soL "Köşebaşı + Gündem" -11 Temmuz 2025-

Milli Eğitim Akademisi!-Rıfat Okçabol-

Bu akademi 10 Ekim 2024’te yürürlüğe giren Öğretmenlik Mesleği Kanunu ile kurulmuştu. Oysa akademiyle ilgili pek çok belirsizlikler yaşanıyor.

Bilindiği gibi bu akademi 10 Ekim 2024’te yürürlüğe giren 7528 sayılı Öğretmenlik Mesleği Kanunu ile kurulmuştu. Bu akademi 10 bin öğretmen adayı alacağını açıkladığına göre yargının, var olan eğitim fakültelerinin yaptığı işi iktidar adına yapacak bu gereksiz kurumla ilgili yasa maddesini iptal etmediği anlaşılıyor.

Oysa bu akademiyle ilgili pek çok belirsizlikler yaşanıyor.

Örneğin, bakanlık 17 Mart 2025’te "Milli Eğitim Bakanlığı Giriş Sınavı (MEA-AGS) Detayları"nı açıklamış ve 19 Mart 2025’te de "Milli Eğitim Akademisi Başkanlığı (MEAB) Yönetmeliği" yayımlanmış. 7528 sayılı yasa ile "Milli Eğitim Akademisi" olan kurum, bu yönetmelikle başkanlık olmuş! 10 Nisan 2025’te de Cevdet Vural1 bu akademiye başkan olarak atanmış. 

Başkanı bile belli olmayan bu akademiyle ilgili 17 Mart açıklaması ile 19 Mart yönetmeliğini kimin/kimlerin hazırladığı ve bu akademiye neden başkanlık dendiği bilinmiyor! Ancak bu akademi başkanlık olunca, bu kurumun akademik değil siyasal bir kurum olacağı belli oluyor.

MEAB Yönetmeliğine göre bu akademi, “Başkanlık; Başkan, Kurul ve birimlerden” oluşuyor (m.5). Yönetmelikte bunların görevleri ayrıntılı bir şekilde belirtilse de, bu görevlere getirileceklerde aranacak niteliklere yer vermiyor. Yönetmeliğe göre akademide şu hizmet birimleri bulunuyor (m.11):

  • Araştırma, İzleme ve Politika Geliştirme Daire Başkanlığı.
  • Mesleki Gelişim Daire Başkanlığı.
  • Hazırlık Eğitimi Daire Başkanlığı.
  • Eğitim Yönetimi, Denetim ve Rehberlik Eğitimi Daire Başkanlığı.
  • Mesleki Yeterlikler ve Kalite Geliştirme Daire Başkanlığı.
  • Dijital İçerikler ve Yayınlar Daire Başkanlığı.
  • Bütçe ve Mali Hizmetler Daire Başkanlığı.
  • Yönetim Hizmetleri Daire Başkanlığı.
  • Maarif Arşivi ve Müzeler Daire Başkanlığı.

Yönetmeliğin 21. maddesine göre, “verilen görevleri mevzuat doğrultusunda koordine ederek etkin ve verimli bir şekilde yerine getirmek üzere Başkan tarafından görevlendirilen yeterli sayıda personelden oluşan ‘Özel Büro’” oluşturuluyor! Yönetmeliğin,  23. maddesinde "Millî eğitim uzmanı ve millî eğitim uzman yardımcılarının görevleri" ve 26-29. maddelerinde de "Eğitim ve Uygulama Merkezleri" hakkında bilgiler yer alıyor!

Görüldüğü gibi akademi devasa bir birim olarak kurulup yeni bir istihdam (kadrolaşma) alanı yaratıyor. Yönetmelikte, akademideki birimlerde görevlendirilecek kişilerin niteliği hakkında bir bilgi verilmemesi, öncelikle iktidara bu akademiyi bir çiftlik gibi kullanma kolaylığı veriyor. Bu yönetmeliğe göre, örneğin bir bahçıvan ya da herhangi biri akademiye başkan atanabilecek. Bu nedenle Danıştay’ın bu yönetmeliği iptal etmesi gerekse de, böylesi bir iptal kararının çıkmayacağını öngörmek de zor olmuyor.  

Yönetmeliğin bu esnekliğinden yararlanarak, profesör ya da doçent değil yüksek lisanslı Cevdet Vural’ın akademiye başkan yapıldığı anlaşılıyor. Her halde profesörlerin ve doçentlerin görevlendirileceği bu akademinin başkanlığına, ne denli deneyimli olsa da, yüksek lisansı olan bir bürokratın atanması, pek ‘akademik’ olmuyor. Akademiyle ilgili diğer birimlere de, başkan atanmasında olduğu gibi ağırlıklı olarak bürokratların atanacağı ve bu kuruluşun AKP’nin akademisine/siyasal aygıtına dönüşeceği şimdiden belli oluyor.                        

İki gün sonra giriş sınavları yapılacak akademinin web sayfasında, yönetmelikte belirtilen birimlerin işlevsel hale gelip gelmediğinin bilgisi de bulunmuyor. Öğretmen adaylarının gireceği sınavlardan birine neden MEB-AGS -"sınav" ve ötekine de "Öğretmenlik Alan Bilgisi Testi" (ÖABT)-"test" dendiği de bilinmiyor.

Akademide başkan dışında kimlerin çalıştığı bilinmediğine göre, MEB-AGS’de ve ÖABT’de hangi konularda kaçar soru sorulacağına kimlerin karar verdiği de bilinmiyor. Bu arada örneğin ÖABT’nin alt testi olan "tarih" alanında, neden Osmanlıca Türkçesi konusunda soru sorulacağı da, bu alt testte Osmanlı tarihine %18’lik ağırlık verilirken neden Türkiye Cumhuriyeti tarihine yüzde 14 ağırlık verileceği de, bunlara kimlerin karar verdiği de bilinmiyor.  

Bakanlık açıklamasına göre bu akademi, bakanlığa bağlı olan hizmetiçi-eğitim merkezlerinde faaliyet gösterecek. Ancak bakanlık sayfasında şu anda öğrencisi bulunmayan akademiye aitmiş gibi gösterilen öğrencilerle dolu bir sınıf fotoğrafı yer alsa da, alınacak 10 bin aday öğretmenin nerelerde okuyacağı belirtilmiyor.  

Bu bilinmezliklerin yanında, akademinin web sayfasında ‘Öğretmen Akademilerinin Önemi’ başlığı altında bazı açıklamaların ne anlama geldiği ise biliniyor.  Örneğin bu bölümde akademinin kilit rol oynayacağı vurgulanıp “Çağın gereksinimlerini karşılayacak, yenilikçi ve sürdürülebilir eğitim çözümleri üzerinde çalışırken, eğitimde adalet ve eşitlik ilkelerini de merkezine alır” deniyor. Ancak AKP’nin 23 yıllık iktidarında hiçbir zaman “eğitimde adalet ve eşitlik ilkelerini” önem verilmediğinden bu açıklamanın toplumu kandırmaya yönelik olduğu biliniyor.

Bu bölümde yer alan, “Eğitim, her toplumun temel taşıdır ve bir ülkenin ileriye dönük vizyonunu şekillendirir” ifadesi de toplumu kandırıcı bir ifade oluyor. Çünkü AKP’nin tüm geçmiş uygulamaları, AKP’lilerin söylemleri, Diyanetin fetvaları, daha geçen Nisan’da yenilenen "Cumhurbaşkanlığı Eğitim ve Öğretim Politikaları Kurulu" üyelerinin savunduğu değerler, sınavda Osmanlı tarihine Cumhuriyet tarihinden daha fazla önem verilmesi, … gibi gerçekler göz önüne alındığında, bu açıklamadaki vizyonun “ileriye dönük” değil, geriye dönük-piyasacı ve gerici- içerikte olacağı belli oluyor.  

Toplumun, AKP iktidarda olduğu sürece bu akademiden laik ve bilimsel anlayış sahibi öğretmen yetişmesinin neredeyse olanaksız olduğunu görüp seçimlerde oyunu ona göre kullanması gerekiyor.

----- 

1Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi’nden lisans ve yüksek lisans diploması almış. Öğretmenlik ve okul müdürlüğü yapmış, bakanlıkta şube müdürü, Personel Genel Müdürlüğü Eğitim Daire Başkanı, 24 Eylül 2018 - 6 Mayıs 2019 tarihleri arasında Ortaöğretim Genel Müdürü ve 2021’den sonra da Öğretmen Yetiştirme ve Geliştirme Genel Müdürü olarak görev yapmış. Bu özgeçmiş, bir AKP bürokratı olan Sayın Vural’ın büyük olasılıkla Eğitim-Bir-Sen üyesi olduğunu ya da bu sendikaya sıcak baktığını gösteriyor. 

                                                                                      /././

Emekliye ‘sosyal atık’ muamelesi -Atilla Özsever-

16 bin 881 liraya çıkarılan en düşük emekli aylığı, 26 bin liralık açlık sınırının çok altında. Emekliye “öl” deniyor. Öte yandan Türkiye, dolar milyoneri artışında dünya birincisi. Emeklilerin güçlü bir şekilde örgütlenip diğer emekçilerle birlikte mücadele vermesi gerekiyor…

TÜİK’in (Türkiye İstatistik Kurumu) sahte enflasyon oranlarına göre temmuz ayı itibariyle SSK ve Bağ-Kur emekli aylıkları yüzde 16,67, memur ve memur emeklisi aylıkları ise yüzde 15,57 oranında artırıldı.

14 bin 469 lira olan en düşük emekli aylığı da, yüzde 16,67’lik artışla 16 bin 881 liraya yükseltildi. En düşük emekli memur aylığı ise, 22 bin 617 lira oldu. Çalışan memurlara verilen seyyanen zam, memur emeklilerine yansıtılmadığı için aylıkları düşük kalıyor.

Görüldüğü gibi en düşük işçi, Bağ-Kur ve memur emekli aylıkları, 26 bin 115 liralık açlık sınırının altında bulunuyor.

AKP Grup Başkanı Abdullah Güler’in açıklamasına göre, en düşük emekli aylığı alanların sayısı 4 milyon 11 bin oldu. En düşük emekli aylığı alan emekli sayısı, geçen yıla göre yaklaşık 300 bin kişi arttı. “Sefalet maaşı” alan emekli sayısı giderek yükseliyor.

'Devlet beni terk etti'

BirGün gazetesinin haberine göre, en düşük emekli aylığı ile sefalet düzeyinde bir yaşam sürdüren 75 yaşındaki Nejla teyze, İstanbul Avcılar semtinde bin bir zorlukla yaşıyor.

Nejla teyze, temmuz zammı öncesindeki 14 bin liralık maaşının 10 bin lirasını kiraya verdikten sonra geri kalan 4 bin liralık parasını da elektrik, su gibi faturalarına yatırıyormuş. Komşularının yardımı olmasa geçinmesi mümkün değilmiş.

Nejla teyze, sosyal yardım için başvurduğunda “paran yetmiyorsa git merdiven sil” demişler. Sonuç itibariyle Nejla teyze, “devlet beni terk etmiş” diyor (BirGün, 5 Temmuz 2025, Ebru Çelik’in röportajı). 

65 yaş üstü perişan

TÜİK 2024 verilerine göre, 65 yaş üstü nüfus son beş yılda yüzde 20,7 artarak 2024 yılında 9 milyon 112 bin 298 kişiye ulaştı. Yine aynı verilere göre, ülkemizde 1 milyon 750 bin 900 yaşlı tek başına yaşamını sürdürüyor. Bu yaşlıların yüzde 23,3’ü yoksulluk ya da sosyal dışlanma ile baş başa bırakılmış bir durumda.

Öte yandan sosyal güvencesi olmayan 65 yaş üstü ihtiyaç sahiplerinin aylığı, yeni zamla birlikte 4 bin 664 TL’den 5.390 TL’ye yükseldi. Ancak, bu yardımdan yararlanacak kişilerin 65 yaşın üzerinde üstü olması, emekli aylığı girmeyen bir hanede, net asgari ücretin üçte biri yani 7 bin 368 liradan az gelire sahip olması gerekiyor. 5 bin 390 liralık yardım için 7 bin 368 liradan az gelir şartı aranıyor.

'Sosyal atık'

Yukarıdaki verilerden de anlaşıldığı üzere AKP Hükümeti, hak sahipleriyle birlikte 16 milyon emeklinin büyük bir bölümünün “sefalet maaşı” düzeyinde yaşamasını önemsemiyor. Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in bir vesile emekliyi “bütçeye yük” olarak görmesi de bunun başka bir itirafı şeklindedir.

Bolu Kartalkaya’daki otel yangınında ailesiyle birlikte hayatını kaybeden değerli vergi uzmanı Nedim Türkmen’in daha önceki bir ifadesiyle “Hükümet, emekliyi sosyal atık olarak görüyor”.

AKP Hükümeti, gerçek enflasyon oranının çok altındaki bir ücret artışını asgari ücretliye, işçiye, memura ve emeklilere reva görürken bütçeden sermaye kesimine yapılan aktarmalar fazlasıyla kabarıktır.

Keza gelir vergisinin yüzde 62’sini ücretliler öderken yine işçinin, emeklinin, dar gelirlinin ödediği dolaylı vergi oranı da yüzde 68’dir. AKP iktidarı açık bir biçimde sermayeden yana emek karşıtı bir iktidardır.

TKP’nin tepkisi

Türkiye Komünist Partisi (TKP), emeklilere yapılan “sefalet zammı” ile ilgili açıklamasında, şu görüşleri dile getirdi:

“Açlık sınırının 26 bin 155 lira olduğu, yoksulluk sınırının ise 85 bin 56 lira olarak açıklandığı ülkemizde bu zam oranları emeklileri ölüm sınırına itmek, milyonlarca emekçiyi de yoksulluğa hapsetmek demektir.

TÜSİAD’ı, MÜSİAD’ı, tüm patron örgütleri kâr rekorları ilan ederken emekçilerle alay eden bu veriler ve zam oranları halka yönelik açık bir meydan okumadır. Onların servetleri katlansın diye emekçilere kölelik koşullarını dayatan bu düzenden soracak bir hesabımız var.”

Türkiye’nin dolar milyonerleri

Ülkemizde ücretliler ve emekliler sefalet koşullarına mahkum iken varlıklı kesim daha da zenginleşiyor. Türkiye, UBS isimli İsviçre Bankası’nın 2024 Küresel Servet Raporu’na göre dolar milyoneri sayısındaki artışta dünya lideri oldu.

Rapora göre geçen yıl dünyada milyoner sayısının artış hızı ortalama yüzde 1,2 iken Türkiye’de bu oranın yüzde 8,4 olması dikkat çekti.

Dünyadaki dolar milyoneri sayısı, 684 bin kişi. Türkiye’deki dolar milyoneri sayısı ise, 68 bine yaklaştı. Dolar milyonerlerinin artış hızına göre ülkelerin değerlendirildiği listede, Türkiye’yi yüzde 5,8’lik artışla Birleşik Arap Emirlikleri izledi. Ardından da Rusya geldi.

ABD, 24 milyona yakın dolar milyoneriyle dünyada ilk sırada yer aldı. İkinci sırada gelen Çin’de 6,3 milyon, üçüncü olan Fransa’da da yaklaşık 3 milyon dolar milyoneri bulunuyor.

Bu arada dünyaca ünlü ekonomi dergilerinden Forbes’in 2025 yılı küresel dolar milyarderlerinin listesinde de, toplam serveti 79,4 milyar dolar olan 35 Türk yer alıyor.

Gelir eşitsizliği

Öte yandan Türkiye,  servetin en eşitsiz dağıldığı ülkeler arasında yer alıyor. Gelir eşitsizliğini ölçen Gini katsayısına göre,  servetin en eşitsiz olduğu ülke Brezilya (0,82) olurken, onu Rusya (0,82)  ve Güney Afrika (0,81) izledi. Türkiye (0,73) listede 9. ülke olarak yer aldı.

Gelişmiş ülkeler arasında yer alan Almanya’nın Gini katsayısı 0.68, Japonya’nın ise 0.54 oldu. İsviçre gibi serveti yüksek ama dağılımı görece dengeli ülkelerde ise, bu oran 0.67 civarında gerçekleşti. Slovenya ve Belçika ise servetin en adil dağıtıldığı iki ülke olarak dikkat çekiyor.

Emekliye sendika yasak

Gelir adaletsizliğin yoğun olduğu ülkemizde emekliler de ileri yaşlarına rağmen sokaklara çıkıp haklarını arıyorlar. Türkiye’de emeklilerin ekonomik, sosyal ve sendikal hakları için mücadele eden çok sayıda dernek, federasyon, sendika ve platform bulunuyor.

Ülkemizdeki yasal mevzuata dayanarak emeklilerin sendikal örgütlenmesine izin verilmiyor. Oysa ILO (Uluslararası Çalışma Örgütü) ve diğer uluslararası sözleşmeler bağlamında Anayasa’nın 90. maddesine göre emekliler için de sendikal hakların mümkün olması gerekir.

Birleşik emekli örgütü

İşçilerden sonra ülkemizdeki en büyük toplumsal grup olan emeklilerin daha etkili bir mücadele verebilmesi için birleşik bir örgütlenmeye ihtiyacı olduğu gözüküyor. Örneğin Avrupa’daki emekli örgütlenmesine baktığımız zaman şöyle bir oluşum söz konusudur:

Avrupa’da emekliler, kendi ülkelerindeki sendikalara olan üyeliği emekliliğinde de devam ettiği gibi farklı emekli sendikası ya da örgütü kurabiliyorlar. Bununla birlikte kıta çapındaki emekli sendika ve örgütlerinin bir federasyon çatısı altında örgütlendiği de söz konusudur. Bu örgütün ismi, Avrupa Emekliler ve Yaşlılar Federasyonu (FERPA)’dır.

FERPA, Avrupa Sendikalar Konfederasyonu (ETUC) ile birlikte emeklilerin yoksullaşmasına ve düşük aylık almasına karşı mücadeleyi ortaklaştırmaya çalışıyor. Bu çerçevede, özellikle emeklilerin gelir, sağlık, barınma, enerji ve temel hizmetlerden yararlanma konusuna ağırlık veriliyor.

Türkiye’de de bir yandan emeklilerin sendikal hakları için mücadele verilirken diğer yandan mevcut emekli örgütlerinin bağımsızlıklarını koruyarak federasyon ya da konfederasyon adı altında bir çatı örgütü oluşturmaları mümkün olabilir.

Böyle konfederal bir emekli örgütlenmesi, diğer işçi ve memur konfederasyonlarıyla birlikte de ekonomik, sosyal ve sendikal hak mücadelesini daha etkili olarak sürdürebilir…

                                                             /././

Savunmanın böylesi -Mesut Odman-

“Yabancı yatırımcı” denilerek pek sevimli bir hayırsever konumuna yükseltilenler, emperyalizm aşamasının başlıca göstergelerinden sermaye ihracının özneleri olan çokuluslu ya da ulusötesi şirketlerdir.

Kimi zaman herhangi bir kişiyi, düşünceyi, eylemi savunurken yerin dibine batırmak mümkündür. Sahip çıkma, destekleme, yardımcı olma amacıyla, kısacası, iyi niyetlerle  başlatılan savunma çabası, birden yörüngesinden çıkıp nerdeyse tam ters yönde bir çizgide gelişerek olmadık bir noktaya savrulabilir. Burada asıl önemli olan bu durumun birdenbire ortaya çıkması değildir. Asıl önemlisi, daha seyrek görülen birdenbire ortaya çıkma özelliğinden çok, bu savrulmanın belli bir olgunlaşma sürecinin sonunda, geliyorum dercesine gerçeğe dönüşmesidir.    

Böyle bir giriş, benim biraz sonra değineceğim konu düşünülerek yazılmış olmakla birlikte, başka birçok konuya da uygun düşer kanısındayım; bir cümle ile yetinmeyip birkaç cümleye uzatmamın nedeni bu. Okuyanlar ileride o uygunluğu taşıyan konularla karşılaştıklarında, bugünkü yazıyı ve bu girişi hatırlayabilsinler. Bu günlerde kimilerinin bile isteye kimilerinin farkında olmadan yaptıkları yanlışın benzerleri kolayca yapılmasın, yapanlar çıkarsa da engellemek isteyenlere küçük bir yardım olabilsin.

Şimdiki günlere ve bu yazının konusuna gelince…

Oldukça uzun zamandır, ülkemizde demokrasi ile bağdaşmadığı ileri sürülen uygulamaların çoğalmasını eleştirirken, bunların yalnız hak ve özgürlükleri kısıtlamakla kalmadığını, ekonomik güçlükleri içinden çıkılmaz duruma getirerek halkımızın yaşam koşullarını da çok ağırlaştırdığını yineleyip duran geniş muhalif kesimler var. Bu kesimler, birbirleriyle aşağı yukarı ortaklaşmış biçimde, ekonomik sorunların çözümünün, böylece halkın git gide artan yoksulluktan kurtarılmasının yabancı sermayenin ülkemize yapacağı yatırımların artarak devamına bağlı olduğunu da eklemeden geçmiyorlar. Buradaki “ekleme” sözcüğü pek zayıf kaldı; onun yerine “vurgulamayı hiç ihmal etmiyorlar” demek doğru olur. 

Yazının daha ikinci cümlesinde değinildiği gibi burada iyi niyetli bir yaklaşım olduğunu varsaymak, en azından, herhangi bir kötü niyetin apaçık görülmediğini düşünmek mümkün. Öyle ya, halkın ağır koşullar altında yaşadığına, bunun süreğenleşmiş ekonomik güçlüklerden kaynaklandığına ilişkin saptamalar yapılıyor. Bunlarda nesnel gerçekliğe aykırı bir yan yok. Hatta, yatırımların artırılması ile bu sorunların çözülebileceğine ilişkin öneri de, içindeki yabancı sermaye saplantısı görmezden gelinirse, hiç değilse öneri sahiplerinin bir bölümü için naif bir yaklaşımın ürünü sayılabilir. 

Ama işte oraya kadar! 

Oraya kadar; çünkü, hemen ardından, demokrasinin, hukuk devletinin, insan haklarının ve buna benzer şeylerin yokluğunda o çok önemli yabancı yatırımların da gelmeyeceği, ayrıca sözü edilmesi gerekmeyecek kadar besbelli çaresizlikler olarak dile getiriliyor. Sanırsınız, bu yabancı yatırımcı diye anılan kişiler, ortaklıklar, şirketler, sözün kısası, kurtarıcılar ortalığa düşmüşler, demokrasisi düzgün, hukuk devleti yerli yerinde, insan hakları neyim öyle böyle olmayan ülkeler ararlar ki, gidip deste deste dövizlerini yatırsınlar, acından ölmekte olan yurttaşlarımızı çalıştırıp karınlarını doyuracakları fabrikaları kursunlar, işyerlerini açıversinler. Yatırımlarını yapacaklar, kuracaklar, açacaklar da ah şu bizdeki demokrasinin eksikleri, zaafları, ayıpları olmasa! Bakın, ağız alışkanlığıyla, hâlâ demokrasi diyorum; oysa artık ona otokrasi diyorlar.  İyi ediyorlar elbette, bu kadar ayıplı olanına demokrasi denir mi? Diyen çıkarsa da sessiz kalınır mı? Kalınmaz ve hemen yakışanı bulunup söylenir. Hem kafiyeye düşkün halkımızın da hoşuna gider, aklında kalır. “Demokrasi değil, otokrasi bu, düpedüz otokrasi!” Böyle haykırılabilir örneğin. Lakin, önceden biraz alıştırma yapmak gerekir. Yoksa, kalabalıklar karşısında söylev çekerken coşmuş gürleyen konuşmacıların dilleri dolaşabilir; bu da hiç hoş olmaz.

“Biraz ciddiyet!” uyarılarının yükselmeye başladığının farkındayım. Uyarılar haklı olsa da, ne kadar yerine getirebileceğimi kestiremiyorum; çünkü, ciddiyetsizlik ile azgınlaşmış bir hoyratlığın birlikte kol gezdiği ortamlarda yaşamak zorunda bırakılmış durumdayız. Gırgır ile ciddiyeti bir biçimde harmanlamadan olmuyor; harmanlama işi ise kantarın topuzunu kaçırmadan yapılamıyor, ne yana kaçırılırsa artık… 

Ciddiyete çağıranların varlığından kuşku duymadığıma göre onlara hiç kulak vermeden devam etmek olmayacak.

Epeydir her boydan, her soydan düzen içi muhalefetin dilinden düşmeyen bir takıntı var. Bu sözcüğü ruhbilimdeki anlamıyla kullanmıyorum, o başka tartışmalara yol açabilir, yazının öyle bir amacı yok. Her günkü dilde kullandığımız anlamda buradaki sözcük. Takmışlar kafalarına “demokrasi yoksa böyle olur işte” deyip gidiyorlar. Demokrasi dedikleriyse, hukuk devletiydi, haklar ve özgürlüklerdi, her anlamda adaletti, ne kadar güzellik varsa hepsini içeriyor. İktidardakilerin yetersizliğinden, yeni moda edilmiş bir eleştiri olarak liyakatsizliğin yaygınlığından tutun da geniş yığınların zorbalık ve yoksulluğu kader belleyerek sürünüp gitmelerine kadar her kötülüğün temeli anlamında kullanılan “demokrasi yoksunluğu” ile halkı canından bezdiren sorunların çözümünde büyük katkısı olacak yabancı yatırımlar arasında çok güçlü bir ilişki kuruluyor. İlki geçerli ise, açıkça yazalım, demokrasiden eser yoksa ya da oraya doğru bir gerileme yaşanıyorsa,  halkın sorunlarını çözmekte ve buna yardımcı olacak yatırımları çekmekte güçlükler ve yetersizlikler ortaya çıkar; ilki söz konusu değilse, demokrasi tıkır tıkır işliyorsa halkın sorunlarını çözmeyi kolaylaştıracak yatırımları çekmek mümkün olur. Bu kadar basit.

Oysa, hiç de basit değil, burada çok sık yinelendiği için doğru sanılan birçok yanlış bulunuyor. Bunların birkaçına değinmekle yetinelim.

Bir kez, deyiş uygunsa, “demokrasi taşıyan burjuvazi” emperyalist aşamanın öncesinde kalmıştır. Ne kadar var idiyse… 

İkincisi, “yabancı yatırımcı” denilerek pek sevimli bir hayırsever konumuna yükseltilenler, emperyalizm aşamasının başlıca göstergelerinden sermaye ihracının özneleri olan çokuluslu ya da ulusötesi şirketlerdir. Dolayısıyla, onların hayırseverlikleri için “İstemez, kendilerinin olsun” demek, en doğrusudur. Kendilerine çok güvenenler için, “Biz gereken önlemleri alıp onlardan da yararlanmayı biliriz!” demek de mümkün müdür? Diyenler ve dediklerini yapanlar çıkabilir, ama aşırı özgüvenin nelere mal olduğunun örnekleri az değildir.

Üçüncüsü, ister yabancı yatırımcı diyelim ister sermaye ihracını gerçekleştiren ulusötesi tekeller, gidecekleri ülkedeki demokrasi yahut halkın elindeki hak ve özgürlükler konusunda bir kalite kontrolü falan yapmazlar. Bunun tam bir saçmalık olduğunu ve kendileriyle bir ilgisinin bulunmadığını bilirler. Onun yerine şu tür sorulara yanıt ararlar:

Bu ülkede yapacağı yatırımlarla ilgili çeşitli kolaylıklar sağlanıyor mu? 

Ekonomik-siyasal kararlarda sık sık ve öngörülemez değişiklikler ortaya çıkıyor mu?

Hükümetlerin ekonomik etkinliklerle bağlantılı konularda kısıtlayıcı düzenlemeler yapma eğilimi var mı? Yakın geçmişte bu tür eğilimlerin etkili olduğuna ve görünür gelecekte yeniden doğabileceğine ilişkin belirtiler saptanabiliyor mu?

Biraz daha uzatırsak, kendimizi dev tekellerin özel olarak geliştirilmiş politika oluşturucu organlarının gösterişli odalarında, beyin fırtınası yapıyor sanabiliriz. Bu kadarla bıraksak iyi olacak!

                                                            /././

Tuhaf bir sponsorluk hikayesi: Chobani FB’ye neden sponsor oldu?

Hamdi Ulukaya'nın sahibi olduğu ABD merkezli "yunan yoğurdu" markası Chobani, Fenerbahçe’ye beş yıl boyunca 200 milyon dolar karşılığında sponsor oldu. Chobani Türkiye’de hiçbir faaliyeti olmamasına rağmen neden bir spor kulübüne bu kadar yatırıyor?

Hamdi Ulukaya Elazığlı Kürt kökenli bir patron. Erzincan’ın İliç ilçesinde süt hayvancılığı yapan bir ailenin çocuğu. Ankara Üniversitesi’nde tamamladığı eğitiminden sonra 1994’te İngilizce öğrenmek için ABD’ye gitmiş. Orada küçük bir peynir atölyesi kurmuş. Sonra bir batık yoğurt fabrikasını satın alarak ilerlemiş. Şimdi Amerika Birleşik Devletleri’nde en çok satılan ve “Yunan yoğurdu” diye bilinen süzme yoğurt markası Chobani’nin sahibi.

Zenginliği yakaladıktan sonra kahve zinciri La Colombe Coffee Roasters'ın ve bir bira markasının da sahibi olmuş. Bu aşiret çocuğu artık milyarderler listesinin değişmez simalarından biri. Ancak Türkiye’de duyulması Chobani markasının Fenerbahçe Spor Kulübü ile sponsorluk görüşmesi vesilesiyle. Fenerbahçe, stadyum isim sponsorluğu ve Futbol A takımı Avrupa forma göğüs sponsorluğu için Chobani ile görüşmelere başlandığını açıklamasının ardından ülkenin en çok merak ettiği markalardan biri haline geldi.

soL, ülkenin gündemine balıklama dalan bu yoğurt markasını ve sahibini araştırdı. 

Amerikan-Türk İş Konseyi’nin de başkanı

Hamdi Ulukaya’nın ABD’de kurduğu Chobani’nin 2024 yılı cirosu 3 milyar dolara yaklaşırken, FAVÖK'ı (Faiz, Amortisman ve Vergi Öncesi Kâr) 500 milyon doların üzerinde. ABD için çok büyük sayılmaz, ancak faaliyetin konusu ve sadece 20 yıllık geçmişi olduğu düşünüldüğünde önemli bir ölçek.

Chobani’nin Nisan 2025’te yapımına başlanan New York yakınlarındaki 1,2 milyar dolarlık yeni tesis yatırımıyla bu ölçeği biraz daha yukarı taşıyacağı tahmin ediliyor. New York kırsalındaki yatırıma tarımsal üretimi veyöredeki süt üreticilerini desteklediği için bir tür Kamu-Özel İşbirliği modeliyle ABD devleti de katkı sağlıyor. Senatör Charles Schumer yatırımla ilgili “Chobani, Upstate New York'u Amerika'daki 1 numaralı Yunan yoğurdu üreticisi haline getiriyor. Chobani'nin 1 milyar dolarlık yatırımı, Amerikan tarihinde doğal gıda üretimine yapılan en büyük yatırım. Chobani, NY süt üreticileri, Mohawk Vadisi ekonomisi ve istihdamı için bir kazan-kazan-kazan” diyor.

Ulukaya birkaç yıldır Amerikan-Türk İş Konseyi’nin de başkanı. Bu ona devlet kapıların açılmasında yardım ediyor, Trump ile görüşebilmesini sağlıyor. Bir vakıf kurmuş, göçmenlere yardım götürmüş. Bu da ayrı bir meşruiyet kaynağı. Ulukaya, 2015’te CNN televizyonuna Türkiye’den Kürt olduğu için kaçtığını söylemiş, Suriyeli mültecilere milyonlarca dolar yardım yaptığını ve bazılarına fabrikasında iş verdiğini açıklamıştı.

Sponsorluğun amacı Chobani markasının Türkiye'ye sokmak mı?

Portresindeki tek karanlık nokta Türkiye’de hiçbir faaliyeti olmamasına rağmen neden bir spor kulübüne büyük bir para yatırmak istediği. Chobani’nin Fenerbahçe’ye beş yıl boyunca 200 milyon dolar karşılığında sponsor olmasının nedeni bilinmiyor. Hamdi Ulukaya’nın servetinin 10 milyar dolar civarında olduğu tahmin ediliyor. Haliyle takım sevdası için saçacak bol parası var ama bu da sermayenin mantığına aykırı. Haliyle ilk akla gelen Chobani markasının Türkiye’ye girme niyeti.

Ancak sadece yoğurt üretiminden ibaret bir faaliyetin Fenerbahçe’ye verilen parayı kurtarıp kurtarmayacağı şüpheli. Çünkü Türkiye’de yoğurt pazarının büyüklüğü tahmini 1,75-2 milyar dolar civarında. Hem büyük tekellerin hem de daha küçük ölçekli güçlü markaların olduğu bu pazarda Chobani’nin Fenerbahçe’ye verdiği parayı geri alabilmesi için pazar payını en az yüzde 10’a çıkarması gerekiyor. Bu da hiç kolay bir iş değil.

Ama her ne amaçla olursa olsun Türkiye Chobani ve Hamdi Ulukaya adını şimdiden öğrenmiş durumda. Top yuvarlak ama müthiş bir meşruiyet kaynağı olduğu tartışılmaz. Sahada hep patronlar kazanır! 

                                                             ***

TÜSİAD'ın 4 başkanı Cennet Koyu'na demirledi: 'Kazan-Kazan' teknesinde kim kaybediyor?

Patronlar kulübü TÜSİAD'ın 4 eski başkanı tatilde Cennet Koyu'na demirledi. Yüz milyarlarca liraya el koyan patronlar Pazar gününü ünlü bir plajda birlikte geçirdi.

Gazetelerin ekonomi sayfalarını açanları aylardır benzer başlıklar karşılıyor: "Çarklar boşa dönüyor", "Sanayide kârlılık dipte", "Patronlar kan ağlıyor: Satışlar düştü"...

Güncel verileri bir önceki yılla kıyaslayan bu haberlere bakılırsa patronlar fabrikaları zararına açık tutuyor, zor günlerde adeta fedakarlıkta bulunuyor.

Verileri daha uzun bir zaman dilimi içerisinde değerlendiren soL ise patronların son yıllarda rekor düzeylere taşıdıkları kâr oranlarının oldukça küçük bir bölümünde kayıp yaşadığını, buna rağmen sömürünün katlandığını anlatıyor.

Bunu doğrulayan bir fotoğraf geçtiğimiz günlerde Bodrum'daki Cennet Koyu'nda çekildi. Sanayi sermayesinin en büyükleri bir teknede keyif çatarken görüntülendi.

Takvim gazetesinin paylaştığı o kareye patronlar kulübü TÜSİAD'ın 4 eski başkanı sığdı.

Sürat teknesindeki patronlardan bazıları ve kişisel servetleri şöyle:

  • Güler Sabancı: 280 milyar lira
  • Cem Boyner: 80 milyar lira
  • Bülent Eczacıbaşı: 52 milyar lira
  • Halis Komili: 14 milyar lira
  • Sedat Aloğlu: 7 milyar lira
  • Nino Erer: 3,5 milyar lira

Her birinin Bodrum'da evleri ve lüks tekneleri olan bu patronlar, Pazar gününü birlikte geçirdi.

Eczacıbaşı'nın Cennet Koyu'ndaki evinde toplanan patronlar, sürat teknesiyle Bodrum'un ünlü bir plajına gitti.

Sadece kişisel servetlerinin toplamı 440 milyar liraya dayanan patronları bir araya getiren sürat teknesinin adının "Win-Win" (Kazan Kazan) olması da dikkat çekti.

                                                          ***

Sedat Vural’la 'gerçek suçlu' üzerine…-Ali Rıza Aydın-

Sermaye egemenliğine, gericiliğe, NATO’culuğa, sömürü gemisinde olanların demokrasi yanılsamasıyla halkı kandırmasına, Cumhuriyetle hesaplaşılmasına ve emekçi halkın egemenliğindeki bir cumhuriyet savaşımının engellenmesine izin verilmeyecek.

Bir üst yapı öğesi olan hukuk, kimler tarafından (hangi güçler tarafından) yönlendirilip şekillendirilirse onların ve doğal olarak onları yönlendiren üretim tarzının amacına hizmet eder. O zaman yargıyı tehdit edenler, bağımsızlığını istemeyenler ya da sözde bağımsızlığı savunanlar da aynı egemenler olur. Egemen olanın, (kapitalizm, emperyalizm, emperyalist entegrasyon, uluslararası sermaye, çok uluslu güçler, neo-liberalizm, küresel güçler vb adı ne olursa olsun) şekillendirdiği özel çizgilerle yaratılan hukuk; medeni düzeni de, sosyal, kültürel, malî, ekonomik ve siyasal yapıyı da, sağlık, eğitim, adalet, iş ve ceza hukukunu da, vergi düzenini ve gelir dağılımını da, örgütlenmeyi de, devletin yapısını da belirler. Temel hak ve özgürlükler de hukuk yoluyla sınırlandırılır. Egemenler, kendi hukuksal ilişkilerini ve yönetim biçimini yaratırken, din ve çeşitli siyasî araçları da kullanarak kendi çizgileri içinde bağımsız ve demokrat olur; insan haklarını ve özgürlükleri kimileri için öne çıkarıp kimileri için geriye atar.

Yukarıdaki satırlar “Hukuk ve yargı üzerine tehditler” başlığıyla, emeklilik öncesi dönemde, 2 Eylül 2009’da Cumhuriyet Gazetesinde yayımlanan YARSAV Genel Sekreteri1 imzalı yazımdan. “Yetmez ama evet” destekli 2010 Anayasa değişikliğinden önce yaratılan kriz dönemi. Aradan yıllar geçti, siyasal iktidar aynı. Krizler siyasal ve ekonomik alanlarla birlikte, aynı hamam aynı tas tablosuyla, büyüyerek devam ediyor.

Söz konusu Cumhuriyet yazısı yayımlandıktan sonra çevremden aldığım olumlu değerlendirmelerin yanına bir de bende kayıtlı olmayan bir telefonla gelen sıcak bir ses eklenmişti: Avukat Sedat Vural… Kendisini tanıttıktan sonra diyalektik materyalizmle başlayan bir hukuk ve yargı analiziyle yazım üzerine takdirlerini iletiyordu. O günden bugüne hiç kopmadık; dostluğumuz, yoldaşlığımız güven, saygı ve sevgi dolu birlikteliğimizle ve yapıcı sohbetlerimizle beslenerek güçlendi.

Sevgili Sedat Vural’la dünkü sohbetimiz, geçen haftaki “Hukuk çalışıyor mu, kime çalışıyor” başlıklı yazım ve siyasi faaliyet hakkını da içeren güncel konular üzerineydi.

Son olaylara ilişkin özeti şöyleydi Sedat Vural’ın:

“Son 3-4 aydır CHP’li belediyelere yönelik, irtikap, rüşvet ve ihaleye fesat karıştırma iddialı yargısal operasyon, ülkemizin tek gündemi oldu. Televizyon yorumcuları, makale yazarları, bağlı oldukları işverenin düdüğüne uygun alt yapısı olmayan yanlı hukuk ve siyaset çizgisinde öttürme, işi magazinleştirme; iş bilen ve iş bitiren merkez ve yerel yöneticiler ile siyasetçiler ise sen, ben, o tekerlemesi dışında bu işin ve bu gibi işlerin gerçek nedenleri konusunda inandırıcı bir açıklamada bulunmuyorlar.

Kişilerle sınırlandırıyorlar iyilik ve kötülüğü, dürüstlük ile düzenbazlığı, erdemlilik ile çıkarcılığı, vurgunculuğu, kamunun parasını talan etmeyi sen, ben gibi kişisel konumlara çekmeye çalışıyorlar.

Bilimsel bir gerçektir; insanların bu gibi davranış ve değer yargılarını belirleyen içinde yaşadıkları ekonomik ve toplumsal koşullardır.

Doğaldır ki, isnat edilen suçlar kişiseldir ama hep yaşanıldığı gibi sistemle uyumlu, parasal kazanç hedefli organize ve şirketleşme içermektedir.

Ne yazık ki para ve sermaye temelli sistem en çok siyaset ve siyasetçileri etkiledi. Sermaye ve sahipleri hep yüceltildi her yerde. Her türlü iktidar, sermayeye ulaşmanın yolu olarak görüldü. Ulaşılan sermaye ile de kişisel iktidar alanı büyütüldü.”

İkimiz de düzen içi tartışmalarda boğulmamanın, gerçek suçlunun peşindeydik. “Peki, gerçek suçluya gelelim mi” dedim. Yanıt duraksamasız ve net geldi Sevgili Vural’dan:

“Yaşadık ve gördük ki, böylesi birçok olay değişik dönemlerde önce açıldı sonra kapatıldı elbirliğiyle. Kamu malını talan edenler, yine çıkarılan yasalarla affedildi yine elbirliğiyle. Son yolsuzluk iddialı olaylarda olduğu gibi gelişmeleri kişilere indirgemek, sen, ben kavgasına döndürmek, gerçek suçluyu saklama ve suçluluk telaşının bir sonucudur.

Gerçek suçlu ‘bırakın yapsınlar, bırakın etsinler’ anlayışına dayalı uygulanan sömürü ve soygun temelli ekonomik sistemdir. Bu sistemin oluşması ve yürütülmesine itirazsız ortak olanlardır.

Bütün bu çıkar amaçlı iddia ve olayları görüp yaşadıkça, emperyalizmin boyunduruğundan kurtulmak için tam bağımsızlık, sömürüsüz ve insanca yaşam için toplumculuk, vicdan ve inanç özgürlüğü için laiklik, evrensel siyasi ve ekonomik özgürlükler için gerçek demokrasi uğruna mücadele etmiş, yaşamını yitirmiş tüm yurtseverleri saygıyla anıyorum ve selamlıyorum o saygın temiz inançlarını. Ve de haykırıyorum, vatanı çiftlik, devleti ve belediyeleri özel şirketi gibi görenler, toplumsal çürümeyi, yozlaşmayı, kirliliği ülkemize taşıyanlar, temiz el olamazlar; temiz toplum yaratamazlar.

Gerçek suçlu düzen partilerinin elbirliği ile yürüttükleri vurgun ve soygun düzenidir. Kirliliği yaratanlar temiz toplum oluşturamazlar.”

Sömürülenler gerçek suçluyu da biliyor, düzen siyasetinde iç çelişkilerle biçimlendirilen yeni tasarımların içyüzünü de… Bu düzen içi kavganın izleyicileri arasında olan sermaye sınıfı ve gerici işbirlikçileri yeni mevziler kazanarak güçlenme ve emeği ve emekçileri denetim altında tutma adına memnunlar. 

Sermaye egemenliğine, gericiliğe, NATO’culuğa, sömürü gemisinde olanların demokrasi yanılsamasıyla halkı kandırmasına, Cumhuriyetle hesaplaşılmasına ve emekçi halkın egemenliğindeki bir cumhuriyet savaşımının engellenmesine izin verilmeyecek.

-----

1NOT: YARSAV 19 yaşında ama hukuken yaşatılmıyor. Ankara Valiliğinin, 2012 yılından bu yana faaliyet gösteren, açtığı davalar ile kapatılmasını sağlayamadığı Yargıçlar Sendikası'na karşı, Sendikanın "yok hükmünde olduğunun tespitine" ilişkin açtığı davanın duruşması bugün (10 Temmuz 2025) Saat 11:45'de Ankara 18. İş Mahkemesi’nde görülecek. Yurtsever Hukukçular olarak Cumhuriyetin duyarlı yargıçlarının örgütü Yargıçlar Sendikası'nın sesinin kesilmesine engel olmak adına, tüm yargıç ve savcı meslek örgütlerini, baroları ve kamuoyunu dayanışmaya davet ediyoruz. 

                                                                                /././

Türkiye Mısır olur mu?-Fatih Yaşlı-

CHP geri dönmemek üzere sokağa çıkar mı çıkmaz mı bilinmez ama bildiğimiz şey Türkiye’nin temel meselesinin yani derinleşen emek-sermaye çelişkisinin bir türlü siyasetin esas belirleyeni haline gelememesidir.

Türkiye süreklileşmiş ve çoklu bir kriz konjonktüründen geçmeye devam ediyor, üstelik bu kriz adım adım Türkiye kapitalizmin yapısal krizine doğru evriliyor. İstanbul Sanayi Odası bir süre önce Türkiye kapitalizminin en büyük 500 şirketine dair verileri paylaşmış, tablonun büyük şirketler açısından pek de parlak olmadığını ortaya koymuştu. Pazartesi günü, ikinci büyük 500 şirkete dair veriler de yayınlandı ve onların da benzer bir durumda olduğu görüldü. Korkunç derecede yoğun bir emek sömürüsüne rağmen 2024 yılında zarar eden şirket sayısı 157’ye çıktı ve 1997’den bu yana en yüksek seviyeye ulaştı, finansman giderlerinin faaliyet kârına oranı ise yüzde 80.9’a yükseldi  

Talebi düşürme hedefli Şimşek programı her şeyden önce emekçi halkın boğazını sıkıyor bu doğru ama düşük değerli döviz-yüksek faiz ikilisi üzerine kurulu politikalar sanayi burjuvazisinin de canını sıkıyor; çünkü çarkları yavaşlatıyor, kârları düşürüyor. Uluslararası piyasalarda sadece fiyat rekabeti ile ayakta kalabilen şirketler dolar kurunun yapay bir şekilde düşük tutulmasıyla bu rekabetten mahrum kalıyor; bu kadar yüksek faiz ise borçlanma maliyetlerini artırıyor, burjuvazi krediye ulaşmakta zorlanıyor. 

Öte yandan sıcak paraya inanılmaz yüksek faizler verilmesine rağmen istenilen ölçüde sıcak para Türkiye’ye girmiyor, giren de elbette ki bir hukuk devleti ya da demokrasi talebi olduğu için değil ama karşısında öngörülebilir bir Türkiye göremediği için kolaylıkla çıkıp gidiyor. 19 Mart sonrası kaçan para hala geri gelmiş, Merkez Bankası’nın erittiği rezervler hala yerine konulabilmiş değil. 

Türkiye kapitalizminin krizi ve kısıtlılıkları, belki tek başına değil ama başat diyebileceğimiz bir şekilde iktidarın seçimsizleştirme siyasetinin sınırlarını da belirliyor. Eğer 19 Mart operasyonuna halk direnmese ve sokak siyasete dâhil olmasa, yani daha “yumuşak” bir geçiş söz konusu olsa belki o kadar para Türkiye’den kaçmayacak ve sadece İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla yetinilmeyecek, İBB’ye kayyım da atanacak ve CHP kurultayı da iptal edilecek, yani topyekûn bir tasfiye operasyonuna girişilecekti. 

Ancak sokağın direnişi Türkiye’de parametreleri değiştirdi ve sermaye krizin daha da derinleşeceğini görerek hızlıca Türkiye’den kaçtı. Bu kaçış Şimşek programının yol haritasını alt üst etti ve ekonomideki kırılganlığı daha da artırdı, iktidarın muhalefetsiz ve seçimsiz bir Türkiye adına yapacağı topyekûn tasfiye operasyonunu durduran ve zamana yayılmasını sağlayan da bu oldu.

30 Haziran’daki CHP kurultayı davası tartışması bunun bir örneğiydi. Davanın ertelenmesinin gerisinde çeşitli nedenler vardı elbette; Kılıçdaroğlu’na parti kadrolarından ve tabanından yeterince destek bulunamamıştı, Özel-İmamoğlu-Yavaş üçlüsü bütünlüklü bir tutum sergilemişti, partinin bölünebileceğine dair bir emare ortaya çıkmamıştı vesaire. Ama öte yandan, Haziran’da İsrail-İran savaşı nedeniyle yapılamayan faiz indiriminin Temmuz’da yapılabilmesi için davanın ertelenmesi şarttı; aksi takdirde hem yine Türkiye’den çok büyük bir para çıkışı olacak hem de sermayenin faiz indirimi beklentisi karşılanamayacaktı.

İktidar kurultayı iptal edemedi ama işi alfabetik sırayla operasyon pervasızlığına getirecek şekilde Adıyaman, Adana ve Antalya belediyelerine operasyon düzenledi, belediye başkanlarını gözaltına aldı. Bu yazı yazıldığı sırada, yani Salı günü Antalya Belediye Başkanı Muhittin Böcek tutuklanmış durumdaydı; Abdurrahman Tutdere için kontrollü serbestlik istenirken, Zeydan Karalar için ise tutuklama talebinde bulunulmuştu. 

Bu operasyonların devamının geleceğini şimdiden öngörebiliriz, daha önce de defalarca belirttiğimiz üzere iktidarın seçimsizleştirme siyaseti rakip cumhurbaşkanı adayını tasfiye etmenin ve cumhurbaşkanlığı seçimlerini fiilen ortadan kaldırmanın ötesine geçerek belediyeleri de kapsayacak bir şekilde bütüncül bir karakter kazandı. 

CHP kurultayının iptaline dair davadan nasıl bir sonuç çıkacağını, 8 Eylül günü nasıl bir karar verileceğini ise başta ekonominin durumu, iktidarın neyi göze alabileceği ve muhalefetin nasıl bir tutum sergileyeceği gibi sayısız faktör belirleyecek; ancak iktidar açısından 8 Eylül’ün CHP’ye ve Özgür Özel’e verilmiş bir “düşünme mühleti” olduğunu söyleyebiliriz.

Özel’in de belirttiği gibi iktidarın “İmamoğlu’nu unut, sokaktan çekil, Ankara’ya dön” çağrısı o koltukta oturabilmesi için kendisine verilmiş bir rüşvettir. Rejim, CHP’ye “benim çizdiğim kırmızı çizgiler içerisinde siyaset yaparsan anlaşabiliriz” mesajı vermektedir. Bahçeli’nin geçen haftaki açıklamasındaki “CHP 8 Eylül’e kadar aklını başına alsın” minvalindeki sözleri de bununla ilgilidir. 

Öte yandan Özgür Özel’in hafta sonu düzenlediği basın toplantısında söyledikleri, önümüzdeki süreçte yaşanabilecekler açısından bir kırılma niteliği taşıyor olabilir. Çünkü Özel iktidarın teklifini bir kez daha reddetmekle kalmamış, “sandıksız Türkiye istiyorlar” diyerek iktidarın seçimsizleştirme siyasetinin adını net bir şekilde ortaya koymuş ve dahası buna nasıl direneceklerini Mısır örneği üzerinden açıklamıştır. 

Özel ve CHP bunu yapar mı yapmaz mı henüz bilemiyoruz ama Özel’in verdiği örnek, Mübarek rejiminin devrilmesine giden Tahrir Meydanı direnişidir; Özel daha önce de “bir daha dönmemek üzere sokağa çıkma”dan bahsetmişti ve muhtemelen yine aklındaki örnek Mısır’ın Gezi’si olan Tahrir’di. 

Dediğim gibi bunun sadece sözde kalıp kalmayacağını, basit bir gaz alma hamlesi olup olmadığını bilmiyoruz, hiçbir düzen siyasetçisine güvenmeyeceğimiz gibi kefil de olmayız. Ancak, Özel’in son söylediklerinin iktidar katında ciddi bir etki yarattığını ve bir tür endişeyle karşılandığını söyleyebiliriz. Bahçeli’nin Özel’i darbecilikle suçlaması da “sokağa çıkın da boyunuzun ölçüsünü alın” diyerek hareketin tarihsel misyonunu hatırlatması da bununla ilgilidir. “Geri dönmemek üzere çıkılacak sokak” iktidarın en büyük korkusudur ve seçimsizleştirme sürecini durdurabilecek tek şey de sokağın asli faktör olarak siyasi denkleme dâhil olmasıdır. 

CHP geri dönmemek üzere sokağa çıkar mı çıkmaz mı bilinmez ama bildiğimiz şey Türkiye’nin temel meselesinin yani derinleşen emek-sermaye çelişkisinin bir türlü siyasetin esas belirleyeni haline gelememesidir. CHP meseleyi otoriterleşme-demokrasi ikiliğinin ötesine taşımamakta, Şimşek programının karşısına alternatif bir programla çıkmamakta, asgari bir sosyal demokrat talepler manzumesini dahi siyasi stratejisinin merkezine yerleştirmemektedir. Sosyalist solun da nesnel ve öznel sınırlılıkları nedeniyle emek merkezli bir siyasi hattı ete kemiğe büründürememesi buna eklenince, esas konu, yani işsizlik, açlık, yoksulluk bir türlü esas konu haline gelememektedir.

İktidarın seçimsizleştirme siyasetinden geri adım atmayacağı, atacağı adımları Türkiye ekonomisinin kırılganlığı ile birlikte muhalefetin tutumunun belirleyeceği, herhangi bir normalleşme sürecinin söz konusu olamayacağı açık bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor. Özellikle Eylül ayı geldiğinde PKK’nin silah bırakma süreci de sorunsuz bir şekilde halledilmiş olursa, iktidarın süreci daha da derinleştireceğini ve tasfiye operasyonuna topyekûn bir karakter kazandırmak isteyebileceğini söylemek kehanet anlamına gelmeyecektir.

Bu süreci durdurabilecek tek doğru strateji meseleyi otoriterleşme-demokrasi ikiliğinin ötesine geçirip emek-sermaye çelişkisine taşıyabilmek, bu çelişkiyi siyasetin merkezine yerleştirebilmektir. Türkiye’de ekmek meselesi siyasetin ana konusu haline gelmezse, ekmeği küçülen milyonları siyasete taşımak mümkün olmayacaktır. Sadece iradesi değil ekmeği de elinden alınanların iradelerini ve ekmeklerini savunacak şekilde siyasete dâhil olması ise iktidarın en çok korktuğu şeydir. Mesele bu korkunun ete kemiğe nasıl bürüneceği meselesidir.

                                                          /././

soL


 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -11 Temmuz 2025 -

  Özgür Özel: Anketlerde yüzde 25'i görüyorlar bu yüzden Fahrettin Altun gitti, TRT'yi de değiştirecek, Anadolu Ajansı'nı değişt...