Özel: 'Nitelikli çoğunluk' talebimiz kabul edildi, komisyona katılacağız
CHP Genel Başkanı Özgür Özel, Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş ile CHP'li Murat Emir'in görüştüğünü belirtti. İmralı süreci kapsamındaki komisyonda kararların nitelikli çoğunlukla alınacağını söyleyen Özel, komisyona katılacaklarını bildirdi.(https://haber.sol.org.tr/haber/ozel-nitelikli-cogunluk-talebimiz-kabul-edildi-komisyona-katilacagiz-400232)
Kars’ta şap salgını: Yüz binlerce hayvan tehlikede, halk sağlığı ve gıda krizi kapıda -Özkan Öztaş-
Kars ve çevresinde hızla yayılan şap hastalığı yüz binlerce hayvanı tehdit ediyor. Olası halk sağlığı ve gıda krizinin yanında bölgedeki üreticiler de hayvan kayıpları karşısında yalnız bırakıldı.
Özellikle içme suyu kaynaklarına yakın bölgelere atılan ölü hayvanlar, virüslerin yağmur sularıyla birlikte yeraltı sularına karışma riskini beraberinde getiriyor. Bu durum uzmanları alarma geçirdi.
Köylerde ve kırsal alanlarda etkisini artıran şap salgınına karşı yeterli önlem alınmadığı, ölü hayvanların usule uygun imha edilmediği belirtiliyor. Vatandaşların uyarılara rağmen hayvan leşlerini gelişigüzel alanlara bırakması salgının yayılımını hızlandırıyor.
Kars-Ardahan-Iğdır’da şap hastalığı dramatik boyutlara ulaştı
soL’a konuşan CHP Kars Milletvekili İnan Akgün Alp, bölgede baş gösteren salgının yönetim hataları ve yetersiz müdahaleler nedeniyle felaket boyutuna ulaştığını belirtti. Alp, geçen yıl SAT-2 varyantına karşı yapılan aşılamaların bu yıl etkili olan SAT-1 varyantına karşı etkisiz kaldığını belirtti. Alp’e göre bu durum, hastalığın bölge genelinde hızla yayılmasına neden oldu.
CHP Kars Milletvekili İnan Akgün Alp
“Bakanlığın bu hatası binlerce hayvanın telefine sebep olabilir” diyen Alp, “Bu da hem bir gıda krizini hem bir halk sağlığı krizini hem de ekonomik bir krizi tetikleyecektir. İktidar her zamanki gibi ortaya çıkacak et ve süt arzını ithalat yoluyla kapatmayı deneyecek; bu da yerli üreticiye son darbe olacaktır” ifadelerini kullandı.
Ciddi denetimsizlikler var
Bölgedeki hayvancılık faaliyetlerinin büyük bölümünün kayıt dışı yürütüldüğüne dikkat çeken uzmanlar, bu durumun hastalıkla mücadeleyi zorlaştırdığını ifade ediyor. Sınır illerinde kontrolsüz hayvan hareketliliği, veteriner denetiminden uzak satışlar ve eksik aşı uygulamaları şap salgınının önünü açan başlıca etkenler arasında gösteriliyor.
Özellikle sınırdan geçen hayvanların hastalık risklerine dair yeterli bilgiye sahip olunmaması, denetim ihtiyacını acil hale getiriyor. Uzmanlar, salgının sadece hayvanları değil süt ve süt ürünleri üzerinden insan sağlığını da tehdit ettiğine dikkat çekiyor.
'Aşılar önce batıdaki büyük çiftliklere mi gönderildi?'
soL'a konuşan CHP Kars Milletvekili Alp, bir başka iddiayı daha gündeme taşıdı.
SAT-1 varyantına karşı geliştirilen aşıların doğu illerine ulaştırılmadan önce batıdaki büyük ölçekli çiftliklerde kullanılmaya başlandığını öne süren Alp, “Doğu Anadolu için geliştirilen aşılar Kurban Bayramı’ndaki hayvan hareketliliği nedeniyle önce batıdaki 50-100 bin başlık çiftliklerde mi kullanıldı? Bu çok ciddi bir iddia. Bunu doğrudan Tarım Bakanı’na soruyoruz” dedi.
'Çiftçilerin borçları faizsiz ertelensin'
Alp, bölgedeki üreticilerin hayvan kayıpları karşısında yalnız bırakıldığını savunarak, devletin acilen sahaya inmesi gerektiğini belirtti. Telef olan hayvanlar için maddi destek, faizsiz kredi ve süt üreticilerine litre başına en az 5 TL destek primi verilmesini önerdi.
Ayrıca üreticinin elinde kalan hayvanları kışa kadar besleyebilmesi için yem desteğinin zorunlu hale gelmesi gerektiğini kaydeden Alp, çiftçilerin borçlarının faizsiz ertelenmesini istedi. “Bu kadar ağır bir tablo var ki, acil tedbir alınmazsa telef olacak hayvan sayısı yüz binleri bulabilir” diyen CHP’li Alp, Kars, Ardahan ve Iğdır halkının yalnız bırakılmaması gerektiğini ifade etti.
'Şap Enstitüsü Kars’ta stratejik laboratuvar kurmalı'
Sorunun köklü çözümü için de önerilerde bulunan Alp, Ankara’daki Şap Enstitüsü’nün Kars-Ardahan-Iğdır’ı sınır bölgesi olması nedeniyle stratejik bölge ilan etmesini ve Kars’ta yerel aşı üretimi yapabilecek pilot bir laboratuvar kurmasını istedi.
'Çiftçimiz devleti yanında göremedi, hissedemedi'
İnan Akgün Alp aynı zamanda tüm bölgeye veteriner hekimlerin gönderilmesi, Tarım İl Müdürlükleri eliyle hastalıkla mücadelede kullanılan ilaçların ücretsiz olarak temin edilmesi ve üreticinin sahada yalnız bırakılmaması gerektiğini vurguladı.
“Çiftçimiz devleti yanında göremedi, hissedemedi” diyen Alp, bölgenin adım adım büyük bir gıda krizine, ekonomik çöküşe ve halk sağlığı sorununa sürüklendiğini belirtti.
'İthalat çözüm değil, son darbe olur'
Alp ayrıca, iktidarın geçmişte olduğu gibi yine hayvan ve et ithalatına yönelerek çözüm arayacağını ancak bu adımın bölgedeki üreticiye “son darbe” olacağını söyledi.
Kars, Ardahan ve Iğdır başta olmak üzere Doğu Anadolu’da yaşanan şap salgını, gerekli tedbirlerin alınmaması durumunda ülke genelinde ciddi bir krize dönüşebilir. Tarım ve Orman Bakanlığı’ysa konuya dair henüz acil bir eylem planı ilan etmedi.
Ancak uzmanlar ve bölgedeki milletvekilleri geçen her günün zaman kaybı olabileceğine dikkat çekiyor.
***
Askerde su içmek de parayla! ’Molada bir anda tatlıcı, kola satıcısı, sucu sarıyordu etrafımızı’-Burcu Günüşen-
Zorunlu askerliğini yapan iki erin aşırı sıvı kaybından ölümüne tepkiler sürüyor. Meclis’te verilen soru önergesinde askerlerin içme suyu için kantine para ödemek zorunda kaldığı iddiası da soruldu. soL’un edindiği bilgiye göre birçok birlikte askerler molaya çıktığında sadece parayla suya erişebiliyor.
İskenderun Deniz Er Eğitim Alay Komutanlığı'nda temel askerlik eğitimindeki iki askerin aşırı sıvı kaybına bağlı çoklu organ yetmezliğinden yaşamını yitirmesine tepkiler sürüyor.
soL’a konuşan bir emekli asker sıvı kaybından asker ölümlerinin TSK tarihinde bir ilk olduğunu vurgulayarak "utanç verici" demişti.
CHP Çanakkale milletvekili Özgür Ceylan Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler’in yanıtlaması istemiyle Meclis Başkanlığı’na soru önergesi verdi.
Önergede Bakan Güler'e şu sorular yöneltildi:
- "Erler neden uzun süre güneş altında bekletildi?
- Firari erler olduğu için tüm birliğin uzun süre bekletildiği doğru mu?
- Alay Komutanlığı’nda doktor olmadığı, müdahalenin hemşire ve ambulans şoförü tarafından yapıldığı, ilk doktor müdahalesinin devlet hastanesinde olduğu doğru mudur?
- Erlerin tabura alındığında, bir erin 'spor yapamaz' sağlık raporunun görevli astsubay tarafından yırtıldığı diğer bir erin su şişesinin aynı astsubay tarafından tekmelendiği doğru mudur?"
'TSK'yı Kerbela'ya çevirdiniz'
CHP'nin Milli Savunma Komisyonu üyeleri Özgür Ceylan, Uğur Bayraktutan, Seyit Torun, Tahsin Becan, Aşkın Genç, Metin İlhan ve Eylem Ertuğ Ertuğrul önergeye ilişkin yaptıkları açıklamada "askerlerin içme suyunun yetersiz olduğu ve kantinden parayla su almak zorunda kaldıkları" iddialarını da dile getirdi.
Milletvekillerinin açıklamasında "TSK’yı Kerbela’ya çevirdiniz. Bu çağda devlete emanet edilen vatan evlatları susuzluktan ölür mü? Birlikte içme suyunun yetersiz olduğu, askerlerin para ile kantinden su satın almak zorunda kaldığı doğru mu?” ifadesine yer verildi.
'Mola sırasında kantin kazansın diye su kesintisi yapılıyor' iddiası
soL’un edindiği bilgiye göre, İskenderun’daki alay komutanlığında kantinin para kazanması için mola sırasında su kesintisi uygulandığı iddiaları da uzun yıllardır dile getiriliyor.
İsminin yayımlanmasını istemeyen bir eski asker bundan 25-30 yıl öncesinde de İskenderun için böyle bir söylenti olduğunu dile getirdi.
O zaman bu iddianın genç subaylar arasında konuşulduğunu aktaran eski asker “Tam eğitime ara verildiği zaman insanlar muslukların başına koşuyor, su akmayınca gidip kantinden kola, fanta alıyorlar diye konuşulurdu. Tabii bu ağır bir suçlama, ama vardı böyle bir söylenti İskenderun için” dedi.
Molada bir anda gelen seyyar kantinler
Yakın yıllarda zorunlu askerliğini Isparta ve Amasya’da yapmış olan üç kişinin soL’a anlattıkları da askerlerin mola verildiğinde su içmek için çevrelerini saran satıcılara para ödemek zorunda kaldıklarına işaret ediyor.
İki yıl önce Amasya’da askerliğini yapan bir yurttaş komutanlık içinde özelleştirilmiş seyyar kantinler olduğunu, güneş altında yapılan eğitimlerde mola verildiğinde eğitim yapılan alana bir anda soğuk meşrubat ve pide getiren bu kantinlere para ödeyerek susuzluklarını gidermek zorunda kaldıklarını anlattı.
Geçen yıl biri Amasya'da biri Isparta'da askerlik yapan iki yurttaş da su sorununa işaret etti.
İçecek suyu kantinden dahi almanın mümkün olmadığını dile getiren iki yurttaş, askerlerin 5-6 kişi bir araya gelip taşıyabildikleri kadar su satın alıp döndüklerini anlattı. Molada çevrelerini saran satıcılara mecbur bırakıldıklarını anlatan yurttaşlar şunları kaydetti:
“Eğitimler 1 saatse 40-45 dakika yaptırıyorlar, kalan süreyi mola için kullandırıyorlar. Bu sırada da çevremizi satıcılar sarıyor arabalarla. Tatlıcı, kola satıcısı, sucu vs… Her şeyi özelleştirmişler, yemekler de öyle. Kumanya yiyemediğimiz için ki onu da özel şirket getiriyor, pide vs. yiyorduk."
***
Gelecek Partisi İzmir İl Başkanı 'cinsel taciz' suçlamasıyla gözaltına alındı
Gelecek Partisi İzmir İl Başkanı Yaşar Beyazgül Asayiş Şube Müdürlüğü Ahlak Büro Amirliği ekipleri tarafından "cinsel taciz" suçlamasıyla gözaltına alındı. Gelecek Partisi İzmir İl Teşkilatında dün, il ve ilçe teşkilatlarında 29 kişi toplu şekilde istifa etmişti.(https://haber.sol.org.tr/haber/gelecek-partisi-izmir-il-baskani-cinsel-taciz-suclamasiyla-gozaltina-alindi-400223)
***
Hatay Defne’de CHP’den 'parsel parsel' satış planı: Tüm satış yetkisi belediye başkanına verildi.
CHP’li Defne Belediyesi, taşınmaz satış yetkisini başkana verdi. Halk tepkili: "Defne halkının kaynakları parsel parsel satılıyor!"
Yaz tatili dönemine rağmen olağanüstü toplanan Hatay’ın CHP’li Defne Belediyesi Meclisi, belediyeye ait taşınmazların satış yetkisini Belediye Başkanı Halil İbrahim Özgün’e verdi.
Karar, TKP’li meclis üyeleri ve yurttaşların itirazlarına karşın CHP’li üyelerin oy çokluğuyla kabul edildi. Aynı yetki talebinin TİP’li başkanın yönettiği Samandağ Belediyesi’nde CHP tarafından reddedilmiş olması ise tepkilere yol açtı.
Kararla birlikte belediyeye ait arsalar, vergi borçlarına karşılık olarak Sosyal Güvenlik Kurumu’na (SGK) devredilecek. SGK’nin de bu taşınmazları ihale yoluyla özel şirketlere satması bekleniyor. Satış kararının ardından “Defne parsel parsel satılıyor” eleştirileri yükselirken, CHP’nin borçları kapatmak için kamu mülklerini elden çıkardığı belirtiliyor.
'Size güvenmiyoruz, bu arsaları kimin alacağını bilmiyoruz'
Defne Halk Temsilcileri adına konuşan Hizam Hasırcı, meclis kararına sert sözlerle tepki gösterdi. Satışların ileride hangi cemaat veya tarikat yapısına kapı açacağını kimsenin öngöremeyeceğini belirten Hasırcı şöyle konuştu:
“Belediyenin taşınmazlarını satma yetkisi verilmiş olabilir ama biz bu satışlara güvenmiyoruz. Bu devredilen topraklara yarın hangi tarikatların, hangi sermaye gruplarının gireceğini bilmiyoruz. Sayın Halil İbrahim Özgün seçim sürecinde ‘tüm kaynaklarımız hazır’ demişti. Şimdi sormak gerekiyor: Hazır dediğiniz kaynaklar Defne’nin parselleri miydi?”
Hasırcı, hasar tespit sürecinde bina başına alınan 13 bin liralık katkı paylarının akıbetinin de açıklanmadığını vurgulayarak, “Bu paralar nerede? 16 aydır sorularımıza yanıt alamıyoruz. Halkı da bilgisiz bırakıyorsunuz. Görev sürenizin bitmesini mi bekliyorsunuz?” dedi.
Çöp ihalesi ve milyonluk yemek faturaları tartışması
Belediyenin harcamaları da tartışma konusu.
Hizam Hasırcı, belediyenin çöp kamyonları için yüksek bedelli kiralama yaptığını, oysa bu bedelin yarısıyla araçların satın alınabileceğini söyledi:
“Kamyon kiralamaya on milyonlar harcadınız. Oysa bu parayla araçlar halkın olabilirdi. Milyonlarca lira kimin cebine gitti? Bu kaynaklarla SGK borçları silinemez miydi?”
Hasırcı, ayrıca ellerinde belediyeye ait yüksek tutarlı yemek faturaları olduğunu da belirterek, “500 bin TL’lik, 1 milyon TL’lik bir öğünlük yemek faturaları var elimizde. Bu fahiş tutarlar kimin cebine gidiyor? Defne’nin topraklarına göz dikeceğinize, bu paralarla borçlarınızı ödeseydiniz” ifadelerini kullandı.

Samandağ’da ‘hayır’ Defne’de ‘evet’: CHP’den çifte standart mı?
Aynı satış yetkisi daha önce Samandağ Belediyesi’nde gündeme gelmiş, ancak CHP’li meclis üyeleri bu öneriyi “Samandağ’ın geleceğini sattırmayız” diyerek reddetmişti. Defne’de ise CHP’liler aynı öneriye destek verdi.
Bu tutum farkına tepki gösteren Hasırcı, “CHP’li yöneticilere soruyorum: Samandağ’da sattırmadığınız geleceği bugün neden Defne’de satıyorsunuz? Değişen nedir? Satan siz olunca anlayışınız değişiyor mu?” diye sordu.

'Borçların faturasını halka değil, yöneticilere kesin'
Defne Halk Temsilcileri, CHP’li belediyelerin geçmiş dönemden kalan borçlarının faturasının halkın toprağına kesilmesine karşı çıkıyor.
"Yıllardır bu belediyeleri sizler yönettiniz. Bu borçlar da CHP'li yöneticilerin bıraktığı borçlar. Eski yöneticilerinizden hesap sordunuz mu? Eski yöneticilerinizden soramadığınız hesabın faturasını şimdi Defne Halkına mı kesiyorsunuz?” açıklamasını yapan Hasırcı, “Bu topraklar borç için değil, halk için var. Defne vatandır, satılamaz” diye konuştu.
Hasırcı açıklamasının sonunda, satışlara karşı çıkan TKP’li meclis üyelerini Defne halkı adına tebrik ettiğini belirterek, “Mahalle mahalle, sokak sokak bu satışa karşı çıkacağız. Sürecin takipçisi olacağız” dedi.
***
Gürer Aykal yine kaybetti: Mahkeme Melis Gönenç'in yazısını 'hakaret' değil, eleştiri saydı.
Saray'ın isteğiyle yazılan ve yönetilen "Sinan" operasına dair yazısı nedeniyle soL yazarı Melis Gönenç’e açılan dava, istinaf mahkemesinde de reddedildi. Gürer Aykal ikinci kez yargıdan eli boş döndü.
Yeni Atatürk Kültür Merkezi'nin açılışı için Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın siparişiyle bestelenen “Sinan” operası, 29 Ekim 2021’de İstanbul Devlet Opera ve Balesi tarafından sahnelenmişti. İktidar, Hasan Uçarsu’nun bestelediği "İslami" içerikli operada, orkestrayı ABD’de yaşayan 80 yaşındaki emekli şef Gürer Aykal’ın yönetmesini istemişti.
soL yazarı Melis Gönenç, 4-12 Mart 2023 tarihleri arasında kaleme aldığı 9 bölümlük yazı dizisinde, "Sinan" operasının hazırlık sürecini, siyasal içeriğini, bestecisi Hasan Uçarsu ile şef Gürer Aykal’ın Atatürkçülük vitrinini kullanarak, gerçekte İslamcı iktidarın nasıl işbirlikçileri olduğunu ayrıntılı biçimde dile getirmişti.
Yazı dizisinin yayımlanmasından sonra, Gürer Aykal kendisine hakaret edildiği gerekçesiyle, Antalya Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulundu ve dava açıldı.
Savcının hazırladığı iddianame de yazıda hakaret içerikli ifadeler yer aldığı savunuldu ancak Antalya 15. Asliye Ceza Mahkemesi geçtiğimiz yıl bu ifadelerin hakaret sayılmayacağına karar verdi.
Kararı istinafa taşıyan Gürer Aykal’a, Antalya Bölge Adliye Mahkemesi 4. Ceza Dairesi geçtiğimiz günlerde verdiği kararla bir kez daha bu ifadelerin hakaret olmadığını hatırlattı.
Aykal'ın ve savcının hakaret içerdiğini ileri sürdüğü yazıda "Sinan" operasının siyasi arka planı şu ifadelerle ele alınmıştı:
“Vale Gürer on yıllardır Atatürkçü ayağına yatan bir kıkırdak omurgalıdır... Onun, Laik Cumhuriyet düşmanı bu hain komplonun mimarlarından oluşu, 80 yaşında bile dur durak bilmez arsız işbirlikçiliğinin açık kanıtıdır… 10 Kasım Atatürk’ü Anma Haftası Özel Konseri adı altında, 11 Kasım 2022’de, Sinan’dan parçaları, Saray’a yaltaklanma çabasıyla, CSO’ya çaldırtma cüretini gösterdi. Atatürk’ün anısına saygısızlık mı, Saray’ın parası ve piyazcılığı mı?... Ne Şerbetçi’nin [Hasan Uçarsu], ne de Vale Gürer’in DOB ile bir ilişkisi vardır. Böyle bir projede yer almak gibi zorunlulukları katiyen yoktur. Onlarınki, en çirkin yüzleri, doymak bilmez para iştahlarıyla sulanan saf kan gönüllü işbirlikçiliktir… DOB kadrosunda birçok şef bulunurken, yıllar önce emekli olup ABD’ye kapağı atmış Vale Gürer’i getirtmenin anlamı, İslamcılar açısından yalnızca siyasaldır. Vale’yi, bu ülkenin çoksesli müzik ve kurumlarında yarattığı tahribat bağlamında, CSO yazımızda ayrıntılarıyla ele alacağız. PR balonu aracılığı ile adı etrafında oluşturulan efsanenin siyasal otorite ve medya ayaklarını, oportünist, tartışmalı kişiliği ve ilişkilerini, müzikal kültür ve görgüsünün cılızlığını, şeflik kapasitesi ile ilgili gerçekleri, etik anlayışını… Bunlar bilinmediği sürece, Vale’nin böyle bir öneriyi kabul etmiş olması şaşırtıcı görünebilir. Oysa, hiç değildir. Çok kısaca:
a) İslamcıların onu çağırmasının tek nedeni, Vale efsanesinin Atatürkçülük imajı üzerinden oluşturulmuş olmasıdır. Atatürkçü, laik cumhuriyetçi izlenimi veren birinin ta Amerikalardan gelip, şeriatçı bir iktidarın, cihat-cami-cülûs naralı siparişini yönetmesi, öncelikle İslamcıları aklar. Bunu bildikleri için özel olarak getirtilmiştir. Peki, gerçekten Laik Cumhuriyet ve Atatürk duyarlılığına sahip biri Sinan kepazeliğine hangi koşullarda kefil olur? Üstelik bu kişi devlet ile hiçbir bağı kalmamış, 80 yaşında, ülkede bile yaşamayan biri ise.
Vale Gürer PR balonunun şişirdiği kişi değildir. Ne menem laik cumhuriyetçi/Atatürkçü olduğunu örnekleyeceğiz.
b) Arabesk baronu Orhan Gencebay neyi temsil ediyor ise, çokseslilik baronu Gürer Aykal da onu temsil ediyor. Kişilikleri, dünya görüşleri, fırsatçılıkları, siyasal otorite ile ilişkileri, 'gelen ağam, giden paşam' düsturları, özgüven sorunları ve getirdiği ölçüsüzlükler, ideolojik omurgasızlıkları, para tutkuları, pragmatizmleri, kurum bilincinden yoksun oluşları, biat kültürüne yatkınlıkları, şark usulü iş görme anlayışları, her şey o derece benzer ki… İslamcıların en kolay işe koştukları tipler bunlardır.”
Sinan mı, Süleyman mı, Atatürk mü, Erdoğan mı? (9)-Melis Gönenç-(https://haber.sol.org.tr/haber/sinan-mi-suleyman-mi-ataturk-mu-erdogan-mi-9-368486)
Sıkça Lenin’e atfedilen bir söz vardır: “Eğer siyasete müdahale etmezseniz siyaset öyle ya da böyle hayatınıza müdahale edecektir.” Türkiye, uzun zamandır halkının siyasete yeterince müdahale etmediği ve tam da bu nedenle siyasetin halkın hayatına çok ağır, çok olumsuz müdahalelerde bulunduğu bir ülke durumunda.
O müdahaleleri yapanların en çok sevdiği söz kalıplarından biri ise “x üzerinden siyaset yapılmaz” şeklinde. X’in yerine o an neyi koymaları gerekiyorsa onu koyabilirler; bu bazen asker ölümleri olabilir, bazen bir iş cinayeti, bazen bir deprem olabilir, bazense bir yangın ya da sel felaketi.
Siyasetinin nasıl yapılacağını, neyin siyaset kapsamına girdiğini, neyin üzerinden siyaset yapılabileceğini ve bunu kimin yapabileceğini belirlemek bir güç ve iktidar göstergesidir. Bir konu üzerinden siyaset yapılacaksa eğer, onu ancak iktidar yapabilecektir, diğerleri yaptığında ise bu suistimal anlamına gelecektir.
Böylelikle siyasetin kırmızı çizgileri belirlenir, siyaset, yönetmeye dair teknik meselelere indirgenir, siyasal alan daraltılır ve muhalefet pasifize edilmek istenir. İktidar bunu başarabildiği oranda güçlü, muhalefet bunu kabul ettiği ve aşmaya girişmediği ölçüde zayıftır.
Oysa üzerinden siyaset yapılmaz denilen her şey sonuna kadar siyasidir, politiktir. Şiddetli bir depremde ölüp ölmeyeceğinizi o ülkenin konut politikaları, siyasetle sermaye arasında kurulan bağlantılar, belediyelerle rant arasındaki ilişki, ihale, rüşvet, komisyon belirler örneğin. Depremde ölen her bir kişi politik nedenlerle ölmüştür yani.
Aynısı “iş kazaları” denilen ama artık yaygın tabirle “iş cinayetleri” dediğimiz ölümler için de geçerlidir. İş cinayetlerinin sıklığını ve oranını o ülkenin emek politikaları, iş yasaları, emekçilerle patronlar arasındaki güç dengesi, denetimler ve cezalar belirler. Her bir iş cinayeti politiktir, ölen her işçi sonuna kadar politik nedenlerle ölmüştür.
Türkiye şimdilerde, son yıllarda bu mevsimde sürekli tanıklık ettiği üzere, büyük orman yangınları yaşıyor, bir metafor olarak ülke zaten yangın yeriyken bir de yaşadığımız bu yangınlar memlekete dair endişeli ve karamsar havayı daha da ağırlaştırıyor, daha da kesifleştiriyor.
Yangınlar demişken önce bir hatırlatma yapalım ve daha on gün önce, Meclis’in kapanmadan önceki son icraatı olarak geçen madencilik yasasını ve iktidar vekillerinin bu yasanın Meclis’ten hemen geçmesi için gösterdikleri çabayı hatırlayalım.
Zeytinlikleri büyük şirketlerin talanına açan bu yasa ve yasanın çıkması için alınan bu karar kadar politik çok az şey gösterebiliriz; çünkü karşımızda sermaye düzeninde iktidar-sermaye ilişkilerinin nasıl yürüdüğünü gösteren mükemmel bir örnek bulunuyor. Maden arama izinlerinin verildiği şirketlerin kamudan aldığı ihaleler, hazine garantili projeler üzerinden aktarılan paralar, bunlara verilen vergi teşvik ve istisnaları, yani bir bütün olarak bu şirketleri ihya etme politikası…
Yaşadıklarımızın hepsi politiktir ve o yasanın geçişi de nihayetinde siyaset hayatımıza müdahale ederken bizim siyasete müdahale etmeyişimizle ilgilidir. Meclis’in yanındaki Cemal Süreya Parkı’nda nöbet tutan bir avuç köylünün ve Meclis’teki vekillerin çabası yasayı durdurmaya yetmemiş, güçlü olan taraf kazanmıştır.
Şimdi, gelelim yangınlara. Yangınlar da elbette ki politiktir; orman arazilerinin ranta açılmasından yangın söndürme filolarınızın gücüne, orman işçisinin aldığı paradan itfaiyecilerin teçhizatına kadar ağaçların, kurdun, kuşun, börtünün, böceğin kaderini belirleyen şey siyasettir, izlenen politikalardır.
Türkiye’nin yangın söndürme uçakları yeterli midir, gece görüşlü helikopter sayısı kaçtır, Türk Hava Kurumu’na neden kayyım atanmıştır ve kurum neden yıllardır kayyımla yönetilmektedir, kurumun uçakları nerededir, ne yapmaktadır, orman yangınlarıyla mücadele için makro bir plan var mıdır, yakılan ormanlar nasıl rehabilite edilmektedir, bunların hepsi birer sorudur ve hepsi birer politik sorudur, çünkü mesele politiktir.
Açın bakın geçen seferki İzmir yangınlarıyla ilgili raporlara, hepsinde açıkça yangınların elektrik kablolarından çıktığı yazıyor. Peki kimin kontrolünde bu kablolar? Elektrik dağıtımının özelleştirilmesinden en büyük parsayı toplayan şirketlerden biri olan Gediz Elektrik’e. Peki yapmaları gereken altyapı yenilemelerini, kontrolleri vs. yapıyorlar mı? Yapmadıklarını biliyoruz. Yani sadece “özelleştirme” adı altında kamunun vermesi gereken bir hizmet özelleştirme adı altında sermayeye peşkeş çekilmiyor; o şirketler kâr oranlarının düşmemesi adına aynı zamanda ormanlarımızı yakıyor, hayatlarımızla oynuyor, geleceğimizi çalıyor.
Bursa’daki son yangınlarda da durum pek farklı değil. Yangının çıktığı bölge, bir süre önce maden sahası ilan edilmiş, kireçtaşı ocağı ve kırma-eleme tesisi kurmak için yapılan başvuruya Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) raporu gerekli değildir denilmiş. Yangın kasıtlı mı çıkarılmıştır onu bilmiyoruz ama bildiğimiz şey sermayenin gözünü başta ormanlar olmak üzere memleketin doğasına diktiği, bu ülkeyi bir sömürge toprağı gibi gördüğüdür.
Sahiden de memleket toprakları, bu topraklara ve insanına çoktan yabancılaşmış bir sömürgeci zihniyet tarafından yönetilmektedir. 22 bin liralık ve artık ortalama maaş halini almış asgari ücretle çalışan milyonlar, en uzun çalışma saatleri, en kayıt dışı, en güvencesiz, en sendikasız istihdam politikaları üzerinde yükselen köleci bir emek rejiminin bize sunduğu tablo budur ama bu tek başına yeterli değildir.
Bir avuç şirketin çıkarları uğruna memleketin yeraltında ve yerüstünde ne varsa sonsuz bir talana, açılması, ormanının, ağacının, deresinin, sahilinin yağmalanması, kamuya ait olanın gasp edilerek özel mülkiyet haline getirilmesi ve tüm bunların pervasızca, arsızca bir doğa katliamı şeklinde ilerlemesi… Tabloya bu da eklenmelidir. Karşımızda yerli ve uluslararası sermayenin işgaline açılmış bir Anadolu coğrafyası vardır ve bu coğrafyaya artık bir iç sömürge muamelesi yapılmaktadır.
Demek ki ortada bütünlüklü bir siyaset vardır ve buna ancak siyasetle karşı çıkılabilir; halk her şey bir yana, artık yaşayabilmek, biyolojik varlığını devam ettirebilmek için siyaset yapmak zorundadır, meselenin sıfır noktası burasıdır.
Yangın manzaralarını gözünüzün önüne getirin, yangını söndürmeye fedakârca koşan itfaiyecileri, orman işçilerini, köylüleri… Pet şişelerle, damacanalarla, karınca misali yangına su taşıyan insanımızı, traktörünün patlak tekeriyle yardıma koşan çiftçiyi, yanan ağaçlara, kül olan ormanlara bakarak gözyaşı döken insanımızı…
Siyaset, bir avuç elitin ve kalantorun hayatlarımız üzerinde oyun oynamasından çıkarılmalı, kendi kaderimizi, memleketin kaderini elimize alma mücadelesine dönüştürülmelidir. Siyaset kirli, karanlık, ayıplı yerlerden, şirketlerin yönetim kurulu odalarından, borsalardan, bankalardan, bakanlık koridorlarından, saraylardan çıkarılmalı, meydanlarda, alanlarda, sokaklarda ortak akılla, ortak sevinçle, ortak kederle ve ortak kaderle, bir arada, omuz omuza yapılmalıdır.
Kurtuluş, hayatları üzerinde oyunlar oynananların o oyunları bozmaya dair iradesiyle masaya yumruğunu vurup “artık yeter” demesindedir, o gün geldiğinde bu yangın yerinde bütün bir oyun en baştan ve yeniden kurulacaktır.
/././
Trump'ın arabuluculuğu sonuç verdi: Bezos ve Gates, KDC'nin madenlerini yağmalayacak
Milyarderlerin desteklediği KoBold Metals isimli şirket, ABD'nin keşfedilmemiş mineral rezervlerine sahip olduğunu tahmin ettiği Demokratik Kongo Cumhuriyeti'nde madenciliğe başlayacak.
Bill Gates ve Jeff Bezos gibi milyarderlerin desteklediği KoBold Metals isimli şirket, modern teknolojiye güç veren madenlere yönelik yarışta, başta Çin'e karşı olmak üzere Afrika kıtasında yeni adımlar atıyor.
KoBold Metals, ABD'nin 24 trilyon dolar değerinde büyük ölçüde dokunulmamış kaynaklara sahip olduğu tahmin edilen Demokratik Kongo Cumhuriyeti'nde madenciliğe başlayacak.
Şirket, onlarca yıldır üzerinde anlaşmazlıkların yaşandığı bir bölgede, dünyanın en büyük lityum yataklarından birinin madenciliği için haklar elde etti. Bu girişim, ABD Başkanı Trump'ın patron yanlısı dış politikasının bir yansıması olarak Kongo'da "barışı sağlama" iddiası doğrultusunda gelişti.
Çatışmalar şiddetlendi, KDC madenlerini ABD'ye sundu
Uzun zamandır iç savaşlarla boğuşan Kongo Demokratik Cumhuriyeti (KDC), anlaşmazlık yaşadığı komşusu Ruanda tarafından desteklendiği öne sürülen isyancılarla çatışmalar yaşıyor. M23 isyancıları, yaşanan çatışmalar sonucunda bir süredir kritik maden yataklarının da dahil olduğu bölgeleri elinde tutuyor. Öte yandan KDC hükümetine göre, Ocak ayından bu yana çatışmalarda yaklaşık 10 bin kişi öldürüldü, yüz binlerce kişi de yerinden edildi. Çin'in maden alanında önemli yatırımlarının olduğu ülke, yaptığı görüşmelerde değerli madenler karşılığında ABD'den askeri destek almayı amaçladı.
Aylar süren diplomasi trafiğinin ardından Haziran'da Kongo Demokratik Cumhuriyeti ile Ruanda, çatışmaları sona erdirmeyi ve ABD'nin bölgedeki kritik madenlere erişimini kolaylaştırmayı amaçlayan barış anlaşmasını Washington arabuluculuğunda imzaladı. Anlaşmada, toprak bütünlüğü, düşmanlıkların yasaklanması, devlet dışı silahlı grupların silahsızlandırılması ve şartlı entegrasyonuna ilişkin hükümlere yer verildi. Ancak M23, anlaşmanın kendileri için geçerli olmadığını duyurdu.
Geçtiğimiz hafta ise ABD ve Katar'ın arabuluculuğunda KDC hükümeti ve M23 heyetleri, Doha'da bir araya geldi. İki heyet arasında çatışmaları sona erdirmek için barış ilkeleri bildirisi imzaladı. M23 liderlerinden Bertrand Bisimwa, ilkeler bildirgesinin "geri çekilme" anlamına gelmediğini, "devleti güçlendirecek, yetki ve yükümlülüklerini üstlenmesini sağlayacak mekanizmalar oluşturulmasının" hedeflendiğini söyledi. Kongo Hükümet Sözcüsü Patrick Muyaya ise anlaşmanın başkent Kinşasa'nın "kırmızı çizgilerini" dikkate aldığını, bunların arasında "M23'ün işgal altındaki bölgelerden müzakere etmeden çekilmesi ve ardından bölgeye silahlı kuvvetler de dahil olmak üzere devletin konuşlandırılmasının" bulunduğunu söyledi.

KDC batılı yatırımcı, ABD maden istiyordu
Anlaşmaların ardından Trump, geçen ay Washington'da KDC ile Ruanda arasında çatışmaları sona erdirmek için imzalanan barış anlaşmasını tarihi bir gelişme olarak nitelendirdi. Ancak anlaşmanın detayları, ABD'nin güvenlik garantilerinin niteliği ve ABD'nin gerçekleştireceği ticari yatırımlara yönelik kazanç payları hâlâ belirsizliğini koruyor.
Muazzam bakır, kobalt, koltan, kalay ve uranyum rezervlerine rağmen Kongo Demokratik Cumhuriyeti dünyanın en fakir beş ülkesi arasında yer alıyor. Ülke başta yıllardır süren savaşlar nedeniyle istikrar sağlayamadı. Bu nedenle ABD merkezli şirketler ülkede faaliyet göstermeyi tercih etmezken, Çin şirketleri ise KDC'deki varlığını her geçen yıl güçlendirdi.
Kongo Demokratik Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı Felix Tshisekedi, Çin'in ülkedeki hakimiyetini dengelemek için uzun zamandır daha fazla Batılı yatırım çekmeye çalışıyordu.
Sürecin sonunda Trump'ın yeni odağı, KoBold Metals'in KDC'nin en istikrarsız bölgesindeki 1600 kilometrekarelik bir alanda "büyük ölçekli bir mineral arama programı" konusunda anlaşmaya varması için yeterli güveni sağlamış gibi görünüyor.

Şirket iş yaratma, milyarderler hibe sözü verdi
Şirketin Genel Müdürü Benjamin Katabuka, Financial Times'a yaptığı açıklamada, şirketin "KDC'de büyük oynamak istediğini ve yatırımlarının milyarlarca doları bulabileceğini" söyledi. Öte yandan KoBold Metals, "yerel yetenekleri geliştirme ve onlarca yıl boyunca binlerce Kongoluya yüksek ücretli iş yaratma" vaadinde bulundu.
Maden sektörü, işgücü sömürüsü ve çevresel zararlarıyla öne çıkarken; şirketi destekleyen ABD'li milyarderler de hızlıca konum aldı. Bezos Earth Fund "Kongo havzasını korumak için" 110 milyon dolarlık hibe sözü verdi ve Gates Vakfı da "bölgedeki tarımsal kalkınmanın finansmanına yardımcı olacağını" duyurdu.
KoBold Metals'in faaliyet yürüteceği Roche Dure yatağı, küresel çapta en büyük lityum rezervlerinden birini barındıran Manono'da bulunuyor. Ancak anlaşma KDC hükümeti, Avustralya merkezli AVZ Minerals ve Çin'in devlet destekli Zijin Mining şirketi arasında sahaya ilişkin haklar konusunda uzun süredir devam eden anlaşmazlığın çözülmesine bağlı.
Öte yandan ABD patronlarının KDC'ye yönelik hamleleri bununla da sınırlı değil.
Başkent Kinşasa'nın Kongo menşeili bakır ve kobalt üreticisi Chemaf Resources Ltd.'nin Çin'e ait bir devlet şirketine satılmasını engellemesinin ardından, şirkete yönelik en yüksek teklifin bir başka ABD konsorsiyumu tarafından verildiği ortaya çıktı.
***
Umut(suzluk) üzerine…-Nevzat Evrim Önal-
Dante’nin cehenneminde umut yoktu, çünkü oradakiler sadece cezalandırılmayı değil, bir gün kurtulma umuduna sahip olamamayı hak etmişlerdi.
Sevgili Engin Solakoğlu dünkü yazısında “Cehennem” diyordu, müsaadenizle oradan devam edeyim.
Dante, Virgil’le birlikte cehennemin kapısına geldiğinde, onu şu cümle karşılar: Lasciate ogne speranza, voi ch' intrate. Ey içeri girenler, tüm umudu dışarıda bırakın.
Dante’ye göre cehennem, umudun olmadığı yerdir.
Affınıza sığınarak bir alıntı daha yapıyorum. Bu kez büyük şairimizden:
Büyük insanlığın toprağında gölge yok
sokağında fener
penceresinde cam
ama umudu var büyük insanlığın
umutsuz yaşanmıyor.
Gerçekten de, umutsuz yaşanmıyor. Ama bu, cehennemde, iki tarafı keskin bir bıçak. Gelin, inceleyelim…
***
Nâzım bu dizeleri yazdığında, umudun bir başkenti vardı. Yoksul, emekçi, sömürülen insanlar, ABD’de bir otomobil fabrikasında da, Endonezya’da bir kauçuk plantasyonunda da olsalar, eşitlik ve özgürlük hayali kurduklarında Moskova’ya, çatısında orak çekiç dalgalanan Kremlin’e bakıyorlardı.
1991 Noelinde o bayrak indiğinde, yenilen sadece Sovyetler Birliği değildi; umut yenilmişti.
O zamandan bugüne hayalleri küçüldü insanlığın. Artık sıradan emekçi insanlar başlarını sokacakları bir eve sahip olmanın, yaşlandıklarında çok sürünmeden ölmenin, hatta yatağa aç yatmamanın, ertesi gün temiz su içebilmenin hayalini kuruyor. Bundan biraz daha fazlasını hayal edebilenler de dünyadan kaçıp bahçesine saklanabilecekleri müstakil ev, kaza yapsalar da ölmeyecekleri güvenli araba falan hayal ediyor.
İnsanlık, kendisine Karayiplerde bir ada satın alıp, üzerinde çocuklara tecavüz etme tesisi kuran Epstein diye bir alçağın müşterisi olacak kadar insanlıktan çıkan haysiyetsizlerin sapık hayallerine esir oldu. Hepimizin gözü önünde, bu haysiyetsizlerin alkışları eşliğinde, kırk kilometre uzunluğunda, dokuz kilometre genişliğinde bir sahil şeridinin fethi için çocuklar açlıktan öldürülerek “temizlik” yapılıyor. Seyrediyoruz.
Cehennemdeyiz.
Ama umutsuz yaşanmıyor.
***
Bu düzen bir cehennem, ama içinde hiç umut olmasa, sekiz milyar insanı kendisine ikna edemez ve bir gün dahi ayakta kalamaz. Cehennemi ayakta tutan en temel direklerden biri içinde yaşayanlara fısıldanan sahte umutlar.
Buna örneği ülkemizden verelim. Yangınlar Bursa’nın banliyölerine dayandı ve ne oldu? Akşamında Cumhurbaşkanı Başdanışmanı “Rabb'im! İmdat eyle bize!” diye tvit attı.1 İl Müftülüğü ise yurttaşları sabah namazında camilerde yağmur duasına davet etti. Orman Genel Müdürlüğü parayı yangın söndürme uçağına değil faize yatırınca,2 umut da Allaha havale ediliyor.
Peki, “diğer” tarafta neler oldu? Yılmaz Özdil “layığımızı bulduk” diye tvit attı,3 “söndürme uçağı alın kardeşim” diye Youtube videosu çekti4 ve orman işçilerinin koruyucu ekipman olmaksızın yangınla mücadelede çalıştırılmalarını “liyakatsizlik cinayeti” olarak niteledi.5
Az geriye gidelim.
Birkaç gün önce, Eskişehir’deki orman yangınında on işçi yanarak öldü. Bu kahraman insanların bedenleri ailelerine ancak DNA testinden sonra teslim edilebildi zira kimlerin öldüğü biliniyordu ama hangi bedenin kime ait olduğunu gözle anlamak mümkün değildi.
Ölenlerden Eyüp Dereli, birkaç gün öncesinde orman işçilerinin yazıştığı bir internet platformunda toplu iş sözleşmesi sürecinin ne durumda olduğunu sormuş, “Bu ay zamlı maaş alabilecek miyiz?” demişti.6
Şimdi “layığımızı bulduk” diyen Yılmaz Özdil ise, iki ay önce, İzmir’de belediye ile sendika arasında uzlaşma sağlanamayıp işçiler greve gittiğinde, belediye başkanına “itfaiyeciler işe gelmiyorsa varsın yansın şehrimiz, lütfen geri adım atma” çağrısı yapmıştı.7
Bu iki gericilik birbirini tamamlıyor. Biri yangın söndürme uçakları yerine yağmur duasına, diğeri ise bu ülkeyi yoksul köylü çocuklarına önderlik ederek, devrimle kuran Mustafa Kemal’e değil, bu bağlamdan kopartılıp mesihleştirilmiş, içi boşaltılmış bir Atatürk’e umut bağlamamızı söylüyor.
Bunlar, cumhuriyetimizi yıkıp ülkemizi cehenneme çevirme işini birlikte yaptılar. AKP kurmayları ya da Yılmaz Özdil, eğer “layığını bulmuş” olsaydı, tvit atabiliyor olmazlardı.
Emekçi halkın layığı ise yangınlarda ölmek değil.
Dediğimiz gibi, cehennemdeyiz. Bunların sahte umutlarına kulaklarımızı tıkamalıyız.
***
Çok büyük bir çelişkiyle yaşıyoruz. Bir yandan, hayat tecrübemize dayanarak her geçen gün her şeyin daha kötüye gideceğine inanıyor ve omuzlarımızda bunun ağır, depresif yüküyle günlerimizi geçiriyoruz. Diğer yandan, öyle yalnız ve örgütsüz, dolayısıyla çaresiziz ki bize uzatılan her sahte umuda tutunmaya çalışıyoruz.
İçinde olduğumuz düzen Titanik gibi su alıyor, ama elimize tutuşturdukları zincirlerle kendimizi geminin tahta bir kısmına bağlarsak boğulmayız zannediyoruz. Oysa bu dev enkaz batarken, civarındaki herkesi dipsiz karanlığa çekecek.
Uzaklaşmalı, hayallerimizi ve aklımızı bu düzenden kurtarmalıyız.
Sene 1910’du. Rusya’da 1905 devrimi yenilmişti ve ülke Abdülhamit istibdadına çok benzeyen karanlık günlerden geçiyordu. Rus edebiyatının çınarı Tolstoy ölmüş, Lenin bir hafta sonra arkasından yazdığı övgü dolu yazıyı şu cümleyle bitirmişti: Umutsuzluk, kötülüğün sebeplerini anlayamayan, bir çıkış göremeyen ve mücadele edemeyen sınıfların tipik özelliğidir. Modern sanayi proletaryası bu sınıflardan biri değildir.
Sormak istiyorum. Niye umutsuzuz ya da niye düzenin sahte umutlarına hemen inanıyoruz?
Dünyaya ve ülkemize böylesi bir karanlık çökerken, devrim olmayacak mı zannediyoruz? Bu kesif karanlığın devrimi imkânsız hale getirdiğini mi zannediyoruz? Devrimler daha aydınlık, ferah koşullarda mı yapıldı zannediyoruz?
Devrim keyfe keder yapılan bir şey değildir. Karanlıkta boğulan, köşeye sıkışan, kaçacak yeri kalmayan insanlığın, kaçmaya çalışmayı bırakıp yüzünü düşmana dönme anıdır.
Devrimciler, böyle anlarda halka önderlik eder. Bu yüzden hem sahte umutlara bel bağlamaz hem de karanlıkta umutlarını yitirmezler.
Dante’nin cehenneminde umut yoktu, çünkü oradakiler sadece cezalandırılmayı değil, bir gün kurtulma umuduna sahip olamamayı hak etmişlerdi. Biz ise yalancı Özdil’in yazdığının aksine layığımızı falan bulmadık. Bu düzeni biz kurmadık, sefasını da biz sürmüyoruz. Bu düzeni üzerimize kurdular; onu her gün emeğimizle döndürüyor ve yangınlarında, savaşlarında, soykırımlarında, bunalımında ölüyoruz.
Yangınlarının aydınlattığı bu bela gecede önümüzde iki yol var. Ya yağmur dualarına ya da Özdil gibilerin yoz yalanlarına bel bağlayıp, okyanusun dipsiz derinliğini boylaması gereken bu geminin batmamasını umacağız. Ya da umudumuzu devrime, her şeyin yıkılıp baştan kurulmasına yatırıp, bunun sorumluluğunu üstleneceğiz.
1https://x.com/oktay_saral/status/1949219842059608513.
2https://www.evrensel.net/haber/563210/orman-genel-mudurlugu-k-rini-yangin-sondurme-ucagina-degil-faize-yatirdi.
3https://x.com/Yilmaz_Ozdill/status/1949210814411682201.
4https://www.youtube.com/watch?v=_j2LaZur52o.
5https://x.com/Yilmaz_Ozdill/status/1949380994269647150.
6https://haber.sol.org.tr/haber/kacarken-sondururken-oluyoruz-her-cinayetinin-sebebi-ayni-soruda-sakli-bu-ay-zamli-maas.
7https://x.com/Yilmaz_Ozdill/status/1929272903792537845.
/././
Cennet ve cehennem -Engin Solakoğlu-
Ormana elektrik dağıtım derebeylerinin kâr hırsına terk edilmiş bakımsız bırakılmış gerilim hatlarını, toprağı en kısa sürede iliğine kadar sömürüp kaçacak madenci patronunu, müteahhit çetelerinin tahakkümündeki şehri, doymak bilmeyen turizm patronlarının otellerini sokarsanız yanar.
İlahiyat veya Frenkçe adıyla teoloji üzerine yazacak değilim elbette. O konulardaki bilgim sınırlı, ilgim deseniz yoktan hallice.
Ansiklopedik bilgilere bakılırsa bu iki kavram Sümerler’in inancından esinlenmiş. Sümerler Bereketli Hilal denilen bölgede yaşamış bir halk. Bereketli hilalin güney ucunda bir yerde yaşamışlar, tarım yapmışlar, dünyaya ve ötesine dair kafa yormuşlar. Yaşadıkları yerin iklimiyle bağlantılı olarak da cenneti suyun, ağaçların ve yiyeceğin bol olduğu bir yer, cehennemi ise bedenin cesede dönüştüğü yeraltındaki dünya olarak tarif etmişler. Sümerleri izleyen Ortadoğu kavimleri bu içeriği zenginleştirmiş, cehennemi sürekli ateşlerin yandığı bir yer olarak betimlemişler.
Kabaca özetlersek cennette su vardır, cehennemde ateş.
Yaşamın kaynağı güneştir ancak insan ve birçok canlı türü için su olmadan yaşamak olanaksızdır. Bu elementin yokluğunun hayatın yokluğu ile eşdeğer tutulması herhalde bununla bağlantılıdır.
Orman yangınları giderek daha sık karşılaştığımız bir afet türü haline geldi. Bunun evrensel ölçekte geçerli, bilimsel ve küresel iklim düzensizliğiyle doğrudan bağlantılı olduğuna kuşku yok. İklim değişikliği de denilen aslında düzensizlik veya ayar bozukluğu kavramıyla tarif edilmesi daha doğru olan olgunun ise iki sebebi var. Birincisi döngüsel. Başka bir deyişle dünya oluştuğundan değişen aralıklarla beri kâh ısınıyor kâh soğuyor. İkinci ve baskın sebep ise insan müdahalesiyle ilgili. Ormanların tarım amacıyla yok edilmesi gibi meseleler çok eskiye dayanıyor elbette ama Sanayi Devrimi sonrasında insanın dünyanın ekolojik dengesine yaptığı müdahale çok daha kapsamlı ve derin.
İklim düzensizliğinin salt döngüsel bir olgu olduğunu savunanların görmezden geldikleri veya gizlemek istedikleri gerçek, insanın doğayı geri dönülmez biçimde tahrip ettiği. Bunun da temel sebebi sürekli büyümeye dayanan ancak büyümeyle birlikte gelir dengesizliklerini de derinleştiren ekonomik düzen. Bilim insanlarına bakılırsa dünya gezegeninin 12-13 milyar insanı besleyecek, yaşatacak kaynağı mevcut ama yetmiyor zira birileri daha çok tüketmek istediği için geri kalanlar sefalet içinde yaşıyorlar. Daha çok üretim, daha çok tüketim, daha çok kâr eşittir daha çok kıtlık ve daha çok sefalet.
Adını koyalım. Bunun temel nedeni sermaye düzeni. Tekrar edelim bu küresel bir olgu. Bununla birlikte, dünyanın farklı bölgelerinde farklı şiddet eşiklerine ulaşıyor. Başka konularda olduğu gibi burada da bir tür merkez-çevre ayrışması mevcut. Merkez elindeki kaynakları korumakta daha titiz davranırken çevre ülkelerde çok acımasız davranma lüksüne sahip. Bunu kolaylaştıran ise çevrede merkezin belirlediği ve kolladığı iktidarların hüküm sürmesi hiç kuşkusuz. Örnek isterseniz, dünyanın çevre bakımından en iyi korunan ülkelerinin başında gelen Kanada’nın, gezegenin dört bir yanında ve bu arada Türkiye’de faaliyet gösteren maden şirketlerinin yarattıkları yıkıma, açgözlülüklerine ve fütursuzluklarına bakabilirsiniz. Ulusal bayrağında Akağaç yaprağı bulunan, ele güne çevrecilik dersi veren, iklim konferanslarında “dünya elden gidiyor” diye ortalığı velveleye veren Kanada özetle “korurum ama bana kadar şekerim!” diyen bir devlettir.
Piyasanın görünmez eli diye tarif edilen ama gerçekte piyasanın doymak bilmez kursağı olarak adlandırılması gereken mekanizmanın önüne engeller konulmadığında ya da en azından o canavarın tahribatına karşı belirli telafi mekanizmaları getirilmediğinde sömürü çok daha yıkıcı ve daha da sürdürülemez bir seviyeye tırmanıyor. Burada bahsettiğimiz sömürü salt insana dair değil, gezegenin kaynaklarının sömürülmesinden söz ediyoruz.
Sömürü şiddetinin tavana vurduğu çevre ülkelerden biri ise Türkiye. Ülkenin yönetimini kaptırdığımız zihniyet zincirinden boşalmış gibi topraklarımızı tarumar ediyor. Merkezin çöpünü, asbestini, radyoaktif atığını ithal ettikleri yetmiyormuş gibi, kendi sülalelerinin geleceğini Londra’da, Kanada’da veya Florida’da satın aldıkları mahallelerde garantiye aldıklarını düşündüklerinden olacak insana, hayvana ve doğaya acımasızca saldırıp yağmalıyorlar.
Ben bu satırları yazarken Bursa, Karabük, Mersin, Antalya ve Lice’de orman yangınları devam ediyordu. Geçen hafta İzmir’de, Çanakkale, Sakarya, Bilecik, Eskişehir ve Afyon’da yüzlerce hektar orman yandı, on orman emekçisi ve milyonlarca canlı yok oldu. Kamuoyunun büyük bölümü buna iki şekilde tepki verdi. Bir bölüm haklı olarak “neden yangın uçağımız yok?” sorusunu yöneltirken bir bölüm de “hainler, teröristler ormanlarımızı yakıyorlar” sloganının arkasından bağırmayı tercih etti.
Tek tek gidelim. Türkiye’de PKK orman yaktı mı? Devlet tarafından yürütülen soruşturmalara ya da uygulanan cezai işlemlere bakılırsa büyük çaplı orman yangınları içinde örgütün payı ihmal edilebilir seviyede. Buna karşılık birileri de çıkıp PKK’ya karşı yürütülen operasyonlar sonucu yanan ormanların toplamını açıklarsa mahcup olma ihtimalimiz de çok yüksek. PKK’ya birçok sebeple karşı olmak anlaşılır ama uydurukçuluğa da gerek yok. Bu iddiayı ortaya atanların gözümüzün önünde olup biteni görmeyelim diye havadaki kuşu gösterdikleri açık. Sağcılık ve milliyetçiliğin ana kuralı hedef şaşırtmaktır.
Yangın uçağı konusuna gelince. Her yıl Orman Bakanlığı “şu kadar uçak, bu kadar helikopter...” temalı açıklamalar yapar. Bunların sayısının bu kadar büyük ve çoğu ormanlık alanı dağlık yörelerde bulunan bir ülke için yeterli olmadığına kuşku yok. “Ne yapalım, imkanlar bu kadar” diyenler yalancı ve sahtekârdır. Öncelikle bunun bir bütçe tercihi olduğunu bilmek ve her fırsatta yüksek sesle tekrarlamak gerekir. Sarayın günlük harcamasına veya Diyanetin bütçesine bakıp sızlanmak da anlamsızdır. Esas bakılması gereken yer, Türkiye emekçilerinin ürettikleri devasa kaynağın kimlere ve nereye aktarıldığıdır. Bartu Soral gibi, hiç de sosyalist, komünist denilemeyecek iktisatçıların dahi işaret ettikleri bir gerçek var. Sadece geçen yıl iktidarla kol kola semiren sermayeye çekilen vergi kıyaklarının toplamı 70 milyar ABD dolarıdır. Bunun en gelişmiş yangın uçağı cinsinden karşılığı yaklaşık 600 adettir.
Yani neymiş? Türkiye’nin ekonomik büyüklüğü bu uçaklardan yüzlerce edinmeye müsaittir. Türkiye’nin ekonomik büyüklüğü orman yangınlarında can veren emekçilere yeterli koruma teçhizatı vermeye de, onları üzerinde kurum ismi yazan penye tişörtlerle ateşe atmamaya da müsaittir. Türkiye'yi yöneten sermaye ve onlara akıl veren liberal ekonomistler için ise bunlar “ölü yatırımdır”. Bu piyasanın kuraldır. Topu topu yılda üç ay orman yangını çıkıyor, bu kadar masrafa değmez diyenler salt ormanın değil insanlığın da düşmanıdır.
Yalnız mesele bununla da bitmiyor. Afetle mücadele uzmanlarının birleştikleri nokta, afetin çıkmadan engellenmesi gerektiğidir. Bunun yolları da bellidir. Ormana elektrik dağıtım derebeylerinin kâr hırsına terk edilmiş bakımsız bırakılmış gerilim hatlarını sokarsanız yanar. Ormana toprağı en kısa sürede iliğine kadar sömürüp kaçacak madenci patronunu sokarsanız yanar. Ormana müteahhit çetelerinin tahakkümündeki şehri sokarsanız yanar. Ormana doymak bilmeyen turizm patronlarının otellerini sokarsanız yanar.
Hepsinden de önemlisi ormanın başta madenler olmak üzere her türlü müdahaleyle zayıflatılması su kaynaklarının da tükenmesi anlamına gelir. Su biterse orman da, maden de, otel de, şehir de yanar. İlahi güçler yangın söndüremez. Gökyüzünü işaret eden dolandırıcılar kaçar, halk yanar.
Sermaye suyu bitirir, cenneti cehenneme çevirir. Sermaye işi bittiğinde çekip Londra’ya, Kanada’ya gider, canlılar cehenneme çevrilmiş ülkelerinde azap çekerek tükenirler.
Kutsal metinlerin yazdıklarından bağımsız olarak, cennet olsa olsa emeğin değerini bulduğu, herkesin kaynaklardan adil ve sürdürülebilir biçimde yararlandığı bir yerdir.
Cennet, yaşamın kaynağı olan suyun satılmadığı, sömürünün yaşatılmadığı gezegendir. O gezegeni yaratmanın tek yolu işgalci ve yağmacı sermaye düzeninden bir an önce kurtulmaktır.
/././
Seyirlik tarih, görünmez emek: Kulüp ve geç kalmış bir muhasebe -Kaya Tokmakçıoğlu-
Dizi, ilk bakışta “politik” bir hafıza anlatısı gibi görünse de özünde burjuva vicdanını rahatlatmaya yarayan, liberal-kimlikçi bir geçmiş kurgusundan ibarettir. Tam da bu nedenle, bu yazıda dizinin ne anlattığını değil, neyi gizlediğini sorgulamaya çalışacağız.
Kapitalist kültürel üretim mekanizmaları yalnızca güncel olanı değil, geçmişi de bugünün ideolojik ihtiyaçlarına göre biçimlendirir. Netflix gibi küresel dijital platformlar, eğlence endüstrisinin tarih ile kurduğu ilişkiyi yeniden üretirken, aynı zamanda toplumsal belleğin içeriğini de düzenler. Bu platformun Türkiye'deki yapımlarından biri olan Kulüp, 1950’li yılların çokkültürlü İstanbul’una odaklanırken, Yahudi bir annenin geçmişiyle yüzleşmesini ve kızıyla yeniden ilişki kurma mücadelesini anlatır. Ancak tüm bu bireysel çatışmaların merkezine oturan tarihsel bağlam, sistemli bir şekilde estetikleştirilmiş, sınıfsal mücadeleler görünmez kılınmış ve emek süreçleri arka plana itilmiştir.
Bu yazı, Kulüp dizisini tarihselci bir bakışla çözümleyerek, onun toplumun maddi koşullarından kopuşunu, sınıf ilişkilerini silikleştirme biçimini ve devlet-toplum ilişkilerinin nasıl bireysel psikolojilere hapsedildiğini ele almayı amaçlamaktadır. Dizi, ilk bakışta “politik” bir hafıza anlatısı gibi görünse de özünde burjuva vicdanını rahatlatmaya yarayan, liberal-kimlikçi bir geçmiş kurgusundan ibarettir. Tam da bu nedenle, bu yazıda dizinin ne anlattığını değil, neyi gizlediğini sorgulamaya çalışacağız.
İki sezonun hikâyesi: Tarihin dekorlaştığı bir anlatı
Kulüp, 1950’lerin İstanbul’unda Yahudi bir kadın olan Matilda’nın geçmişiyle yüzleşmesi ve kızı Raşel’le yeniden bağ kurma mücadelesini merkeze alır. Matilda gençliğinde bir adamı öldürmüş, yıllarca hapiste kalmış ve kızı devlet koruması altına alınmıştır. Hapisten çıktığında Raşel’e ulaşmaya çalışır. Ancak Raşel, İstanbul’un çalkantılı sokaklarında, kimliğini arayan, öfkeli ve başına buyruk bir genç kadına dönüşmüştür.
Matilda bir gece kulübünde çalışmaya başlar. Kulüp hem farklı kimliklerin bir arada bulunduğu hem de toplumsal baskıların yüzeye çıktığı bir mekân olarak kurgulanır. Kulüp müdürü Çelebi, sanatçı Selim Songür, işletmeci Orhan ve diğer çalışanlar arasında siyasi ve duygusal gerilimler gelişir. Raşel ise sokak kabadayısı İsmet’le bir ilişkiye sürüklenir. Matilda ve Çelebi’nin geçmişten gelen hesaplaşmaları, kulübün iç çatışmalarını daha da derinleştirir. Birinci sezonun final bölümlerinde, 6-7 Eylül 1955 pogromu doğrudan sahnelenir. İstanbul sokaklarında gayrimüslimlere yönelik şiddet, devletin göz yummasıyla yaygınlaşır. Matilda ve Raşel bu kargaşada birbirlerini korumaya çalışırlar. Evler yakılır, dükkânlar yağmalanır, karakterler birbirinden kopar ya da trajik biçimde yüzleşir. İkinci sezon bu pogromun sonrasını anlatır. Matilda artık torunu Rânâ’nın bakımını üstlenmiştir. Raşel evlidir, ancak geçmişin yaraları kapanmamıştır. Kulüp yeniden yapılanma sürecindedir, Çelebi yeni ortaklar ve risklerle karşı karşıyadır. Raşel’in politik gerilimle iç içe geçen kişisel yolculuğu, İsmet’in hayatındaki sorumlulukları ve Rânâ’nın büyüme sancıları sezonun ana damarını oluşturur. Pogromun ardındaki devlet aklı, sermaye transferi ya da ideolojik sistematik hiç sorgulanmadan, bireylerin iç hesaplaşmalarına odaklanılır.
Tarihin estetizasyonu: Dekoratif bir geçmiş kurgusu
Kulüp, izleyiciyi 1950’ler İstanbul’unda gezdirirken, tarihsel gerçekliği bir dekor düzeyine indirger. Sinagoglar, Ladino dili, geleneksel kıyafetler, dönem şarkıları, sokaklar, kulüp ambiyansı... Tüm bu öğeler gerçekliğe dair güçlü bir izlenim sunsa da özünde tarihsel bağlam bir "atmosfer" olarak kurgulanır. Bu yaklaşım, Marksistlerin “tarihin ideolojik temsili” dediği sorunsalı tam da merkezden kaçırır: tarihi neden anlatıyoruz ve kimin gözünden anlatıyoruz?
Dizide tarih, karakterlerin acılarını estetikle süsleyen ama onların toplumsal kökenini görünmez kılan bir arka plan görevi görür. Varlık Vergisi, mülksüzleştirme, azınlıkların emek gücünün sömürülmesi gibi gerçeklikler, dizide yalnızca “geçmişte yaşanmış acılar” olarak sahnelenir. Örneğin Matilda’nın geçmişine dair geriye dönüşlerde ailesinin Varlık Vergisi nedeniyle her şeyini kaybettiği ifade edilir. Ancak bu, yalnızca kısa bir yüz ifadesi ve birkaç dramatik replikle geçiştirilir. Mülksüzleşme sistematik bir sınıf tasfiyesi olarak değil, bireysel bir travma olarak sunulur. Benzer biçimde, Raşel’in çocuk yurdundan çıkışı da devletin azınlık ailelerine yönelik politikalarının değil, yalnızca “anne-kız kopukluğu”nun anlatısıdır. Kulüpteki çalışma hayatı ise tamamen estetik bir zeminde kalır; mutfak, sahne arkası, temizlik ya da prova süreçleri neredeyse hiç görünmez. Böylece sınıfsal sömürü yoktur, yalnızca bireysel kırgınlıklar ve öznel acılar vardır. İzleyici üzülür ama düşünmez; empati kurar ama analiz etmez. Bu durum, ideolojinin “doğal” olanı yeniden üretme işlevini destekler. Görselliği bol, duygusu yoğun ama politikası zayıf bir tarih anlatısı, geçmişin değil, bugünkü burjuva ideolojisinin üretimidir.
Kimlikçi soyutlama: Mağduriyetin sınıfsız temsili
Dizi, Yahudi kimliğini görünür kılmakla temsilî bir çeşitlilik sunduğu izlenimini verir; fakat bu görünürlük, kültürel motiflerle sınırlıdır ve kimliğin sınıfsal ya da siyasal bağlamı anlatıya dahil edilmez. Yahudi olmak, sadece dışlanan, ötekileştirilen, geçmişi silinmek istenen bir aidiyet olarak sunulur.
Oysa 1950’ler Türkiye’si, yalnızca etnik ve dini çatışmalarla değil, sermayenin Türkleştirilmesi, mülksüzleştirilen azınlıkların yerine yerli-millî burjuvazinin yerleştirilmesi gibi sınıfsal dönüşümlerle de tanımlanır. Bu gerçeklik dizide anlatılmadığı gibi, Matilda’nın emeği, kulüpteki diğer çalışanların sınıfsal pozisyonları ya da Raşel’in toplumsal öfkesi, hiçbir zaman emek-sermaye ilişkisinin içine yerleştirilmez.
Bu soyutlama, tüm karakterleri “kurban”a dönüştürür. Kurban varsa fail de olmalıdır. Ancak burada fail, düzen değildir. Ne burjuvazi, ne devlet, ne de ideoloji sahnededir. Sadece “kötü insanlar” ve “kötü olaylar” vardır. Bu da kimlik siyasetinin temel açmazıdır: tarihi, sınıfsız ve ideolojik bağlamdan koparılmış öznel acılar toplamına indirger.
Emek görünmezdir: Kulüp üretim alanı değildir
Dizinin adını taşıyan kulüp mekânı, bir eğlence ve sahneleme alanıdır ama hiçbir zaman bir üretim alanı olarak gösterilmez. Oysa bir gece kulübü, mekân işçileri, sahne arkasında çalışanlar, aşçılar, servisçiler, ışıkçılar, güvenlikçiler, temizlikçiler ve organizasyon sorumlularıyla büyük bir emek kolektivitesidir.
Ne var ki bu kolektif emek süreci dizide görünmezdir. Sahne vardır, ışıltı vardır, duygular vardır ama emek yoktur. Bu, kapitalist ideolojinin en etkin silme biçimlerinden biridir: emek yalnızca ürünle temsil edilir, üretim süreci bastırılır. Matilda çalışır ama sendikası yoktur; Selim sahneye çıkar ama provaları gösterilmez, çalışanlar kavga eder ama ücret, güvence, ek mesai gibi gündemleri olmaz. Marx’ın “meta fetişizmi” kavramı burada bütün açıklığıyla işler. Dizi, kulübü estetik bir meta olarak sunar; o metanın üretim ilişkilerini ise örtbas eder.
Pogromun faili yoktur: 6-7 Eylül'ün depolitizasyonu
Dizinin 1. sezonunun son bölümlerinde 6-7 Eylül 1955 pogromu doğrudan sahnelenir. Evler taşlanır, dükkânlar yakılır, karakterler dağılır. Ancak bu pogromun arkasındaki örgütlü devlet planlaması, medya kışkırtması, sermaye transferi ve kolluk gücünün-siyasetin rolü hiçbir biçimde sorgulanmaz.
Sokakta “kontrolden çıkmış bir kalabalık” vardır; ama kim yönlendirir, kim taşları dağıtır, kim geri çekilir, bu sorulara yer verilmez. Böylece pogrom, bireylerin korkuları ve vicdani hesaplaşmaları üzerinden okunur. Travma görünürdür ama sistematik fail yoktur.
Oysa tarihsel belgeler çok nettir: 6-7 Eylül, doğrudan hükümet eliyle organize edilmiş bir etnik temizleme ve sermaye devri operasyonudur. Bu operasyon yalnızca azınlıkların malına mülküne yönelen bir vandalizm değil, aynı zamanda ekonomik yapının Türk–Müslüman burjuvazinin lehine yeniden düzenlenmesi sürecidir.
Gayrimüslim yurttaşların dükkânları, evleri, işletmeleri yok pahasına el değiştirirken; sermaye şiddet eşliğinde el konularak Müslüman Türk girişimcilere devredilmiştir. Bu yönüyle 6-7 Eylül, yalnızca bir pogrom değil, aynı zamanda sınıfsal temelli bir mülksüzleştirme hareketidir. Bunu göstermeyen bir anlatı, ister istemez failleri aklar ve suçun yapısal doğasını gizler.
Devletin ideolojik aygıtı: Ama hangisi?
Kulüp, zaman zaman devletin baskıcı yüzünü gösterir: Matilda’nın hapsedilmesi, karakollarda yaşananlar, sokakta uygulanan polis şiddeti vb. Ancak bu görünürlük, “devletin baskı aygıtı” kısmıyla sınırlıdır. Devletin ideolojik aygıtları ise dizide ya hiç görünmez ya da dramatize edilerek etkisizleştirilir.
Okullar, medya, din, aile, hukuk gibi sistematik ideolojik aygıtların azınlıklar üzerindeki dönüşüm baskısı anlatıya dahil edilmez. Yahudi çocuklar nasıl eğitilir? Dindar mahalle baskısı nasıl işler? Basın nasıl kışkırtır? Yahudi cemaatinin kendi içindeki sınıfsal ayrışma da yok sayılır: Varlıklı Yahudi ailelerin devletle kurduğu pragmatik ilişkiler ile yoksul semtlerde yaşayan Yahudilerin gündelik hayattaki baskı ve dışlanmışlık deneyimleri aynı kefeye konur. Böylece sınıfın belirleyiciliği silinir, azınlık olmak tek ve yekpare bir kimlik gibi sunulur. Bunların hiçbirine dair bir kurgu üretilmez.
Kulübün kendisi bile kadın bedeni, müzik, eğlence, estetik vb. bağlamlarda bir ideolojik aygıttır. Ancak burada da yalnızca duygular gösterilir; bu duyguların nasıl ideolojik olarak biçimlendirildiği gizlenir. Aile ise hem kutsanır hem bireysel kurtuluşun adresi olarak yeniden kurulur. Matilda’nın hayatta tutunduğu şey sonunda yine çekirdek ailedir.
Bu nedenle dizide, devletin gerçek ideolojik gücü değil, onun liberal-demokratik bir karikatürü sunulur. Sorgulanamaz olan yalnızca kolluk gücü değil; medya, eğitim ve kültür aygıtıdır.
Sonuç: Hafızanın tüketim biçimi
1950’ler Türkiye’si, yalnızca siyasal iktidar değişimiyle değil, aynı zamanda ülkenin uluslararası konumunun belirginleştiği ve toplumsal yapısının derin bir dönüşüm geçirdiği bir dönem olarak öne çıkar. Kore Savaşı’na asker gönderilmesiyle Türkiye, Soğuk Savaş’ın Batı cephesinde aktif bir müttefik konumuna yükseldi; 1952’de NATO’ya üyelik ise bu entegrasyonu resmileştirdi. İçeride ise artan anti-komünist baskılar, 1951 Komünist Tevkifatı gibi operasyonlarla muhalefetin sistematik biçimde susturulması ve kontrol altına alınması gündemdeydi. Bu siyasi atmosfer, sadece ideolojik bir kıyımla kalmayıp, aynı zamanda toplumsal sınıflar arasında yeni dengelerin kurulmasına zemin hazırladı. Özellikle azınlıkların mülksüzleştirilmesi ve sermaye transferi, bu sınıfsal yeniden yapılanmanın temel taşlarını oluşturdu. Gayrimüslim burjuvazinin yerini millî sermaye alırken, devletin desteği ve baskısıyla sermayenin hızlı el değiştirmesi, emekçi sınıfların üzerindeki sömürüyü derinleştirerek toplumsal eşitsizlikleri artırdı ve Türkiye’nin ekonomik yapısını köklü biçimde yeniden şekillendirdi. Bu dönemin politik ve ekonomik dönüşümleri, sonraki on yılların sınıf mücadelelerinin temel zeminini oluşturdu.
Bu bağlamda Netflix’in Kulüp dizisi, Türkiye’de azınlıkların kültürel görünürlüğüne dair kimi eşikleri aşsa da tarihsel materyalist bir okumada ciddi zaaflar içerir. Tarihsel olan estetikleştirilmiş, sınıfsal olan bireysel psikolojiye indirgenmiş, emek süreci ise neredeyse tamamen görünmez kılınmıştır. 6-7 Eylül Pogromu gibi tarihsel kırılmalar dahi, liberal hümanist bir dil içinde seyirlikleştirilmiştir.
Bu anlatı biçimi, burjuva vicdanını rahatlatmaya, seyirciye duygusal ama düzenden kopuk bir “geçmiş deneyimi” sunmaya yöneliktir. İzleyiciye düşünmek değil, hissetmek düşer. Ne emek vardır ne de örgüt. Ne direniş vardır ne de kolektivite. Varsa yoksa kırgın bireyler, karanlık sırlar ve sahnelenmiş duygular ön plandadır... Halbuki, tarih yalnızca anıların değil, çelişkilerin ve direnişlerin de sesidir. Bireysel acılar, eğer kolektif mücadeleye açılmıyorsa, duvarlara çarpıp yankılanır sadece. Seyirlik olan avutur, düşünmeye değil unutturmaya çağırır. Oysa hakikat, gösteri perdelerinin ardında değil, sınıf çatışmalarının açık yarasında saklıdır.
/././
Ermeni Soykırımını İrlanda Meclisi tanımalı mı?-Çağdaş Gökbel-
Emperyalizmden hesap sorulmadan halklara karşı girişilen tüm cinayet ve soykırımlardan hesap sorulamaz. Ayrıca bizim de Osmanlı’dan soracağımız hesap maalesef yarım kalmıştır.
Geçtiğimiz hafta çarşamba günü, Kardan Önce İnsan (People Before Profit) hareketinden Dublin Milletvekili Paul Murphy, X hesabı üzerinden ilginç bir açıklama yaptı.1 Murphy, yaptığı açıklamada: İrlanda meclisinin Osmanlı’nın işlemiş olduğu "Ermeni soykırımını" kabul etmesi ve tartışması gerektiğini ve bunun için gerekli olan tüm girişimleri yapacağını duyurdu. Dünyada bir sürü sorun varken, hali hazırda Gazze’de süren soykırım sona ermemişken ve sorumlular hesap vermek için adalet karşısına çıkarılmamışken nereden çıktı bir anda bu Ermeni soykırımı meselesi?
İrlanda’nın sorunları ve İrlanda işçi sınıfının sıkıntıları katmerlenirken, insan böyle bir açıklamayla karşılaştığında küçük bir şok yaşamıyor değil. Mevzu Anadolu’daki Ermeni halkının yaşadığı acıları görmezden gelmek ve sanki hiçbir şey olmamış gibi davranmak da değil. Bu konuda bir "Türk" konuşmaya başladığında sanki insanlığa karşı girişilen tüm cinayet eylemlerini onaylıyormuş gibi bir yaftalamaya girişmek yanlış. Fikirleri ve tarihsel tartışmaları kimlikler üzerinden okumayı alışkanlık haline getirmiş liberal sosyalist solun anlayamayacağı ve kavrayamayacağı genişlikte tartışmalar bunlar. I. Dünya savaşına ‘soykırım’ çerçevesinden bir kere bakmaya başladığınızda sökülen ipliğin ucunun nereye varacağı belli değil. Burada imparatorlukların çöktüğü ve halkların emperyalist kışkırtmalar yüzünden birbirine acımasızca saldırdığı organize bir cinayet girişiminden söz ediyoruz. Bu girişimi ilk gören ve mahkûm eden kişi Lenin’in ta kendisidir. Ne gariptir ki Lenin’in yolundan yürüdüğünü iddia eden popülistler tarihi gerçekleri kenara iterek doğrudan hükümler vermekte acele etmektedir.
Tüm bu karmaşaya, geçmişin acı dolu kapışmalarına dönmemize sebep olan şey Türkiye’nin geriye gidişidir. Oysa Osmanlı’dan hesap soracak tek millet Ermeniler değildir. Osmanlı’dan ve onun maceradan maceraya koşmaya hevesli askeri bürokrasisinden hesap soracak kocaman bir yoksul Osmanlı tebaası vardır. Elbette bu topluluğun en başında askerlik ve serflik dışında yaşama imkânı bulamayan Türk milleti yer almaktadır. Türk milletinin Osmanlı ile olan hesaplaşması tamamlanmış ya da kapanmış bir hesaplaşma değildir. Devrim tam da bu hesaplaşmayı gerçekleştirmek için yapılmış, geçmişle olan kopuşu sağlamlaştırmak için saltanatı ortadan kaldırmıştır. Avrupalı kibri tam burada devreye giriyor. Doğulu adamın devrim yapabileceğine, cumhuriyet gibi erdemli ilkelerin peşinden sürüklenebileceğine bir türlü ikna olamıyor. Bunda maalesef sömürgeci ana akım düşüncenin büyük bir etkisi var. Doğu halklarına biçilen paye ya Avrupa emperyalizminin askeri olmak ya da üretim gücü için köle olmaktır. Kürt, Türk, Ermeni ya da başka bir halkın kültürel sorunları çok da umurlarında değildir. Evet, buna sosyalist kimliği taşıdığını iddia edenler dahildir. Paul Murphy, iyi konuşuyor, hoş konuşuyor ama boş konuşuyor. 1915’te yaşananların tek sorumlusunu Osmanlı olarak görmek ya da tariflemek tarihi gerçekleri görmezden gelmektir. İrlanda’nın, Avrupa Birliği içindeki en büyük ortağı kimdir? Doğal olarak Almanya. Almanya, yıkılmaya yüz tutmuş Osmanlı imparatorluğunu esir almıştır. Evet, komplekse girmeden açıkça söyleyelim Osmanlı adeta Almanya’nın müstemlekesi konumundadır. Osmanlı’nın modern askeri sistemi inşa etmesinde kilit aktördür. Bazı Alman tarihçilerin dürüst biçimde ifade ettikleri gibi, Ermenilerin yurtlarından sürgün edilmesinin askeri planlarını da büyük oranda Alman askeri bürokrasisi hazırlamıştır. Öyleyse basit adi bir suçtan söz etmediğimize, soykırımdan söz ettiğimize göre işin ucu Almanya’ya kadar uzanmaktadır. Ancak ne hikmetse bu konuda Almanların payı görmezden gelinmekte tek kelime dahi edilmemektedir. Anadolu’da gerçekleşen acı trajedilerin sorumlusunu gerçekten bulmak istiyor muyuz? Öyleyse bugün yaşananlara bakacağız. Bugün, halklara karşı soykırımlara ve savaşlara kim girişiyor? Irak, Suriye, Libya ve Filistin’de olanların sorumlusu kim? Gelibolu’da ölen gencecik insanların ölümlerinin hesabını Winston Churchill ve onun bugün temsil ettiği kralcılık yalakası İngiliz hükümetinden sorabiliyor muyuz? Tüm bu defterler açılırsa eğer, elbette Osmanlı İmparatorluğu’nun işlemiş olduğu suçların defteri de açılmalı. İnsanlığa karşı girişilen tüm suçları soruşturabilecek devrimci irade, bilimsel tarihsel akıl ortaya çıktığında ve önce varsıllık ve yoksulluk belasını başımızdan def ettikten sonra elbette halkları birbirine düşman eden gerçekler konuşulmalı ve halklar arasında barış sağlanmalıdır…
Almanların bu konudaki sorumluluklarını bir kenara bırakırsak; itilaf devletlerinin Anadolu’yu parçalama planlarına, Türklerin ve Kürtlerin azınlık kabul edilemeyecekleri bir bölgede Ermenistan devleti kurma girişimlerini bir kışkırtma olarak kabul etmeyecek miyiz? Avrupalı akıl burada da devreye girip bunun bir resmi tarih paranoyası olduğunu yumurtlayabilir. Oysa Yunanların büyük bir kışkırtmayla Ege’ye çıkmasını nasıl açıklayacağız? Anadolu’da yaşayan Müslüman ahali büyük bir işgal, yağma ve talan korkusuyla karşı karşıyadır ve bu korku hiçte temelsiz bir paranoya değildir. Savaşın sonunda İngilizlerin başını çektiği yağmacılar Anadolu’yu kendi akıllarınca çoktan parsellemiştir bile. Kurtuluş Savaşı’nın bir şekilde örgütlenebilmesinde yaşama dair bu hakiki gerçekler yatmaktadır. Elbette popülist milletvekili ağzına bu emperyalist işgali ve halkları birbirine düşman eden o dahiyane projeleri almamaktadır.
Şimdi, gelelim bu tartışmalardaki son perdeye. Türkiye’nin İrlanda konsolosluğunun internet sitesine girdim ve Paul Murphy’nin açıklamalarına ilişkin bir tepki verilmiş mi diye kontrol ettim. Bu konuya dair herhangi bir açıklama en azından ben bu yazıyı kaleme aldığım sıralarda göremedim. Türkiye dışişleri paradigma değişiminin belli ki kurbanı olmaktadır. Koca konsolosluğun ki tek işi İrlanda olan bir konsolosluktan bahsediyoruz böyle bir açıklamayı görmezden gelmesi inanılmaz bir durum. Aynı durum Türkiye’deki medya kuruluşları için de geçerli ancak onların yurt dışında muhabir istihdam edecek takatleri kalmadı. Medyanın rezil bir bok çukuruna dönüştüğünü kabul ettik zaten. Elçiliğin nasıl oluyor da böyle bir konuyu görmezden geldiğini akıl çerçevesinde anlamlandırmak zor görünüyor. Belki de açıklama yapılmaması hayırlara vesiledir. Çünkü, yeni rejimin ki kendisini Osmanlı ile özdeşleştiren ve tersine bir ivme ile Cumhuriyetten uzaklaşan bir kafanın yapacağı açıklamanın Anadolu’da yaşayan yoksul insanlara ne kadar katkısı olabilir bilemiyorum. Zira o açıklama şöyle bir açıklama olmayacak: “Dublin Milletvekili Paul Murphy’nin Ermeni soykırımına ilişkin açıklamaları Osmanlı ile tüm tarihsel ilişkilerini kesmiş ve o dönemle hesaplaşan cumhuriyetimizi bağlamamaktadır. Bu açıklamaların bugün ne Ermenistan da yaşayan yoksul Ermenilere ne de Anadolu’da yaşayan halklara herhangi bir katkısı vardır.”
Elbette değişen bir rejimin ve giderek meşruiyetini Osmanlı’dan alan bir rejimin dışişlerinin böyle bir açıklama yapması mümkün değil. Öyleyse uyaralım! Türkiye’nin geriye gidişinin bedeli çok ağırdır. Dünya yeni bir paylaşım kavgasının içerisindeyken büyüme rüyalarına kapılan ve cumhuriyetin erdemlerinden uzaklaşan bir ülkenin karşılaşacağı felaketler büyüktür. Paul Murphy, öncelikle İngiltere’nin büyük kıtlık döneminde İrlanda’da uyguladığı politikaları soykırım olarak gündeme getirme cesaretini göstermelidir. Emperyalizmden hesap sorulmadan halklara karşı girişilen tüm cinayet ve soykırımlardan hesap sorulamaz. Ayrıca bizim de Osmanlı’dan soracağımız hesap maalesef yarım kalmıştır. Saltanat ve ailesinin yine İngilizler tarafından kaçırılması ve buna yeterli mukavemet gösterilmemesi bizim açımızdan kabul edilemez. Fransa, kendi kralını işgalci güçlere yardımdan nasıl yargıladıysa bizler de kendi Padişahımızı ve onun sülalesini işgalci güçlere yardım ve yataklıktan yargılayabilmeliydik. O çok sert, çok diktatör diye yaftaladıkları devrim maalesef hiç arzu etmeyeceğimiz kadar yumuşak ve zayıf tamamlanmış bu da tarihsel kopuşun tam olarak gerçekleşememesi felaketi ile sonuçlanmıştır. Ordularını tek kurşun atmadan Sarıkamış’ta öldürmüş bir imparatorluk layığıyla hesap vermeden tarih sahnesinden çekip gitmiştir. Cinayet tek taraflı değildir. Osmanlı oradan oraya sürüklediği Müslüman tebaasına karşı da büyük suçlar işlemiştir. Bugün o suçlarla yüzleşemediğimiz için Osmanlı’nın hayaletiyle boğuşmaktayız. Tarihin sarkacı bir kez daha hızla salınıyor ve eğer geriye gidişi durduramazsak Türkiye, şerefsiz Osmanlıya dönüşün bedelini çok ağır bir biçimde ödeyebilir.
1“We should recognise the Armenian genocide. We've submitted a joint motion to do just that. Have a listen why this is more important than ever now”. https://x.com/paulmurphy_TD/status/1948058335065907456 (Erişim Tarihi: 28.07.2025)
/././
soL














Hiç yorum yok:
Yorum Gönder