Cumhuriyetçilerin birliği için notlar(VI): Mustafa Kemal ve arkadaşlarının döneminde olmayan sorunlarla başa çıkmak -Erhan Nalçacı-
Bu sefer 1923 Devrimcilerinin hiç rastlamadığı sorunları nasıl aşacağımıza ilişkin üç soruyu yanıtlamaya çalışacağız: Cumhuriyet iklim değişikliği ve çevre kirliliği ile nasıl başa çıkacak? Cumhuriyet yapay zekâyı nasıl kullanacak? Bütün dünyada üretimin toplumsallaşmasına karşı Cumhuriyet ne yapacak?
Cumhuriyetçilerin birliğine katkı olması niyetiyle başladığımız zihin egzersizlerinin bu köşede sonuna geldik.
Cumhuriyetçilik geçmişe dönük bir nostalji değil, geleceğe dönük bir eylem olmak zorunda günümüzde. Bu nedenle bu sefer 1923 Devrimcilerinin hiç rastlamadığı sorunları nasıl aşacağımıza ilişkin üç soruyu yanıtlamaya çalışacağız.
1923 Cumhuriyeti kurulduğunda Meclis çok büyük sorunlarla uğraşmak zorunda kalmıştı. Ülke emperyalist ülkelerin adeta yarı-sömürgesi durumundaydı, borçlar Reji işçilerinin emeğiyle ödeniyor, nüfusun çoğunluğunu oluşturan toprak ağalarına bağlı yoksul köylü ağır feodal vergilerin altında eziliyor, insan gücü cehalet ve tarikatların karanlığı altında çürüyor, sıtma, verem gibi sosyal hastalıklardan kırılıyordu.
Şimdi ise sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada insanlığın sınandığı büyük felsefi, siyasi, ideolojik sorunlarla karşı karşıyayız. Yeni bir Cumhuriyet için ayağa kalkanların bu sorunlarla yüzleşmesi gerekiyor.
Çünkü bugün Cumhuriyetçi olmak devrimci olmak, devrimci olmak ise ne yapacağını bilmek anlamına geliyor.
Soru 16: Cumhuriyet iklim değişikliği ve çevre kirliliği ile nasıl başa çıkacak?
Her şey gibi iklim de çağlar boyunca değişiyor, dünyanın ekseninde değişimler oluyor vb.. Ancak son yüzyıldır -insan etkisiyle deniyor- çok hızlı bir iklim değişikliği yaşandı. “İnsan” burada kapitalizm altında hızlı sanayileşme, petrol kullanımı ve ormansızlaşma anlamına geliyor.
1750 yılına göre günümüzde atmosferdeki karbondioksit oranının yüzde 50, metan oranının yüzde 160 civarında arttığı bildiriliyor. Buna bağlı olarak yaşanan ısınma eğilimi sayısız ve birbirini tetikleyen zincir reaksiyona yol açıyor. Bu yazıyı teknik ayrıntılara boğmanın anlamı yok, ancak Türkiye büyük bir sulak alan kaybına uğradı ve kuraklık tarafından her geçen yıl daha fazla tehdit ediliyor.
Cumhuriyet’in 10. yılında ülkeyi boydan boya demiryolları ile kaplamaktan bahseden 1923 Devrimcileri, bir 15 yıl kadar sonra ülkede bulunmayan petrole bağlı karayolu ulaşımına ülkenin teslim edileceğini, günümüzde bütün otomotiv tekellerinin Türkiye’ye fabrika kurarak, ülkeyi araba pazarına çevireceklerini tahmin edemezdi.
Cumhuriyet’in 50. yılı kutlanırken Marmara Denizi’ne giren bir genç 50 sene içinde denizin canlılığını yitireceğini aklına bile getirmezdi.
Her tarafın plastikle kaplandığını görüyoruz ama tek tek hücrelerimizde biriken plastiğin vücudumuzu nasıl bir çöplüğe çevirdiğini görebilseydik dehşete düşerdik.
Sermaye sınıfı için sanayinin çevreye saçtıklarıyla baş etmek bir maliyet unsurudur. Kârı kadar ufku olan bu sınıfın kendi ofisi haline getirdiği devletinin çevre ve iklim sorunlarını çözme şansı bulunmaz.
Cumhuriyet’i bitiren başlıca unsurlardan biri halkın ve bir ülkenin geleceği karartılırken buna müdahale edeceği kanalların giderek daha çok kapatılması oldu.
“Sürdürülebilir kalkınma” kapitalizmi işlediği bütün çevre cinayetlerine rağmen sadece ömrünü uzatmaya dayanıyor. Oysa yaşam tarzımızda, nasıl ürettiğimiz ve tükettiğimizi içerecek şekilde büyük bir değişikliğe gereksinim var. Bu değişiklik ancak toplumsal mülkiyet zemininde halkın üretim ve tüketim üzerinde egemenliği ile sağlanabilir.
Bugün Cumhuriyet emekçi halkın yaşamın bütünü üzerindeki egemenliğinin sağlanmasıdır.
Soru 17: Cumhuriyet yapay zekâyı nasıl kullanacak?
Beynimiz milyarlarca yıllık evrimin ürünüdür ve hâlâ keşfedilmeyi bekleyen yanları ile son derece karmaşık bir yapıdır. Toplum tarihi boyunca bütün emek süreçlerinin, kültürün yaratılmasının, dilin, belleğin, sanat ve bilim gibi yaratıcı bütün aktivitelerin çok önemli bir yanını sağlar.
Ancak biyolojisi istediğiniz gibi hızlanmasına veya yeni ünitelerin takılıp çıkarılmasına izin vermez. Yapay zekâ teknolojisi bu anlamıyla insan beyninin kapasitesini geçme olanağına sahiptir.
Ancak sorun tüm üretim araçları gibi bu teknolojinin de sermaye sınıfının elinde olması ve onun çıkarına kullanılmasıdır. Yapay zekâ bütün dünyada tekelci sermayenin elinde bağımlılık yaratan, yaratıcı emeği ortadan kaldıran, bilgi edinmeyi küçümseyen, çocuk beynini körelten bir araç haline geldi. Emekçi halkı aşağılayan, çaresiz bırakan bir saldırıya dönüşmüş durumda.
Cumhuriyet’in önemli deneyimlerinden biri olan ve ne yazık ki köydeki gerici sınıflar yok edilmediği için sönümlenen Köy Enstitüleri deneyimi çok yönlü insan yetiştirmeye adamıştı kendini. Hem bilen hem üreten insanı, tek kelimeyle düşünmesini öğrenmiş insanı hedeflemişti.
Eğer bir Cumhuriyet sonlandıysa egemenleri çocukların zihinsel gelişiminden korkar hale gelirler. İnsan aklına saldırının bir yanı eğitimin dinselleştirilmesiyse diğer yanı çocuk zihninin onları geliştirmeyecek şekilde yapay zekâ uygulamalarına bağımlı hale getirilmesidir.
Cumhuriyetimizde, insan refahı ve mutluluğunun en önemli unsuru çok yönlü gelişim olacaktır. İnsanlar eşit şekilde biyolojik kapasitelerini bütün toplumsal olanaklarla alabildiğine geliştirebilmeliler. Yapay zekâ uygulamaları, buna izin verecek şekilde kullanılır olacaktır, ağır bedensel işlerin hafifletilmesi, karmaşık planlama hedeflerine ulaşılması vb.. Yapay zekânın insan iradesinin yerine geçmesine izin vermeyeceğiz.
Bu teknoloji konusunda muhafazakâr olduğumuz anlamına gelmiyor. Cumhuriyetin meclisi belki yapay zekâ-makine yapıların fiziksel, kimyasal, biyolojik ve toplumsal hareketten sonra yani bir hareket biçimi olarak sonsuz evrende devinmesine izin verebilir, bu o zamanın tartışması olacaktır.
Soru 18: Bütün dünyada üretimin toplumsallaşmasına karşı Cumhuriyet ne yapacak?
1923 Devrimcileri emperyalizmin limanlardan tarım havzalarını bir sivrisineğin iğnesi gibi emen bir sömürü ekonomisiyle karşılaşmışlardı. Ancak yolu olmayan on binlerce Anadolu köyüne bu düzenin ulaşması mümkün değildi.
Şimdiyse Türkiye’deki bütün tarım havzaları mazottan gübreye, tarım ilacından hayvan aşı ve ilaçlarına kadar uluslararası tekellerin pazarı haline gelmiş durumda.
İşçiler Türkiye’de ürettikleri ara ürünlerin hangi ülkede üretilen bir makinenin parçası olacağını bilmeden çalışıyorlar. Ulusal sınırları defalarca aşan tedarik zincirleri ile dünya birbirine bağlandı. Dünya sınırları aşan enerji, iletişim ve ulaşım hatlarıyla kaplanıyor. Daha büyük coğrafyaların ekonomik ve kültürel olarak bütünleşmesi için siyasi projeler geliştiriliyor. Büyük işgücü orduları sınırları aşarak üretime katılıyorlar.
Üretimin böylesine toplumsallaşması insanlığın büyük bir sıçramanın eşiğinde olduğunu hissettiriyor.
Ancak bu sıçrama gerçekleşmiyor. Emperyalist rekabet bir silahlanma yarışına dönüşüyor ve emekçi halkları tehdit ediyor. Çoğunlukla üretimin toplumsallaşması emekçilerin dünyanın her yerinde benzer şekilde sömürülmesi, iş ve sosyal güvencelerini yitirmeleri, büyük göçmen kitlelerinin en ağır işlere mahkûm edilmeleri anlamına geliyor.
Böylesine toplumsal olanaklarla emekçi halkın yaşam koşulları arasında büyük bir açı bulunuyor.
Bu açıyı yaratanın üretimin toplumsallaşmasına karşılık üretim araçlarının bir azınlığın özel mülkü olmasında yattığını fark etmemek için kör olmak gerekiyor.
Notların dördüncüsünde Cumhuriyet’in bağımsız olacağını belirtmiştik.
Ancak bu bir emekçi cumhuriyetinin dünyadaki diğer cumhuriyetlerle bütünleşmeyeceği anlamına gelmiyor.
Birleşmiş Milletler İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kuruldu. Bir 45 yıl sosyalist ve halk cumhuriyetlerini de içerdiği için belki daha fazla bir dünya cumhuriyeti kavramını temsil etmeye yaklaşmıştı. Bugünse bir iki ülke hariç tekelci sermaye iktidarlarının temsilcilerinin bulunduğu oligarşik bir yapıyı temsil ediyor.
Bağımsız ve egemen Cumhuriyetimiz emekçi cumhuriyetlerin temsilcilerinden oluşan bir Dünya Cumhuriyeti’nin parçası olmaktan onur duyacaktır.
***
Bu yazı dizisini tamamlarken bir kez daha vurgulayalım:
Bugün Cumhuriyetçilik büyük bir devrimci hamledir. 1923 Devrimi’nin deneyimi ve sağladığı zemin üzerinde bu sıçramayı gerçekleştirecek özgüven ve cesarete sahibiz. Çünkü ne yapacağımızı biliyoruz.
/././
SOCAR sahnede, İsrail gölgede: Şara Bakü'ye gitti, doğal gaz desteği aldı
Şara ve Aliyev görüştü, Azerbaycan'ın Türkiye üzerinden Suriye'ye gaz ihraç etmesi için el sıkıştı. Ayrıca Suriye ile SOCAR anlaşma imzaladı. Bu sırada Suriye ve İsrailli yetkililerin Bakü'de görüştüğü öne sürüldü.(https://haber.sol.org.tr/haber/socar-sahnede-israil-golgede-sara-bakuye-gitti-dogal-gaz-destegi-aldi-399791)
***
Patronlar 'organize' sömürü için Şam’da: TOBB heyeti Şara ile görüştü
Türkiye sermayesi, savaşın enkazından yeni kâr olanakları çıkarmak için çalışmalarını sürdürüyor. Suriye'ye giden TOBB heyeti, organize sanayi bölgesi modeli ve gümrük modernizasyonu için temaslarda bulundu.(https://haber.sol.org.tr/haber/patronlar-organize-somuru-icin-samda-tobb-heyeti-sara-ile-gorustu-399787)
***
Okul açma yetkisi genişletiliyor, eğitim sermayeye entegre ediliyor: Proje Okulları Yönetmeliği’nin ardındaki ‘proje’ ne?-İrem Yıldırım-
Milli Eğitim Bakanlığı tarafından hazırlanan “Milli Eğitim Bakanlığı Proje Okulları Yönetmeliği” Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Komünist Öğretmenler laik, kamusal ve bilimsel eğitim anlayışına doğrudan müdahale olarak gördükleri bu yönetmeliğin “ciddi bir kırılma noktası” olduğu kanaatinde.(https://haber.sol.org.tr/haber/okul-acma-yetkisi-genisletiliyor-egitim-sermayeye-entegre-ediliyor-proje-okullari)
Yaz sıcak, çok sıcak. Sarı sıcağı boca ederken üstümüze küresel ısınma ile harmanlanmış yangınlar, nasılsa elektrik şirketleri sessiz sedasız temize çekildi. Sağlı sollu “gündem” gülleleri altında sersemledik. Takip etmekte zorlandığımız ancak bir bütünün türevleri şeklinde uzanıp giden siyaset arenasını aralayıp edebiyata, insana kürek çekmek istiyorum. Çünkü pek çok alanda olduğu gibi edebiyat alanında da unuttuğumuz ezberler var nicedir. Ezberler dediysem peşin hükümler değil sözünü ettiğim tam tersine ilkeler, hassasiyetler, hakikatler ve eteğimizde bunca zaman iyi edebiyat için, iyi edebiyat adına biriktirdiğimiz taşlar.
Yazma işi, hep söylediğim gibi önce kendi kendimle konuşma ve bir anlam arama uğraşı benim için. Sonra ise kendimce ulaştığım sonuçları sizlerle paylaşma, düşündüklerimi sizin görüşlerinize sunma ve sizinle söyleşme arzusu. Bu yazı aslında yaklaşık bir aydır kafamın içinde evirip çevirdiğim başlıkların biraz gecikerek de olsa paylaşılması ey sevgili okur seninle. Elimde üç kitap var. Aslına bakarsanız çok kitap içinden damıtılanlar var aklımda ancak bütün söylenecekler bir çırpıda ifade edilince anlam erozyonuna uğrayabilir diye endişeliyim.
Dediğim gibi Seray Şahiner’in “Vatan Millet Samatya” sı (2025), Figen Şakacı’nın “Pala Hayriye” si (2014), Orhan Veli’nin “Hoşgör Köftecisi” (Bunun ilk basımı 2012-son 18. baskısı 2025 ancak elbette öyküler 1947-50 arası Orhan Veli’nin çeşitli yayınlarda çıkan öykülerinin derlemesi).
Nereden başlayayım, şöyle: Seray Şahiner son dönemin ödüllü, popüler yazarları içinde neredeyse en fazla öne çıkanlardan biri. Günceli kekeme şekilde, kesinlikle benden kaynaklı bir zaaf olarak, takip ederken “Ülker Abla” romanı ile ilk kez okumuştum yazarı. Burada da yazdığım üzere beğenmiş, okunması için önermiştim. Ülker Abla karakteri, kadın ve işçi kıyımına doğru dört nala koştuğumuz ülkemizde şiddet sarmalından çıkmak isteyen yoksul ve dayanaksız bir kadının hayata tutunma çabasını keskin bir mizahi dille anlatıyordu. Bu dile ve kurguya inanılmaz bir mekân eşlik ediyordu: önce acil servisi olmak üzere hastane. Canına kasteden bir kocadan kaçan şiddet mağduru bir kadının hem izini kaybettirme hem de namusuna halel gelmeden yaşama yeri ne olur sorusuna muhteşem bir yanıt olarak hastane. Ülker Abla da hastanede başta görünmez ve kimliksiz olarak sonra tırnaklarıyla tutunup yaşamı söküp alarak hastanede yaşamaya başlamıştı. Tempo roman boyunca düşmüyor, “Şimdi ne olacak?” sorusu okuru kitaba mıhlıyordu. Bayıldım. Evet. Evet de kalbime kıymık gibi batan tanımadığım bir duyguyu ve bir tereddüt de bıraktı roman. Bir ağırlık verdi. Evet iyiydi, yaratıcıydı, süperdi, ironikti, keskindi ama bir şey, bir tortu, bir gölge… Neydi o? Bulamadım ve kafamın içindeki sesi susturdum. Ta ki “Vatan Millet Samatya” romanını bitirene kadar. Ve buldum.
Bu kez Doğan Kitap’tan çıkan “Vatan Milet Samatya” da yine kadınlar ve kız çocukları odak karakterler olarak öne çıkıyor. Üç kuşak kadının hikâyesi iki kız çocuğunun dilinden anlatılıyor. İlki Melek, Melek annesini, ailesini ve büyüme öyküsünü anlatıyor romanın ilk iki bölümünde, sonra bu kez üçüncü bölümde Melek’in kızı İnci alıyor sözü ve yine annesini, babasını ve olup bitenleri çocuk gözünde aktarıyor. Hâliyle çocuk gözünden anlatıldığında Türkiye, dünya, aile yalnızca betimleniyor ve derinlemesine çözümleme, olay ve olgular arasındaki bağlantılar es geçilerek sığlaşıyor. Bu açıdan düşündüğümüzde Ülker Abla karakteri de evin dışını tanımayan, evden bağımsızlaşmamış bir çocuk karakter olarak okunabilir. Seray Şahiner yeni romanı üzerine yaptığı pek çok söyleşisinde kentsel dönüşüme dair bir romandan söz ediyor ve kesinlikle günümüzde kentin kalbinde yer alan yoksul, kadim semtlerin “soylulaştırılması”, emekçilerin kentlerin çeperlerine itilmesi üzerinden yürürken kent kapitalizmin rant ihtiyacı üzerinden planlanıyor. Roman bu anlamıyla bu konu üzerinden örülmemiş, dahası kentsel dönüşümden geçerken söz edilmiş hissi yaratıyor ancak vaadiyle iyi bir çoksatar stratejisi geliştirildiği görülüyor. İstimlak edildikçe emekçi ailelerin yer değiştirmesi yeni kiralık evlere çıkması, nihayetinde Vatan Caddesi’ne bakan bir apartmanda hem Adnan Menderes’in 1990’da Anıt Mezarı’na taşınma korteji hem de Özal’ın 1993’teki cenaze merasimi ile çocuk İnci ve yazar, Türkiye tarihine kentsel dönüşü üzerinden ışık tuttuğunu düşünüyor.
İroni yapıyorum ben de evet. Bu ışık çok karanlık oysa. Çünkü Ülker Abla ile üzerime yapışan gölgenin ne olduğunu “Vatan Millet Samatya” ile tanıyorum. Sevgisiz, ilgisiz, trajik, ezilmiş, hınçlı karakterler yaratmış gibi görünen Seray Şahiner aslında kolaya kaçıyor. Ezberlerimizden, öfkemizden ve sınıfsal hıncımızdan yararlanarak bir ölçüde şablonlar inşa ediyor. “Keşke büyüklerin çocukları aldırabildiği gibi biz de babamızı aldırabilseydik.”, “Sen prensessin Melek halk” “namus çöpçüsü”, “Bütün kocalar üveydir.” “Anneanneme göre bana alınmış her şeyle aslında ev alınabilir.” gibi özlü sözler çocukların gözündenmiş gibi olunca sempatik değil itici ve derinliksiz geliyor. Dahası yazar ile kafamdaki tartışmamı gerçekte tetikleyenin her iki romanında üzerimize boca edilen umutsuzluk olduğunu fark etmem oluyor. Bu öyle koyu bir umutsuzluk ki “Vatan Millet Samatya” da “Ülker Abla” da olduğu gibi tek bir olumlu karakter bulamıyorum. Yoksulluk fena diyor yazar adeta, yoksulluk arsızlığa, uğursuzluğa, namussuzluğa, tekinsizliğe davettir diyor. Tecavüzcü bakkallardan, sevgisiz annelere, dayakçı ve içkici kocalardan, kıskanç komşulara, despot öğretmenlerden, görgüsüz akrabalara kadar tek bir olumlu ve umut taşıyan bir tip/karakter olmaz mı romanlar boyu? Lars Von Trier filminde, özellikle “Dogville” de gibiyim. Ya da Zeki Demirkubuz’un tekinsiz filmlerinde. İşte buna itiraz ediyorum. Doğan Kitap 100 bin adet baskıyı duyururken şöyle diyor oysa “Zor hayatların coşkulu ve ironik bir metne dönüştüğü benzersiz bir kitap”.
Peki. Köşe yazısının sınırlarını zorluyorum. Ancak benzer bir eleştiriyi Figen Şakacı’nın “Pala Hayriye” romanı için de yapacağım. “90’larda üniversiteye başlayan Hayriye’nin 40'lı yaşlara kadar yaşadıkları” nın anlatıldığı romanda umutsuzluğu coşturmak, okuyucuyu sola, insana ve ona dair değerlerden nefret ettirmek için neredeyse her şey var. Tam bir roman denebilir mi emin değilim ancak Hayriye’nin evinden kaçıp İstanbul’a okumaya gelmesinden ve devrimci öğrencilerle tanışmasından itibaren Hayriye’nin dilinden anlatılanlar tıpkı Şahiner’inki gibi zaman zaman aforizmaya çalıyor: “Bekâret esaret”, “Söyle bakalım, sen mutluluğun resmini yapabilir misin?” vb. Ayrıca baştan aşağı bir ironi içinde gerçeklik ufalanıyor, gevşiyor ve sığlaşıyor. Her iki yazar da muhaliflik adına insana ve umuda dair her şeyi ironi ile yerle bir ederek tutunulacak tek bir dal, üzerinde yükselinecek tek bir zemin bırakmadan yola devam etmek istiyor. Niyeyse son günlerin 1923 saldırıları aklıma geliyor. Ancak bu bakışın götürebileceği herhangi bir yol bulunmuyor.
Neyse ki detoks olarak “Hoşgör Köftecisi” canım Orhan Veli elimden tutuyor. Nasıl güncel, nasıl bugüne dokunan, güç veren bir kalem Orhan Veli. Garip Akımı şairi cümleleriyle büyüyor, çok erken yaşta göçmesine bir kez daha içim sızlıyor. Mutlaka okuyun. “Baharın Ettikleri” öyküsünden bir bölüm ile sonlansın bu yazı.
“Küçük burjuvanın hayatını anlatan, onun zaaflarını, adiliklerini dünyanın en büyük kahramanlıkları, en asil heyecanları gibi gösteren hikâyelerden illallah dedik artık. Bütün ıstıraplar aşktan doğuyor. Oysa ki öte yandan milyonların, milyarların ıstırabı var. Ama ne yazık ki biz o insanı tanımıyoruz. Girmişiz küçük burjuvanın içine yuvarlanıp gidiyoruz. (…) Gökyüzü mavi, masmaviydi. Güneş gittikçe ısıtıyordu. ‘Bir makale mi yazsam acaba?’ diye düşündüm. Son zamanlarda zihnimi kurcalayan bir mesele var. Realisme meselesi. Realisme’i artık on dokuzuncu yüzyıldaki gibi anlamamalı.”
Evet, sevgili Orhan Veli, bize yeni bir gerçekçilik lazım. Üstelik hemen, hemen şimdi.
/././
Üniversitede yolsuzluk iddiaları gündeme gelmişti: Görev süresi dolan AKP'li rektör yerine atama yapılmadı
Daha önce "usulsüzlük ve yolsuzluk" iddialarıyla gündeme gelen İzmir Demokrasi Üniversitesi rektörü, eski AKP aday adayı Bedia Tunçsiper'in görev süresi dolmasına rağmen okula rektör ataması yapılmıyor. Tunçsiper hakkında süren davalar da var.
Kim bu Bedriye Tunçsiper?
2001 yılında profesör unvanı alan Bedriye Tunçsiper, 1996'dan 2017'ye kadar üniversitelerin pek çok idari bölümünde görev yaptı.
Uzun yıllar Balıkesir Üniversitesi’nde çalışmalarını sürdüren ve 3 dönem rektörlük için aday olan Tunçsiper, 2006’da üniversitedeki seçimde ve YÖK sıralamasında birinci oldu ancak dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından atanmadı.
2010’daki rektörlük seçimlerinde ikinci oldu, YÖK tarafından ikinci sırada aday gösterildi, dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de rektör olarak atamadı.
2014 yılında da rektörlük seçimlerine katılan ve yine ikinci olan ancak YÖK tarafından üçüncü sırada aday gösterilen ve yine rektörlük koltuğuna oturamadı.
Tunçsiper KHK ile kapatılan İzmir Üniversitesi yerine kurulan Demokrasi Üniversitesi'ne 21 Ocak 2017 tarihinde yayınlanan Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle rektör olarak atandı.
Adalet Partisi eski Gaziantep Milletvekili Mehmet Kılıç’ın kızı ve eski Demokrat Parti Genel Başkan Yardımcısı Cenk Tunçsiper’in eşi olan Bedriye Tunçsiper, 2011 yılında AKP’den aday adayı olsa da Meclis’e giremedi.
***
Sihirli kavramlar -Aydemir Güler-
Barış ve demokrasinin birilerinin çıkarına çalıştığını ortaya atan solun kendisidir. Ancak tarihsel yanıt ile güncel yanıt arasında devasa bir açı var. Sol dendiğinde artık büyülenmesi kolay bir şeyle karşı karşıyayız!
Barış ve demokrasi kavramları dokunulmaz mıdır? Siyasette geniş kesimlerin son gelişmeler karşısında bu sözcüklerin sihrine kapıldığı görülüyor.
Kürt sorununun yeni çözüm sürecinde taraflardan birine ait olan bu kavram ikilisinin, “doğası gereği” siyasetin sol kulvarına seslendiği kabul ediliyor. Peki, sol, “kimin barışı”, “kimin için demokrasi” diye sorma yeteneğinden yoksun bir akım mıdır?
O kadar haksızlık etmeyelim. Zira barış ve demokrasinin birilerinin çıkarına çalıştığını ortaya atan solun kendisidir. Ancak tarihsel yanıt ile güncel yanıt arasında devasa bir açı var. Sol dendiğinde artık büyülenmesi kolay bir şeyle karşı karşıyayız!
Ama o zaman “hangi sol” sorusu öne alınmak durumundadır.
Tarihsel yanıtı verebilen sol, verili toplumun sınıfsal eşitsizlikler üstüne yükseldiği tezini temel almıştı. Kaynağı Büyük Fransız Devrimi zamanına kadar götürülen “Kulübelere barış, saraylara savaş”tır, o solu karakterize eden. 1970’lerin sonlarında duvarlara yazılama olmuştu aynı gelenek: “Savaşa karşı barış, barış için savaş!”
Barış ve demokrasi büyük sözcüklerdir. Sol, demokrasiyi emekçi halkın siyasete örgütlü katılımı olarak sahiplenir. Sol, barışı, egemenlikleri uğruna savaş çıkartanların etkisizleştirilmesi mücadelesi olarak sahiplenir. Bu içerikte olmadıkları zaman her iki sloganın da yalana dönüştüğü solun büyük tezidir.
Ne var ki, dünyayı sınıf mücadeleleriyle açıklamanın aşıldığı iddiası bu geleneği siyasi yenilgiye uğrattı. Bizde 1980’de, dünyada 1990’ların başında… Teorik doğruluğuna hiçbir şeyin halel düşürmeyeceği “sınıfçılık” modası geçmiş sayıldı. Barış, demokrasi ve benzeri kavramlar “sınıflara indirgenemezdi.” Liberalizm solu istila ediyordu…
2025 itibariyle sol-liberalizm yeni bir ataktadır. Bir kez daha arkasına kutsal kavramları ve barışsız, demokrasisiz on yılların acılarından süzülen kanlı, kasvetli bir yorgunluğu almıştır.
Oysa onlarca yıl önce, ABD merkezli emperyalist sistem, 20. yüzyılda iki dünya savaşının sonuçlarıyla çizilen Ortadoğu haritasını altüst edeceğini ilan etmişti. Sloganlar yeni dünya düzeninden medeniyetler savaşına, Büyük Ortadoğu Projesi’nden küreselleşmeye değişse de, işin özü emperyalizmin emekçi insanlık tarafından başına sarılan bütün belaları ve pürüzleri kökten süpürme kararlılığıydı. Yüzyıl dönemecinde bunun artık mümkün olduğuna kesin kanaat getirmişlerdi.
Türkiye’de ise bu geriye dönüş projesinin en aptalca adlandırmalarından biri öne çıkarıldı: Yeni-Osmanlıcılık. Uzun bir yayılmacılık döneminin çökmesinin ardından Türkiye’nin dokularına en uygun konsept “yurtta barış – dünyada barış” haline gelmiştir. Türk siyasal İslamcıları hariç, buradan geriye dönüş heyecan değil endişe yaratır. Komşu halklar söz konusu olduğunda ise, bir eski rejimin emperyal yayılmacı vaatlerinin sempatiyle karşılanması olanaksızdır.
Yeni-Osmanlıcılık bu toplumsal durumu değiştirmeye çabalıyor. Yol aldıkları açıktır.
Liberalizmin istila ettiği sol, Kürt siyasetinin şemsiyesi sayesinde daha kolay kapsandı. Solun gücü ne kadardı ki, demeyin. Gücünden bağımsız olarak, sol toplumsal vicdandır ve ona onaylattırılmayan projeler ölü doğar.
Öte tarafta, eğer CHP medyası CHP’yi temsil ediyorsa, adı geçen partinin en ağır baskılarla kuşatıldığı bir momentte, bu da oluyor! Bahçeli’nin önerdiği komisyonu “Meclis zemini” diye kabul diyen muhalefetin, şimdi Osmanlı’ya dönüş yoluna “Kürt seçmenleri AKP’ye bırakmamak” adına girmesi beklenir. Tabii barış diye, demokrasi diye…
Silahların sembolik olarak bir ateşe atılması ise manidar, doğrusu. ABD’nin ilk Bağdat bombardımanı Kürdistan dağlarında yakılan Newroz ateşlerine denk getirilmişti. Türk ve Kürt kimliklerinin İslam’da buluşturulmaları ise olsa olsa bölgedeki ateşi harlar. Sünni barışı, Sünni olmayanlara cihattır. ABD barışı, İsrail’in katliam yapması, süngüsü düşen komşularında üs kurmasıdır. Kutlanan barışın arkasında İran’ın kuşatılması sırıtmaktadır…
Yalnız, bu gerçek Türkiye’nin Cumhuriyetçi kesimlerince algılanmakta, belki çok geniş kesimlerden söz ederken daha uygun düşecek bir sözcükle, duyumsanmaktadır. Tarikat ve aşiret düzenini öven, derin yoksulluktan zerre şikâyeti olmayan, modernleşmenin bütün görüngülerine karşı nefreti örgütleyen kesimlerin güçlenmesinden büyük endişe duyanlar var. Söz konusu olan, kimilerinin kendi paylarına rahatsızlık duymasının ötesinde bir toplumsal çözülüş kâbusudur. Kâbus karşısında, barış ve demokrasi demagojiye indirgenmektedir.
Bu endişenin giderilmesi için, başka büyülere ihtiyaç vardı. Bahçeli’nin “iç cepheyi güçlendirme” tezi de budur. “Yerli ve milli” olma iddiasındaki siyasi iktidarın, emperyalizmin bölgeyi lime lime ederek biçimlendirme stratejisine karşı bir alternatifi temsil edebileceğine inanmaya eğilimli “cumhuriyetçiler” hemen ortaya çıktı!
Bir bakıma, AKP ittifakının eski tip cumhuriyetçilikle bir benzerlik yakaladığı yanlış değil. Sağ-cumhuriyetçilik veya sağ-kemalizm, Türkiye’nin varlığını ancak emperyalizmle bütünleşerek koruyacağını savunagelmiştir. Amerikan-Sovyet dengelerinde nefes alıp verirken NATO’nun en ileri karakolluğuna soyunarak örülen bir “bağımsızlık” stratejisiydi bu! Bugünküler ise “iç cepheyi güçlendirmek” adına emperyalizme mutlak uyum sağlamaya bakıyorlar.
Birincisi, hasbelkader, altını oyup durduğu Türkiye Cumhuriyeti’ne aitti. Şimdiki, İttihatçıların Osmanlı’nın batışına imza atan macerasını hatırlatıyor.
/././
Koç fabrika içine lise açıyor: Otomotiv üretiminde yüzlerce çocuk ücretsiz çalıştırılacak
Çocukların okuldan işyerine giderken vakit kaybetmelerini dahi istemeyen patronlar çareyi liseleri üretim hattına taşımakta buldu. Ford Otosan yüzlerce 17-18 yaşlarındaki çocuğu 2 yıl boyunca fabrikada ücretsiz çalıştıracak.(https://haber.sol.org.tr/haber/koc-fabrika-icine-lise-aciyor-otomotiv-uretiminde-yuzlerce-cocuk-ucretsiz-calistirilacak)
ABD'de Epstein tartışmaları devam ediyor: 'İsrail istihbaratı için çalışıyordu'
ABD'li milyarder Jeffrey Epstein'e ilişkin tartışmalar devam ederken, gazeteci Tucker Carlson Epstein'in İsrail istihbaratı için çalıştığını öne sürdü.(https://haber.sol.org.tr/haber/abdde-epstein-tartismalari-devam-ediyor-israil-istihbarati-icin-calisiyordu-399793)
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder