ihtiyacımız var. Hayaletlerle dans etmek yerine, somut devrimci pratiklere yönelmek gerekiyor.
Bu tür “moda Marksizmler”, sınıf mücadelesiyle, toplumu dönüştürme hedefiyle ya da devrimci pratikle değil; daha çok üniversite koridorlarında akademik pozisyon kazanma, çarpıcı seminer başlıkları üretme ve dikkat çekici kitaplar yazma arzusu ile ilgilidir.
***
Bu yazı, o sıfatlardan en çok parlayanı — Gotik Marksizm — etrafında bu eğilimi sorguluyor.
Bir zamanlar “Marksist teori” dendiğinde, emek-değer yasası, artı değer, sınıf mücadelesi gibi kavramlar akla gelirdi. Ama 21. yüzyılın başlarında Batı akademisinin kimi koridorlarında yeni bir eğlence başladı: "Gotik Marksizm."
Bu yaklaşımın en çok tanınan ismi, kuşkusuz Mark Fisher. 1980'lerin Thatcher dönemi İngilteresi'nde büyüyen Fisher, Joy Division, The Cure ve benzeri gruplarla kurduğu melankolik bağı, toplumsal eleştirisinin merkezine yerleştirdi. 2009'da yayınladığı Capitalist Realism: Is There No Alternative? ("Kapitalist Gerçekçilik: Başka Seçenek Yok mu?") kitabı, kapitalizmin köklü eleştirisini Batman filmleri üzerinden yapıyordu.
İş burada da kalmadı. Fisher, hauntology adı verilen ve "hayaletlerin musallat oluşu" anlamına gelen kavramla, gecikmiş geleceklerin hüzünlü atmosferini teorinin merkezine yerleştirdi. Kapitalizm, bir türlü ölemeyen ama her yerde hissedilen bir hayalete dönüşüyordu.
Bu noktada ironik bir duruma varılıyor: Marx ve Engels'in "Avrupa'da bir hayalet kol geziyor" diye başlattıkları Komünist Manifesto, orada kastettikleri devrimci ruhla değil, sanki gerçek anlamda perilerle, vampirlerle, esrarengiz şatolarla ilgiliymiş gibi okunmaya başlanıyor. Metafor, gerçekliğini yitirip yeni bir inanca dönüşüyor. Böylece akademik camiada bir grup insan, “Marksist teori” adı altında hayalet avcılığına soyunuyor.
Oysa bu "gotik" dil, ne tarihsel materyalizmin ne de sınıf mücadelesinin ihtiyacıdır. Bu dil, daha çok akademik seminer salonlarında belirli bir atmosfer yaratmak, "cool" (havalı, fiyakalı, dikkat çekici) görünmek, teoriyi pop kültürle harmanlayarak daha kolay tüketilir hâle getirmek için var. Nitekim, tam da burada şu soru çıkıyor karşımıza: Teori, estetik bir zevk nesnesi midir, yoksa toplumsal dönüşüm için bir aracı mı?
Fisher'la birlikte gündeme gelen kavramlar - hauntoloji, kapitalist gerçekçilik, Acid Marxism (Asit Marksizmi). Buradaki "acid" kelimesi, sadece kimyasal anlamda bir asit değil; İngilizcede aynı zamanda psikedelik, bilinç değiştirici ve yaygın kullanımda uyuşturucu madde anlamına da gelir. Mark Fisher bu ifadeyle, klasik devrimci stratejiler yerine, halüsinatif ve zihni genişletici bir sol tahayyülü kasteder.
Bu kavramlar bir yandan soru işaretleri doğuruyor, diğer yandan anlam bakımından son derece muğlak kalıyor. "Spektral analiz", "duygulanımsal eleştiri", "korkunun politik semiyotiği" gibi ifadeler, bilimsel anlamda test edilemeyen, somut bir toplumsal programa dönüşmeyen soyutlamalar olarak kalıyor.
Bu kuramsal kaymaların bir başka boyutu da teorik melezlik tutkusunda görülüyor. Slavoj Žižek gibi Lacancı Marksistler, Marx’ı psikanalitik bir süzgeçten geçirerek okuyor. Ana fikir şudur: Marksist çelişkiler, bilinçdışı arzular ve simgesel yapıların içinde aranmalı. Ancak burada şu soruyu sormadan geçemeyiz: Lacan, Marksist değildi. Öyleyse neden Marx’ı Lacan’la karıştırıp “teori kokteyli” yapmaya ihtiyaç duyuluyor? Marx’ı Marx üzerinden okumak çok mu sert geliyor? İçine biraz sulandırıcı koymadan yutulamıyor mu?
Aynı eğilim, Spinoza’ya da uzanıyor. Hegelci Marksizm yerine Spinozacı bir okuma yapmak, bazılarına göre daha “yatay”, daha “pozitif” ve belki de daha “steril” görünüyor. Peki, Spinoza’yı kim üzerinden okuyacağız? Deleuze mü, Althusser mi, Negri mi? Bu zincir böyle uzadıkça, Marx giderek arka plana düşüyor; ortada kalan şey, kavramlar arası geçirgen ama bağlamsız bir düşünsel bulamaç oluyor.
Halbuki klasik Marksizm ne diyordu? Emek değer teorisiyle artı değeri analiz etmek, sınıf ilişkilerini tarihsel materyalizmle ortaya koymak, sonuçta ise devrimci eylem için somut öneriler getirmek... Yani kuram, hayatla bağlantılıydı. Gotik Marksizm ise bu bağlantıyı neredeyse tamamen kaybetmiş durumda.
Dahası, bu durum sadece Batı akademisine has değil. Mark Fisher'ın kitapları, Kapitalist Gerçekçilik, Hayaletler, Tuhaf ve Tekinsiz gibi eserler, Türkiye'de de yayınlandı. Habitus Kitap, Koç Üniversitesi Yayınları gibi kurumlar tarafından çevrilen bu kitaplar, çoğunlukla özel üniversitelerdeki kültürel çalışmalar bölümlerinde, genç akademisyenler arasında bir fenomen haline geldi.
Peki ya "erişilebilirlik"? Pop kültür referansları kullanarak Marksizmi genelleştirme fikri, kimi zaman "demokratikleştirici" gibi sunulsa da, aslında teorinin içini boşaltma riskini taşıyor. Fisher’ın kitabı adını da buradan alır: Capitalist Realism: Is There No Alternative? Bu başlık, aslında Margaret Thatcher’ın neoliberalizmi savunurken sıkça tekrarladığı “There is no alternative” (Başka Seçenek Yok) sözünün ironik bir yankısıdır. Fisher'ın Batman, Joker ya da korku filmleri üzerinden yaptığı analizler, dikkat çekici olabilir ama işçi sınıfının somut sorunlarını anlatmak için yetersiz kalıyor. Çünkü fabrika zemininde vampir yok; vardiya var, mesai var, asgari ücret var.
Dahası da var: İsteyen herkes önüne herhangi bir sıfat koyarak bir "X Marksizmi" icat edebilir. Ezoterik Marksizm, Galaktik Marksizm, Anadolu Marksizmi, Okkült Marksizm... Bu “kavramlar,” kuramsal ciddiyet yerine entelektüel eğlenceye hizmet eder. Akademik konfor alanında, sınıfsal sarsıntılara temas etmeden, sözde radikal ama fiilen zararsız teoriler geliştirilir. Hele özel ya da vakıf üniversitelerinde, bu "sıfatlı Marksizmler", akademik merdiveni güvenli ve sorunsuz olarak tırmanmak isteyenler için biçilmiş kaftandır.
Gelgelelim, gerçeklik oyundan farklı. Bu sözde radikal teorilerin, gerçek dünyayla teması olmadığında ne olur? Fisher'ın hayatı buna acı bir örnektir. Depresyonla mücadele eden Fisher, 2017 yılında yaşamına son verdi. Teorisinin merkezine yerleştirdiği melankoli, sonunda geri dönüşü olmayan bir boşluğa dönüştü.
Son söz şudur: Kapitalizmi yenmek için vampir hikâyelerine değil, işçi sınıfının gerçek mücadelesine ihtiyacımız var. Hayaletlerle dans etmek yerine, somut devrimci pratiklere yönelmek gerekiyor. Gotik Marksizm göz boyayıcı bir atmosfer sunabilir; ama atmosfer, devrim yapmaz. Teorinin bir yerine püskül takmak abesle iştigâl olur. Teoriyi, şık bir ürün hâline getirmeye çalışmak yerine, yaşayan ve dönüştüren bir aracı olarak görmek zorundayız.
Marx'la başlayalım: "Radikal olmak, şeylerin köküne inmektir." Gotik Marksizm ise köke inmek yerine, yüzeyde gotik süslemelerle oynamaya devam ediyor.
26 Temmuz 1953, yani bundan tam 72 yıl önce bugün, Fidel Castro ve arkadaşları Küba’nın Santiago kentinde bulunan Moncado kışlasına bir baskın düzenledi. Castro’nun yönetimindeki grup, kışladaki silahları ele geçirip halka dağıttıktan sonra savaşa başlayacaktı.
Fidel, baskın öncesi 100’ü aşkın kişiye hitaben “Arkadaşlar birkaç saat sonra ya yenecek ya da yenileceksiniz. Ama ne olursa olsun mücadelemiz sonunda başarıya ulaşacaktır” şeklinde bir konuşma yaptı.
Kışla baskını başarısız oldu, çıkan çatışmada ölenlerin sayısı fazla değildi ancak baskına katılanların büyük bir bölümü daha sonra işkenceyle öldürüldü. Fidel ve 18 arkadaşı, dağlara kaçmayı başardıysa da bir süre sonra yakalanıp tutuklandı.
Fidel Castro, mahkemede “Tarih beni haklı bulacaktır” şeklindeki ünlü savunmasını yaptı. Aslında bu söylev, savunmadan çok bir devrim programı niteliğini taşıyordu.
Baskın sonrasında Fidel’in kardeşi Raul Castro’nun deyişiyle Monkadistalar, mahkemeye çıkarılıp çeşitli cezalara çarptırıldı. Fidel Castro, lider konumunda olduğu için 15 yıl, Raul ve arkadaşları ise 13 yıllık bir ceza aldılar.

26 Temmuz Marşı
Cezaevindeki vakitlerini kitap okuyarak geçiren Monkadistalar, yönetime ya da işbirlikçilere 26 Temmuz Marşı’yla şöyle sesleniyorlardı:
Bizler bir ideale yürüyoruz,
Sonu bize zafer getirecek bir yolda,
Barış için, refah için
Ve elbette özgürlük uğrunda!
Küba diktatörü Batista, mahkeme kararından iki yıla yakın bir zaman geçtikten sonra bir seçim kararı aldı. Batista, dünyanın gözünde meşru bir görüntü sağlamak amacıyla siyasi mahkumlar için de bir af yasası hazırlattı.
Monkadistalar’ın da bu af yasasından yararlanabilmesi için silahlı mücadeleden vazgeçtiklerine dair bir açıklama yapmaları istendi. Castro ve arkadaşları açık ve kesin bir dille, “Hayır, onurumuzu kaybetmektense hapiste kalmayı tercih ederiz” dediler.
Diktatör Batista, Fidel’in bu açıklamasının Küba’nın en çok okunan bir dergisinde de yer alması üzerine meşruiyet kazanmak için önerdiği tekliften vazgeçti ve yurt dışına sürgün şartıyla 22 ay sonra Monkadistaları serbest bıraktı.

Hareketin adı
15 Mayıs 1955 tarihinde cezaevinden çıkan Monkadistalar, kendilerine bundan böyle “26 Temmuz Hareketi” adını verdiler. Fidel ve arkadaşları, daha sonra Meksika’ya geçti.
Meksika’da Ernesto Che Guevara ile tanışan Fidel Castro, Granma gemisi ile 25 Ekim 1956 günü Küba’ya çıkartma yapmak için bu ülkeden ayrılacaktı. Granma gemisinde 82 gerilla ile birlikte silah, mühimmat ve erzak bulunuyordu.
Granma binbir tehlikeyi atlattıktan sonra 2 Aralık 1956 günü Küba kıyılarına yanaştı. Gemi yolculuğu sonrasında bitkin bir durumda olan Fidel ve arkadaşları, Batista güçlerinin beklenmedik bir saldırısına uğradı.
Che’nin kararı
Granma’da hekim olarak bulunan Che Guevara şöyle bir ikilemle karşı karşıya kaldı: “Hekimlik yemini mi, devrimcilik mi?” Gerisini Che’den dinleyelim:
“Önümde ilaç dolu bir çanta ile kurşun dolu küçük bir sandık vardı. İkisini birden taşımak olanaksızdı. Kararımı o anda verdim; çantayı bırakıp küçük sandığı üstlendim”.
Granma’ya saldırı sonrasında 82 kişilik gruptan ancak 10 kişi savaşa devam edecek durumdaydı. Küba kıyılarına çıkartma yapan bu grup daha sonra Sierra Maestra dağlarına sığındı.
Castro, dağa tırmanırken gördüğü ilk köylüye “Sierra Maestra’da mıyız?” diye sordu. Köylü, “Evet” deyince, Fidel, “Öyleyse devrimi kazandık” diye haykırdı…
Sierra Maestra’daki çatışma
Bu grup daha sonra Sierra Maestra dağlarında gerilla savaşı başlattı. Küba Devrimi’nde daha çok orta sınıf aydınlarının gerilla savaşında etkili olduğu dikkati çekiyordu. Bu arada belli bir köylü desteği de sağlanmıştı.
Gerilla hareketi, zaman içersinde giderek daha sağlam bir tabana oturuyordu. Batista hükümeti, Sierra Maestra’daki gerilla güçlerine karşı saldırıya geçti. 300 gerillanın üstüne 10 bin dolayında asker gönderildi.
1958 Haziranı’nda başlayıp temmuzun sonuna kadar süren savaş, bir ölüm kalım mücadelesiydi. Batista’nın ordusu, bu savaştan yenik çıktı. Komutanların beceriksizliği, yiyecek sıkıntısı, köylülerin diktatörün ordusuna karşı kin ve öfkesi, gerillaların ise yüksek moral gücü, Fidel’in askeri yeteneği, savaşın kazanılmasında belirleyici oldu.
Bu arada yenilginin asıl nedeni ise, 10 bin askerin 300 gerillaya karşı gerektiği gibi savaşmaya niyetli olmamasıydı…

Batista rejiminin çöküşü
Daha sonraki günlerde Fidel ve gerilla ordusu, Küba’nın başkenti Havana’ya doğru ilerlemeye başladı. Fidel, Küba halkına altı gün boyunca hayatı felç edecek bir genel grev çağrısı yaptı. Artık Batista rejimi çökmüştü, diktatör de yurt dışına kaçmıştı.
Devrimin başarıya ulaşmasında diktatör Batista’nın yoğun sömürü sistemi, yolsuzluklar ve ahlaki çöküntünün de etkisi oldu, diktatöre yönelik toplumsal destek iyice zayıflamıştı.
Çürümüş Batista rejimi, son zamanlarda ABD tarafından da yeterince onay görmüyordu. Küba’nın mafya gangsterliğinin merkezi olması ve “Karayiplerin genelevi” olarak bilinmesi de toplumsal çürümeye ve Batista’nın itibar kaybetmesine yol açıyordu.
Castro ve arkadaşları, Batista’nın ordusundan sayısal yönden ve askeri araç, gereç açısından daha az güçlü olmalarına karşın moral üstünlüğe ve halkın desteğine sahipti.
Havana’ya varış
Fidel Castro ve Kübalı gerillalardan oluşan devrimci ordu, 1 Ocak 1959’da Havana’ya girdiğinde halk kesiminin ve hemen, hemen tüm sosyal sınıfların desteğine sahipti. O gün, Fidel’in devrimci taburları genel grevden de yararlanarak hiçbir engelle karşılaşmadan Havana’ya girdi.
Görüldüğü gibi Moncado Kışlası eylemi, Küba Devrimi için bir “milat”, bir başlangıç sayılır. Bu eylemden tam 5 yıl, 5 ay ve 5 gün sonra “Devrim Bayrağı” Havana’ya “dikilmiştir”…
Moncado baskını ve sonrasından çıkarılan sonuç; Fidel ve arkadaşlarının devrime olan yüksek inancı, mücadele kararlılığı, uygulanan strateji, rejimin çürümesi ve halkın desteğinin sağlanması gibi faktörlerin önemli olduğudur.
Devrimcilerin, komünistlerin en zor koşullarda bile umutsuzluğa kapılmadan hatırlaması dileğiyle…
Yararlanılan Kaynaklar:
Devrimler ve Karşı Devrimler Ansiklopedisi, Gelişim Yayınları, 1975.
Nikolay Leonav: Raul Castro, Devrime Adanmış Bir Yaşam, Yazılama Yayınevi, 2016.
Chris Harman: Halkların Dünya Tarihi, Yordam Kitap, 2009.
Ücretsiz izin, tazminatsız işten çıkarma: Akkuyu'daki şirketlerin SGK borcu işçiyi sömürmenin bahanesi oldu -Aslı İnanmışık-
İnşaat başladığından beri işten çıkarma, güvencesiz ve ağır çalışma koşullarıyla anılan Akkuyu Santral inşaatındaki taşeron şirketler, şimdi de ödemedikleri SGK borcunu bahane etti. Patronlar işçileri ücretsiz izne çıkarırken, SGK'nin borcu sümen altı ettiği iddia ediliyor.
Her türlü faturanın işçiye kesildiği santralde hak gaspı ve türlü mağduriyetlerin yanında büyük bir ciddiyetsizlik hakim.
Santralin nasıl devam edeceği, ikinci, üçüncü ve dördüncü reaktörlerin projelerinin sürüp sürmeyeceği bilinmezken, inşaatı süren birinci reaktörde çalışan işçilerin ücret, tazminat ve çalışma koşullarındaki kötüleşme kesintisiz hale geldi.
Çalışan sayısı 12 bine geriledi
Yönetememe krizi, Rusya’nın devlet şirketi Rosatom'un son haftalarda Akkuyu’daki yüzde 49’luk hissesini satmak üzere yatırımcı aradığı haberleriyle iyice hissedilir hale geldi.
Mersin'nin Gülnar ilçesinde yapımı süren Akkuyu Nükleer Güç Santrali (NGS) sahası.Bu yılın sonuna kadar ilk reaktörün devreye girmesinin planlandığı santralde Rosatom'un finansman sorunu yaşadığı, firma tarafından projeye aktarılması beklenen yaklaşık 7 milyar dolarlık kaynağın hâlâ ulaştırılamadığı haberleri sonrası taşeron firmaların baskıları da arttı.
Ortalama 35 bin olan personel sayısı 12 bine kadar geriledi. 14 bin kadar Rus işçinin 10 bininin maaş alamadığı için ülkelerine döndüğü öğrenildi. Yandaş Yeni Şafak'ın verdiği bilgiye göre, kalanlar da dönüş hazırlığı yapıyor. Santral yakınındaki fırınlarda günde 10 bini aşan ekmek satışlarının 2 binlere gerilediği söyleniyor. Emlakçılar da çekilmeyi doğruluyor, evlerin boşaltıldığını anlatıyor (https://haber.sol.org.tr/sites/default/files/2025-07/whatsapp-video-2025-07-25-at-14.11.00.mp4)
Ücretsiz izinden dönen ve yine izne çıkarıldığını öğrenen, maaşları ödenmeyen işçiler Çarşamba günü iş bırakmıştı. Yönetimle görüşmek isteyen işçiler jandarmanın saldırısına maruz kalmıştı.
Bu durumun taşeron şirketler üzerinde de etkisi oldu.
Zaten hiç zam alamadan, 2024’teki maaşlarıyla çalışan işçiler, yaklaşık 6 aydır toplu işten çıkarmalarla karşı karşıya.
Patronlar bir süredir izin hakkı olan işçileri ücretli, hakkını kullanmış işçileriyse ücretsiz izne çıkarmaya başlamıştı. Önceki gün ücretsiz izinden dönen işçiler, şantiyeye girdiklerinde bir kez daha ücretsiz izne çıkarıldıklarını öğrendi.
İşçiler tazminatlarını alıp kurtulmak için gün saydıklarını söylüyorlar.
Kazak ve Özbek işçilerinse hakkını aramaları durumunda "çalışma izinlerinin uzatılmaması ile tehdit edildikleri" iddia ediliyor.
İşten çıkarmakla da kalmıyorlar: Tazminatta 'arabulucu' tuzağı
Bir diğer sıkıntı ise işten çıkarma sürecindeki arabuluculuk.
Akkuyu işçileri işten çıkarılırken ihtiyari arabuluculuk yoluyla tazminatlarını eksik bir şekilde kabul etmeye zorlanıyorlar. Ama zorbalık bununla da kalmıyor. Arabuluculuk kurumunun hiçbir yazılı kuralı uygulanmıyor.
İşçiler öncelikle işten çıkmak istiyorlarsa isimlerini bir listeye yazdırıyorlar. Daha sonra insan kaynakları birimine çağrılıp arabulucu avukat tarafından hazırlanarak gönderilen tutanaklara imza atmaya zorlanıyorlar. İşçiler arabulucuyu hiç görmediklerini söylüyorlar.
Patronların Ensesindeyiz (PE) Mücadele ve Dayanışma Ağı gönüllü avukatlarından Derya Demir’e göre bu tamamen usulsüz bir uygulama. Demir, "Arabuluculukta yüz yüzelik esastır, arabulucu taraflarla bir araya gelmeli, fiziki olamıyorsa bile telekonferansla tarafları online şekilde toplantıya davet etmeli ve toplantıyı gerçekleştirmelidir. İşçinin iradesinin yok sayıldığı, hiçbir söz hakkının olmadığı, arabulucuyu dahi görmediği halde imzalanan arabuluculuk tutanaklarının tamamı hukuka aykırı olup, iptalleri mümkündür" diyor.
Milyarlarca liralık borç: SGK aylardır haciz yapmıyor
Akkuyu'daki bir diğer büyük skandalsa santraldeki iki ana yüklenici olan Titan İçtaş ve TSM Enerji adlı şirketlerin Sosyal Güvenlik Kurumu'na (SGK) borçları.
soL'un aylarca önce gündeme getirdiği borç, dün şirketten işçilere gönderilen mesajla doğrulanmış oldu.
SGK, şirketin duyurduğuna göre, TSM Enerji'nin 2,3 milyar liralık alacağı için tahsil işlemi başlattığına ilişkin şirkete bir bildirim gönderdi. Borcun ödenmemesi halinde, TSM Enerji'nin tüm taşınır ve taşınmaz mallarına el koyulup haczedebileceği söylendi. Şirketin açıklamasında, "Bu durum kaçınılmaz olarak şirketimizin faaliyetlerinin tamamen durmasına yol açacaktır" denildi.
Ancak soL'un edindiği bilgiye göre, dosyayı aylardır sümen altı eden SGK Mersin İl Müdürlüğü milyarlarca lira borca rağmen dosyaları bekletiyor.

'Patronlar zamanında ödemeleri gereken borçları işçilere yüklüyor'
"İnşaat sahasındaki işçi düşmanı uygulamalar, 21. yüzyılda köleliğin deney laboratuvarı gibi" diyen Derya Demir de çalışan işçi sayısının azaldığını doğruluyor.
İşçilerin büyük çoğunluğunun iş akdinin toplu işten çıkarmalarla fesh edildiğine işaret eden Demir, son iki aydır da ücretsiz izin uygulamasının kural haline geldiğine dikkat çekiyor. Demir, şimdi de SGK borcunun hak gaspına bahane edildiğini vurguluyor:
"TSM’de çalışan işçiler en son Nisan ayı maaşlarını Haziran ayı başında almışlar. İşçilerle sürekli temas halindeyiz. İşçileri en çok yoran şey belirsizlik. Patronlar ücretsiz izin uygulamasına işçiler tepki göstermesin diye mağduru oynadıklarını gösteren bir mesaj göndermişler işçilere. SGK ve vergi borcu nedeniyle zor durumda olduklarını yazmışlar.
Patronların kendi tercihleri nedeniyle kasıtlı olarak SGK ve vergi borçlarını ödememelerinin sorumlusunun neden işçiler olduğu sorusunu dün işçiler eylem yaparak sordular. İşçilere ne bundan?
İşçiler Mayıs ve Haziran ayı maaşlarını istiyorlar, 2025 zamlarını istiyorlar. Patronlarsa zamanında ödemeleri gereken borçların yükünü işçilere yüklüyorlar. İşçiler şimdilik beklemeye geçti. İşten çıkmak isteyenlere beklemelerini, tazminatlarının ödeneceğini isimlerini yazdırmalarını istediler. İşçiler de tazminatlarını alıp kurtulmak için gün saydıklarını söylüyorlar. SGK'ye olan milyarlarca liralık borcun akıbeti ise hâlâ belirsiz, PE olarak Mersin SGK İl Müdürlüğü'nün haciz işlemi başlatıp başlatmadığını da araştırıyoruz."
'Usulsüz haciz kaldırma' iddiası
Demir'in verdiği bilgiye göre, bir taşeron şirketin borçları üzerindeki haczin usulsüz şekilde kaldırıldığına dair iddialar da var.
"Bu işin peşini bırakmayacağız" diyen Demir, konuyu araştırdıklarını, yargı yoluna başvuracaklarını ifade ediyor.
***
Çağımızın Romanı -Ayşe Şule Süzük-
Bugün başsız ve sonsuz cesetleşmiş bu narsistik ve yalnızlık epiğini gözümüze sokan; inancı, duyguyu, kimliği ve manipülasyonu hakikatin yerine geçiren “söz”e tutunamayız ey sevgili okur.
Kocaman bir çöplükte mi yaşıyoruz? Bir söz vardı: “Hepimiz lağımın içindeyiz fakat bazılarımız yıldızları seyrediyor.” Buna benzer bir sözdü ama buraya yazınca hiç hoşuma gitmedi çünkü son derece toptancı, hiççiliği, öfkeyi, karanlığı ve çıkışsızlığı işaret ediyor. Oysa bu sarıdan karaya dönen ölüm sıcaklarında gönlümün istediği, serinlik eşliğinde biraz umut ve direnme gücü.
Nereden besleneceğiz? Hayat suyunu nereden emeceğiz?
Bir arafta baş aşağı asılmışken nasıl doğrulup yönümüzü bulacağız?
Ahmet Büke “Kırmızı Buğday”da “Ehtiyar kün öldü, bala kün doğamadı. İmdi börülerin vaktidir” diyor. Bu kurtlar zamanında, dişine kan değmiş canavarların insanı korkudan çıldırtan ulumalarını dinlerken saklandığın kuytularda hangi hikâyeyi duymak istiyorsun ey okur? Seni sana anlatan yüreğini gönendiren, içini ışıtan, kaderini kavratan, güç ve kök verenleri mi yoksa ıhtırıp seni insanlığından nedamet getirtenleri mi?
Bizim hikâyemiz ne/nasıl?
Bizim hikâyemiz nasıl yazılmalı?
“Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda egemen düşüncelerdir başka bir deyişle toplumun egemen maddi gücü olan sınıf aynı zamanda egemen zihinsel güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda zihinsel üretim araçlarını da emrinde bulundurur; bunlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadır ki kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri aynı zamanda egemen sınıfa bağımlıdır” diyor Marx ve Engels “Yazın ve Sanat Üzerine”de. Şüphesiz tersyüz olmuş dünyanın dinamiklerini kavramamız, gerçek dünyanın üzerine örtülmüş kalın örtüyü önce aralamamız, sonra söküp atacak güce ulaşmamış önemli ve elbette bu praksise giderken gerçekliği apaçık edecek sanata, edebiyata, romana bugün her şeyden çok ihtiyacımız var. İşte çağımızın ve elbette günümüzün yazarları bu kadim ve “eski tedrisat”ın fenerini ellerinden bırakmamalı.
Ne oldu? Eski moda “şeyler”den mi söz ediyorum sevgili okur? Yapay zekâ kafası ile bambaşka bir bilinç durumuna mı geçiyor insanlık? Ancak unutmayınız Gazze’de açlık ve kıtlıktan ölüyor hâlâ çocuklar sözlerini kalplerimize mühürleyerek. Ya da… Neyse demem o ki gerçekliğin perdesini yırtmak gibi bir iddiası yoksa sanatın atın çöpe gitsin, işe yaramaz. Bu kadar da kabalaştırıyor ve indirgiyorum işte. Çünkü yolumuzu bulmak için ekmek kırıntılarına değil bildiğimiz sert, tarazlı ve şekilsiz çakıl taşlarına ihtiyaç duyarız; onlar bizi kurtarır.
Aydınlanmadan modernizme oradan postmodern zırvalıkların tuzaklarına varana kadar bir sürü yol yürüdük kimi dikenli kimi çıkmaz kimi bataklık. İşte bugün buradayız. Duyuyorum, okuyorum bazı entelektüeller diyorlar ki artık sanatta gerçekçiliğin, klasiğin zamanı tükendi, demode oldu, başka tür bir siber ya da hiper gerçeklik yaşıyoruz diye. Dedim ya eski modayım, 90’larda pek söylenir olmuştu bu kavram yaftalamak ve değersizleştirmek için ben bir dinazorum. Hâlâ “söz” e inanıyorum. Gerçek sözün, hakikat arayışının bizi insanlaştıracağını, aydınlatacağını, dirilteceğini biliyorum.
Kayganlaşmış, anlamı erimiş, hem o hem bu olan, sınıflandırmalara karşı çıkarak özgürlükçü olduğu iddiası taşıyan, pastişle ironi ve alegori üzerinde ter ter tepinen, durağan ve nesnel gerçekler olmadığını tüküren, kötücüllüğün ve karanlığın batağında her tür insani neşeyi yutan, umudu öldüren, sevgiyi travmatize eden bir edebiyata hayır diyorum. Bugün başsız ve sonsuz cesetleşmiş bu narsistik ve yalnızlık epiğini gözümüze sokan; inancı, duyguyu, kimliği ve manipülasyonu hakikatin yerine geçiren “söz”e tutunamayız ey sevgili okur.
Oysa söz o kadar değerli ki… İşte bu yüzden henüz yeni okumaya başladığım, okurken zaman zaman gözyaşlarımı tutamadığım, içimi sonsuz bir sevince bürüyen “Kırmızı Buğday” yazarına şimdiden teşekkür etmek istiyorum çünkü zeytine, pamuğa, toprağa, memlekete, Ege’ye, Gördes’e, sarma tütüne… başka türlü bakmama, sevgi ile coşmama, umut bulup yerden kalkmak için güç toplamama neden oldu. Bugün başka türlü tarihlerin yazılmaya yeltenildiği, hadi diyeyim cüret edildiği Anadolu coğrafyasında ölmeye yatırılan gerçek hikâyeyi destansı bir gerçeklikle yeniden var eden yazara selam olsun. Burnumu çeke çeke, estetik nesne/eser karşısında duyduğum büyülenmeyi başka türlü ifade edemeyerek gözyaşlarımla inandım! İşte bu yeni gerçekçilik, işte bu Anadolu destanı, işte bu kaybettikten sonra bulduğumuz o “söz”.
Biliyorum bazen heyecandan tıkanır insan, yeni bir keşfin çağıltısıdır bu, dedim ya iyi sanatın, iyi edebiyatın verdiği aydınlanma ve coşkunluktur. “Kırmızı Buğday”ı elime almazdan önceki ben ile 187. sayfaya gelmiş ben aynı insan değil bundan sonra. Bu coşku; adını Türk ve dünya edebiyatına, o en iyilerin arasına bir yazarın daha yazdırmasındandır hem de böylesi hikâyeleri koynunda saklayan Anadolu’yu bize tanıtmasındandır. Elbette üç elmanın üçüncüsü de benim gibi “buldum” diye etrafta dolanan, benim gibi sevinen, bu güzel anlatıdan umut ve güç devşiren okurlaradır.
İşte bu yüzden yaşasın Anadolu!
Yaşasın çağımızın romanı!
/././
Altan Öymen ve Denizler -Serpil Güvenç-
Yitirdiğimiz yoldaşlarımız için verdiği yürekli çaba dolayısıyla sevgi, saygı ve yakınlık duydum. Bu duygularım değişmeyecek ve Altan ağabey baskıya boyun eğmemiş kişiliğiyle belleğimdeki yerini hep koruyacak...
Mayıs ortasıydı. Gazeteci Rahmi Yıldırım telefon etti ve Altan ağabey’ in benimle konuşmak istediğini söyledi. Görüşmeyeli epey zaman olduğu için bu habere çok sevindim ve hemen kendisini aradım. Büyük bir incelik göstererek çok değerli katkılarda bulunduğu kitabımı yeni bir çalışmasında kullanmak için izin istiyordu! Hastalığını, gördüğü tedaviyi anlattı ve Ankara’ya geldiğinde görüşmek üzere noktaladık o sıcacık sohbeti. Bu kadar kısa bir süre içinde onu yitireceğimizi hiç düşünmemiştim.
İlk kez “Daracağına Mektuplar” üzerinde çalışırken görüşmüştük. Denizlerle ilgili Radikal ve Die Zeit’te iki yazı yazmıştı. Radikal’de 12.12.2010 tarihli, “68 olaylarındaki Danny ve Deniz” başlıklı yazıda 68’li yıllarda Avrupa ve Türkiye’de “ağır cezalı suç işlememiş” iki gençlik liderinden Deniz’in asıldığını, Daniel Cohn Bendit’in ise Avrupa Parlamentosu’nda Yeşiller’in başkanı olduğunu vurguluyor, 68’li yıllarda Avrupa’da işçilerin de fabrika işgalleriyle dahil oldukları “düzen değişikliği”ni içeren taleplerin nasıl hasıraltı edildiğini, 68 gençliği denildiğinde ise “eşitlik, kardeşlik, iyilik, dayanışma, gelişme” gibi insani değerlerdeki eksiklikleri dünyaya anlatan gençlerin akla geldiğini ve saygıyla anıldıklarını yazıyordu.
Altan ağabey “Terörist ve Aynı Zamanda Kahraman” başlıklı yazıyı 11-12 Mart 1971’de Die Zeit’de yayınlamış. Israrla kendisi çevirerek bana yollamak istediğinde titizliğine de tanıklık ettim. Denizlerin rehin alıp daha sonra serbest bıraktıkları 4 ABD’li askeri konu alan yazıda, onlara nasıl iyi muamele edildiği anlatılıyor ve Deniz Gezmiş’in, sonu ne olursa olsun, halk tarafından “Türkiye’deki hayat şartlarının adaletsizliğine isyan eden bir ihtilalci” olarak görüleceği belirtiliyordu.
Altan ağabey’in Denizlerin idamı konusundaki çabaları yazılarının ötesine geçer.
Bilindiği gibi, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının yargılandıkları Ankara 1 nolu Sıkıyönetim askeri mahkemesinde Ekim 1971’de ilk idam kararı çıktığında bir grup insan idamları durdurmak üzere bir imza kampanyası açmaya karar verdiler. Başı çekenler arasında Altan Öymen de vardı. O dönemde bir üniversitenin Tıp fakültesinde görev yapan sol eğilimli bir profesörün ve çok ünlü bir akademisyen hukukçunun bile çeşitli gerekçeler ileri sürerek imza vermekten çekindiği sıkıyönetim koşullarında toplanan 20 bine yakın imzayı TBMM’ye “dilekçe” olarak götürüp vermeyi üstlenen de oydu. Ayrıca, idam hazırlıklarının hızlandığı koşullarda elinde imzalarla ve “İstanbul’dan gelen arkadaşlarıyla” birlikte İnönü dahil TBMM’de milletvekilleriyle görüşüp derdini anlatmaya çabalayan da Altan ağabeydi…
Cunta imza toplayanları affetmedi.
61 Anayasasının 62. Maddesindeki dilekçe hakkı nedeniyle haklarında dava açılmamıştı ama 3 Mayıs günü idamları durdurabilmek için Sofya’ya kaçırılan uçakla ilgili davada uzaktan yakından olayla ilgileri olmadığı halde Altan Öymen ve Erdal Öz yargılandılar. Olayı örgütlemekle suçlanmaktaydılar.
Altan ağabey, kitabıma koymam için yolladığı, Radikal’de 13 Mayıs 2006’da yayınlanan “Erdal Öz ile Meclis’e Verdiğimiz Dilekçenin Akıbeti” başlıklı yazısında bu olayı hicvederek anlatır. İmzaları içeren dilekçenin “kadük” olduğu gerekçesiyle SEKA’ya gönderilip hamur edildiğini de…
Kitap vesilesiyle bu değerli insanı yakından tanımak ayrıcalığına sahip oldum. Nazik ve titiz kişiliğinin ardındaki mücadele kararlılığına herkes gibi ben de tanık oldum. Yitirdiğimiz yoldaşlarımız için verdiği yürekli çaba dolayısıyla sevgi, saygı ve yakınlık duydum. Bu duygularım değişmeyecek ve Altan ağabey baskıya boyun eğmemiş kişiliğiyle belleğimdeki yerini hep koruyacak...
/././
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder