T-24 "Köşebaşı + Gündem" -30 Temmuz 2025-

 

Özgür Özel T24'e açıkladı; CHP hangi durumda İmamoğlu yerine aday çıkaracak, komisyona ne zaman üye verecek, 'İBB itirafçılığı' için yorumu ne, CHP'ye kayyım atanabilir mi?-GÖKÇER TAHİNCİOĞLU & CEREN BALA TEKE-

"Resmen reddedilene kadar adayımız İmamoğlu, aday olamazsa en doğru adaya bakılır; CHP’ye kayyım atanamaz, dokunulmazlığım kaldırılamaz"

Özgür Özel T24'e açıkladı; CHP hangi durumda İmamoğlu yerine aday çıkaracak, komisyona ne zaman üye verecek, 'İBB itirafçılığı' için yorumu ne, CHP'ye kayyım atanabilir mi?

CHP Genel Başkanı Özgür Özel, çözüm süreci kapsamında TBMM"de kurulacak komisyona, TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş"un resmî olarak, “Komisyon kararlarında nitelikli çoğunluk esas alınacak” açıklamasını yaptığı anda üye vereceklerini söyledi. CHP"nin komisyona bu şartlarda üye vermemesinin partinin tarihsel tutarlılığını heba edeceğini ifade eden Özel, Cumhurbaşkanı Erdoğan"ın kendilerini komisyonda istemediğini savundu ve “Erdoğan bizden korksun” diye konuştu. Özel, geçmişte dokunulmazlıkların kaldırılmasına destek verilmesini yanlış bulduğunu belirtirken, Kürt seçmenle CHP arasındaki travmanın aşıldığını da vurguladı. Özel, erken seçim olması ve Ekrem İmamoğlu"nun cumhurbaşkanı adayı kabul edilmemesi ihtimali için de “Adaylığı reddedilene kadar adayımız İmamoğlu. Reddedilirse oturur en doğru ismi belirleriz” dedi.

Özel, CHP Genel Merkezi"nde T24"ün sorularını yanıtladı.

-TBMM"de kurulacak komisyonla ilgili ilkeleri sıraladınız, net biçimde aktardınız. Ancak bu iş ne zaman sonuçlanacak?

Bizim esas talebimiz şu; eşit temsil olsun ve nitelikli çoğunluk olsun. Onlar eşit temsil meselesine şu sebepten yanaşmıyor; diğer partilere de eşit temsil verince çok kalabalık olması gerekiyor. 100 kişi gibi. Bizim partinin temsili ve katkısı için on kişiye de ihtiyaç yok. Yani dört arkadaş halleder aslında bu işi. Ama böyle istiyorlar sayıyı.  Bu noktadan sonra nitelikli çoğunluk şöyle bir önem kazanıyor. AKP ve MHP işi çözmüş durumda gibi zaten. O zaman bizim bir anlamımız yok. Hiç olmazsa böyle demokratikleşme üzerinden bizim bir sürü çalışmamız var. Bizim kurmuş olduğumuz Adalet ve Demokrasi Komisyonu sekiz, dokuz aydır çalışıyor.

Sekiz başlıkta yirmi altı ayrı öneride bulundu MYK'ya. Her biri de bu süreçte CHP bu komisyondan ne talep etmeli ne yapmalı şeklinde öneriler. Çok kapsamlı bir hazırlık oldu. Biz hazırlıklıyız.

“Komisyona katılma ihtimalini operasyonlara indirgemek yanlış”

Şimdi Meclis"te kurulacak komisyona da katılım noktasını şuna indirgiyorlar; CHP"ye operasyonlar dursun… Sanki 18 Mart günü ülkede her şey güllük gülistanlık mıydı? Tutuksuz yargılamanın esas olması, iddianamelerin hızlı yazılması, savcıların mafyavari yöntemler uygulaması falan bunlar sadece bugünün bizim karşımıza çıkardığı sorunlar mı? Elbette bunları da ben her görüştüğüm kişiye de yani Numan Bey'e de anlattım, İbrahim Bey'e de anlattım, bütün partilerin genel başkanlarına da anlatıyorum. Özellikle AK Parti'den kimi görsem anlatıyorum ve anlattırıyorum. "Yani biliyor musunuz döneminizde neler yaşanıyor?" diyorum. Kadınları çocuklarıyla tehdit ediyorlar, babaları oğullarıyla tehdit ediyorlar.

“Mesafe alıyorsak komisyonda kalırız”

Bu işin bir kısmı ama zaten Türkiye'de mesela nefret söyleminin cezalandırılması gibi bir ihtiyaç var. Terör tanımının gerçekten terörü tarif etmesi gibi bir ihtiyaç var. Diğer otoriter popülist liderlerden devşirilen işte dezenformasyon yasası gibi bir mesleği, gazetecilik mesleğini, kriminalize eden ve tehdit altına alan bazı yasaların ortadan kalkması gibi önemli ihtiyaçlar var. Genel olarak; düşünce özgürlüğü noktasındaki her türlü hem kötü düzenlemelerin hem de kötüye kullanılan düzenlemelerin değişmesi gerekiyor. O yüzden biz komisyona girip muhalefet edip, çatır çatır siyaset yapıp orada doğrusunu anlatıp ondan sonra eğer mesafe alınıyorsa komisyonda kalırız.

“AKP için bu iklimden çıkış kapısı, komisyon bir fırsat”

AKP, hukuk tanımazlıkta, demokrasiyi ayaklar altına almakta, saldırganlıkta kritik bir noktaya geldi. Şimdi geri dönemiyorlar. Dönüş daha maliyetli geliyor. Ama ileri de gidemiyorlar. Buradan sonrası olmayacak. Bunlara bir çıkış lazım. Ve kendi yönetim anlayışları ve Erdoğan'ın karakteri üzerinden baktığımızda kolay kolay da kendi kendilerine yapamayacaklar. Yani bu ülkeyi getirdikleri bu noktadan kendilerine de ülkeye de bir çıkış arıyorlarsa bu komisyon bunun için çok iyi bir fırsat. Ama burada samimiyet lazım yani veya gerçekten iyi niyet lazım.

CHP Genel Başkanı Özgür Özel, Gökçer Tahincioğlu, Ceren Bala Teke

“Erdoğan bizi hiç kandıramadı”

Bugüne kadar Cumhuriyet Halk Partisi, Erdoğan'ın kandırabildiği bir parti olmadı. Biz Erdoğan tarafından kandırılmadık. Bu yüzden de bu seferde kimse düşünmesin yani CHP giriyor, Erdoğan bunları kandıracak… Öyle mi yapacak, böyle mi yapacak?

“Mücadele ancak hukuksuzlukların kalkmasıyla yumuşar”

Mücadelede zerre gerileme olmayacak. Sert mücadelemizin yumuşaması gerçekten yapılan bütün hukuksuzlukların ortadan kalkmasıyla mümkün yani. Yoksa öyle aynı komisyona girdik diye geri adım atmayız.

“Yirmi komisyonda zaten birlikteyiz, dikta rejimini bırakacaklarsa orada olacağız”

Biz bunlarla yaklaşık yirmi tane komisyonda birlikte çalışıyoruz zaten. Oraya girmek nasıl AK Parti'yle MHP'yle iş tutmak demek değil ise bu da öyle ama bu komisyonun bir tarihi görevi var. Hem terörün sonlanmasına katkı sağlayacak hem de terörü bahane ederek ülkedeki dikte rejiminden geri adım atılmasını sağlayacak. Yani terörü bahane edip ülkede kurulan dikta rejimini, herkesi terörist diye yaftalamayı, herkesi tutuklamayı bırakacaklarsa ve biz bu iki işlevi birlikte görecekse orada olacağız.

“Kurtulmuş, açıklama yaptığı anda üye vereceğiz”

-Durum ne zaman netleşecek?

Grup başkan vekillerine söyledim. Meclis Başkanı bir açıklama yapsın ve "nitelikli çoğunluk kesinlikle aranacak" desin. Biz de isimleri bildirelim dedik. Yolladığı yazıda yok çünkü öyle bir şey. Bunu söylediği anda üye vereceğiz. O komisyona gidilmesi ve savunulması lazım. Bizim komisyondaki üyelerin yedi tanesi hukukçu ve aslında orası bir hukuk komisyonu. Bir çeşit teknik hazırlık komisyonu yani. Meclis komisyonunda hukukçu olmayan, siyasetçi arkadaşlarımız da olacak. Coğrafya da önemli, tüm Türkiye'yi temsil edecek arkadaşlar olacak.

“Anayasa konuşmayacağımızı bilecekler, yasa yaparız, anayasa yapmayız”

-Kırmızı çizginiz ne? "Anayasa konuşmayız" dediniz mesela. Ne konuşulursa komisyondan çekilirsiniz? İşin doğası gereği anayasa gündeme gelecek gibi…

Bizi o komisyona davet eden de o komisyonda kalmamızı isteyen de o komisyonda anayasa konuşmayacağımızı bilecek. Yani biz bu konuda çok netiz. Mevcut anayasaya uymayanlarla anayasa yapamayız. Bizim anayasa konuşma şartlarımız bu komisyonla ilgili tutumumuzdan çok önce çok netti zaten. Anayasaya uymayanlarla anayasa yapmayız. Can Atalay içeride duruyorken, Osman Kavala içeride duruyorken, AİHM kararına rağmen Gezi'deki arkadaşlar çeşitli lehlerine kararlara rağmen içeride duruyorken, Selahattin Demirtaş içeride duruyorken, öbür taraftan haklarında bir somut iddia daha ortaya konmamışken ve iddianame yazılmıyorken İstanbul'un seçilmiş belediye başkanı içerideyken olmaz. Toplumun da yüzde 75"i bunların siyaseten içeride tutulduğunu biliyorken nasıl anayasa yapacağız bunlarla birlikte yani? Böyle bir zemin yok. Komisyona yazdığımız on altı maddelik öneride de yasal çalışmalarla sınırlı olmak üzere diye yazdık. Yasa yapabiliriz, anayasa yapamayız.

“Erdoğan, CHP"yi komisyonda istemiyordu”

-Erdoğan sizi komisyonda ne kadar istiyor, gerçekten istiyor mu sizce?

İstemiyordu bence. Çünkü uzun süredir ayak sürüyor ve bu sürece Devlet Bahçeli'yle Erdoğan'ın yaklaşımları biraz birbirinden farklı. İşin o kısmıyla hiç ilgilenmiyorum. Benim siyaseten bildiğim bir şey var.

TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş'un CHP lideri Özgür Özel'i TBMM'deki ziyareti

“Komisyonda yer almamak tarihsel tutarlılığı heba eder”

Tarihte bazen kritik dönemeçler olur, kırılma anları olur. Orada tarihin doğru yerinde yer alıyor musunuz? Sosyal Demokrat bir parti CHP. Örgüt silah bırakacağını açıklamış. Belli ki yaklaşık bir buçuk yıldır örgütle devletin birtakım yetkilileri de bu konuyla ilgili görüşmüşler. Ve bu işin bir yasal zemininin oluşması lazım. Bunun için parlamentoya önemli bir görev düşüyor. Ve biz de yıllardır böyle bir iş yapılacaksa parlamentoda yapılsın ve Kürt sorunu çözülecekse parlamentoda çözülsün, demokratikleşme çerçevesinde çözülsün demişiz. Şimdi bu noktada kategorik olarak bu komisyona girmemek CHP'nin tarihsel tutarlılığını heba eder, reddeder.

“İnsanların endişesini anlıyorum, kendimize güvenelim”

Ama şunu anlıyorum, insanların endişesini… Bütün duygular travmatize edilmiş durumda şu anda. Özellikle muhalif seçmenin Adalet ve Kalkınma Partisi'ne daha doğrusu bu saray rejimine en ufak bir güveni kalmamış. Onlarla hiçbir şey yapılamayacağını düşünüyorlar. Bu konuda da çok haklılar. Ama bu mesele bir koalisyon görüşmesi değil. AK Parti'nin geçmişini aklama görüşmesi değil. AK Parti'nin AK Parti'ye gelecek için kredi verme görüşmesi değil. Erdoğan'a bir kez daha seçilme hakkı verme görüşmesi değil.

“O zaman Meclis"ten de çekilmem lazım”

Hem bizim hem DEM"lilerin hem de Türkiye'nin bütün aydınlarının "Türkiye'de Kürt sorunu vardır. Türkiye'de devletin birçok uygulaması hukuk devletine uygun değildir" diye yaptığımız bütün itirazların tartışılabileceği ve yasa yoluyla ortadan kaldırılabileceği bir zemin, bir imkân var. Bunu kategorik olarak ben Erdoğan'la aynı yerde yapmıyorsam o zaman Meclis"ten de çekilmem lazım. Çünkü Meclis"te de bir sürü komisyonda duruyorsun. Erdoğan'la aynı komisyonda olmam dersen Plan Bütçe Komisyonundan da çekileceksin, Meclis"ten de çekileceksin. Bu başka bir şey. Meclis"ten çekilme, sine-i millet tartışmaları falan yapıyorlar.

“Meclis"ten çekilsek Erdoğan mutlu olur, 400"le gelirler”

E biz Meclis'ten çekilsek en çok Erdoğan bundan memnun olur. Çünkü hemen altmış gün sonra ara seçim olur. Biz çekildiğimiz Meclis"e bir daha girmeye çalışmayacağımıza göre, girsek bile çekildiğin sandalyenin yarısını bugünkü denklemde veya üçte birini onlar alacağına göre… İstedikleri dört yüzü rahatlıkla yapıp Anayasayı istedikleri gibi değiştirecekler.

“CHP"nin olmadığı yerden korkmak lazım”

CHP'nin girdiği, olduğu yerden değil; olmadığı yerden korkmak lazım yani. Komisyon da olsa öyle, Meclis de olsa öyle. CHP çekilsin meclisten, dört yüz milletvekili alsın AK Parti, olur. Al başına belayı. O yüzden biraz özgüvenin yüksek olması lazım. Karşımızda ismen Recep Tayyip Erdoğan var. Cismen de bir Recep Tayyip Erdoğan var. Ama karşımızda o siyaseti domine eden, hep kazanan, hep kazanacak olan bir Recep Tayyip Erdoğan falan yok. O işleri biz 31 Mart gecesi geride bıraktık. O işleri biz 5 Kasım Kurultayı ile bıraktık. Söylüyoruz; özgüveni yüksek, sokaktan korkmayan, meydandan korkmayan, eylemden korkmayan, iktidarın çizdiği siyaset sınırları içine hapsolmayan siyasetle sonuç alacağız dedik. İlk girdiğimiz yerel seçimden birinci çıktık. İlk gireceğimiz genel seçime doğru adım adım ilerliyoruz.

“Erdoğan bizden çekinsin”

Erdoğan çekinecekse bizden çekinsin. Erdoğan bizim komisyona girmemizi istemiyor. Girmeyelim diye dünya kadar, ya dünya kadar, manevra yaptılar buna yönelik. Yani düşünsenize şimdi geçmişte Cumhuriyet Halk Partisi'nin bunlar nezdinde suçu "DEM"lenmek'ti. Neydi? DEM'lenme diye neyi söylüyorlardı? Ne yapıyorduk biz? DEM Parti'yle Meclis"te karşılaşınca el sıkışıyorduk. Bayramlarda birbirimize gidip geliyorduk o kadar yani. Ama bizi mesela DEM"lenmekle suçluyorlardı. Kendileri DEM"i PKK'nın uzantısı olarak konumlandırıyorlardı ve bizim DEM'le normal siyasi parti ilişkisi kurmamızı Abdullah Öcalan'la iş görmek olarak tutup veya Kandil ile siyaset yapmak olarak görüyorlardı. Şimdi son dokuz ayda biz geçmişte bunların hiçbirini yapmamış olmamıza rağmen, Kürt seçmenin veya DEM seçmeninin iradesine saygımızı gösteriyorken onlar tam da bizi suçladıkları şeyleri yaptılar. Gizli de görüştüler, açık da görüştüler, birbirlerine methiyeler de düzüyorlar ve bu şartlar altında şeytanlaştırdıkları, hedefe koydukları DEM şimdi ortada yok ama hemen yeni bir düşman ürettiler. CHP ile bayramlaşmayacaklarını söylediler. Suçum ne benim? Geçmişte bizim suçumuz DEM'le görüşmekti. Şimdi sen DEM'le görüşüyorsun, Abdullah Öcalan'la görüşüyorsun. Bende değişen bir şey yok. Benim suçum ne?

“CHP reaksiyon değil aksiyon partisidir”

Onlar Cumhuriyet Halk Partisi'ni bu sürecin dışında tutup Cumhuriyet Halk Partisi'ni edilgen pozisyonda tutmak istiyorlar. Ama Cumhuriyet Halk Partisi bir reaksiyon partisi değil, bir aksiyon partisi. Cumhuriyet Halk Partisi mesela o komisyonu teklif eden parti, o komisyonda da demokratikleşmeyi yasalar yoluyla bu kadar yasağı, bu kadar baskıyı ortadan kaldırmaya o komisyonu davet edecek parti. O yüzden edilgen değiliz biz. Etken bir siyaset yapıyoruz. O komisyona da etken olmak için gidiyoruz. Edilgen olmak için değil. AK Parti'nin, MHP'nin peşinden yürümek için falan değil. Doğru bildiklerinizi savunmak için gidiyoruz. "E yarın öbür gün siz girersiniz ama sizi kandırırlar" diyorlar.

“Partiyi mi elimden alacak, ona da kalkıştılar”

Ne yapacak? Partiyi elimden mi alacak? Ona bile kalkıştılar vaktiyle, kayyım atamaya çalıştılar. Yani ne yapacak? beni nasıl kandıracak, ben olmadık bir şeye rıza mı gösterdim? O yüzden bütün muhalif seçmenleri, partinin üyelerini ve seçmenlerini hem partilerine hem de kendilerine güvenmeye davet ediyorum. Kimsenin bir endişesi de olmasın. Sonuçta Cumhuriyet Halk Partisi bu süreçte bir yanlışın parçası olmak için değil, doğruları yapmak ve yaptırmak, bu süreçten kaybeden olmak için değil; bütün Türkiye'ye kazandırmak için bir mücadele veriyor.

MİT Başkanı İbrahim Kalın, 26 Temmuz'da CHP lideri Özgür Özel'i TBMM'deki makamında ziyaret etti

-MİT Başkanı İbrahim Kalın ile görüşmeniz basına pek yansımadı. Neler görüşüldü? Devletten gerçekten bu süreçle ilgili samimi bilgi alabildiğinizi düşünüyor musunuz?

Gizli görüşme. Bir de böyle çok yansıyacak bir şey de yok. Yani şöyle söyleyeyim; bizle görüşen kişilerin samimiyetinden bir şüphemiz yok ama yeni bir bilgi de yok yani. Bize yapılan sunumlar zaten bildiğimiz şeylerin biraz daha detaylandırılmış hali. Ama İbrahim Kalın'ın politik geçmişi, ismi, cismi ortada ama sonuçta bugünkü görevi icabıyla biz onları devletin bir kurumu olarak görüyoruz. Onlardan da öyle bir yaklaşım bekliyoruz. CHP'nin gücünün farkındaysanız bilin ki biz o gücü en iyi şekilde kullanacağız mesajını verdik.

-Size sürekli "Ankara siyaseti yapın" diye bir ısrar da var. Özellikle bu ısrarı nasıl yorumluyorsunuz?

Bir arada "Gel partinin başında genel merkezde otur. Böyle çok dışarılarda gezersen alırız partiyi" demişlerdi. Ankara siyaseti dediği; bu mücadele eden ve Türkiye'nin tamamını gezen muhalefet anlayışından rahatsız olduğunu aslında. Gel Ankara'da salı günleri bir grup toplantısı yap. Arada da birkaç şey yaparsan yap, yapmazsan yapma. Bizim yaptığımız her cumartesi bir şehirde miting. Bu hafta da Aksaray'a gidiyoruz. Mitinglerin, meydanların Erdoğan"ı rahatsız ettiğini, sevmediğini ve fobisi olduğunu biliyoruz. Onu kastediyor "Ankara siyaseti" diye.

“Adaylığı reddedilene kadar adayımız İmamoğlu”

-Erken seçim için 2 Kasım"ı işaret ettiniz. Peki şimdi 2 Kasım için CHP'nin bir yol haritası var mı? CHP"nin de bir aday sorunu yok mu? Belli ki bu tarihte Ekrem beyin aday olabilmesi hukuki duruma göre mümkün olmayacak. Bu durumda iktidar 2 Kasım için "tamam" derse ne yapacaksınız?

Ekrem İmamoğlu, resmen seçim kararı alınıp adaylık başvurusunun zamanı gelene kadar Cumhuriyet Halk Partisi'nin adayı. Çünkü adayı değiştirmek artık adayın bile elinde değil. 15,5 milyon kişi gelmiş, oy vermiş. Bu 15,5 milyon kişinin içinde analiz edildiğinde de öyle şeyler çıkıyor ki ömrü boyunca CHP'nin kapısından geçmemiş insanlar gelmişler ve o haksızlığa karşı dayanışma içinde adaya oy vermişler. O kişilerin adayı Ekrem İmamoğlu, son ana kadar Ekrem İmamoğlu'nun aday olması için hem hukuki hem siyasi bütün şartları ve zeminleri zorlayacağız.

“Aday olamazsa en doğru adaya bakılır”

Aday olamadığı bir nokta olduğunda o gün dönülüp bakılır kim kazanacak, en doğru aday kim? Kimle kazanılıyor? Başka bir karar vermek gerekirse ve ümit ediyorum gerekmez. O kararı hep beraber, birlik beraberlik halinde veririz. Önemli olan şu; yani bu iktidarı değiştirmek için ne yapmak gerekiyorsa onu yapacağız. Ekrem İmamoğlu'nun ön seçim süreci de buna dairdir. Gözaltına alınıp tutuklandıktan sonraki süreçte buna dair doğrusunun bu olduğuna inandığımız için bu mücadeleyi veriyoruz.


“Dokunulmazlıkların kaldırılması yanlıştı, engelleyemedim”

-Belediye operasyonlarıyla ilgili olarak “Bir dönem Kürtlere yapılan şimdi CHP"lilere yapılıyor” söylemi epey yaygın. Özellikle 19 Mart"tan bu yana… Bir dönem “Seni başkan yaptırmayacağız” diyen ve en sert muhalefet olarak görülen Selahattin Demirtaş sekiz yıldır içeride. Sizce gerçekten benzer şey mi yaşanıyor? Farklı süreçler ise farklılığı ne? Bugün olsa dokunulmazlıklar için nasıl bir tavır sergilerdiniz?

O gün de zaten yirmi küsur arkadaş dışındaki bütün CHP'liler orada "hayır" oyu kullanmıştı rakamlara bakarsak. MYK'da ben dokunulmazlıkların kaldırılmasına karşı çıkanların en başında geliyordum ve karşı çıkan dört-beş arkadaştan bir tanesiydik. Daha Mecliste oylama başlamadan önce bile hiç değilse grubun oylamaya girmemesinin doğru olacağını savunuyordum. Ama sonuçta parti oyladı, girildi ve çıkan sonuç yanlıştı. 31 Mart seçimlerinden hemen sonra daha o gün Van'da mazbatayı ikinci olana vermeye çalıştılar. Oraya on milletvekili arkadaşımızı gönderdik. Kürt meselesinde benim genel başkanlığım ve Cumhuriyet Halk Partisi'nin bu yeni yönetiminde yani eski yönetimi böyle bir devr-i sabık olarak nitelendirecek halim yok. Artısıyla, eksisiyle, doğrusuyla, yanlışıyla hepimiz o yönetimin içindeydik. Ama ayrıştığımız, farklı düşündüğümüz çok noktalar vardı. 12 tane askerimiz şehit olmuştu o günlerde. Kışın bulunmamaları gereken, droneların onları koruyamadığı bir yerde.

“Camide linç organize ettiler”

Gel bunun altına imza at dediler. "Ben sizinle bir A4'ün altında buluşup da sorumluluğunuzu ortadan kaldırmam" deyip imza atmadım. Memleketimde camide linç organize ettiler. Şehit cenazesinde saldırdılar. Sonra o caminin olduğu ilçeyi de yüzde altmışla kazanıp kimin linç olduğunu onlara gösterdik ama o imzayı atmadığım gibi on gün sonra aynı bölgeden yeniden şehitler geldi. Yine kağıt uzattılar. Cenazede canımı zor kurtarmışım. Yine imzalamadım. Bu sefer diğer muhalefet partileri de imzalamadı. Öyle bir bildiri çıkmadı. Çünkü o kolaycılık. İşte biz koyarız muhalefetin önüne kağıdı ve imzalarlar. Bu konforlu siyaset alanını Erdoğan'a bırakmadık. O günden bugüne de bırakmıyoruz.

“Kürt seçmenle CHP arasındaki travma aşılmış görünüyor”

Her şeye rağmen yanlış karardı yani. Mesela o süreçte Kürt seçmeninin CHP"ye yaklaşımı çok olumsuz bir noktaya gitmişti. Bugün geldiğimiz noktada artık hani o travma, Kürt seçmenle CHP arasındaki o travma, aşılmış görülüyor.

-Kemal Bey döneminde Zafer Partisi ile protokol yapılması da arayı açmıştı, bu da aşılmış mıdır sizce?

O protokolden parti sözcüsünün bile haberi olmadığı daha sonra ortaya çıkmıştı. Şimdi bir Kemal Bey eleştirisi olarak dönüp oraya bir şey demek istemem. Seçimi kazanma refleksiyle Kemal Bey'in aldığı bir bireysel karar. Zaten hani tartışmadığımız, bilmediğimiz bir meseleydi.

“Denemesi bedava, kayyım atanamaz, kurultayda seçilmeyen CHP"yi yönetemez”

-Net biçimde sormak isterim zira yine tartışılacak, CHP"ye kayyım atanabilir mi, ihtimal var mı?

Kayyım atanamaz. Denemesi bedava. Çok net söylüyorum. Denemesi bedava. Atanamaz Cumhuriyet Halk Partisi'ne kayyım. CHP'yi kurultayda seçilmemiş kimse yönetemez. İstanbul'un emanetine Saraçhane'de sahip çıkıp elimize verilen o bayrağı yere bırakmamışız da Atatürk'ün partisinin bayrağını mı yere bırakacağız? Mümkünü yok. İşin o kısmı çok net. AK Parti ve AK Parti'nin yönetim anlayışından her kötülük beklenir ama o iş o kadar kolay değil. 19-26 Mart arası Saraçhane'de yaşananlar ve o günden bugüne verdiğimiz mücadele milletin elimize verdiği bayrağı yere bırakmamak için. Çünkü siyaset budur yani. Talep edersiniz, ben taşıyacağım dersiniz, verirler. Taşıyıp taşımadığınıza bakarlar. İyi taşımayanın elinden geri alabilirler. Ama bayrağı bırakana bir daha yüzlerine hiç dönmezler. İman ettiğim bir şeydir bu. Bütün arkadaşlar bilir. Millet dönüp bir daha yüzüne bakmaz senin.

“İki kişiye bir şey olsa Demirtaş"tan beter ederlerdi, ölmeyi göze alacaksın”

Örneğin; o günlerde dediler ki "Sokağa mı davet ediyorsun." Ben ilk "Yok, sokağa davet etmiyorum. Hakkım makkım" desem. Şimdi kayyım vardı. "Sokaksa sokak, sokağa davet ediyorum" dedim. Ben bilmiyor muyum? O sokak davetinden sonra akşam çatışmada iki kişinin başına bir şey gelse Demirtaş'tan beter… Adamı aldılar, "Direnmeye davet ediyorum" lafı üzerinden bütün ölümlerin sorumlusu ilan ettiler mesela. Ama bazen ölmeyi, hapse girmeyi göze alamazsan o anda sen bu işin insanı değilmişsin demektir. Yani gelip de Cumhuriyet Halk Partisi'nin genel başkan koltuğunu kendine yakıştırıyorsan "Ben bu işi yaparım abi" diyorsan ölünecek gün öleceksin. Gömülecek gün gömüleceksin. Hapse atılacaksan hapse atılacaksın. Her şeyi göze alacaksın. O yüzden ben göze almışım. Karşımdakiler alamazlar. Bu kadar eminim yani.

“Tehditler geliyor, tedbir alıyoruz”

-Tehdit alıyor musunuz?

Alıyorum, tutuklananlar var. Devletin koruma kararı da var tabii hakkımızda. Ama yani eşimi kızımı tehdit edip tutuklu olan tipler var. Tehditler geliyor, buna uygun tedbirler de alınıyor diyeyim.

“Dokunulmazlığı kaldırmaya cesaret edemezler”

-Dokunulmazlığın kaldırılması endişeniz var mı? Sizce iş buraya kadar gelir mi?

Gelmez. Cesaret edemezler. Çünkü şu anda anayasal dokunulmazlığın ötesinde bir toplumsal dokunulmazlığa sahip olduğumuzu hissediyoruz. Bu 19 Mart sürecinden sonra meydanda herkes birbirine çok sahip çıktığı için bana da sahip çıkıyorlar. O yüzden de hani böyle bir süreçte dokunulmazlığı kaldırıp hapse atmaya cesaret edemezler. O iş, kolay bir iş değil. Dokunulmazlığın kaldırılmasını hangi siyasi görüşten olursa olsun doğru bulmam ve bu bizim için yeni bir mücadele, direniş alanına dönüşüyor.

“TRT ayrı kanal tahsis etsin”

-Cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu"nun duruşmalarının TRT"den yayınlanmasını gündeme getirmiştiniz. Bahçeli"nin olumlu yaklaşımı sonrasında Erdoğan da “Sayın Bahçeli böyle bir şey kullandıysa bana göre gayet güzel bir takdirdir. Hayırlı olur, inşallah diyelim” demişti. Bu konuyla ilgili bir gelişme var mı?

9 Mayıs günü kanun teklifimizi sunmuştuk. Meclis kapanırken de hatırlattık gelin çıkaralım diye ama yanaşmadılar. Şimdi bu komisyon çalışmaları sırasında da hatırlatacağız. Zaten bu Türkiye için aslında genel bir kazanım olacak. Bizim önerimiz şu; yargılanan kişinin ya da tarafların kabul etmesi durumunda yargılamalar televizyonlar tarafından verilebilir. Biz TRT'nin bu sürece yönelik bir kanal tahsis edip tamamını vermesini istiyoruz. Ayrıca isteyen her televizyonun da frekans üzerinden erişip canlı verebilmesini istiyoruz. Şöyle endişeler dile getiriliyor. "Ya TRT iddianameleri, iddiaları verir, cevapları vermez" Doğru yani… Seçimlerde bize beş dakika AK Parti'ye bin 265 dakika veren bir kanaldan ne beklenir yani? Biz kamu yayıncılığı yapması açısından TRT'yi söyledik ama frekans verilerek bütün televizyonlara da açık olmasını savunuyoruz. Herhalde Bahçeli o lafının arkasında duracaktır.

“Etkin pişmanlık rekoru kırıldı, insanların onuruyla oynuyorlar”

-İmamoğlu odaklı soruşturmalarda etkin pişmanlıktan yararlananların sayısı neredeyse 70"e ulaştı. Bunu nasıl karşılıyorsunuz?

Etkin pişmanlıktan yararlanan ya da etkin pişmanlığa zorlanan kişi sayısı hiç normal değil. Zaten hani ortalamaların çok çok çok üstünde. Çünkü bu şuna dönüşmüş durumda; bunlar ilk yola çıkarlarken kişi kendinden bilir işi tabii… "Gör bak mutlaka para alıyorlar, rüşvet alıyorlar ve bu rüşvetleri muhtemel ki yazlıklarında, yayla evlerinde, korumalarının, şoförlerinin evlerinde, şunların orasında, burasında muhtemel ki bu paraları saklıyorlar" dediler. 560 milyar TL'nin peşine düştüler. Delikli kör kuruş bulamadılar da bize bir delikli kör kuruş gösteremediler. Bazı kasalardan dolar alma görüntüleri gördük TRT'de. Ben inanamadım. Yani "Mustafa Akın'ın Ekrem İmamoğlu'nun korumasının yayladaki evinin kasasına ulaşıldı" diyor. Ve dünya kadar dolar çıkarılıyor. Hemen arama tutanağını istedim. "Sadece 48 adet mermi çıktı" yazıyor. TRT'ye dedik bunu nasıl yaptınız? Dediler ki "Yayladaki arama görüntüleri yoktu. Stok video kullandık". Stok video kasadan dolar çıkan video. Bulamadın mı başka? Beni bile kandırdın sen yani. Şimdi bu durumda tabii insanların onuruyla, haysiyetiyle oynuyorlar.

“Fatih Keleş"i tehdit ettiler, oğlunun tutuklanacağını önceden söylediler”

Ben tabii geçmişten beri 270"in üzerinde cezaevine, 350"nin üzerinde ziyaret yapmıştım geçmişte de. Etkin pişman kişi işlediği suçu itiraf edip yargının işini kolaylaştırdı. Kendi itirafıyla bir kereye mahsus kullanılmak üzere cezasında yarı yarıya indirim yapılma olanağı veren bir şey. Şu anda adam 3 - 4 kez etkin pişmanlıktan yararlanıyor. "Bak bu ekran kapanacak" diyor, "10 yıl beni de göremezsin çocuklarını da göremezsin" diyor. Fatih Keleş, isim vererek söyleyebilirim yani. Kandıra Cezaevi"nden alıyor, Çağlayan"a götürüyor. Bir kere bu götürmenin kendi hukuksuz. Yani orada bir trafik kazası olup ölse sen bu adamı niye götürüyorsun? Mahkemeye mi götürüyorsun? Yok. Adam bir talepte mi bulmuş? Etkin pişmanlıkta bulunacağım diye? O zaman götürebilirsin, çağırabilirsin. Yok. Götürüyorlar. Bir odaya alıyorlar. Usule göre avukatın hazır, önceden hazır bulundurulması lazım. Avukat yok ve hiç alınmıyor. Başsavcı var. Olmaması lazım. Soruşturma yürüten üç tane savcı var. Toplam dört kişiler. Diyor ki "beni niye getirdiniz? Ben ifade vermeyeceğim. Avukatım olmadan konuşmayacağım da". "Sohbete çağırdık" diyor. Ya hukuk sisteminde sohbet diye bir şey mi var? Ondan sonra da "anlat bakalım paraları ne yaptın? Kasayı nereye kaçırdın? Gömdün mü?" Diyor ki "yok böyle bir şey". Sonra da diyor ki "Yahu senin bir oğlan varmış, yirmi altı yaşında. Kapalı yer, eve meve bir de giremiyormuş bu ara çok. Şimdi bu çocuk ne yapacak ya? Sıkılmasın." Ertesi gün oğlunu aldı. Şimdi bu yargılama mı? Orta çağda yapılmaz böyle yargılama. Her yerden de itirafçı diye adını sızdırdılar. Adını sızdırdılar bir de hani nasılsa itirafçı olmaktan utanıyordur, oldu diye sızdıralım. Nasılsa bu böyle duyuldu diye atsın bir imza. Olmayan bir şeye imza attırmaya çalışıyorlar. Ben bunlarla ilgili HSK'ya başvuruda bulundum. Müfettiş görevlendirmelerini bekliyoruz, muhakkak görevlendirmeleri bekliyoruz. Teker teker. Bekar mısın? Evli misin? Yok. Bekarım. E çocuklar kimle kalıyor? Benle. E şimdi kim bakacak onlara? Hay Allah. İyisi mi sen buradan Silivri'ye dönme. Sen buradan evine git. Hadi at şu imzayı... Böyle yargılama mı olur yani?

“Savcı, kafasındaki kurguyu anlattırıyor, baskı kalkınca yeni bir sürecin başlayacağını düşünüyorum”

Şu an etkin pişmanlıktan yararlananların ilerleyen süreçte bu baskı kalkınca bunu baskı altında yaptıklarını söyleyeceklerini ve yeni bir sürecin başlayacağını düşünüyorum. Çünkü bu soruşturma savcılığından canını kurtarmaya çalışıyor insanlar yani. Mesela ilk başlarda şey diyordum "ya olmayan bir şeyi nasıl söylerler." Sonra anladım ki bu etkin pişmanlık mesela adam üç sayfa ifade vermiş, beş sayfa ifade vermiş, üç gün sürmüş. Savcı anlattıkça anlatıyor. Savcı kendi kafasındaki kurguyu anlatıyor ve anlattırmaya çalışıyor. Bir yandan düşünüyor insan kendi çocuğunu, kendi yakınlarını mesela. İnsan kendi katlanıyor da senin yüzünden çocuğunu atıyorlar falan. O yüzden bu etkin pişmanlık müessesesi çok toksik bir müessese haline geldi. Bence zaten rakamlar da koyacaktır ortaya.

“Seçim için toplumsal talep yaratacağız”

-Tuncay Özkan, erken seçim için vekiller ve belediye başkanlarının istifa etmesi önerisinde bulundu. Bunu nasıl değerlendirirsiniz? Mitingler, mevcut kampanyalar dışında bir şey olacak mı?

Erken seçime zorlamak için ne yapmak gerekiyorsa yapalım ama milletvekillerinin istifa ettirilmesi erken seçim değil, ara seçime yol açar. Çekildiğin meclise bir daha giremeyeceğin için de adamlara 450 milletvekili verirsin. Yoksa bir dakika beklemeyiz. Belediye başkanlarını istifa ettirelim. E yerine meclis içinden yenisi seçilecek. Belediyeler el değiştirecek. Erken seçim zorlamak için birçok şey yapacağız ama önce Cumhurbaşkanlığı aday ofisi üzerinden halka projeleri anlatacağımız seferberlik hali olacak. Bir ay içinde bin 380 ziyaret planladık. CHP bu seçime gerçekten hazır ve gerçekten istiyor meselesini yerleştirmek bence çok önemli. Erken seçim talebimizin vazgeçilemez ve ertelenemez bir toplumsal talebe dönüşmesini sağlamamız lazım. Yoksa bizim istememiz, Tayyip Bey'in kaçmasından beklediğimiz sonucu alamayacağımız kesin.

“Cellatlık yaptırıyorlar”

-Bazı savcılarla ilgili sert sözleriniz oldu, bir dönüş yaşandı mı?

İstanbul'daki bu soruşturmayı yürüten ve en sert işleri yapan, cezalandırmaları, uzağa sürgünleri yapan, tehditler eden, beyaz Torosları koyan adam FETÖ'nün okulundan mezun. FETÖ'nün okulunda çocuk okutanı attılar. Babası FETÖ'nün okulunda hademe olanı attılar. Beyaz Torosçu, FETÖ'nün öğrencisi, FETÖ yetiştirmiş. Onu atmak akıllarına gelmemiş. Şimdi FETÖ'nün okulunda okumuş yeni bir hâkim almışlar. Stajını devrin AK Partili bakanının bürosunda yapmış adamı almışlar, getirmişler ki onun da sorarsan o da FETÖ'cü diye en çok söyledikleri kişi… Yani okuduğu okul FETÖ'cü, staj yaptığı kişiye kendileri diyor zaten. Şimdi o adama Türkiye'nin en kritik davasını vermişler. Cellatlık görevi yaptırıyorlar.


“O günkü şartlarda Kemal Bey"le konuşacak bir şey yoktu”

-Kemal Kılıçdaroğlu"nun sizinle görüşmek istemediği doğru mu?

En son taziyeye gittim. Ondan önce de ne zaman istesek görüştük. Altan Öymen cenazesinde de geldi, oturdu makam odasında. Önceki genel başkanlara nasıl davranılması gerekirse öyle davranıyorum Kemal Bey'e. Saygıda hiç kusur etmiyorum. Kemal Bey de böyle ikili diyaloglarda hiç kusur etmiyor. Ama onun dışında bu 15 Haziran sürecinde giden arkadaşlara "eğer olursa Özgür Özel'i de çağırırım" demişti.

O süreçte bana dediler ki "Gidip konuşacak mısın?" O şartlar altında konuşacak bir şey yoktu ama ben geçen sene tüzüğü yaparken de randevu aldım, gittim. Tüzük hakkında Mansur Başkan ve Ankara İl Başkanı varlığında uzun bir sunum yaptım kendisine. Böyle böyle yapacağız diye. Yani yapmam gereken her şeyi yapıyorum, yapmaya da devam edeceğim.

“O süreçten ne parti ne Kemal Bey yarar gördü, artık geride bırakıyoruz”

Ümit ediyorum o partinin sürekli televizyonlarda tartışıldığı süreçleri de artık geride bırakıyoruz. Daha sağlık olsun. Ne parti yarar gördü bundan ne Kemal Bey yarar gördü. Hiçbirimiz yarar görmedik yani.

Şimdi mesele Tayyip Bey'i yıpratma zamanı, AK Parti'yi yıpratma zamanı yani. Biz birbirimizi niye yıpratalım? Bana "siyasetteki başarın veya yeteneğin nedir" dersen ben, sahadaki tansiyonu okurum. Yani sokağa çıktığımda anlarım vatandaşın ne düşündüğünü. Şu anda vatandaş CHP'nin bir mağduriyet yaşadığını, bir siyasi saldırı altında olduğunu, haksızlığa uğradığını düşünüyor ve bu yüzden de ahlaki üstünü CHP'de tutuyor. AK Parti'nin yaptığını ahlaki bulmuyor. Ahlaki üstünlük, siyasette psikolojik üstünlüğü getiriyor. Çoğunluk enerjisine çevirmek de maharettir. Şu anda Cumhuriyet Halk Partisi çok önemli bir şey yapıyor. Ahlaki üstünlüğü psikolojik üstünlüğe siyaseten çevirmiş durumda ama bunu bir çoğunluk enerjisiyle destekliyor.

“Her kesimden razılık duyan bir siyasi güçteyiz”

Bu komisyon tartışmasında da 280 küsur şehit ve gazi derneğini gezdik. Hepsinin söylediği CHP'nin tutumundan razıyız. Bu ahlaki üstünlük elinizde olmadan, psikolojik üstünlüğü elde tutmayarak ve çoğunluk enerjisiyle sahada desteklenmeyerek yapılabilecek bir iş değil. Hem DEM'li seçmenden hem milliyetçi seçmenden hem şehit ailelerinden hem Cumartesi Annelerinden razılık duyan bir siyasi güçteyiz.

Parti kedisi Zafer

Özel, söyleşiye başlarken, koşup gelen ve masaların üzerinde rahatça gezinen CHP Genel Merkezi"nin kedisi Zafer"i anlattı. Zafer"in isminin CHP"nin birinci parti çıktığı 31 Mart 2024 seçimi gecesi doğmuş olmasından geldiğini söyleyen Özel, şunları anlattı:


İzmir'de doğdu, sokağa terk edilmişti. Dört kardeştiler. Hatta gecenin 12'si gibi o an yeni seçilen belediye başkanı aradı. Ben de "daha ilk geceden görüntülü görüşmeler başladı" dedim. Bir açtım. Dedi ki "Genel başkanım bunları bulduk. Biz bunu aldık. Siz hangisini istersiniz?" "Beyazı alalım" dedim. Bir ay sonra falan geldi. O zaman geldiğinde de çok küçüktü böyle. Alman sosyal demokrat Lars Klingbeil, geldiğinde gördü. "Parti kedisi" dedi. Aradı eşini, diyor ki "Özgür'ün makam odası var, bizim genel merkez kadar. İçinde de parti kedisi var." Kadın anlayamadı. "Parti kedisi mi" diye sordu. Sonra Almanya'ya gittiğimde TikTok hesaplarında sordular bana. "Lars"a da tavsiye ediyoruz" dedim. Sonra o da TikTok hesabından canlı yayına katılmış. "Özgür Özel'in bize bir parti kedisi hediye etmesini bekliyoruz" demiş. Ona da hediye edeceğiz. Şero"yu hatırlıyorsunuz, onun da anıt mezarı var bahçemizde. Zafer, hiç kötülük görmediği için herkese çok güveniyor.

                                                                  ***

Ekrem İmamoğlu'nun diploma iptaline karşı yürütmeyi durdurma talebi reddedildi -Cengiz Anıl Bölükbaş-

imamoğlu diploma cengiz psd

İstanbul 5. İdare Mahkemesi, 23 Mart'tan beri tutuklu olan CHP'nin Cumhurbaşkanı adayı ve İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun diploma iptaline karşı yürütmeyi durdurma talebini reddetti. 

23 Mart'tan beri tutuklu olan CHP'nin Cumhurbaşkanı adayı ve İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun avukatları, 6 Mayıs’ta İstanbul 5. İdare Mahkemesi’ne yaptıkları başvuruyla İstanbul Üniversitesi’nin 18 Mart’ta İmamoğlu’nun diplomasını iptal etmeye yönelik kararını mahkemeye taşımıştı. 

İmamoğlu’nun ‘yürütmeyi durdurma istemiyle’ açtığı davaya bakan İstanbul 5. İdare Mahkemesi, 20 Mayıs'ta verdiği ara kararla İstanbul Üniversitesi Yönetim Kurulu’ndan ve üniversite rektörlüğünden iptal kararı ve yatay geçiş mevzuatlarına ilişkin 23 adet dosyayı kendilerine iletmelerini istemişti.

Mahkeme, aynı zamanda üniversiteden, eksik ya da mevzuata aykırı hususların hangi açıdan diplomanın iptal edilmesine gerekçe olarak gösterilen ‘yokluk ve açık hata hali oluşturduğu’ durumunun ayrıntılı olarak izah edilmesini de talep etmişti.

Mahkeme, belgelerin 13 Haziran’a kadar kendilerine iletilmesini talep ederken üniversite, istenen 23 belge için mahkemeye bir yazı göndererek kararda istenen bilgi ve belgelerin temini için 30 günlük ek süre talep etmişti.

İstanbul Üniversitesi, 13 Haziran'a yetiştiremeyip ek süre talep ettiği belgeleri 3 hafta sonra mahkemeye sunmuştu. 

İstanbul 5. İdare Mahkemesi, 25 Temmuz'da yürütmenin durdurulması talebini görüştü. 

Mahkeme, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun 27. maddesinin 2. fıkrasına atıf yaparak, "idari mahkemelerin, idari işlemin uygulanması halinde telafisi güç veya imkansız zararların doğması ve idari işlemin açıkça hukuka aykırı olması şartlarının birlikte gerçekleşmesi durumunda, davalı idarenin savunması alındıktan veya savunma süresi geçtikten sonra gerekçe göstererek yürütmenin durdurulmasına karar verebilirler" hükmüne yer verildiğini hatırlattı. 

Yürütmenin durdurulmasına karar verilebilmesi için iki şartın birlikte gerçekleşmesi gerektiğini belirten mahkeme, şartların birlikte gerçekleşmediğini kanaatiyle, yürütmenin durdurulması talebini reddetti.

Kararı nöbetçi başkan ve nöbetçi üyeler verdi.  

Hakimler ve Savcılar Kurulu (HSK) Birinci Dairesi, 2025 yılı Adli ve İdari Yargı Ana Kararnamesi'ni 20 Haziran’da duyurmuştu. Kararname kapsamında adli yargıda 3 bin 698, idari yargıda ise 338 olmak üzere 4 bin 36 hakim ve savcının görev yerinde değişikliğe gidilmişti.  

Yeni atamalar kapsamında, İmamoğlu’nun İstanbul 5. İdare Mahkemesi’nde lisans diplomasının iptaline karşı açtığı yürütmeyi durdurma davasına bakan mahkeme heyeti de dağıtılmıştı.

Davaya bakan İstanbul 5. İdare Mahkemesi’nin başkanı Recep Şendil, kararnameyle ‘İstanbul Bölge İdare Mahkemesi Üyeliği’ görevine, mahkeme üyelerinden Gün Yazıcı da İstanbul Bölge İdare Mahkemesi Üyeliği'ne getirilmişti. Mahkemenin bir diğer üyesi Neslihan Türkcan Demir’in ise görev yeri değiştirilmemişti. 

HSK’nin yayımladığı son ‘müstemir yetki kararnamesi’ kapsamında ise dağıtılan heyetten boşalan koltuğa yapılan yeni atamalar belli olmuştu. İmamoğlu’nun davasının görüldüğü 5. İdare Mahkemesi Başkanlığı’na daha önce Giresun İdare Mahkemesi Başkanı olarak görev yapan İlter Amil atanırken Yazıcı’dan boşalan 5.İdare Mahkemesi Üyeliği’ne ise Kocaeli İdare Mahkemesi Üyesi Sümer İncedal getirilmişti. 

Bursa'daki orman yangını 5'inci gününde kontrol altına alındı

Bursa'daki orman yangını 5'inci gününde kontrol altına alındı

Bursa’nın Kestel ve Gürsu ilçelerindeki orman yangını 4’üncü gününde, Orhaneli ve Harmancık ilçelerinde etkili olan orman yangını ise 5’inci gününde kontrol altına alındı. 

Orhaneli ilçesi Harmancık yolu Meyran mevkisinde 26 Temmuz saat 16.00 sıralarında çıkan orman yangını, rüzgarın da etkisiyle geniş bir alana yayıldı. Aynı gün saat 17.30 sıralarında Kestel ilçesi Ağlaşan Mahallesi yakınlarında çıkan orman yangını da Gürsu ilçesine ulaştı.

Alevlere, 35 hava aracı, 1136 kara aracı ve 2 bin 600 personel ile havadan ve karadan müdahale edilirken, Gürsu ilçesine bağlı 170 haneli Karahıdır Mahallesi’nde 680, 220 haneli İğdir Mahallesi’nde 880, Kestel ilçesine bağlı 150 haneli Ağlaşan Mahallesi’nde 250, Harmancık ilçesine bağlı 10 haneli Saçaklı Mahalllesi’nden 35, 60 haneli Çakmak Mahallesi’nden 250, 20 haneli Çamoğlu Mahallesi’nden 30, 250 haneli Çatalsöğüt Mahallesi’nden 350, 30 haneli Ilıcaksu Mahallesi’nden 62, 35 haneli Dutluca Mahallesi’nden 76, Orhaneli ilçesine bağlı 80 haneli Yakuplar Mahallesi’nden 300, Osmangazi ilçesine bağlı 90 haneli Avdancık Mahallesi’nden 250, Büyükorhan ilçesine bağlı 200 haneli Gedikler Mahallesi'nden 600 kişi olmak üzere toplam 12 mahallede 1315 hane ve 3 bin 763 kişi güvenli bölgelere tahliye edildi.

Kestel-Gürsu ilçelerindeki orman yangını 4’üncü gününde kontrol altına alınarak söndürülürken, bölgedeki soğutma çalışmaları ise hala sürüyor. Orhaneli-Harmancık ilçelerindeki orman yangınının 5’inci gününde kontrol sağlanıp, soğutma çalışmaları başlarken, bölgedeki son kontroller yapılıyor.

Bursa Büyükşehir Belediyesi: Harmancık'taki yangın kontrol altına alındı

Bursa Büyükşehir Belediyesi’nden yapılan açıklamada Harmancık’taki orman yangınının enerjisinin sönümlendiği, bölgede söndürme çalışmalarının başarıya ulaştığı belirtilerek, şu ifadeler kullanıldı:

“Harmancık ilçemiz sınırları içerisinde meydana gelen üzücü orman yangınının enerjisi sönümlenmiştir. Bölgede söndürme çalışmaları başarıya ulaşmış olup; süren faaliyet soğutma amaçlıdır. Ekiplerimiz, soğutma çalışmalarına destek ve tedbir amacıyla 7/24 esasına göre bölgedeki çalışmalarına devam etmektedir. Dün kontrol altına alınan yangını soğutma işlemleri, sabah saatleri itibari ile sisli bir havada devam etmektedir. Bursa Büyükşehir Belediyesi ekiplerimiz, 157 araç ve 335 çalışma arkadaşımız ile soğutma çalışmalarına destek ve tedbir amaçlı olarak sahadaki görevlerini aralıksız sürdürmektedir. Dün gece itibari ile yeniden enerji verilen Çakmak ve Çamoğlu köylerimizde, soğutma çalışmaları nedeniyle tedbiren kesinti uygulanmaktadır."

                                                         ***

Dolandırıcılık da seviye atladı: 6 Şubat depremlerini fırsat bilen dolandırıcılar Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nı mesken tutmuş!-Asuman Aranca-

Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde sahte evrak imzalatmışlar

Dolandırıcılık da seviye atladı: 6 Şubat depremlerini fırsat bilen dolandırıcılar Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nı mesken tutmuş!

Ankara’da son yılların en ilginç dolandırıcılık olaylarından birinin yaşandığı ortaya çıktı. 50 binden fazla vatandaşın hayatını kaybettiği 6 Şubat depremlerini fırsat bilen dolandırıcılar, aralarında ünlü iş insanlarının da bulunduğu vatandaşları “bölgenin yeniden inşası için yapılacak olan deprem konutları ihalelerini verecekleri, hazine arazilerini tahsis edecekleri” vaadiyle kandırarak milyonlarca liralık vurgun yaptı. Vatandaştan para koparmak için hazırladıkları sahte ihale evrakını Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın 13.,14. ve 15. katlarında bulunan toplantı salonlarında imzalatan dolandırıcılar, bakanlık binasına girmek için sahte personel kartları düzenledi. Genel müdür, daire başkanı gibi sıfatlar kullanan dolandırıcıların, inandırıcı olması için Bakanlığın resmi hesabına dahi para yatırttıkları anlaşılan olayda, Dubai’de yaşayan iş insanı Haluk Yiğit Yalınkaya’nın yaklaşık 3 milyon dolar, Mersin’deki Gaye Okulları’nın sahibi Nezir Arslan’ın da 7 milyon lira kaptırdığı anlaşıldı. Mağdurlardan biri ise, “çakarlı araçla alınarak, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ndeki danışman odalarının bulunduğu koridordan geçirildiğini ve bir odaya götürüldüğünü, burada kendisine evrak imzalattırıldığını” anlattı. Savcılık, çuval çuval paraların taşındığı olayla ilgili 15 şüpheli hakkında “resmî belgede sahtecilik” ve “dolandırıcılık” suçlarından dava açtı.

Bakanlık suç duyurusunda bulundu

T24’ün ulaştığı dava dosyası, dolandırıcıların Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nı adeta mesken tuttuğunu ortaya çıkardı. İddianameye göre, 11 ilin etkilendiği 6 Şubat depremlerindeki büyük yıkımın ardından bölgenin devlet eliyle onarılması amacıyla Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bünyesindeki çalışmaları fırsat bilen dolandırıcılar iş insanlarını milyonlarca lira dolandırdı. “Deprem konut ihalelerini alacaklarını, inşaat için kendilerine hazine arazisi tahsis edileceğini” sanan iş insanları, dolandırıldıklarını anlayınca soluğu isimleri kullanılan daire başkanlarının, genel müdürlerin odasında aldı. Ancak görüştükleri kişiler ile gerçek müdür ve daire başkanlarının farklı kişiler olduğunu anlayan mağdurlar, kendilerini dolandıran isimlerden şikayetçi oldu. İdari soruşturma başlatan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, yapılan araştırmanın sonucunda Ankara Başsavcılığına suç duyurusunda bulundu.

Bakanlık kapısında karşılayıp, toplantı salonuna götürdüler

Başsavcılık, suç duyurusu üzerine başlatılan soruşturma kapsamında Bakanlığın kamera kayıtlarını incelemeye alarak şüpheli ve mağdurları tespit etti. Yapılan incelemede mağdurların Bakanlık girişinde şüpheliler tarafından karşılanarak, 13. 14 ve 15. Katlarda kendisini üst düzey yetkili, daire başkanı, genel müdür gibi sıfatlarla tanıtan Mesut Kupen ya da Nurgül Kara’nın yanına götürüldüğünü belirledi. Tespitlerin ardından savcılığın talimatıyla mağdurların ifadesi alındı.

İş insanı ile dolandırıcıları eski hâkim tanıştırmış

Bu kapsamda ifadesi alınan Mersin’deki Komşu Mağazaları ve Gaye Okulları’nın sahibi Nezir Arslan, Hatay’da deprem konutu inşaat ihalesi alacağı vaadiyle 7 milyon lira kaptırdığını anlatırken, kendisini dolandırıcılarla tanıştıran kişinin eski hâkim Bekir Kara olduğunu söyledi. Arslan ifadesinde, Bekir Kara’nın kendisine Cumhurbaşkanı Külliyesi’nde tanıdıkları olduğunu, birçok iş takibi yaptığını, bu şekilde devlet bürokrasisinde ağır aksak ilerleyen ihale gibi işleri hızlandırdığını söylediğini aktardı. Kara’nın kendisine birlikte iş yapmayı teklif ettiğini aktaran Arslan, Kara tarafından Ankara’da Fatma Gül Güner isimli bir kadınla tanıştırıldığını kaydetti.

Arslan, Fatma Gül Güner’in Çevre Şehircilik Bakanlığının üst bürokrasisinde Külliye merkezli tanıdıklarının olduğunu, almak istediği ihaleler için Külliye üzerinden talimat verdirip işlemleri çok hızlı bir şekilde takip edeceğini, şirket adına evrakını hazırlamasını söylediğini belirterek, danışmanlık için kendisi, Bekir Kara ve bahsettiği diğer kişiler adına 7 milyon lira danışmanlık ücreti istediğini söyledi.

“Bakanlığın 15. katında sözleşme imzaladım”

Bu kapsamda ilk etapta Güner’in oğlunun hesabına 1 milyon lira gönderdiğini, ihaleyi alacağı düşüncesiyle evrakını hazırladığını, danışmanlık için istenen paranın kalan kısmı olan 6 milyon lirayı da Bekir Kara’nın hesabına emaneten gönderdiğini belirten Arslan, daha sonra Ankara’ya çağırılarak kendisini Daire Başkanı Yasemin Çelik olarak tanıtan bir kadın ve beraberindeki bir erkeğin Çevre Şehircilik Bakanlığı’nın 15.Katındaki toplantı odasında sözleşme imzalattıklarını kaydetti. Dolandırıcıların, Bakanlık hesabına da 30 bin lira harç ücreti yatırmasını istediklerini belirten Arslan, yaşadıklarını şöyle anlattı:

“Sözleşme belgelerini Bakanlıkta imzalayınca ve bana atılan referans numarasına istinaden Kurum hesabına 30 bin lira harç yatırdıktan sonra, beni yönlendiren Yasemin Çelik ve Atilla Soylu'ya güvenerek Bekir Kara’ya talimat vererek parayı kendilerine verebileceğini söyledim. İşlemlerin ve resmiyetin devamını beklediğim sürecin sonlanmaması sonucunda kuşkuya kapıldım ve Bakanlığa giderek Yasemin Çelik ile görüşmek istedim. Nitekim burada Yasemin Çelik isminde bir daire başkanı var ve makamına beni kabul etti. Makama girince sözleşmeleri imzalamadan önce beni karşılayan bayanın gerçekte Yasemin Çelik olmadığını anladım.”

“Külliye’ye para yatıracağız” demişler

Soruşturma kapsamında beyanı alınan mağdurlardan Yusuf Ateş de İzmir’deki bir hazine arazisinin tahsis edileceği vaadiyle kandırıldığını anlattığı ifadesinde, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde kendisine sahte evrak imzalattırıldığını söyledi. Ateş, bir tanıdığı vasıtasıyla Nurgül Kara isimli bir kadınla tanıştığını, Kara’nın kendisini Cumhurbaşkanlığı ve Çevre Şehircilik Bakanlığı’nda çalışanlarla iyi ilişkisinin olduğunu söyleyerek kendisini Ankara’ya davet ettiğini söyledi. Ankara’ya gelerek Kara ile görüştüğünü, Kara’nın istediği araziler için araştırma yapacağını söylemesi üzerine tekrar İzmir’e döndüğünü kaydeden Ateş, bir süre sonra tekrar arandığını ve araziler için rayiç bedelin belirlendiğinin söylenerek, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde muhtelif birimlerine yatırılması için yanında para getirmesinin istendiğini aktardı.

“Ödeme Cumhurbaşkanlığı’nda yapılacak”

Ateş, bir kez daha Ankara’ya gelerek Nurgül Kara ve beraberindeki Erkan Şenyurt isimli kişiyle buluştuğunu, bu kişilerin çok fazla telefon görüşmesi yapmasından şüphelenerek vazgeçmek istediğini söylediğini ancak Nurgül Kara’nın Cumhurbaşkanlığında satış işlemlerine ilişkin randevu ayarladığını ve görüşme yaptıracağını söylemesi üzerine ikna olduğunu belirtti. Kara’nın, satış işleminin o gün bitirileceğini ve ödemenin cumhurbaşkanlığında yapılacağını söyleyerek parayı üzerine alması için kendisini ikna ettiğini kaydeden Ateş, Cumhurbaşkanlığına gidip görüşme yapacağını düşünürken ‘daha vakit var’ denilerek Çukurambar’daki bir pastaneye götürüldüğünü ifade etti.

“Çakarlı araçla götürdüler, Külliye’de imza attırdılar”

Ateş ifadesinin devamında şunları söyledi:

“Aynı gün 14.30 sıralarında çakar lambalı iki araç geldi. Beni bir araca bindirdiler. Bu araçta şoförlük yapan kişi Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde şoför olduğunu söyledi. Bu şoförün kullandığı araç ile Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ne girdik. Şoför beni başdanışmanların odalarının olduğu holden geçirdi ve bir odaya bıraktı. Odaya kendisini Zafer olarak tanıtan bir kişi geldi. Odada yaklaşık 10 dakika görüştük. Bir dosya içerisinden çıkartmış olduğu 3 adet evrakı bana imzalattı, parayı getirip getirmediğimi sordu. Paranın aracımda bulunduğunu söyledim. İlgili arsanın ödemesi olan 6 milyon 500 bin lira parayı göndereceği kişilere vermemi söyledi. Ben de tüm bu işlemler Külliye’de gerçekleştiğinden ve herhangi bir olumsuzluğun olmadığını düşündüğümden parayı verebileceğimi söyledim ve beni getiren aynı araç ve şoför ile tekrar pastaneye gittim, aracımdan parayı aldım ve Erkan Şenyurt ve Hüseyin isimli kişilerin bulunduğu 2 ayrı araca parayı ikiye bölerek teslim ettim”

“Onay süresi vakit alıyor”

İkinci arsa için daha sonra tekrar Ankara’ya çağırıldığını, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde gördüğü Zafer ile buluşarak 7 sayfalık sözleşmeye imza atıp, 1 milyon lira daha ödeme yaptığını kaydeden Ateş, “Aynı gün İzmir’e geri döndüm ve beni Zafer isimli kişi aradı. Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile evrak hazırlanacak, onay süresi biraz vakit alıyor dedi ve birkaç gün bana beklememi söyledi. Bu süre zarfında Zafer ile görüşmeler yaptım ancak sonrasında bu kişiye ulaşamadım. Daha sonra Nurgül Kara’ya ulaştım ancak beni oyaladılar. Dolandırıldığımı anladım” dedi.

Erciyesspor'un eski başkanı da şüpheli

Dolandırıcıların tuzağına düşen bir diğer mağdur olan Akif Arifoğlu da Adıyaman’da deprem sonrası yapılacak 250 konutluk köy evleri yapım ihalesini verecekleri vaadiyle kandırıldığını aktardı. İfadesinde, eski Çevre ve Şehircilik Bakanı Mehmet Özhaseki’ye yakınlığı ile bilinen Kayseri Erciyesspor eski başkanı Saffet Külahçı’nın da dolandırıcılarla birlikte hareket ettiğini öne süren Arifoğlu, benzer yöntemlerle dolandırıldığını, kendisine de bakanlığın 14. Katındaki toplantı odasında sahte sözleşme imzalattırıldığını söyledi. 14 milyon 500 bin lira kaptıran Arifoğlu, dolandırıldığını anlayınca Saffet Külahçı’ya ulaştığını belirterek, “Mağduriyetimi gidermek için Kayseri Melikgazi ilçesinde kendisine ait bir taşınmazın tapusunu vereceğini söyledi. Bu tapunun üzerine kamu icraları vardı, ben de 2 milyon 500 bin liralık icra borcunu ödedim. Taşınmaz kardeşim adına devroldu ancak Külahçı daha sonra mahkeme aracılığıyla mülke tedbir koydurdu. Şahıslardan şikayetçiyim” ifadelerini kullandı.

Sahte evraka avukat da inandı

Şüphelilerin asıl vurgunu yaptığı olay ise Dubai’de yaşayan iş insanı Haluk Yiğit Yalınkaya’nın dolandırılması olayı oldu. İddianameye göre, Türkiye’de inşaat projesi için arazi arayışında olan Yalınkaya, İstanbul ve Bodrum Türkbükü’ndeki 5 arazinin alımı için Salih Usta isimli kişiye vekalet verdi. Yalınkaya, Usta’yı, 2 yıl önce tanıştığı ve kendisini bakanlıkta müdür olarak tanıtan Mehmet Güroğlu ile irtibatladı. Güroğlu, görüşme yaptığı Salih Usta’ya bakanlıktaki işleri “amirim” diye bahsettiği Mehmet Savaş ile birlikte takip ettiklerini söyledi. Yalınkaya adına işleri takip eden Usta, bir süre sonra şüpheliler tarafından Bakanlığa çağırıldı. Beraberinde Yalınkaya’nın avukatını da Bakanlık binasına götüren Usta, olaya ilişkin ifadesinde Bakanlık binasında kendisine gösterilen evraka avukatın da bir usulsüzlük yok diyerek onay verdiğini ve bunun üzerine imzaladığını anlattı.

“Örtülü ödeneğe para vereceğiz”

İmzaların ardından Usta iş insanı Yalınkaya adına şüphelilere parça parça toplamda 2 milyon 920 bin dolar ödeme yaptı. Olaya ilişkin ifadelerinde Yalınkaya ve Usta, şüphelilerin bir kısım paraları “örtülü ödeneğe vereceğiz” diyerek istediklerini anlattı. İşlemler yapılırken cep telefonuna CSB isimli bir göndericiden SMS geldiğini söyleyen Yalınkaya, mesajın Çevre ve Şehircilik Bakanlığından geldiğini düşündüklerini, polis tarafından aranınca dolandırıldıklarını anladıklarını belirtti. Yapılan araştırmada SMS’i gönderen CSB isimli şirketin olaydan hemen önce kurulan paravan bir şirket olduğu anlaşıldı.

Savcılık yapılan soruşturma sonucunda aralarında 86 yıl sonra kapanan Kayseri Erciyesspor’un eski Başkanı Saffet Külahçı’nın da bulunduğu 9’u tutuklu 15 şüpheli hakkında “resmi belgede sahtecilik ve dolandırıcılık” suçlarından iddianame düzenledi. İddianame Ankara 16. Ağır Ceza Mahkemesince kabul edildi.

                                                         ***

Fidan 23 yıldır AK Parti hâkimiyetindeki Dışişleri’yle kavgalı mı?-Barcın Yinanç-

Hakan Fidan Dışişleri bakanı olduğundan beri sürekli bir yap boz, deneme yanılma halini andırır değişiklikler birbirini izliyor. 23 yıllık AK Parti iktidarının Dışişleri’yle kavgalı sanki. Sonuçta Dışişleri Bakanlığı 23 yıldır AK Parti iktidarının altında faaliyet gösterdi. Getirilen değişiklikler bakanlığın DNA’sıyla da oynamaya kararlı olduğunu gösteriyor.

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, gittiği bazı ülkelerdeki büyükelçileri sözlü sınava tâbi tutuyor.

Her ikisi de uzak diyarlarda iki büyükelçi sorduğu soruların yanıtlarını bilmediği ya da doğru yanıt vermediği için anında geri çekildi. Bunlardan birinin “Sizi çok fit gördüm” diyen Bakan’a günde 4-5 saat spor yaptığını söylemesinin durumunu daha zora soktuğu anlaşılıyor.

Size Türkiye’ye dair 100 soru sorsalar, 100’ünü de bilemeyebilirsiniz. 

Sorulan soruları tam bilemediğim için, ne kadarı o ülkeyle Türkiye arasındaki ilişkiler açısından mânâlı, ne kadarı o ülkeyi analiz etmek için gerekli konulara dairdi, bir şey söyleyemiyorum.

Ancak ayak kaydırmak için tuzak soru sorma niyeti de göz ardı edilemez. 

Dışişleri’nde, bahse konu soruların yanıtlarının bilinmesi gerekirdi, diyen de var; kötü niyetli tuzak sorular olduğunu düşünen de var. 

Tabii bir de işin siyasî atama boyutu var. Sayın Bakan’ın siyasî atama büyükelçileri benzer bir sözlü sınava tâbi tuttuğunu hiç sanmıyorum.

Bundan sonraki siyasî atamaların da yeni uygulama çerçevesinde büyükelçi olabilmek için yedi tane sözlü sınav geçmesi de elbet söz konusu olmayacak. Onlar tepeden uçarak gelmeye devam edecek.

Ama artık belli ki kariyer diplomatlar sınav manyağı olacak. Emekli büyükelçi Hasan Göğüş’ün saptamasına göre, yeni kabul edilen kurallar çerçevesinde büyükelçi olana kadar en az yedi sözlü sınavdan geçecekler.

Eskiden kılı kırk yarar, az sayıda insan bakanlığa alınırdı. Şimdi yüzer yüzer alalım, sonra sınavlarla eleyelim gibi bir anlayış geldi. Tabii buradaki eleme, aynı zamanda “ideolojik” eleme. Bakanlık diplomatlarını sürekli AK Parti çizgisinde tutma hali, “Bizden mi değil mi” sorgulaması kurumsallaşıyor.

Halbuki sözlü sınavlar kanımca çok subjektiftir. Kayırmacılık iddialarına korkarım kapı aralar. Aylar önce Bakan Yardımcısı Nuh Yılmaz’ın kızının Dışişleri sınavını birincilikle kazandığı bilgisini aldım. Muhtemelen bunun üzerinden eleştirel bir yazı yazacağım varsayıldı. “Bileğinin hakkıyla almıştır” dediğimde kimse ikna olmadı. 

Ne yazık ki, “Ayrımcılığa kapı arayan türden” uygulamalar bileğinin hakkıyla sınavları kazananları da töhmet altında bırakır. Hele de Hasan Göğüş’ün belirttiği gibi, sınav komisyonuna dışardan birilerinin gelip karar verici olması söz konusu olacaksa.

Üstünde durulması gereken bir başka garabet de hakemli dergilerde yayımlanan yazıların, başarı belgesi veya teşekkür belgesinin ek puan getirmesi. “Efendim yurt dışında da buna benzer uygulamalar var” demesinler. Burası AK Parti Türkiye’si. 

AK Parti iktidarı akademi dünyasının altını öyle oydu ki, dergilerde makale yayımlamak ne kadar büyük marifet gerektirir oldu emin değilim. 

20 küsur yıllık AK Parti Türkiye’sinde 10 günde 10 ayrı başarı ve teşekkür belgesi de üretebilirsiniz.

“Beni çok özleyeceksiniz”

Bir önceki Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, bakanlıktan ayrılırken “beni çok özleyeceksiniz” demiş. Kimsenin Çavuşoğlu’nun hakaretlerini, bağırış çağırışlarını, aşağılamalarını özlediğini sanmıyorum. 

Ama doğruya doğru, Çavuşoğlu bakanlığın yapısıyla bu kadar oynamadı.

Hakan Fidan, bakanlığın DNA’sı ile oynuyor. 23 yıllık AK Parti iktidarının eseri Dışişleri’yle kavgalı sanki. 

Sonuçta Dışişleri Bakanlığı 23 yıldır AK Parti iktidarının altında faaliyet gösterdi. Bakanlık bu kadar kötüyse 23 yıllık AK Parti dış politikası topal aksak mı yürüdü?

Kendisi ne kadar farkında bilmiyorum ama dışardan getirdiği ekibi süreli bir yapboz hali içinde. Bölümler değişiyor, isimleri değişiyor; sonra o isim beğenilmiyor, yeniden başka isimler bulunuyor. 

Yapılan değişiklik üzerinde yapılan değişikliğe dair bildirimler birbirini kovalıyor. Geçenlerde duydum; bir dairenin adı “asılsız iddialarla mücadele” diye değiştirilmiş. Kafkaesk bir ad olmuş.

Tüm bunlar olurken, Dışişleri kendi içine kapanan, inisiyatif almaktan kaçınan, yaratıcı düşünce alanının giderek daraldığı bir kurum olmaya doğru gidiyor.

Dışişleri’nin sıradanlaşması

Bu yazıyı, emeli büyükelçi Volkan Vural’ın “Olağanüstü ve Tam Yetkili -Bir Büyükelçinin Belleğinde Kalanlar” kitabından alıntılarla noktalayayım.

“Ortalama olarak bakıldığında Dışişleri Bakanlığı kadrolarının ülkemizin kamu kurumları arasında nitelik ve liyakat bakımından önlerde geldiğini söylemek mümkündür. Ancak asıl belirleyici olan dış politikanın yürütülmesinde etkin kişilerin kimliği, bilgisi, becerisi ve sağduyusudur. Yıldızların olmadığı bir takımın başarısı zordur. Dışişleri Bakanlığı bu yıldızları yetiştirdiği gibi daha alt kümelerde oynayacak oyuncuları da bünyesinde barındırır. Türk diplomasisinin yıldızlarının giderek azaldığını ve Dışişleri Bakanlığı’nın sıradanlaştığını görmekten kaygı duyuyorum.

Ülkemizde aydın orta sınıfın ekonomik krizlerin etkisiyle yoksullaşmasının Dışişleri Bakanlığı’nı en önemli kaynaktan yoksun bırakacağı korkusunu taşıyorum. Bunun yerine liyakat ilkesi göz ardı edilerek oluşturulan kadrolardan ülkemizin güvenliği ve ulusal çıkanları bakımından endişe duyuyorum."

                                                               /././

Şimşek’in vergide adaletten anladığı…-Murat Batı-

Şimşek, sermaye lehine olan vergi mevzuatına uymayanları tespit etiğinde buna vergide adalet demekte ancak bunun yanında esas amacın vergile(ndir)mede adaletin olması gerektiğini görmeli. Gerisi lafügüzaftır...

mehmet şimşek

27 Temmuz Pazar günü Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek bir televizyon programında ülkemiz vergi yükünün OECD ülkeleri ile yakın olduğunu ve bazı meslek gruplarının beyan ettikleri tutarların düşük olduğundan bahsetti. 29 Temmuz Salı günü de sosyal medya hesabından “Kayıt dışılıkla mücadelede sonuç alıyoruz, vergide adaleti güçlendiriyoruz şeklinde bir paylaşım yaptı.

Bakan Şimşek’in gerek televizyon programlarında gerekse de sosyal medya hesaplarında özellikle vurguladığı ve verdiği bazı sayısal verilerle yorumlarını değerlendirmeye çalışayım.

İlki vergide adaleti sağlama

Bir şeyi anla(t)manın en iyi yollarından biri de o kişileri o şeyden mahrum ederek o şeyin varlığını anlamalarını sağlamaktır. Yunan felsefesinin başlangıç dönemlerinde bu yöntem kullanılmış ve “adaletsizlik olmasaydı, insanlar adaletin ne olduğunu bilmeyeceklerdi” ifadesi temel argümanlardan biri olmuştur. Yani özgürlüğün kıymetini anlamak için önce özgürlükten mahrum kalmak gerekir.

Çoğu yerde kullanılan vergide adalet kavramı, tek başına meramımızı anlatmak için yeterli değil. Bizim anladığımız anlamda yani ücretlilerin patronlara nazaran daha fazla vergi ödemesi, şirketlere cömertçe muafiyet ve istisna tanınması ama özellikle emek gelirlerine gelince cimrileşilmesi gibi adaletsizlikler işin mutfağında oluşan uygulamalardan kaynaklıdır ki bu nedenle buna vergile(ndir)mede adalet denilmesi gerekmektedir.

Daha basit bir ifadeyle vergi kanunlarının yapılması ve bunların adilane şekilde kullanılması vergileme aşamasında mümkündür. Yani vergi yasaları ile ilgili mevzuat adaletli şekilde hazırlanır ve uygulanırsa adaletten bahsedebiliriz. Yasalar ve mevzuat adilane hazırlanmadan uygulanır ve sonra buna riayet etmeyenler tespit edilir ve cezalandırmaya kalkılırsa buna adalet denilmez. O nedenle öncelikli amacımız vergide adalet değil, vergilemede adalet olmalı. Aksi durumda vergilendirme aşamasında adalet tesis edilemeden vergide adalet aranması pek bir anlamlı olmayacaktır.

İkincisi vergi yükü kavramı

Mehmet Şimşek, ülkemiz vergi yükünün OECD ülkeleri ile yakın olduğunu söyledi. Bu dediğinde kısmen haklılık payı var. Şöyle ki OECD vergi yükü güncel oranlarını, 21 Kasım 2024’te kendi web sayfasında yayımladı. Bu veriler 2023 yılı içindir, 2024 ve 2025 yılı verileri henüz yayımlanmadı.

OECD verilerine göre 2023 yılı için yüzde 43,8 ile Fransa lider konumdadır. Avusturya ve İsveç, Fransa’yı takip etmektedir.

Meksika, yüzde 17,7 ile en düşük vergi yüküne sahip ülke konumundadır. Ardından yüzde 20,6 ile Şili, İrlanda 21,9, Kolombiya ise 22,2 ile en altta yer almaktadır. Türkiye’nin oranı ise yüzde 23,5’tir. Türkiye’den daha düşük orana sahip dört ülke bulunmaktadır; Meksika, Şili, İrlanda ve Kolombiya.

Öncelikle 2023 yılında vergi yükünün OECD ortalaması yüzde 33,9; bizim ise yüzde 23,5’tir. Yaklaşık on puanlık bir fark var. Yani bu fotoğrafa göre Bakan Şimşek’in söylemi kesinlikle doğru. Çünkü OECD verilerine bakınca gerimizde sadece dört ülke var.

Ancak bu resme biraz daha detaylı bakınca yani matematiksel verilerden uzaklaşınca hatta vergi sosyolojisi/psikolojisi kadrajından resme bakınca çok farklı parametrelerin olduğu görülebilmektedir. İşte Şimşek’in belki de görmek istemediği şeyler bu perdenin altındadır. En önemlilerinden bir tanesi vergi tazyiki mevzusudur. Yani ödenen vergilerin yurttaşlarda gerçekte hissettirdiği yüktür.

Örneğin gerek 2024 yılında gerekse de 2025 yılının ilk altı ayında tahsil edilen gelir vergisinin yaklaşık yüzde 93’ü ise stopaj yoluyla alınmış. Bunun ne kadarı ücretlilerden alındığı pek belli değil. Bu oranın içinde faizden alınan vergi de var, iş yeri kira gelirinden alınan vergi de. Daha basit bir ifadeyle gelirini beyan edenlerin ödediği verginin toplam gelir vergisi içindeki payı yaklaşık yüzde 7 kadardır, gerisi stopaja tabi gelirlerdir.  İşte Maliye, elinde bir fenerle bu yüzde 7’yi artırmaya çalışıyor. Beyan etmeyenleri tespit ettiğinde de buna vergide adalet diyor.

Bir diğer husus dolaylı vergilerdir. Gelir elde ederken ödenen vergiler son vergiler değil. Bundan sonra sokağa çıkan biri attığı her adımda KDV ve çoğu zaman ÖTV de ödemektedir. Markette yaptığı alışveriş, benzin, tütün, elektrik, doğalgaz, su, telefon vs saymakla bitmeyen şeylerden KDV ve çoğu zaman ÖTV de alınmaktadır. Gümrük vergisi, BSMV, özel iletişim vergisi vs de cabası elbette.

Burada ise şöyle bir sorun bulunmaktadır; yüksek gelirli biri evini ısıtırken doğalgaz kullandığında doğalgazdan KDV ve ÖTV ödemekte, düşük gelirli de evini ısıttığında aynı tutarda doğalgaz harcarsa yüksek gelirliyle aynı ÖTV ve KDV’yi ödemektedir.

Ancak düşük gelirlinin bu vergiden dolayı hissedeceği yük elbette daha fazla olacaktır. İşte vergi tazyiki dediğimiz husus tam olarak budur. Son 16 yılın dolaylı vergilerin toplamının toplam vergileri içinde ortalaması yaklaşık yüzde 66 kadardır. Bundan sonra gerisini yorumlamak zor olmasa gerek sanırım.

Üçüncüsü ücretlilerde vergi yükü

OECD her yıl Ücretlerin Vergilendirilmesi isimli bir rapor yayımlar. 2025 yılı Raporu 30 Nisan Çarşamba günü yayımlandı. Bu Raporda birçok ülkede bulunan ücretlilerin 2024 ve önceki yıllara ilişkin vergi yükleri analiz edilmekte ve bu konu hakkında çeşitli istatistikler bulunmaktadır. Bu istatistiklerden bir tanesi de vergi takozudur. Vergi takozu, bir çalışanın tüm vergi, SGK ve net ücret hariç diğer maliyetlerinin net ücret dâhil işverene olan tüm maliyete bölümüdür.

OECD’nin Raporuna göre 2024 yılı için vergi takozu sıralamasında Türkiye 38 ülke arasında 19’uncu sırada bulunmaktadır. Rapora göre 2024 yılında OECD ortalaması yüzde 34,9’dur ve Türkiye yüzde 39 ile OECD ortalamasın 4,1 puan üstündedir.

Sıralamada vergi takozunun en yüksek olduğu ülkelerin başında sırasıyla Belçika, Almanya, Fransa, İtalya ve Avusturya gelmektedir. Türkiye’den daha düşük orana sahip olan ülkeler Norveç, Danimarka, İrlanda, Hollanda, Polonya, Japonya, Kanada, İzlanda, ABD, Avustralya, Kosta Rika, Birleşik Krallık, Kore, İsrail, İsviçre, Meksika, Yeni Zelanda, Şili ve Kolombiya var. Yani 19 ülke Türkiye’den daha düşük orana sahiptir.

Sanıyorum Şimşek, vergi takozu hususunu da görmezden gelmektedir.

Ezcümle

Şimşek, sermaye lehine olan vergi mevzuatına uymayanları tespit etiğinde buna vergide adalet demekte ancak bunun yanında esas amacın vergile(ndir)mede adaletin olması gerektiğini; vergi yükünün OECD ortalamasının altında olması değil vergi tazyikinin yüksekliğini; ücretlerdeki vergi yükünün OECD ortalamasının bile çok üstünde olduğunu görüp buna uygun düzenleme yapılması gerektiğini görmesi gerekmektedir. Gerisi lafügüzaftır.

                                                         /././

AKP’ye yönelik Gazze eleştirisinin tonu sertleşiyor: “Ölmek için dua eden kardeşlerimizin yakarışları külliyenin, sarayların duvarlarını aşmadı mı?"-Candan Yıldız-

Ankara’da bir bölümü “radikal İslamcı”, muhafazakar camianın farklı kesimlerinin desteğiyle düzenlenen Gazze eyleminde muhatap Cumhurbaşkanı Erdoğan’dı.

AKP’ye yönelik Gazze eleştirisinin tonu sertleşiyor: “Ölmek için dua eden kardeşlerimizin yakarışları külliyenin, sarayların duvarlarını aşmadı mı?"

İsrail’in Orta Doğu’daki güvenlik inşasını kendi merkezli hale getirmesinin önemli hamlesi 7 Ekim 2023’te Hamas’ın El Aksa Tufanı saldırısıyla başladı. Sonrasında İsrail Gazze’yi işgal etti, Filistinlilere etnik temizlik uyguladı, Suriye’deki sahasını da genişletti.

Bu gelişmelere dair Türkiye’den tepkiler genellikle AKP kontrolünde gelişti.  On binlerle ifade edilecek kalabalıkta mitingler düzenlendi. Bunun yanı sıra, sol ve iktidar muhalifi İslamcı çevrelerin eylemleri sert tepkiyle karşılaştı. Özellikle Filistin İçin 1000 Genç… Gözaltına alındılar, tutuklandılar, şiddet gördüler. 27 Temmuz tarihi önemli bir dönemeçti… İktidarı zorlayacak bir dönemeç. Hatırlayacaksınız 31 Mart yerel seçimlerinde AKP’nin oy kaybetme nedenlerinden biri olarak da Filistin politikası gösterilmişti siyaset bilimciler tarafından…

Hamas’ın askeri kanadı İzzeddin el Kassam Tugayları Sözcüsü Ebu Ubeyde’nin yayınladığı son video radikal kesimleri harekete geçirmiş görünüyor. Çünkü Ubeyde, Gazze’de yaşananları izlemekle suçladıklarına şöyle seslendi: “Ey İslâm ve Arap ümmetinin liderleri! Büyük partileri ve seçkinleri! Ey Alimler! Sizler, yüce Allah'ın katında bizim hasımlarımızsınız!"

Bu sözler ‘Hilafet’ sloganlarının atıldığı Ankara’daki büyük eylemin temel motivasyonu olsa gerek. Çünkü açıklamalarında Ubeyde’nin bu sözlerine atıf vardı.

Gelelim eylemin düşündürdüklerine… Zira AKP’yi destekleyen İslamcı çevreler arasında bu eylem tartışma yarattı.

Eylemin çağırısını Köklü Değişim yaptı. Köklü Değişim’e yazının ilerleyen bölümlerinde değineceğim. Zira soru gönderdim ve yanıtladılar. Eylemin amacı AKP Genel Merkezi’nden Beştepe’ye yürümekti ancak güvenlik engeline takıldılar. İsrail ve ABD elçiliklerine arasına sıkışmış bir eylem olması her ne kadar rahatsızlık yaratsa da “Sözü Muhatabına Söylemeye Var mısın” çağrısı içerik olarak karşılığını buldu. Muhatap Cumhurbaşkanı Erdoğan’dı. Bütün konuşmalar Erdoğan’a yönelikti. Örneğin Köklü Değişim sitesinin yazarlarından Abdullah İmamoğlu (Bir söyleşide gerçek adının Zekeriyya Ceran olduğunu söylemiş) net ve sert içerikte eleştirdi:

Sayın Cumhurbaşkanı siz bizim muhatabımızsınız. İki yıldır Gazze’ye ilişkin sorumluluklarınızı yerine getirmediniz. Kardeşlerimizin dertleriyle dertlenmediniz. Onların kanlarını, namuslarını Birleşmiş Milletler’e havale ettiniz. Vallahi ordularınızı hareket ettirmeniz gerektiğini söyledik yapmadınız. Kaan, İHA, SİHA’yı İDEF Fuarı’nda sergilediniz ama sorumluluğunuzu yerine getirmediniz. Biz de sizi muhatap alarak, bunları yapmadınız bari koridorları açın da kardeşlerimiz açlıktan ölmesin dedik. Bir bardak suyu ulaştırmaktan aciz kaldınız Sayın Erdoğan. Gazzeli kardeşlerimizin Yahudi varlığının bombardımanın neticesinde ölmediğinde hayatta kaldığında ölmek için Allah’a dua ediyor. Ölmek için dua eden kardeşlerimizin yakarışları senin külliyenin, saraylarının duvarlarını aşmadı mı? “ İmamoğlu konuşmasında kalabalık kitleyi ‘şahit’ kılarak Erdoğan’a “Allah’ın emrine icabet etme” çağrısı yaptı ve “İncirlik, Kürecik Radar Üssü’nü kapatın, İsrail’le ticari ve bütün ilişkileri sona erdirin. Ordularınıza talimat verin, Filistin’i işgalden kurtarın” taleplerini sıraladı.

Türkiye’ye NATO dışı bir pozisyon tarif eden bu taleplerin bir anlamı da iktidarın “İsrail’le ticari ilişkiler kesildi” açıklamasının bu çevrelerde inandırıcı bulunmadığı gerçeği.

Konuşanlardan biri de Siyer Vakfı kurucusu ilahiyatçı Muhammed Emin Yıldırım’dı. Yıldırım’ın konuşmasından öne çıkan başlıklar şöyleydi:

“Bu memlekette 22 ay sonra hâlâ fuarlarda İsrail’le ticaret yapan, İsrail’e silah satan 10 şirketin standı yer alıyordu. Ancak bu 10 şirketin önünde tek bir açıklama yapılmadı. Ukraynalı bir hanım Baykar’a gönderdiği SİHA’lardan dolayı teşekkür ediyordu. Biz isterdik ki Ebu Ubeyde size teşekkür etsin. Sayın Cumhurbaşkanım ne olur sesimizi duy. Tarihe seçim kaybetmiş bir Cumhurbaşkanı olarak geçersen vallahi bir şey kaybetmezsin ama sen iktidardayken Gazze düşerse vallahi çok kaybedersin.”

Yıldırım’ın sözleri iktidara yakın çevreler tarafından hedef alındı. Öyle ki Yıldırım provokatörlükle itham edildi.

Bu tepkilerin bir nedeni de farklı görüşlerdeki, sisteme eleştiri yapan İslamcı çevrelerin Gazze için yan yana gelebilmesi ve sayılarının kalabalık olması olabilir.

Dikkatimi çeken bir diğer nokta da Leman Dergisi’ne yönelik toplu saldırıya katılan bazı kişilerin de Ankara’daki eyleme katılmış olmasıydı. Mesela El Kaide davasından yargılanan Halis Bayuncuk (Ebu Hanzala) çevresi de vardı. Özgürlük Platformu Nöbeti’nden bir kişi ise daha itidalli bir dil kullanarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’a şöyle seslendi:

“23 yıllık AK Parti iktidarı döneminde Müslümanlar çok zulüm gördü, çok çile çekti ama hiçbir zaman AKP Genel Merkezi, külliye önünde toplanma çağrısı yapılmadı. Müslümanlar bir şekilde sıkıntılarını hallettiler. Ama Gazze’de yaşananlar Müslümanların tahammülünü bitirdi. Bizim açık net talebimiz bir şekilde engellendi. Sayın Cumhurbaşkanımız iktidarınız, gücünüz var, kudretiniz var, imkanınız var, buyrun dünyayı ayağa kaldırın, arkanızdan yüzbinler akalım demeye geldik ama barışçıl samimi iletmek istediğimiz mesajımızı ABD ve İsrail elçilikleri önünde ifade etmek durumunda kaldık. Amacımız sizi kötülemek sizinle kavga etmek değil, Gazze’ye bir kilo un, bir yudum su sokabilmek.”

Bu kişinin aynı zamanda Leman Dergisi’ne yapılan baskına katılan kişi olduğunu vurgulamam gerekiyor. Bir görüntüde “İçeriyi basanlardan biri benim” demişti. Gelelim Ankara’daki önemli eylemi örgütleyen Köklü Değişim’e… Kimler bunlar, neyi savunuyor, iddia edildiği gibi Hizb-ut Tahrir örgütüyle bir bağlantısı var mı?

Sorularıma Köklü Değişim Medya Genel Yayın Yönetmeni Süleyman Uğurlu yanıt verdi:

- Köklü Değişim Dergisi kendisini nasıl tanımlıyor? Hizb-ut Tahrir örgütüyle bir bağlantınız var mı?

“Köklü Değişim 2004 yılında yayın hayatına başlayan, toplumsal olaylara duyarlı, toplumsal değişime öncülük etmeye çalışan, bu toplumsal dönüşümün İslâm ideolojisiyle gerçekleşeceğine inanan, İslâmi fikirlere dayalı siyasi bir dergidir. Herhangi bir siyasi yapılanmanın ya da örgütün resmi yayın organı değildir. Bununla birlikte Köklü Değişim Dergisi ve internet sitesinin yazarları Hizb-ut Tahrir’in fikrî yapısını benimsemiş kişilerdir. Dolayısıyla Köklü Değişim’in söylemleri ile Hizb-ut Tahrir’in söylemlerinin paralel olması kaçınılmaz ve doğaldır.

- Ankara’daki Gazze yürüyüşü bugüne kadar yapılanlardan farklıydı. Muhatap doğrudan Cumhurbaşkanı Erdoğan’dı. Siz Türkiye’nin Gazze siyasetini eleştiriyorsunuz. Neden?

Gazze’de yaşanan insanlık dramına duyarlı sivil toplum örgütleriyle 25 Haziran’dan başlayarak İstanbul, Ankara, İzmir, Van ve Adana’da istişare toplantıları yaptık. Bu toplantılarda sivil toplum örgütlerinin asıl görevinin yetki sahiplerine baskı yapmak olduğunu dile getirdik. Sözün muhataba söylenmesi gerektiğine vurgu yaptık. Bu istişareler neticesinde de “AK Parti Genel Merkezinden Cumhurbaşkanlığı Külliyesine yürüyüş” kararı aldık. Diğer eylemlerden farklı olması belirlediğimiz yürüyüş güzergahından kaynaklanıyor ki yürüyüşe katılan ve sosyal medyadan bizi destekleyen on binlerce insan bu eylemin yerinde ve yapılması gereken bir eylem olduğunu göstermiştir.

Evet, Türkiye’nin Gazze siyasetini eleştiriyoruz. Zira Türkiye’nin bağımsız bir Gazze siyasetinin olmadığını düşünüyoruz. Tıpkı Mısır’ın, Ürdün’ün, Suudi Arabistan’ın olmadığı gibi. Türkiye de dahil bu ülkeler, “İsrail”in katliamlarını tasvip etmemelerine rağmen ABD baskısıyla, ABD ile karşı karşıya gelmemek adına Gazze’deki katliamlara sessiz kalmıştır. Bugün Gazze halkı açlıktan ölüyor ise bunun başlıca sorumlusu bağımsız bir siyaset yürütemeyen ülke yöneticileridir.

Oysa ABD'nin askeri ve siyasi caydırıcılığı gözle görülür bir şekilde zayıflamıştır. Afganistan’dan zillet içinde kaçışı, Ukrayna'daki yetersizliği ve BRICS karşısındaki çaresizliği, kendi içinde yaşanan isyanlar ve görüş ayrılıkları bunun açık göstergesidir.

Türkiye bölgedeki en güçlü devlet olarak inisiyatif almalı ve Gazze’ye müdahale etmelidir. Bunun reel politik ile bir alakası yoktur. Bu tamamen vizyon ve vicdan işidir.

- Hedefiniz Beştepe’ydi… Ulaşabilseydiniz ne mesaj vermiş olacaktınız?

Biz, ABD Büyükelçiliği’nde eylem yapmadık. Daha doğrusu emniyet orada yapmamızı istedi ama biz kabul etmedik. ABD elçiliği önünde toplandık ve AK Parti Genel Merkezi’ne doğru yürüyüşe geçtik. Genel Merkeze az bir mesafe kala emniyet barikatlar kurarak yolumuzu kesti. Ancak yürüyüşün kastı gerçekleşti. Söz muhatabına söylendi.

Yapılan konuşmalarda Sayın Cumhurbaşkanının artık sözlerle yetinmeyip eyleme geçmesi somut adımlar atması istendi. Ticaretin gerçekten kesilmesi, İncirlik ve Kürecik üslerinin kapatılması, diplomatik ilişkilerin kesilmesi, Türkiye’den “İsrail”e giderek Gazze’de mazlum Müslümanların katledilmesi için savaşan çifte vatandaşların yargılanması, Azerbaycan ve Kazakistan petrolünün “İsrail”e sevkiyatının durdurulması, ablukanın kırılması ve elbette Gazze’ye yönelik bir askeri müdahalenin gerçekleştirilmesi. Zira biz biliyoruz ki “İsrail”in anladığı tek dil güçtür.

Bu yürüyüşle birlikte Sayın Cumhurbaşkanı kendisini iktidara getiren ve iktidarda kalmasını sağlayan muhafazakâr kesimlerin Gazze hassasiyetini artık görmeli ve somut adımlar atmalıdır.

- Organizasyona çok sayıda yapı katıldı. Ama okuduğum kadarıyla bugüne kadar birbirini eleştiren çevreler yan yana geldi. Bunun önemi ne sizin için?

Evet doğru. İslâmi camiayı tanıyan bir kişinin “Bunlar asla bir araya gelmez” dediği yapılar bir araya geldi. Tarikat ehli olan da vardı Selef akidesini benimseyenler de vardı. Oy vererek AK Parti’yi destekleyenler de vardı AK Parti’yi desteklemeyenler de vardı. Farklı görüş ve fikirlerden on binlerce insan kol kola girerek Gazze’nin sesini duyurmaya çalıştı.

Bu yürüyüşün en önemli kazanımı da bizim açımızdan buydu. Ortaya çıkan bu resmin genişleyeceğine ve Gazze için daha somut adımların atılmasına öncü olacağına inanıyoruz. Dolayısıyla bu yürüyüş bir bitiş değil bir başlangıçtır.

Yürüyüşten sonraki tepkileri de dikkatle izliyoruz. Özellikle iktidara yakın kesimlerin meseleyi Gazze’den uzaklaştırmaya çalıştıklarına şahit oluyoruz. Onlar ellerinden geleni yapsa da Gazze sevdalıları Gazze’nin sesini en yüksek tonda duyurmaya devam edecektir.

Öyle anlaşılıyor ki, AKP için Gazze bir sınav olmaya devam edecek eğer bu çevreler ısrarını sürdürürse…

Diğer yandan da Gazze’de gazeteciler de çok ağır bir tablo ile karşı karşıya. Uluslararası kuruluşlar; AFP, AP, BBC ve Reuters ortak açıklama yaptı: "Gazze'deki gazetecilerimiz için son derece endişeliyiz; çünkü giderek kendilerini ve ailelerini geçindiremez hale geliyorlar. Bu bağımsız gazeteciler aylardır Gazze'de dünyanın gözü kulağı oldular. Şimdi de haber yaptıkları gazetecilerle aynı vahim durumlarla karşı karşıyalar.Gazeteciler savaş bölgelerinde birçok yoksunluk ve zorlukla karşı karşıya kalıyor. Açlık tehdidinin artık bunlardan biri haline gelmesinden derin endişe duyuyoruz. İsrail yetkililerini bir kez daha gazetecilerin Gazze'ye giriş ve çıkışına izin vermeye çağırıyoruz. Oradaki insanlara yeterli gıda tedarikinin sağlanması hayati önem taşıyor.”

Gazeteciler de evlerini kaybetmiş durumda diğer Gazzeliler gibi. Çadırlarda yaşayıp İsrail’in ‘bu alanı boşaltın’ emriyle yeniden yola çıkıyorlar. Bulabildikleri bir sonraki çadıra yerleşmeye çalışıyorlar.

Uluslararası çıkarların evrensel değerlere yenik düştüğünü bir kez daha gözlemliyor bütün insanlık. Eşit, özgür, adil bir dünya idealinin çökmemesi ümidiyle…

                                                                 /././

Duruşma/tartışma aşamasının doğru algılayan başoyuncularına sesleniyorum: Son sözlerim sizleredir, sayın yargıçlar(A)-Sami Selçuk-

Yargılama erki, çağdaş ve çağcıl bir devletin ve ülkenin gökyüzünde hukukun ne dediğini söyleyen bir kartaldır. Yarınlar, ekonomik gelişme dâhil, kısaca her şey, bu kartalın dokunulamaz ve de çok bilgili, bilinçli olmasına göre biçimlenmektedir, biçimlenecektir de.

adalet

Baştan söylemek gerekirse, bu yazıların özeti şudur, efendiler: Adalet dağıtmak için üç makamda bulunan Cumhuriyetimizin savcıları, avukatları, yargıçları, yargılama ve duruşma konularında çok duyarlı olmak, yargılama, duruşma (tartışma) hukukunun, özellikle de “duruşma ahlakı”nın üzerine titremek zorundadırlar.

Ancak ne yazık ki, Cumhuriyet döneminde bile bu görev, hiçbir zaman sağlıklı olarak yerine getirilememiş; yineleme pahasına anımsatarak vurgulamak gerekir ki, batılı dillerde ortak, doğru, yerinde bir terimle “TARTIŞMA” (Debatte, débat, dibattito, debate) denilen ve insanların alınyazılarını belirleyen bu en önemli aşama, ülkemizde halk ozanlarının, Yunus Emre’lerin, Köroğlu’ların, Eşrefoğlu Rumi’lerin, Aziz Mahmud Hüdâyî’lerin, Niyâzî-i Mısrî’lerin etkisiyle “duruşma” diye adlandırılmış ve tartışmaya katılanların işlevleri de, uygulamada, ne acıdır ki, bu yanlış çeviriye göre somutlaşmıştır. 

Oysa özünde duruşma, çabukluk, yoğunlaşma, akla uygun sürede bitirme ilkelerine göre, ara verilmeksizin kesintisiz sürerek tek oturumda bitecektir (CYY, m. 190), bitirilmelidir, sayın yargıçlar.

Çünkü, yemek vb. gereksinmelerle birkaç saat dışında, duruşmaya eğer birkaç gün, hatta bizde olduğu gibi birkaç ay ara verilirse, o zaman duruşmadan edinilen izlenimler, taze bilgiler yitip gidecek, ister istemez her şeyin kaydedilemediği tutanakların dar çerçevesi içinde ve de duruşmadan doğrudan doğruya edinilen kanılar göre değil, dolaylı çıkarımlara göre karar verilmek gerekecektir.  Bu ise, duruşmanın varoluş nedenine ve yargılama yasalarının öngördüğü duruşmanın olmazsa olmaz ilkelerine ve özüne ters düşecek, adli yanılgıya düşme olasılığını artıracaktır. Dolayısıyla duruşmaya ara verme zorunluluğu ortaya çıktığında dahi, söz konusu süre birkaç günü asla geçmemelidir. Geçemez de. Geçtiği zaman bilinmelidir ki, bu konuda ileri sürülenler, uygulamada sık sık yaşandığı üzere, artık hukuksal gerekçeler değil, saçma bahanelerdir. 

Böylece duruşmaya katılanlardan, biçimsel anlamda karşılıklı duranlardan davacı (kamu davasında savcı), iddiayı belirleyecektir. Davalı (kamu davasında sanık) ise, savunmasını yapacak, yargıç da kararını verecektir. Her tür, bu arada kuşkusuz hukuk davasında da “taraflar, dürüstlük kuralına uygun davranmak zorunda”dırlar (HMK, m. 29/1). 

Yargıca gelince o, somut olarak ele güne açık yapılan ve yaşanan tartışmayı (dilimizdeki yanlış terimle duruşmayı) değerlendirerek “hüküm” (karar, Entscheidung, décision, decision, decisión, decisão) kuracak; bir başka anlatımla tıpkı Büyük İskender’in 2359 yıl önce Gordion'a geldiğinde kılıcını çekip düğümü kesip atması gibi uyuşmazlığı çözecek; çekişmeyi bitirerek toplumsal barışı sağlayacaktır.

Kısaca yargıç, taraflarla, sergilenen kanıtlarla, kısaca duruşmada canlı olarak yaşananlarla bire bir ilişkiler kurduktan, iddia ve savunmaları iyice dinleyip algıladıktan sonra, son sözünü söyleyecek, uyuşmazlığın hukuktaki adını koyarak (teşhis, tanı) yargısını (tedavi) kuracak, düğümü çözecek, uyuşmazlığı bitirecektir.

Bu açıdan başoyuncular arasında yargıcın görevi, çok başat ve önemli, sorumluluğu da aynı doğrultuda çok ağırdır.

Bundan önceki yazılarımda geçmişte yaşadıklarımı, gördüklerimi de gözeterek, yargılama makamlarında, kısaca mahkemelerde görev üstlenenlere bazı noktaları ve de sorumluluklarını anımsatmak istediğimi belirtmiş; ilk yazıdan başlayarak düşünen, ancak asla öykünmeyen, taklit etmeyen, kuşkulanıp sürekli bilgisini gözden geçiren, araştırarak karar veren hukukçulara, sırasıyla savcılara, avukatlara seslenmiştim.

Bu son yazılarımda ise, karar makamında bulunan, uyuşmazlık düğümünü çözecek olan, dolayısıyla ağır bir sorumluluk üstlenen yargıçlara seslenerek diyeceklerimi bitirmek istiyorum

SAYIN YARGIÇLAR!

Geliniz, ilkin “yargıç kimdir, nasıl biridir?” sorusunu yanıtlamaya çalışalım.

Sizler, sayın yargıçlar, yargılamanın, yanlış anlatımla duruşma, yani yineleme pahasına anımsatmak gerekir ki, doğru hukuk terimiyle TARTIŞMA aşamasında önünüze taşınan uyuşmazlığın alınyazısını, önyargısız, tek bir olasılığı değil, bütün olasılıkları gözeterek ve de bütün önyargıları dışlayarak, yazılı hukuk çerçevesinde ve adalet ölçütü içinde belirlemekle yükümlüsünüz.

Yani üstlendiğiniz görev, çok ağır, çok duyarlı, hukuk bilgisi açısından çok yüklüdür; dolayısıyla da sizlerde aranan nitelikler, çok çok önemlidir, sayın yargıçlar.

Bazen bu nitelikler, bir bakıma dilekler, Mecelle’de görüldüğü üzere, bazen yasalarda bile özenle sayılıp düzenlenmiştir.

Bilindiği üzere Mecelle’ye göre, Hâkim (yargıç); hakîm (bilge), fehîm (anlayışlı yani düzen, denge ve sonuçları gözeten), müstakîm (sağlam) ve emîn (doğru ve güvenilir), metîn (dirençli), mekîn (ölçülü ve sakınımlı)” olmalıdır; olmak zorundadır (m. 1792).

Çünkü yargıç, Nelson Mandela’nın (1918-2013) da vurguladığı gibi “İyi bir kafa ile iyi bir yüreğin birleşimi” bir adalet dağıtıcısıdır. Dolayısıyla yargıç, her şeyden önce adaletsever (justicier), insansever (humaniste), in­sanlıksever (panhumain)  olmak zorundadır.

Özetle bir canlı olan ve alınyazısında Kafka bilgeliğiyle bir böcek de olabilme olasılığı bulunmasına karşın özünde bir insan olan yargıç, doğa ve toplum içinde yer almanın ayrıcalığı, alçak gönüllüğü ve felsefesi doğrultusunda davranmalıdır, davranmak zorundadır da.

Öyleyse ilkin, Mecelle’nin yukarıdaki maddesi ve onu izleyen yargıçlarla ilgili etik hükümleri, yargıçlar ve yargılamada görev alan bütün hukukçular tarafından sık sık okunmalı; her yargıç, olayı, hukuksal sorunu (questia juris) ve uygulayacağı hukuku iyice kavradıktan, kendisine yeten önemli olguları ilkesel temelde seçip gözeterek, insanı özgürleştirerek hukukun öngördüğü adalet ölçütü içinde kararını verirken, sadece önündeki davadan değil, bütün hukuk dizgesinden (sistem) sorumlu olduğunu ve bu dizge içinde hukuka yaslanan, ancak özgür gerekçelerle dengelenen kararlar vermek zorunda bulunduğunu (Çataloluk, Gökçe, Hukuk sistemi ve Autopoiesis, İstanbul, 2012, s. 6, 7, 162, 172) hiç, ama hiç unutmamalıdır.

İkinci olarak, her Türk hukukçusu, özellikle de yargıcı, Mecelle’deki bu düzenlemenin Türk yazılı hukukuna, dogmatiğine ancak on dokuzuncu yüzyılda dönemin bilgesi Adalet Bakanı ve İlk Yargıtay Başkanı Ahmet Cevdet Paşa’nın çabasıyla girdiğini de hiçbir zaman unutmamalıdır.

Üçüncü olarak, yine her Türk hukukçusu, özellikle de yargıcı, Mecelle’deki bu yargıç tanımının odağındaki sözcüğün felsefe ağırlıklı bir terim olduğunu her an göz önünde tutmalıdır: “Hakîm (bilge).”

Nitekim “hakîm” terimi, her yargıçta bulunması gereken bütün öbür nitelikleri aslında özünde taşıyan, kucaklayan bir kavramdır. Çünkü her bilge (sofós, sapiens, sage), aynı zamanda anlayışlı, doğru ve güvenilir, saygın, dirençli, ölçülü ve sakınımlı, bilgi (malumat, cognitio) sahibi ve bilinçlidir (kültür ve irfan sahibi, gnostique).

Kanımca dördüncü olarak her yargıç, Hz. İsa’nın ünlü “Dağ Vaazı”nda sözünü ettiği her inançlı insan gibi, çok duyarlı ve etik adalet ölçütüyle toplum içinde bozulan barışı sağlamakla yükümlüdür.

Bu yükümlülükten asla kaç(a)mamalıdır, yargıç.

Zira Levinas’ın vurguladığı üzere, “Etik boyuttan yoksun bir hukuk, olsa olsa devletin kendi çıkarlarını haklı çıkarma aracıdır,” âletidir.

O kadar.

Ayrıca bildiğim kadarıyla, sayın yargıçlar, yargıçların niteliklerini dile getiren böyle bir madde ile bunu izleyen maddelerdeki aynı doğrultudaki hükümlerin benzerleri, her ülkenin yasalarında sık ve de böylesine ayrıntılı olarak asla yer almamıştır.

Peki, böyle özellikleri taşıyan bir yargıç tanımına benim ülkemde acaba neden gerek duyulmuştur?

Kaygıları, dertleri doğru hukukun doğru uygulanması olan sizler, sayın yargıçlar, sayın hukukçular, lütfen bunu araştırınız. 

Bu konuda sanırım şimdilik şunları söylemek yeterli olacaktır.

Çünkü devletin çökme sürecini yaşadığını gören Tanzimat döneminin düşünürleri, özellikle de yasa yapıcıları, İmparatorluğu yaşatma çabası ve kaygısı içindedirlerDolayısıyla daha önceleri yaşanan üzücü örnekleri hiç unutamamışlar, onlardan esinlenip dersler çıkarmışlardır.    

Ancak bu maddeye karşın, bu maddeyi kaleme alanlar bile, aşağıda değinileceği üzere,  söz konusu maddeyi çiğnemişler, bu konudaki kötü örnekler hiç bitmemiştir.

Ayrıca sizler, sayın yargıçlar, “hâkim” ve “hakîm” sözcüklerinin yargılama, duruşma / tartışma hukukunda sıradan bir sözcük değil, önemli iletileri (mesaj) içeren birer “hukuk kavramı” olduklarını da asla unutmamalısınız.

Bu yüzden sizler, her zaman bildiklerinizden kuşkulanarak sürekli okumak, araştırmak, bilimi izlemek, duyarlı ve etik bir adalet ölçütüyle toplum içinde bozulan barışı sağlamakla yükümlü düşünen bireylersiniz.

Nitekim bütün bu nedenlerle, her yargıç, 2002 Kasımında Lahey’de ve Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yarkurulunun (komisyon) 23 Nisan 2003 tarihli oturumunda ve de Türk Yargıtay’ınca da benimsenmiş olan yargıçlarla ilgili Şubat 2001 tarihli, savcılarla ilgili 2005 tarihli Budapeşte ilkelerini sık sık okumalıdır.

Elbette bu metinleri sadece yargıçlar ve savcılar değil, avukatlar, kısaca bütün hukukçular da okumalıdırlar.

Bunlar okunduğu zaman iç hukukumuzla, özellikle Mecelle ile uluslararası hukukun aynı doğrultuda olduğu görülecektir.

Özetle yargılama erki, çağdaş (contemporain) ve çağcıl (moderne) bir devletin ve ülkenin gökyüzünde hukukun ne dediğini söyleyen (juris-dictio) bir kartaldır, sayın yargıçlar.

Yarınlar, ekonomik gelişme dâhil, kısaca her şey, bu kartalın dokunulamaz ve de çok bilgili, bilinçli olmasına göre biçimlenmektedir, biçimlenecektir de.

İşte bütün bu olgular, gerçekler, yargılama erki içinde görev yapan “yargıç kimliği”nin sıradan değil, tam tersine, sıra dışı bir kimlik olduğunu ortaya koymaktadır.

Çünkü yargıç, duruşmayı yürütürken duruşmanın her ilkesine kesinlikle uymak, dâhice bir düş gücüyle, Stefan Zweig’ın belirttiği gibi, nasıl Macellan, denizlere açılırken filosunun bütün gereksinmelerini, düşlediği bütün yoksunlukları, güçlükleri; nasıl Napoléon, Alpler’den geçmeden önce seferin belirli günlerinde ve yerlerinde ne kadar barutun, kaç çuval yulafın ve benzerlerini ayrıntıyla düşünerek yola çıkmışsa, yargıç da, taraflar ya da sanık açısından her olasılığı düşünerek yola çıkacak, karar verecektir.

Şimdi de bir başka soruyu soralım, sayın yargıçlar: Peki, bu ilkelere, bu duruşlara, bu tutumlara, bu yasal ve etik, değişmeyen ahlak buyruklarına ülkemizde her zaman uyulmuş mudur?

Ne yazık ki, bu soruya “evet” demek, aradan geçen onca yıllara karşın çok zor görünmektedir, sayın yargıçlar. 

Her şeyden önce sözgelimi, yargılamanın “kamuya açıklık ilkesi”ne göre yapılması, öylesine önemli bir ilkedir ki, Merhum ozanımız, düşünürümüz Melih Cevdet Anday, bir denemesinde, uygarlığın temelinde bu ilkeye göre yapılan Sokra­tes’in “Savunması”nın (Apologia) yattığını belirtmişti (Tarih Önünde, Cumhuriyet, 13.11.1981).

Kanımca o gün de haklıydı düşünürümüz, yazarımız; bugün de haklıdır.

Zira karşılaştırınız, lütfen. MÖ 399 yılında doğal yargıç ilkesine göre oluşturulan mahkemede “kamuya açık yargılama” sonucunda ölüm cezasına hüküm giyen Sokrates’in nasıl yargılandığını birbirini doğrulayan üç ayrı kaynaktan ayrıntılarıyla 2424 yıl sonra günümüzde bile bilmekteyiz.

Buna karşılık onu yargılayan yargıçların hiçbirinin adını hiç bilmemekteyiz.

Oysa Sokrates’ten 2280 yıl, yani 23 yüzyıl sonra 1881 yılında Mithat Paşa’nın doğal yargıç ilkesine aykırı olarak, bir kişi, yani Mithat Paşa için, hukuk açısından ölümcül bir günahla kurulan ve bu yüzden de hukuk tarihimizin olumsuz yargısından ve hesaplaşmasından bir türlü kurtulamayan, hiçbir zaman da kurtulamayacak olan yüzkarası “Çadır Mahkemesi”nde nasıl yargılandığını günümüzde bile yeterine bilememekteyiz.

Bildiklerimiz ise, çok çok sınırlıdır.

Çünkü varsayımlara dayanan ve birbirleriyle çelişen kaynaklara karşın duruşma, her şeyden önce çoğu zaman açık değil, gizlidir, yani karanlıktır. “Karanlık” ise, Servantes’in vaktiyle dediği gibi, “Bütün günahların üstünü örten bir yorgandır.”

Buna karşılık, onu yargılayan yargıçların ve iddia makamında bulunan savcının kimler olduklarını bugün bile bilmekteyiz.

Peki, neden böyledir, bu?

Artık yirmi üç yıl sonra bile “bağımsız ve doğal yargıç ilkesi”ni özümseyemediğimiz için, sayın yargıçlar.

Çünkü Çadır Mahkemesi’nde yargılamaya katılan yargıçlar, tıpkı hükümeti deviren, TBMM’yi ortadan kaldıran 1960 darbesi sonrası oluşturulan Yassıada Mahkemesi gibi, suça konu eylemlerden sonra kurulmuş yapay bir mahkemenin yargıçlarıdır; dolayısıyla mahkeme, doğal mahkeme değil, yargıçlar da, doğal yargıçlar değildirler.

Ayrıca savcı dâhil, bunların içinde daha önce kendileri ya da yakınları arasında sanık Vali ve Sadrazam Mithat Paşa tarafından cezalandırılanlar bile vardır. Çadır mahkemesinde bu kişilerin özellikle görevlendirildikleri anlaşılmaktadır.

Sözgelimi, Mahkeme Başkanı Kadı Sururi Efendi, yolsuzlukları yüzünden Mithat Paşa tarafından meslekten atılmış biridir.

Bırakın yargıçları, savcı bile yansız değildir. Üstelik bunlar önyargılıdırlar da. Çünkü iddianameyi (ithamname), Adliye Nazırı Cevdet Paşa, Mahkeme Başkanı Sururi Efendi, Savcı Latif Bey, Mabeyinci Ragıp Bey, birlikte hazırlamışlardır (Tiryakioğlu, Samih, Dünya Tarihinde Büyük Siyasi Davalar, İstanbul, 1963, s. 128-143).

En önemlisi ve acısı da, bilindiği üzere, yetiştirdiğimiz büyük hukukçularımızdan ve Osmanlı döneminde yapılmış en iyi yasalardan biri olan Mecelle’de en çok emeği geçen Adalet Bakanı Ahmet Cevdet Paşa, iddianameyi hazırlamakla yetinmeyip, daha da ileri giderek, yargılama, özellikle duruşma sırasında yargıçların arkasındaki bir koltuğa oturmuş, mahkeme yargıçlarına ve savcısına durmaksızın kınanası buyruklar vermiş; bunun üzerine sanık Mithat Paşa, dayanamayıp yargıçları azarlamıştır.

Evet, kısaca iki Paşa, birbirine düşmandır; yargılama yapıldığı sırada ise, birisi görevi başında, yani iktidarda; öbürü ise sanıktır ve tutuktur.

Özetle Mithat Paşa, kendi anlatımıyla, “İtham mazbatasının yalnızca iki yerini sahih ve doğru buldum. Birisi, başındaki besmele, diğeri nihayetindeki tarihidir” dediği bir iddianame doğrultusunda yargılanmış, sonuçta hüküm giymiş, Sultan Abdülhamid’in buyruğuyla 7 Mayıs 1884 (61 yaşında) tarihinde Albay Mehmet Lûtfi ve Binbaşı Bekir Beyler tarafından Taif’te boğulmuştur (Tiryakioğlu, Samih, Dünya Tarihinde Büyük Siyasi Davalar, İstanbul, 1963, s. 128-143).

Kısaca bu davada Adalet Bakanı ve yargıçlar, yansızlık, nesnellik, kendi inanç ve görüşlerinden arınma gibi, yargılamanın temel ilkelerine, ne yazık ki, asla uymamışlardır.

Görülüyor ki, adalet sicilimiz hiç de parlak değildir, sayın yargıçlar.

Nitekim yirminci yüzyılda yaşanan bir başka utandırıcı örnek de, demokratik düzene geçildikten sonra 65 yıl önce yaşanan ve Çadır Mahkemesinden ders alınmayıp doğal yargıç ilkesi çiğnenerek kurulan Yassıada Mahkemesi ve yargılamaları sırasında yaşanmıştır.

Demek, onca yazılanlara karşın kötü örnekler ülkemizde hiç bitmemiştir.

Ne yazıktır ki, şimdilerde bile, bitecek gibi görünmemektedir, sayın yargıçlar.

Çünkü yakın geçmişte yaşananlar da, aynı doğrultudadır, hatta tüyler ürperticidir.

Sözelimi, devlet başkanı, 27 Temmuz 2023’te yargıç ve savcı adaylarına seslenirken, ilkin bağımsızlıktan söz etmiş, daha sonraları ise siyasete girmiş, muhalefeti eleştirmiş, bu eleştiriler üzerine geleceğin yansız olması gereken kimi yargıç ve / ya savcı adayları da kendisini bilinçsizce, sonuçlarını hiç mi hiç düşünmeksizin, alkışlamışlardır.

Bununla da kalınmamış, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde geleceğin yargıç ve savcılarının kura çekilişinde, Anayasa’ya uyacağına iliş­kin ant içen devlet başkanının önünde bir iktidar partisi milletvekili –ki o da ant içmiştir-, yeğeninin de bu çekilişte bulunduğunu söyleyerek, bir bakıma bir tür ayrıcalığı vurgulamak için onun adını anmış; geleceğin yansız ve bağımsız yargıcı ya da savcısı yeğen de, ayağa kalkarak ve devlet başkanını selamlayarak bu utanç tablosunu tamamlamış¸ kendisini mahkemelerin ara kararlarını dile getirmekle yükümlü(!) sanan adalet bakanı da bilinçsiz gülücükleriyle bu yüz kızartıcı resmi tamamlamıştır (Basın, 1.2.2025).

Oysa bundan yaklaşık yirmi bir yüzyıl önce Korint’e gelen ve güneşini engelleyen Büyük İskender’e, bir dileği olup olmadığını sorması üzerine, MÖ 323’te ölen Diyojenes, tarihin unutamadığı şu yanıtı vermişti: “Gölge etme, başka ihsan istemem.”

Diyojenes, kuşkusuz bırakınız yargıç olmayı, hukukçu bile değildi. Ancak kimsenin gölge etmesini, ihsanda bulunmasını istemiyordu.

Çünkü Diyojenes, tırnak uçlarına dek bağımsız ve özgür bir düşünürdü. Özgürlüğünün ve bağımsızlığının örselenmesine asla izin veremezdi.

Nitekim de vermemiştir.

Tıpkı “özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir” diyen Atatürk gibi.

Geleceğin yargılama erkinde yer alacak olan bir hukukçunun da yanıtı, en azından elbette onca yüzyıl önce yaşayan Diyojenes’in yanıtı gibi olmalı, bağımsız ve özgür bir savcı ya da yargıç olmalı, cumhurun başındaki kişi de böyle davranın bir hukukçuyu alkışlamalıydı.

Elbette bu bir bilinç sorunudur ve, bildiğim kadarıyla bu bilincin benim ülkemde yaşandığına günümüzde bile pek tanık olunmamaktadır.

Eksiklerimiz de, aslında tam da bu bilgi ve bilinç yetersizliğinden kaynaklanmaktadır, sayın yargıçlar.

Geçelim ve ayracı kapatıp konumuza dönelim.

Başka bir üzücü olay da şudur: İsrail yurttaşı Dany Awka, uyuşturucu madde kaçakçılığı yapma suçundan on yıl hapis cezası almış, ancak İsrail hükümetinin girişimi üzerine cezaevinden çıkarılmış, yargıç kararıyla salıverileceği önceden bilindiği için, bekletilen uçakla Israil’e gönderilmiştir (22.8. 2023).

Ancak bu tür olaylar asla yeni ve ilk değildir. Zira daha önceleri de benzer olaylar yaşanmıştır. Sözgelimi, Türkiye’de yaşayan Alman yurttaşı gazeteci D. Yücel, darbe olayına destek verdiği iddiasıyla yargılanıp cezalandırılmış, ancak Alman Başbakanı Mer­kel’in tepkisi üzerine, dönemin Türk Başbakanı Erdoğan, “Türkiye bir hukuk devletidir! Bu can bu bedende durduğu sürece bu şahsın erken tahliyesi söz konusu olamaz” diye yüksek sesle ilken doğruları dile getirmesine karşın, o gazeteci daha sonra özgür bırakılmış, üstelik de herkesin gözü önünde daha önceden geldiği ve bekletildiği anlaşılan özel bir uçakla Almanya’ya gitmiştir (16.2. 2018).

Tıpkı daha önceleri de ABD yurttaşı Rahip Brunson olayında yaşandığı gibi, sayın yargıçlar.

Anımsayınız. ABD Başkanı Trump’a ilkin direnilerek resmi ağızlardan “Asla hapisten çıkamaz, hiçbir baskıya boyun eğmeyiz. Cezasını burada çekecektir” denildiği halde, birkaç gün içinde o rahip salıverilmiş, üstelik de olayın ne yolda gelişeceği önceden bilindiği için havaalanında bekletilen özel bir uçakla ABD’ye gitmiştir (12/10/2018).

Bu türden olaylar, benim ülkemde bu noktada da kalmamış, yeniden seçilmesinden sonra değil, ikinci adaylığından sonra, yani altı yıl sonra yeniden seçilip ikinci kez başkan olan Trump ile Netanyahu görüşürlerken bile, İsrail Başbakanının, Türkiye ile kötüleşen komşuluk ilişkilerinin sonuçlarının olumsuz olabileceğinden yakınması üzerine, Başkan Trump, Rahip Brunson’u nasıl geri aldıkların anımsatarak Netahyahu’yu teselli etmiş (Basın, 8.4.2025), böylece Türkiye cumhurbaşkanı ile olası yeni görüşme öncesi aynı olayda yaşanan ve ülkemizi küçük düşüren o başarısını Trump, dünya kamuoyunun önünde utanıp sıkılmadan bir kez daha dile getirmiştir (Basın, 7.5.2025).

Bütün bunlar, yargılama tarihimizin en utandırıcı, en üzücü sayfaları, deyiş yerindeyse, “küçük kıyamet”leridir (kıyameti suğra), sayın yargıçlar.

Dolayısıyla yeri gelmişken bu yolları deneyenlere Şeyh Sâdi Şirâzî’nin Fars Hükümdârı III. Darius’a söylediği tarihsel bir öğüdü anımsatmak isterim: “Bir ülkede hükümdarın aldığı önlem, çobanın aldığı önlemden daha aşağıda olursa, o ülkenin yıkılması yakın demektir.”

Böyle durumların yinelenmesinden Tanrı, ülkemizi korusun!

Ancak bu dilek, dilekte kalmamalıdır, sayın yargıçlar. 

Çünkü bu çirkinlikleri bitirmek sizlere düşmektedir.

Dolayısıyla her kararı verirken, siz siz olun, Meclle’nin yukarıdaki ünlü hükmünü ve onu izleyen maddelerini lütfen sık sık ve yeniden okuyun. Çünkü sizler, asla sıradan bir iş yapmamaktasınız. Adalet ve hakkaniyet içinde haklı olanın kim olduğunu belirlemektesiniz.  Dolayısıyla her yargıç, olayı, uygulayacağı hukuku ve de önüne gelen hukuksal sorunu (questia juris) iyice kavradıktan sonra, adalet ve nasfet ölçütleri içinde, yukarıdaki nitelikleri özümseyerek, hukukun dediğine (juris-dictio) uyarak bilgece kararını vermek zorundadır.

Unutmayınız ki, karar verirken dosyadaki bilgileri bile bilmeyen, uzun ertelemeler sonucu bildiklerinin çoğunu unutan, bunları gözetmeyen, bazen de vereceği kararın ne olacağını duruşma bitmeden ve yeterince bilgi edinmeden çok önceden kararlaştıran önyargılı pek çok yargıç görülmüştür, uygulamada.

Adli yanılgıların asıl kaynağı, işte bu yöntemler, bu tutumlardır, sayın yargıçlar. 

Böyle biri elbette aranan nitelikleri taşımadığından asla yargıçlık yapamaz.

Yapmamalıdır da.

Hukukta yaşanan uyuşmazlıkları başoyuncu olarak çözecek olan sizler olduğunuz için, sizlerle ilgili sözlerim daha bitmedi, sayın yargıçlar.

İlgileniyorsanız lütfen gelecek yazımı bekleyin.

                                                                  /././

Neden ille de deniz?-Ahmet Çelik Kurtoğlu-

Yaşam ülkemizde Avrupa’da olduğundan daha pahalı. Bu ne demek, biliyor musunuz? Yaşam standardımızı, sağlık bakımımızı kendimizi tercihlerimizle bulunduğumuz yerden hayli daha aşağı itmek demek.

para pusula

Bir öküzümle bir ineğim olsa!

Hikâye bu ya, meleği bir gün İsviçre Alplerinde kara kara ufka bakan bir köylüye rastlar ve ona ne dilediğini sorar. Köylü “bir öküzüm, bir de ineğim olsa, onlara baksam, ineğin sütüyle beslenirim, onunla peynir yapar, para kazanırım” der. Dileği kabul olunur.

Bir zaman sonra melek yine aynı dolaylarda dolaşırken bir çadır, tente, masa ve iki iskemle görür, dinlenmek için oturur. Üzerinde önlüğü ile köylü çıkagelir ve konuğa ne istediğini sorar, o da bir bardak soğuk süt olsa der. 

Köylü hemen temiz bir bardağın içinde soğuk sütü getirir ve meleğe sunar. Makbuz gelir, 1.10 CHF, melek bu 10 santim nedir diye sorar, servis ücretidir. İsviçre’de paranızı bankaya yatırdığınız zaman faiz ödemesi almaz, onun yerine bankaya paranızı sizin adınıza sakladıkları için ücret ödersiniz. Hizmet kutsaldır ve hiçbir zaman bedava değildir.

Nedir bu Verbier öyküsü?

Denizden 373 m yükseklikte Cenevre’ye 162 km uzaklıkta, Alplerde birçok kayak merkezi arasında 1.500-2.000 m yükseklikte Verbier köyü 1960’lı yıllarda başlayarak kayak sporu yapanların tercih ettiği bir yer olmuş. 1994 yılında karlı, buzul dağlarının ortasında, müzik severlere hitap etmek ve genç müzisyenleri çekmek için Verbier Academy kurulmuş. 1991 ‘de Akademiyi kuran İsveçli ve sanatçı çevrelerde yetişmiş bir iş adamı, Martin T-Engstrom, en önemli hayali klasik müzik festivali organize etmek olmuş.

Karşılaştırma yapmak için İstanbul Müzik ve Sanat Festivali fikri, kurucu Nejat Eczacıbaşı 1960’lı yıllarda Almanya’da okurken doğuyor ve sekiz yıl sonra 1972 yılı temmuz ayında İstanbul’da düzenlenen basın toplantısında açıklanıyor.

T-Engstrom, Nejat Bey gibi güçlü bir sanayici değil, ama onun gibi heybetli bir kişi ve böyle bir festival düzenlemek hayali çok üçlü ve yaşadığı yer doğru. Belki de bu hayali desteklemek, çevresini zenginleştirmek için ünlü soprano Barbara Hendricks’le evleniyor, böylece sanatçı dünyasıyla yakın ilişki kuruyor. Buna ek olarak özellikle Avrupa’nın önemli sanayiciler, şirket başkanları hem Engstrom’ün arkadaşları hem de dağda böyle bir faaliyet düzenlenmesine gönül verenler.

Nitekim İngiliz perakende zinciri Tesco’nun ortaklarından olan arkadaşım John Porter da bunlar arasındaydı. John’un Londra’da, Ortadoğu’da, Çin’de sağlık yatırımları vardı, sabah Verbier’den “chalet”sinden arabasıyla yola çıkıp Londra’da toplantıya katılıp akşam geri döner, bazen diğer ülkelere giderdi.

Verbier Academy

İKSV’den 55 yıl sonra Verbier Academy kuruluyor ve her yıl Temmuz-Ağustos aylarında 3 hafta süreyle klasik müzik festivali düzenleniyor. Akademinin bu faaliyete katkısı önemli. Bu sayede ve Engstrom’un ilişkileriyle ünlü sanatçılar, piyanistler, kemancılar flütçüler, obuacılar genç ve gelecek vaad eden yıldızlara için “masterclass” düzenliyor. Önemli müzisyenler buraya gelip hem birbiriyle buluşuyor hem soluklanıyor, hem de “ustalık dersleri” (master class) üzerinden, gelecek vaad eden genç müzisyenlere bu dağ köyünün bir “dead end” olduğunu söylüyor. 

Bu ifade Brahms da, Mozart ve diğer ünlü bestecilerin eserlerini verdikleri dönemde Avrupa’da rastlandığı gibi sıkıntılı bir çıkmaz yol değil. Acaba Almanya da Avusturya da yaşadıkları dönemlerde, kendi ruh aleminde böyle bir “dead end”le karşılaşınca mı ünlü bestelerini yaptılar acaba? Verbier, bilakis üstatlarıyla, genç müzisyenlerle ve bizim gibi bu işin acemisi olup, yeni yorumları dinlemek isteyenlerle karşılaşacakları bir kavşak.

Alpler- değişik tatil kültürü-iş modeli-boşluk bırakmamak

Grand St.Bernard geçidinde ki Alplerde çeşitli kayak merkezlerinde klasik müzik festivali düzenleniyor. Verbier’nin dağ köyü ekim, kasım ayları başlayan kayakla yetinmiyor, yaz mevsiminde bunu Verbier Academy’nin klasik müzik festivaliyle zenginleştiriyor. Yılbaşı’nda ve fırsat oldukça Lozan’da Verbier grubunu bir araya getirmek için vesileler yaratırlar. Hatta iki yıl öncesine kadar festivalden sonra köy boşalınca konkurhipik düzenlenirdi. 

Bütün bunların yolunu açan, Avrupalının yaz aylarında deniz kadar dağla da ilgilenmesi. Verbier’de Avrupa’nın her köşesinden gelen müzik meraklıları, Bagnes vadisi üzerinden Grand Combin ve diğer doruklara ulaşan yolların üzerinde, buzulların karşısında dinlendiriyorlar. Bunun sonucu olarak Verbier’de, Gstaad’da, Crans Montana’da şık villalar, şaleler inşa edilmiştir ve bu devam ediyor. Ama tabii doğaya aykırı kule dikilmiyor. Bilmem şaşıracak mısınız, ama İsviçre de klima kullanılması yasak, aydın insanlar doğanın verdiklerini sadakatle saklıyorlar, ona sahip çıkıyorlar.

Bu villalarin sahipleri dinlenmekle, kayak kaymakla kalmıyorlar, gruplar halinde Alpler de günlerce süren yürüyüş turlarına katılıyorlar. Alplerin doğu uzantısı olan Toroslar üzerinde de benzeri yürüyüş veya dağ araçlarıyla dolaşma imkânı var. Yıllar önce o zamanlar arkadaşım olan Deniz Baykal Antalya’da Toroslarda da böyle bir projeden söz ederdi. Sabah dağda kayak yapacaklar, öğleden sonra furnikülerle Akdeniz’e yüzmeye inecekler. Acaba Deniz siyaseti de böyle hayallerle mi tasarlardı? Böyle tasarlasa Antalya kulelerle mi dolardı?

Verbier gündemimize nasıl girdi?

2011 yılı temmuz ayında, Cenevre’den trenle Verbier festivaline geldik. Sonraki yıllar Cenevre’de havalimanında araç kiraladık, bu yıl Uber hizmetinden yararlandık. Bir hafta boyunca, genç müzisyenler, temiz dağ havası ve yedi milletten gelen güzel insanlarla ideal yaşamı tattık. Radyo, TV, her saat başı herkese ağza alınmadık kelimelerle yurttaşlarına hakaret edenler yerine, yüzyıllar önce Avrupa’nın ortasında çeşitli müzik aletleriyle çalınmak üzere, en önemli mimarlar, bilim adamları kadar önemli müzisyenlerin bestelediği müzikleri dinledik. Verbier’nin bir önemi katılanların dünya genelinde müzik meraklıları yanında, onlarla buluşmak için ülke ülke dolaşan büyük sanatçılardan, örneğin Evgeny Kissin, Martha Argerich, Daniil Trifonov, Babayan, Grigory Sokolov, Brendel, ve daha birçok ünlü kişiden oluşması. Bu sanatçıların dağ koyuna gelip müzik yapmalarının nedenleri arasında, aynı ligde oynayan diğer sanatçılarla birlikte olmak var.

Bu gibi sanatçıların yaşamı hareketli, yaz aylarında Verbier’den hemen sonra Salzburg başlıyor, sonra mart ayında kısa süreyle devam ediyor. Orası özellikle Viyana ağırlıklı konser, opera ağırlıklı ve yine muhteşem dağ manzaraları Salzburg’da da var.

Bizim için bu iki haftanın bir başka hoş yanı, bu ve benzeri sanatçılarla köyün yollarında karşılaşmak, sohbet etmek. Bu yıl ayın keyfi 16-25 Temmuz döneminde, birçok ülke arasında ABD’den, Kolombiya’dan, Avustralya’dan gelen müzik severlerle birlikte yaşadık. Ve hep sordum, bu sıcak havada deniz kenarına gitmenin, sıcaktan bunalmanın nedeni nedir? Biz 12-15 derecede iken 30’larda kavrulan arkadaşlarımızı hatırladım.

Yıllar önce yine İsviçre’de, Verbier’nin doğusunda, Zürih’e yakın bir başka dağ köyünde klasik müzik sanatçıları değil, “siyaset sanatçıları” çalıp söylerdi. Orada T-Engstrom yerine Klaaus Schwab vardı, adeta çalınacak eserleri o düzenlerdi. Her ülkede siyaset, ekonomi, bilim dünyasında olup bitenleri, iniş çıkışları klasik müziğin iniş çıkışları gibi düşünmek doğru olmaz mı? Hele İsviçre’de? 

İsviçre-din-kültür-siyaset

İsviçre’nin dini bakımdan Calvinist geleneği, Alman, Fransız ve İtalyan kökenli nüfusunun benimsediği kantonal nüfusun dürüstlük ve tarafsızlık temelinden yola çıkan yönetim anlayışı ülkeyi bugün en varlıklı, yaşam kalitesi en yüksek düzeye çıkartmış durumda. İstatistiklere bakıldığında bu ayrıcalığa sahip olan diğer ülkeler arasında Singapur, Danimarka akla ilk gelenler. İsviçre saat başta olmak üzere imalat endüstrisinin önemli örneklerinde ürünler veriyor. Ülke 8 milyon nüfusa sahip ve en zengin ülkeler arasında yer alıyor.

Verbier’de konser salonunun ortasında bir maket vardı. Bölge yönetimi, köyün bu faaliyetlerle gelişmesini doğru mimari düzenlemelerle desteklemek ve böylece daha çekici hale getirmek için hazırladığı planı, köyde yaşayanların oyuna sunuyor. Bizim maalesef çok alıştığımız imar sefaletinin, kuşkusuz milyonlarca İsviçre Franc’ının harcanacağı projelerde suistimal rezaleti böylece, yani yapılması tasarlanan her iş yaşayanların onayına sunulmasıyla önleniyor. Projenin nasıl gerçekleştiğini gelecek yıllarda Verbier’ye tekrar gidebilirsek görebileceğiz.

Ülkemizde yaşananları ise kelimelerle anlatmak mümkün değil, zaten çoğumuz da anlamıyoruz, zaten çürüğün kokusunu artık boğuyor.

Küçük bazı “kara mizah” örnekleri

Kara mizah, beklenmedik bir olaydan zarar görenleri bile güldürecek olaylara verilen isimdir. Burada size üç örneğini vereceğim.

Hep iki valiz, iki kabin bagajı ve benim bilgisayar, kitap çantamla seyahat ederiz. Bu defa da İstanbul Havalimanı’nda valizlerimi alırken, benim kabin bagajımı unutmuşum. Dün yaşadığımız yerden tanıdığım bir genci de yanıma alarak alana gittim. Kayıp eşya masasına derdimi anlattım, bagaj etiketlerini ve pasaportları verdim. Hemen kayıtlardan unuttuğum kabin bagajını buldular. Eşiniz nerede dediler, evde dedim. O zaman bagajı size teslim etmeden önce gümrükçülerin onayını almamız gerekir dediler. Bunu lütfen unutmayınız.

Gümrükçülerle konuştuk, sorun yok verebiliriz dediler. Bagajı aldık, birtakım belgelere imzalar attım ve pasaportumu da aldım. Burada dikkat, kendi pasaportumu aldım, eşimin ki hala THY Kayıp eşya masasında duruyor, ya da ben öyle düşünüyorum.

Çıldırmaya hazır mısınız?

Bagajım elimde alandan ayrılırken ayıldım, eşimin pasaportu neredeydi? Hemen geri göndük. THY görevlileri biz sizin pasaportunuzu gümrükçülere vermek üzere tuttuk, eşinizin pasaportunu da o anda yanınızda bulunan bir başka kadına “eşiniz olduğunu düşünerek” verdik.

Haydi buyurun, çıkın işin içinden. Valizi verebilmek için gümrükçülerin onayını arayan THY personeli, herhalde valizden çok daha değerli, önemli olan üstelik “HUSUSİ DAMGALI”, yeşil pasaport olarak bilinen kimlik belgesini oradaki herhangi bir kadına, eşim olduğunu “düşünerek”, hiçbir kontrol yapmadan, ne resme, ne isme bakmadan veri vermişler. Bu nasıl bir umursamazlık?

THY personeli yukarıda emniyet merkezine gidin, onlar her şeyin filmini çekiyorlar, oradan olayı görebilirsiniz. Olayı görebilirim de, hiçbir şeyden haberi olmayan bir kadını nasıl teşhis edip ulaşacağım?

Yukarıya çıktık, emniyet bürosunu bulduk. Bu kara mizahı onlara anlatmak elbette zaman aldı. Çünkü olanlar inanılır gibi değil. Nihayet ekranı açtılar, olup biteni orada gördük, ama ne çare, kadını nerede, nasıl bulacağız derken telefonum çaldı, arayan THY kayıp eşya masası. Bu olayı Çin’de yaşıyor olsaydık, ekrandaki resim, arşivle eşleştirilerek kimdir, o an nerededir, sistem hemen bulurdu. Kadın olayı fark etmiş ve o masayı aramış. Masadaki gençlerden biri gidip dünyanın en büyük hava alanı propagandasıyla, tuhaf bir narsizm için övündüğümüz alanda, kim bilir kaç kilometre uzaktaki köşesine gidip pasaportu almış. Ihlaya, tıslaya geldi. Hepsi birlikte içtenlikle teşekkür ettiler. Tabii fiziki yorgunluk için teşekkür ettim, O işi, “dünyanın en büyük” havalimanında kilometrelerce koşarak ben yapamazdım. Ama durmadım ve bu gençlere gerekeni söyledim, iki kelimeyle “ha bu size ders olsun”! Tabii hakaret etmedim, ona ne hakkım var ne de işe yarar. İnanır mısınız, onlar hala yaptıkları hatanın büyüklüğünün farkında değillerdi, yukarıdaki polis görevlileri şaşkınlık içindeydi, ama ötekiler, hayır.

Başka ne diyebilirdim, akılla hiç ilgisi olmayan bir davranışı nasıl açıklayabilirdim? Sinema, otobüs bileti değil, tanımadığı ve ait olmayan kişiye verdiği “pasaport.”

Herhalde insanın yaşamında iki kez karşılaşması olasılığı ender bir deneyim yaşamış oldum. Kara mizah örneği olarak sizlerle paylaştım. Bir kara mizah örneği daha vereceğim. Hepimiz her gün karşılaştığımız hekim, gıda, ulaşım, otel ve benzeri yerlerin fiyatları karşısında şaşırıyoruz. Selimiye’de ödediğimiz otel ve yemek ücretleri, Verbier’den daha ucuz değil, ona eşit veya daha fazlaydı. İsviçre’de yıllık ortalama ücret 78.000 SFR, yani üç milyon 900.000TL. Bir saatlik asgari, ücret 24.48 SFR yani 1.346 TL. Almanya: 14.60 EURO, (803 TL). Fransa Smic: 11.65 EURO (640 TL). Yani Türkiye’yi Almanya veya Fransa ile karşılaştıracak olursanız durumumuz daha kötü.

Eskiden dışarıda kazanıp içeride harcamak kârlıydı, artık değil. Tıpkı biraz önce pasaport macerasında anlattığım bir başka kara mizah örneği, yaşam ülkemizde Avrupa’da olduğundan daha pahalı. Bu ne demek, biliyor musunuz? Yaşam standardımızı, sağlık bakımımızı kendimizi tercihlerimizle bulunduğumuz yerden hayli daha aşağı itmek demek. Hala razı mısınız, yoksa hala farkında değil misiniz?

                                                            /././

T-24




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

1848 Devrimi ve gerçekçilik -Fide Lale Durak / soL-

Courbet, seyirciyi portrelerle etkileşime sokmak istemez. Acıma, empati, öfke duyma ya da oluşabilecek herhangi aşırı duygu yerine, nesnelli...