CHP'li belediyelere operasyon sürüyor: Adıyaman, Adana ve Antalya Belediye Başkanları gözaltında
CHP'li Adıyaman Belediye Başkanı Abdurrahman Tutdere, Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Zeydan Karalar ve Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek gözaltına alındı.
CHP'li Adıyaman Belediye Başkanı Abdurrahman Tutdere, sosyal medya hesabından paylaşım yaparak gözaltına alındığını duyurdu.
Tutdere, "Sabah Ankara'da evimden gözaltına alındım. İstanbul’a götürülüyorum" ifadelerini kullandı.
Hemen ardından CHP'li Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Zeydan Karalar'ın da gözaltı haberi geldi.
Karalar, İstanbul'da gözaltına alındı.
10 kişi hakkında gözaltı kararı
Anadolu Ajansı'nın paylaştığı bilgiye göre, belediye başkanları "Aziz İhsan Aktaş suç örgütüne yönelik soruşturma" kapsamında gözaltına alındı.
Toplam 10 kişi hakkında gözaltı kararı verildi.
Ekol TV'den Dilek Yaman Demir'in haberine göre, tutuklanan Büyükçekmece Belediye Başkanı Hasan Akgün yerine seçilen Belediye Başkanvekili Ahmet Şahin de gözaltına alındı.
CHP'den ilk tepki: 'Milleti böyle teslim alamazsınız'
CHP Genel Başkan Yardımcısı Gökhan Günaydın, gözaltılara ilişkin yaptığı sosyal medya paylaşımında, "Adana ve Adıyaman Belediye başkanlarımız gözaltında.. Birisi Adana gibi Başkan, diğeri 6 Şubat depreminde “unutulan Adıyaman’ın” kahramanı.. Borsayı düşündüğünüz kadar adalet kaygınız olsaydı keşke.. Bir milleti böyle teslim alamazsınız, alamayacaksınız" dedi.
Muhittin Böcek de gözaltına alındı, evinde arama yapılıyor
Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek hakkında da gözaltı kararı verildiği öğrenildi.
Böcek'in gözaltına alınma sebebi Antalya Cumhuriyet Başsavcılığınca yürütülen "rüşvet" soruşturması olarak duyuruldu. 2 kişi daha gözaltına alındı. Böcek'in evinde de arama yapılıyor.
Dün CHP'li Antalya Manavgat Belediyesi'ne yönelik "yolsuzluk" iddiasıyla soruşturma başlatılmış ve soruşturma kapsamında aralarında Belediye Başkanı Niyazi Nefi Kara'nın da olduğu çok sayıda kişi gözaltına alınmıştı.
Soruşturma kapsamında Belediye Başkan Yardımcısı M.E.T.’nin rüşvet aldığını gösterdiği iddia edilen görüntülerin ortaya çıkmasıyla, CHP Genel Başkanı Özgür Özel, parti içinde 2 muhakkik görevlendirdiklerini belirterek “Somut delillere dayalı olarak, suça bulaştığı ispatlanan kim varsa Partimizde barınması mümkün olmayacağı gibi en ağır şekilde cezalandırılmasının da takipçisi oluruz” ifadesini kullanmıştı.
CHP'den ilk tepki: 'Aziz İhsan Aktaş herkese para dağıttıysa para verilen AK Partili isimler nerede?'
CHP Genel Başkan Yardımcısı Gökhan Günaydın, gözaltılara ilişkin yaptığı sosyal medya paylaşımında, "Adana ve Adıyaman Belediye başkanlarımız gözaltında.. Birisi Adana gibi Başkan, diğeri 6 Şubat depreminde “unutulan Adıyaman’ın” kahramanı.. Borsayı düşündüğünüz kadar adalet kaygınız olsaydı keşke.. Bir milleti böyle teslim alamazsınız, alamayacaksınız" dedi.
Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş da sosyal medya hesabından bir paylaşım yaptı. Yavaş, "Madem Aziz İhsan Aktaş herkese para dağıtmış, o zaman bu kirli düzen sadece muhalif başkanları mı hedef alacak? Para verilen AK Partili isimler nerede? Onlar için neden aynı kararlılık gösterilmiyor?" diye yazdı.
Yavaş'ın paylaşımı şöyle:
"Adana Büyükşehir Belediye Başkanımız Zeydan Karalar, Antalya Büyükşehir Belediye Başkanımız Muhittin Böcek ve Adıyaman Belediye Başkanımız Abdurrahman Tutdere Aziz İhsan Aktaş’ın iftiraları nedeniyle gözaltına alındı. Bu durum hukukun ne yazık ki kimlere nasıl işlediğini bir kez daha göstermiştir.
Madem Aziz İhsan Aktaş herkese para dağıtmış, o zaman bu kirli düzen sadece muhalif başkanları mı hedef alacak? Para verilen AK Partili isimler nerede? Onlar için neden aynı kararlılık gösterilmiyor?
Hukukun siyasete göre eğilip büküldüğü, adaletin bir kesim için uygulanıp bir kesim için görmezden gelindiği bir düzende kimse bizden hukuk devletine güvenmemizi, adalete inanmamızı beklemesin.
Buradan sesleniyoruz: Hukuk ya herkes için vardır ya da hiç kimse için yoktur!
Haksızlığa, hukuksuzluğa, siyasi operasyonlara boyun eğmeyeceğiz."
***
Kaypakkaya’nın doğduğu köye taş ocağı projesi: 'Köyü terk etmek zorunda kalacağız'-Özkan Öztaş-
68 kuşağının devrimci önderlerinden İbrahim Kaypakkaya’nın doğduğu köye yapılmak istenen taş ocağı projesi, köy halkını göçle karşı karşıya bırakıyor. Tarım ve hayvancılıkla geçinen köylüler, projeye karşı çıkıyor.
Çorum’un Sungurlu ilçesine bağlı Karakaya Köyü’nde yapılmak istenen taş ocağı projesi, köy halkının tarım ve hayvancılıkla sürdürdüğü yaşamı tehdit ediyor. Aynı zamanda 68 kuşağının devrimci önderlerinden İbrahim Kaypakkaya’nın doğduğu köy olan Karakaya’da, taş ocağı faaliyetleri köylünün geçim kaynaklarını ve günlük yaşamını sürdürülemez hale getirecek.
Konuya ilişkin açıklama yapan Karakaya Köy Derneği temsilcilerinden Hüseyin Tozkoparan, soL’a yaptığı değerlendirmede, “Köydekiler hayvancılıkla, tarımla geçiniyor. Sütünü satıyor, ekmeğini çıkarıyor. Ama taş ocağı burnumuzun dibine kurulursa, bu düzen bozulacak. Her yer toz olacak, tarım bitecek. Böyle bir ortamda yaşamak mümkün olmayacak. O zaman herkes tası toprağı toplayıp göç edecek” dedi.

'Gizli gizli yürütmüşler, tesadüfen öğrendik'
Projeyi yürüten şirketin Çelikler Holding olduğu belirtiliyor. Taş ocağından çıkarılacak taşların TCDD’ye bağlı hızlı tren projelerinde kullanılacağı ifade ediliyor. Hüseyin Tozkoparan, ÇED süreci başlatılan projeyle ilgili olarak köyde kimsenin bilgilendirilmediğini vurguluyor: “Bu proje köylünün elindeki her şeyi alacak ama köylüye bir şey anlatılmamış. Muhtarın bile haberi yok. Projeyi tamamen tesadüfen öğrendik. Şimdi ÇED için köye gelecekler. Kimse kusura bakmasın ama kendilerine hoş geldiniz diyecek halimiz yok.”
Tozkoparan, “Tarımı bitirecek, hayvancılığı bitirecek bir projeyi ‘gelişme’ diye sunmaya çalışıyorlar. İnsanları ekmeğe muhtaç bırakacaklar. Taş ocağı yapılacak alanların yerleşim yerlerinden uzakta kurulması gerekirken, en kolay yolu seçip köylünün yaşam hakkını yok sayıyorlar” diye konuştu.

'Köyden tren geçecek, ama trene binecek köylü kalmayacak'
Taş ocağından çıkarılacak malzemenin hızlı tren hattı için kullanılacağı belirtilirken, bu durum köylüler tarafından ironik bir şekilde karşılanıyor. Tozkoparan, “Bir yandan hızlı tren projesi diyorlar, bir yandan o rayları döşemek için bizim köyü yerle bir edecek taşları çıkarmaya çalışıyorlar. Sonra da o trene binecek köylü kalmayacak burada. Bu nasıl akıl?” diyerek tepki gösteriyor.
Köye yakın başka yerlerde yine taş ocaklarının faaliyet gösterdiğini belirten Tozkoparan, sorumluların daha makul olanı değil daha kolay olanı tercih ettiklerini ifade ediyor. "Taş ocağı kurmak için en kolayı köylüleri gözden çıkarmak sanırım" sözleriyle anlatıyor.
Köylüler Pazar günkü buluşmaya hazırlanıyor
Karakaya Köyü, geçmişte de kolluk kuvvetlerinin baskılarına sahne olmuş bir yer. İbrahim Kaypakkaya’nın mezarının bulunduğu köyde, anma etkinlikleri sık sık yasaklanıyor, köylülere göz dağı veriliyordu. Mezarlığa yerleştirilen kamera sistemi de geçtiğimiz dönemde gündem olmuştu.
Ancak köylüler dayanışmayı öne çıkarmaya kararlı. Korkuya teslim olmadan projeye karşı çıkmak gerektiğini dile getiren köylüler, “Toprağımıza sahip çıkacağız” diyerek seslerini yükseltiyor. Eğer proje durdurulamazsa, Karakaya da büyük şehirlerin işsizler ordusuna katılacak bir köy nüfusu haline gelecek.
Buna karşı 6 Temmuz Pazar günü köyde bir araya gelecek köylüler basının ve kamuoyunun bu mücadeleye destek vermesini bekliyor.
***
'Bizim hükümet'-Aydemir Güler-
Bu ülkede bizim hiç hükümetimiz olmasa da, halkımız topraklarımızın bereketinin tanığıdır. Şimdi; anı kitaplarının sadece geçmişten söz ettiğini düşünmek mümkün müdür?
Geçtiğimiz Nisan ayında yayınlanan bir anı kitabının önsözünü ben yazmıştım. Ahmet Yücel Çiftçi’nin, Kurmaysız Dövüşen Devrimciler’ini hem henüz taslak halindeyken okuma, hem de yazarının ağzından içeriğin büyük kısmını dinleme şansım olmuştu.
Çok önceleri Ulvi Oğuz’un anılarını da, yine, hem dinlemiş hem okumuştum… Ulvi ağabey TKP’ye 1973 Atılımından önce girenlerdendir. Partisi dışarıdan çok baskı görmüştü, ama asıl içeriden tasfiye edilecekti. Partimin Yolunda buna isyandır. Her iki kitap Yazılama’dan çıktı.
Yücel Çiftçi ise Devrimci Yol’cudur. Artvin Dev-Yol davasının idamlıklar listesinde yer alır, 1980’li yıllarda… Onun hikâyesi, hareketin merkezinin, kendisi gibi çok sayıda inançlı militanı “kurmaysız” bırakmasıdır. Anıları buna isyandır.
Yücel ve Ulvi ağabeylerin eleştirelliklerini ve –tabir uygun mu, bilmiyorum- “haklı öfkelerini”, nicel anlamda karşılaştırmak yersiz olur. Bunu geçelim; daha önemlisi, her ikisi, içinde yetiştikleri ve politik kişiliklerini biçimlendiren geleneklerin insanlarıdır. Eleştirip uzak düşmek daha kolay ve yaygın oluyor. Bu örnekler öyle değil. Yaşadıkları deneyimlerin üstünden birer ömür geçse de, yine uğruna her şeyi göze aldıkları siyasal hareketlerine çok ağır eleştiriler yöneltseler de, biri “TKP’li”dir, diğeri “Devrimci Yolcu”. Burada, Ulvi Oğuz’un, tasfiyeye uğrayan eski partisinin adını taşıyan bugünkü TKP’nin üyesi olmasını kastetmediğim herhalde açıktır.
Bana sorarsanız, eleştirinin asıl bu türü değerlidir. Sahiplenmek yanlışa, eksiğe kör bakmak anlamına gelmeyeceği gibi, kıyasıya eleştirmek de, geçmişine sırtını dönmeyi gerektirmez. Geçmişine sırtını dönen, bir uzvunu gözden çıkartmış olmaz mı? Yani artık, anılarını yazan, hikâye ettiği zamanı yaşayan kişi olmaktan uzaklaşmış, daha doğrusu, o zamanlara yabancılaşmıştır. Anı türünün en büyük sorunlarından biri bu olsa gerek… Çaresi, yazarın, temel yaşam tercihleri açısından, yazdığı geçmişteki gibi olmasından, aynı zemine ayaklarını basmasından başka bir şey değildir.
Siyasi yaşamlardan söz ediyoruz. Kökten değişen örneklere kızabilir, onlara dönek veya hain diyebilirsiniz; benim konum burada o değil. Bence, anının “doğru” olması için, artık “nesneye” dönüşen geçmiş ile “özne-yazar” arasında sağlam bir örtüşme, bir süreklilik olması gerekir. İlle de, aktaracağım gibi kanıt gösterilmiş olması şart değil; ama madem kitapta geçiyor, buraya da alayım:
“… operasyonu yöneten albay içeri girdi. Oturan subaylar ayağı kalktılar. (…) önüme dikilen Albay, ‘ayağa kalk’ dedi.
'Neden?'
'Karşında silahlı kuvvetlerin bir albayı var' dedi.
(…) senin karşında Devrimci Yol’un generali var, dedim.”
Bu satırları ancak aynı yerdeyseniz yazarsınız. Yücel Çiftçi’nin kitabı, tam bu nedenle, aynı Ulvi ağabeyinki gibi “güvenilirdir.”
***
Geçmiş hakkında konuşurken, okurken, güvenilirlik az şey değildir. Ama daha somut bir soru var: Yücel Çiftçi’nin anılarında ne bulacak, henüz okumayanlar? Kendi yazdığım önsözden alıntı yapacağım:
“Yücel Çiftçi’nin anılarını, o henüz kitabı yazarken dinleme şansı buldum. Uzun bir günün sonunda İzmit’teki evinden ayrılmıştım. Rastlantı bu ya, akşam Javier Cercas’ın Salamina Askerleri romanını okumaya devam ettim. Dondum kaldım!
‘Sánchez Mazas da adeta ölmüş de öldükten sonra bir sahneyi anımsıyormuşçasına gözlerine inanamasa da askerin dinmek bilmeyen yağmurun içinden, taş çatlasa birkaç adım uzaklıkta tetikte bekleyen öbür asker ve polislerin mırıltılarının arasından hendeğin kenarına ağır ağır yaklaştığını, silahı gergin olmaktan ziyade sorgulayıcı bir edayla gösterişsizce, tıpkı ilk avını tespit etmeye çalışan acemi avcı gibi doğrulttuğunu gördü. Tam da askerin hendeğin kenarına iliştiği anda yeşilliklere çarpan yağmurun mırıltısını delip geçen çok yakından gelen bir bağırtı duydu. 'Kimse var mı orada?' Asker ona bakıyordu, Sánchez Mazas da askere. Ama bakımsızlıktan yıpranmış gözleri baktığı şeyi anlamıyordu. Sırılsıklam saçlarının, açık alnının ve yağmur damlalarıyla dolu kaşlarının altında, askerin gözlerinde ne acıma ne nefret, hatta ne de küçümseme, sırrına erilemez bir tür gizli neşe vardı. Zalimlik sınırlarında gezen, akla mantığa aykırı, aynı zamanda da içgüdüsel bir şey. Kanın damarlara, gezegenin yörüngesine, tüm varlıkların inatçı varoluş koşullarına tutunmasının ardındaki kör inatçılıkla yaşayan bir şey. Nehrin suyunun taştan kaçıp sızması gibi kelimelere sığmayacak bir şey – çünkü kelimeler sadece kendilerini anlatmak için icat edilmiştir, anlatılabilir olanı dile getirmek için, yani bize hükmeden, hayat veren, bizi ilgilendiren, bizi biz yapan şeyler haricindekileri söylemek için; yoksa bedeni neredeyse nehir yatağının kahverengi suyuyla ve toprakla karışmış durumdaki o adama bakan ve bakmayı bırakmadan var gücüyle havaya doğru ‘Burada kimse yok!’ diye bağıran, o yenik ve meçhul askeri anlatmak için değil… Sonra arkasını döndü ve çekip gitti.’
“Ama ben bu öyküyü daha yeni dinlemiştim!
“Benim dinlediğimde, olay İspanya’da, İç Savaş’ta değil bizim memlekette bir dağ köyünde geçiyordu. Kaçağımızı çam dalları, yapraklar ve çamur tabakası değil, bir salkım söğütün kolları saklamıştı. Bilmiyorduk, askerin gözlerinin onu seçip seçemediğini, kimin ne kadar korktuğunu... Donmuş halimden sıyrılırken bir kez daha hissettiğim, Türkiye solunun bir yanıyla ‘roman gibi’ bir geçmişten geldiği; geldiğimizdi.”
***
Karşımızda aynı zamanda bir “macera” var. Öğretici, düşündürücü, heyecanlandırıcı. Ama dikkat: Yazıldıklarında, aktarıldıklarında “bizim deneyimlerimiz” haline geliyorlar ve maceradan çıkıp başka bir şey oluyorlar. Bugüne ve geleceğe dair bir söz içeriyorlar. Onlardan birini bu köşe yazısına başlık yaptım.
1970’lerin halk örgütlenmelerinin, ‘80’lerin kurmaysız direnişinin üstünden yıllar geçer. Yücel Çiftçi ailesiyle birlikte aynı yörede, bir köydedir. Sözü bir köylü alır:
“Yücel bey, sizin hükümetin zamanında, her derdimiz kolay hal ediliyordu. Ne karakol, ne de mahkeme derdi çektirmeden bizlere yardımcı oldunuz. Başımız her dara düştüğünde, Dev-Genç derneğinin kapısında soluğumuzu alıyorduk. Bu bakımdan sizin hükümetinizden çok memnunduk. Allah sizlerden razı olsun, Yücel bey.”
Bu ülkede bizim hiç hükümetimiz olmasa da, halkımız topraklarımızın bereketinin tanığıdır.
Şimdi; anı kitaplarının sadece geçmişten söz ettiğini düşünmek mümkün müdür?
/././
Cumhuriyetçilerin birliği için notlar(V): Yayılmacı bir Cumhuriyet mi?-Erhan Nalçacı-
Bu hafta yayılmacılık, milliyetçilik, yurtseverlik, ülke güvenliği gibi zor konulara bir giriş yapacağız. Kolay olmadığını biliyoruz mücadelenin, bu aşamada akıl ortaklığı için önyargıları ve tarihsel olarak edindiğimiz reflekslerimizi bırakıp cesaretle tartışmalıyız.
Cumhuriyet için verilen mücadele dünya tarihinde dönüm noktalarını işaretler. Dünyada halklar eşitlik ve özgürlük mücadelesinde Cumhuriyetleri kurarlar, Cumhuriyetler yıkıldığında eşitlik ve özgürlük de kaybedilmiş olur.
Şimdi yıkılmış bir Cumhuriyetin enkazında yeni bir Cumhuriyet için hazırlık yapıyoruz. Birçok kökenden gelen Cumhuriyetçinin birliği için yöntem üzerinde uzlaşmaya ve ortak kavram setlerine gereksinimimiz var.
Bu köşede farklı duruşlarımız nasıl birleştirilebilir üzerine denemeler yaptık ve dört yazıda 12 soru sorup yanıtlamaya çalıştık.
Bu hafta ise yayılmacılık, milliyetçilik, yurtseverlik, ülke güvenliği gibi zor konulara bir giriş yapacağız.
Kolay olmadığını biliyoruz mücadelenin, bu aşamada akıl ortaklığı için önyargıları ve tarihsel olarak edindiğimiz reflekslerimizi bırakıp cesaretle tartışmalıyız.
Soru 13: Bir cumhuriyet yayılmacı olabilir mi?
1923 Devrimi emperyalist güçlerin siyasi coğrafyayı kendi çıkarlarına göre oluşturmasına karşı bir iradeyi örgütleyerek gerçekleştirildi. İngiliz emperyalizmi üretim kapasitesi, askeri gücü, emperyalist devlet deneyimi, istihbaratı vb. ile devrimden sonra da taze Cumhuriyeti kuşatmış bulunuyordu, ulusal sınırlar garanti altında değildi.
Bu koşullar altında “Yurtta barış, dünyada barış” sloganı Cumhuriyet’in temel niteliğini yıllarca belirleyecekti.
Ancak ayağa kalkarken fikirsel düzeydeki yenilenmede klişelere düşmemeliyiz.
İktidara gelen burjuvaziler dünyada olanak bulduklarında komşularının topraklarına, doğal zenginliklerine, stratejik noktalarına göz dikerek hegemonyalarına almak isterler. Fransız Devrimi’nin doruğunda Jakobenler Haiti’ye özgürlüğünü verirken Napolyon Haiti’ye donanma göndermişti. Zaten bununla beraber Fransa’da bir Cumhuriyet’ten bahsedilemez oldu.
1923 Cumhuriyeti ise uzun yıllar kendini defalarca aşan askeri güçlerce çevriliyken yayılmacı bir özellik göstermeyi denemedi, bu nedenle bu ünlü slogan gerçek haline geldi ve Cumhuriyet’in korunmasını sağladı.
Öte yandan daha derine indiğinizde ne ülkede ne dünyada barış vardı bu süre içinde. Ülke içinde sınıf mücadeleleri, dünyada işçi sınıfının iktidarda olduğu devletlerle emperyalist devletler arasında kıyasıya bir çatışma hali sürüp gidiyordu. En nihayet bu süreçte Türkiye sermaye sınıfının emperyalizme bağlanmayı tercih etmesinin Cumhuriyet’i bitiren dinamiklerden biri olduğunu geçen hafta değerlendirmiştik.
Ancak şimdi özelikle son 20 yılda çok daha belirgin hale gelen Türkiye sermayesinin gözünü ulusal sınırların dışına çevirmesine dayanan bir yayılmacılıkla karşı karşıyayız. Artık kimse “Yurtta barış, dünyada barış” demiyor, Genel Kurmay Başkanlığı’nın kapısında “Güçlü ordu, güçlü Türkiye” yazıyor. Bu eğilimin Cumhuriyeti bitiren başlıca unsurlardan biri olduğunu görüyoruz.
Cumhuriyeti bitiren unsurlar birbirine bağlı ve birbirinin uzantısıydı.
Devlete ait hemen hemen bütün sanayi, maden, liman gibi zenginliklerin bir yağma rejimi içinde sermayeye aktarılması, sermaye sınıfının sağladığı büyük sermaye birikimiyle yurtdışına sermaye ihraç ederek yönelmesi ve halkın ülke yönetiminden tamamen soyutlanması birbirine dolanarak yükseldi ve ülkenin bir Cumhuriyet olma niteliğini ortadan kaldırdı.
Şimdi bazı Cumhuriyetçilere devletin yayılmacı özellikleri hoş görünebiliyor.
Oysa her ne kadar son yıllarda Türkiye ekonomisi geliştiyse de orta çaptaki bir ülke önünde sonunda yayılmacılığını büyük emperyalist ülkelerle ittifak kurmayı gözeterek sürdürmek zorundadır. Dolayısıyla bu hırçın politikanın kendisi bir bağımlılık mekanizması yaratır.
Sadece Suriye’de yaşanan utanç verici sürece Türkiye’nin nasıl dahil olduğuna bakmak, nasıl Türkiye’nin Cihatçıların lojistik üssüne çevrildiği hatırlamak ve birdenbire Suriye’de açılan uçurumu görmek ne demek istediğimizi anlatacaktır. Ve bunun henüz bir başlangıç olduğunu fark etmek ürkütür insanı.
Bu rezalet ancak emekçi halk ülke yönetiminden dışlanırsa yapılabilirdi.
Yayılmacı bir cumhuriyet olmaz. Emperyalizm tekelci sermayenin diktatörlüğüne dayanır çünkü.
Aksine Cumhuriyetimiz tüm emekçi cumhuriyetlerini kuran veya kurma süreci içinde olan halklarla eşit ve adaletli bir dayanışma ilişkisini inşa etmek zorundadır.
Soru 14: Milliyetçilik mi, yurtseverlik mi?
Bu yazı dizisinin ilkinde 1923 Devrimi’nin bütün özgünlüklerine rağmen genel olarak burjuva devrimi niteliğinde olduğunu tartışmıştık. Milliyetçilik burjuva devrimi kategorisi için zorunlu ve başat bir ideolojik motiftir. Başlangıçta devrime eşlik eden milliyetçilik ilerici bir nitelik de taşır, çünkü hanedana karşı bayrak açan burjuvazi altına bütün sınıf ve tabakaları toplar. Burjuvazinin çeşitli kesimleri, köylülük, işçi sınıfı, ittifak unsuru olan feodaller vb., bunlar hukuk önünde eşitlik ilkesi doğrultusunda millet egemenliği ve ulus devlet inşasında kullanılır.
Burjuva devrimi feodal devletlerin veya emperyalist devletlerin saldırısına uğradığında yurtseverdir de.
Ancak başlangıçta devrimci olan her şey bozulur çok geçmeden.
Burjuvazi sermaye birikiminde bir seviyeyi geçtikten sonra uluslararası sermaye ile işlerini yoluna koymaya bakar, bazen yabancı şirketlerin bayisidir, bazen ortağı, bazen ara mal üretir, bazen onlara borçlanır ve çoğu kez onların işlerini ülke içinde takip eden bir ofise dönüşür.
Burjuvazi yurtseverliğini kaybeder.
Ama milliyetçilik iki nedenle gereklidir onlara, iliğine kadar sömürdüğü emekçi sınıflara sanki çıkarları ortakmış gibi seslenebilmek ve emekçilerin çocuklarını kendi yayılmacı maceralarının arkasına asker olarak toplayabilmek için.
Ölmüş bir Cumhuriyette yurtseverlik sadece emekçi sınıflara kalır. Emekçiler doğdukları ülkelerine, dinledikleri türkülere, annelerinin ninnilerine, mahallelerinin kokusuna, öğretmenlerine, asker arkadaşlarına bağlı kalırlar. Çıkarları ülkenin bağımsızlaşmasından, barıştan, emekçilerin sömürülmemesinden yanadır.
Bu nedenle yeni Cumhuriyet emekçi yurtseverliğine dayanacaktır.
Soru 15: Ülke güvenliği nasıl sağlanır?
Bu zor ve derin konuya az yerdi kaldı ancak yukarıdaki iki başlıkla ilişkili olarak ele alalım.
Son dönemde Türkiye’de sermaye sınıfına bağlı bir askeri-sınai kompleks gelişti ve bu durum bazı Cumhuriyetçileri çeldirme potansiyeli taşıyor.
Öncelikle yeni Cumhuriyeti emperyalizme karşı savunmak zorunda olacağımızı biliyoruz ve Türkiye’de gelişen askeri sanayinin işimize yarayabileceğini sezgisel olarak fark ediyoruz.
Öte yandan hiçbir askeri teknolojinin örgütlü yurtsever bir halk kadar etkili olmadığını tarihten biliyoruz.
Oysa yurtseverliğini kaybetmiş bir sermaye sınıfı ülkesini koruyamaz, aksine felaketlere doğru çeker. NATO üyesi olmak bir felaket senaryosudur bugün örneğin.
Cumhuriyetimiz her şeyden önce örgütlü, yurtsever bir halk yaratacaktır. Topluma ve ülkesine karşı sorumlu, gelişkin bireyler demektir bu.
Nasıl yaratılır böyle insanlar?
Eğer ülke zenginlikleri bir asalak azınlığa değil tüm topluma aitse, gençler işsizlik kaygısı yaşamıyorsa, eğitim, sağlık parasızsa, emekli olmak mutlak bir yoksullaşma olarak değil yaşamın tatlı ve üretken bir evresi olarak görülüyorsa, eğitim bakanlığı çocukların aklını almak için değil, onları çok yönlü olarak geliştirmek için varsa ve emekçi halk tarihi kendi iradeleri ile değiştirmenin tadına vardıysa o zaman böyle bir ülkeyi hiç kimse piyade ile işgal etmeyi düşünemez.
/././
Rusya-Azerbaycan geriliminin işaret ettikleri: Güney Kafkasya'da değişen dengeler, Türkiye'nin rolü -Can Kuyumcuoğlu-
Azerbaycan'ın Rus vatandaşlara dönük kapsamlı operasyonu Güney Kafkasya'daki krizi açığa çıkardı. Ermenistan'la da kötü günler yaşayan Rusya'nın bölgedeki nüfuzu sallantıda. ABD-İsrail çıkarları doğrultusunda ilerleyen süreçte Türkiye'nin rolüne dair de birçok işaret var.
Dünyada son dönemlerde yaşanan uluslararası krizlerin son adresi Güney Kafkasya oldu.
Rusya’nın Azerbaycan’la Aralık ayından bu yana yaşadığı gerilimler dün zirve yaptı. Yine geçtiğimiz hafta Ermenistan’daki darbe girişimi Yerevan’la Moskova’nın karşılıklı gerginlik dolu açıklamalarına yol açtı.
Yakın zamanda savaşmış iki komşu ülkenin Rusya’ya karşı birleşmesi, aslında bölgedeki jeopolitik dönüşümlerin bir yansıması. Bu keskin dönüşümde, Ermenistan lideri Paşinyan’ın çok yakın zamanda ziyaret ettiği Türkiye'nin de önemli bir rol oynadığına dair önemli işaretler var.
Ayrıca Ortadoğu’daki nüfuzu azalan Rusya ve İran’ın, Güney Kafkasya’da da ABD ve İsrail’in çıkarlarına karşı zor günler yaşadığı görülüyor.
Azerbaycan'ın geniş çaplı operasyonu
Azerbaycan dün ülkedeki Rus vatandaşlara dönük kapsamlı operasyonlar yaptı. Önce Rus haber kuruluşu Sputnik’in Bakü’deki ofisini basarak yöneticilerini gözaltına alan Azerbaycan polisi, günün ilerleyen saatlerinde de siber suç ve İran'dan uyuşturucu kaçakçılığı yapan bir grubun üyesi olduklarını iddia ederek sekiz Rus vatandaşını daha gözaltına aldı.
Şüpheliler, ağır silahlı bir polis konvoyuyla Bakü mahkemesine götürüldü. Yerel medya tarafından yayılan görüntüler, gözaltındaki Rus vatandaşlarının çok sayıda morluk ve kanla ciddi şekilde işkence gördüğünü gösteriyordu. Tüm şüpheliler, ilk duruşmaya kadar dört ay boyunca gözaltında tutulacak.
Rus medyası ise, şüphelilerden ikisinin Moskova ve Kiev arasındaki çatışmanın ardından ülkeyi terk eden bilişim teknolojisi uzmanları olduğunu iddia ederken, bir diğer şüphelinin, tatil için Azerbaycan'da bulunan bir Rus turist olduğu öne sürdü.

Bu arada Azerbaycan Cumhurbaşkanlığı, Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy’in dün Aliyev’e telefon açarak kendisiyle görüştüğünü bildirdi.
Rus-Azeri ilişkilerinde sessizce büyüyen gerilim
Moskova’yla Bakü arasındaki gerilim esasında aylar öncesine dayanıyor.
Geçtiğimiz Aralık ayının sonlarına doğru, bir Azeri yolcu uçağı, Çeçenistan bölgesinde bir Rus füzesiyle vuruldu. Rusya, olayın Ukrayna İHA’larını vurmaya çalışırken yanlışlıkla gerçekleştiğini savundu. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin de olayı “trajik” olarak niteledi ancak özür dilemedi.
Azerbaycan lideri İlham Aliyev ise, Rusya’yı olayla ilgili tartışmaları “susturmaya” çalışmakla suçladı.
Geçtiğimiz hafta Rus kolluk kuvvetlerinin Yekaterinburg’da Azeri kökenli Rus vatandaşlarını baskın sırasında öldürmesi ise gerilimin doruk noktası oldu. Rus soruşturma komitesi, operasyonun son yirmi yılı içeren çeşitli cinayetlerle ilgili soruşturmanın parçası olduğunu belirtti. Kremlin’den de, “Bu operasyon tamamen emniyeti bağlar, bizimle ilgisi yok” minvalinde bir açıklama yaptı.
Buna karşılık Bakü, Rusya’ya yapılacak bir dizi diplomatik ziyaretlerini iptal etti.
Azeri kaynaklar ses kaydı yayınladı: ‘Rus hava kuvvetleri uçağı bilinçli vurdu’ iddiası
Bu arada, dün bazı Azeri haber hesaplarından Rus hava kuvvetleri komutanlığına ait olduğu iddia edilen bir ses kaydı yayınlandı.
Rusça ses kaydında, Rus hava savunma komutanı olduğu iddia edilen bir kişinin bir uçağa iki kez ateş emri verdiği ve ardından füzelerin ateşlendiği duyuluyor.
Ancak bu ses kaydının kaynağı henüz doğrulanmış değil.
Rusya’dan yeni misilleme: Azerbaycan diasporasının yöneticilerini tutukladı
Azerbaycan polisinin kapsamlı operasyonlarının ardından Rusya’dan Yekaterinburg’da yeni bir misilleme operasyonu geldi.
Rus kaynaklar, kentteki Azerbaycan diasporasının lideri Şahin Şihlinski’nin Rus kolluk kuvvetleri tarafından tutuklandığını bildirdi.
Ayrıca, Voronej'de bulunan bir başka diaspora yöneticisi olan Yusif Halilov da işçi hakları ihlalleri, gasp ve “etnik koruma” haraçları topladığı iddiasıyla baskınla tutuklandı.
Operasyona dair görüntüler sosyal medyada yayınlandı. Görüntülerde, Rus kolluk kuvvetlerinin operasyondaki sert müdahaleleri dikkat çekti.
Rusya’yla Ermenistan arasında ayrı bir gerilim: Yerevan’dan ‘iç meselemize karışmayın’ çıkışı
Bundan tam bir hafta önce Ermenistan da önemli bir iç karışıklık yaşadı.
Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan, güvenlik görevlilerinin Ermenistan ulusal kilisesinin önde gelen bir din adamının da dahil olduğu bir darbe planını engellediğini duyurdu.
Darbe girişimi suçlamasıyla ülkenin muhalif hareket Kutsal Mücadele'nin lideri Başpiskopos Bagrat Galstanyan tutuklandı. Galstanyan’la Paşinyan arasında Karabağ savaşından bu yana önemli gerilimler yaşanmıştı.
Yaşananların ardından Moskova, ülkede hukukun korunmasından yana olduğunu belirten bir açıklama yaptı. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov da “Ermeni kilisesine yönelik saldırılardan ciddi endişe duyuyoruz” dedi.
Bu açıklamaya Yerevan’dan hemen bir uyarı geldi. Ermenistan Dışişleri Bakanı Ararat Mirzoyan, Lavrov'un açıklamasına sert tepki göstererek, “Ermenistan’ın içişlerine karışılmamalı” dedi.
Bu noktaya nasıl gelindi? Paşinyan’ın son Türkiye ziyaretinde önemli ipuçları
Rusya’nın uzun zamandır askeri ve ekonomik nüfuzu altında olan Azerbaycan ve Ermenistan’ın Moskova’dan aynı dönemde uzaklaşma belirtileri göstermesinin nedenlerini çok uzaklarda aramamak gerek.
Paşinyan bundan henüz bir buçuk hafta önce AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın davetiyle İstanbul'u ziyaret etti. Paşinyan’ın ziyareti, Aliyev’in Ankara ziyaretinin hemen ardından geldi.
Halihazırda Türkiye’yle normalleşme sürecinde olan Ermenistan’ın liderinin bu ziyarette Türkiye ve Azerbaycan’la Zengezur koridoru konusunda bir anlaşmaya vardığına dair hem Ermeni hem Azeri hesaplardan ciddi iddialar ortaya atılmaya başlandı. Azeri tarihçi Tural Hamid’in iddiasına göre, bunun üzerine Aliyev Anayasa'yı değiştirerek Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti'nin fiili özerkliğini sıfıra indirdi.

İddiaların doğru olması durumunda bu, Türkiye, Ermenistan ve Azerbaycan’ın, bölgedeki Rus etkisine açıkça meydan okuyan yeni bir bölgesel eksen yaratması anlamına gelecek. Bu anlaşmayla, Rusya koridor üzerinde sıfır kontrole sahip olacak ve bölgedeki etkisini tamamen yitirecek.
Hamid’e göre, Rusya, Yekaterinburg’daki operasyonu da Azerbaycan’a bu konuda baskı yapmak için yaptı. Bakü de, Rus heyetinin bu konuyu görüşmek üzere yapacağı ziyareti iptal ederek geri adım atmayacağını sinyalini verdi.
Rusya’nın benzer şekilde Ermenistan’a da baskı yapmak için geçen haftaki darbe girişimi iddasında parmağı olduğu da kulislere yansıyan bilgiler arasında.
Ermenistan, özellikle Karabağ savaşından sonra bölgede barışçıl bir tavır takınmaya başladı ve bölgede savaştığı Azerbaycan’la yakınlaşma çabasına girdi. Türkiye’yle kademeli normalleşme de bu dönemde hız kazandı. Karabağ savaşının ardından Türkiye’yle askeri olarak ortak adımlar atan Rusya ise Ukrayna savaşının başlamasından bu yana burada daha az söz sahibi olmaya başlamıştı.
Rusya’nın iki ülkedeki nüfuzu ne ölçüde azaldı?
Rusya geçen haftaki gelişmelere karşın, askeri varlığı aracılığıyla Ermenistan'daki nüfuzunu hala bir miktar sürdürüyor.
Moskova’nın Azerbaycan'daki askeri ve ekonomik etkisi ise ciddi bir şekilde azaldı.
Bakü şimdi İsrail, Türkiye, İtalya başta olmak üzere çeşitli ülkelerle savunma bağlarını güçlendirirken, Çin ve Avrupa ile ticaret ve altyapı ortaklıklarını da genişletiyor.
Her iki Güney Kafkasya ülkesi de batıya ve doğuya doğru yönelirken, Kremlin'in bölgedeki geleneksel nüfuzu giderek çözülüyor.
Ermeni gazeteciden Azerbaycan’a mesaj: ‘Rus sömürgeciliğine karşı doğal müttefikiz, Türkiye’yle birlikte yürüyelim’
Son gelişmeler sonrasında, Ermeni gazeteci Robert Ananyan’ın sosyal medyada paylaştığı bir mesaj da, son dönemde Bakü-Yerevan arasındaki yakınlaşmaya ve Rusya’yla mesafelenmedeki ortaklığa dair önemli bir kanıt sunuyor.
“Azerbaycan'ın öfkesini anlıyorum ve Rusya'nın bu kışkırtıcı eylemlerine karşı mücadelesinde Azerbaycan'a desteğimi ifade ediyorum” diye başlayan Ananyan’ın mesajında dikkat çeken bölüm şöyle:
“Ermenistan ve Azerbaycan, son yıllarda Rusya'nın neo-sömürgeci politikalarından zarar gördü. Ermeni-Azerbaycan çatışmasının tek yararlanıcısı, Ermeni ve Azerbaycan kanı pahasına konumunu güçlendiren Rusya oldu.
Ermenistan ve Azerbaycan, Rusya'nın askeri-politik etkisini azaltma konusunda doğal müttefiklerdir. Akıllı olmalı, bir barış anlaşması imzalamalı ve Rusya'nın bölgemizdeki olumsuz etkisine son vermeliyiz.
Ermenistan'ın Türkiye ve Azerbaycan ile iyi ilişkiler kurmadan gerçek anlamda bağımsız olamayacağına inanıyorum. Aynı şekilde Azerbaycan da Ermenistan ile gerçek bir barış kurmadan gerçek anlamda bağımsız olamaz.
Açık fikirli olalım. Ülkelerimizi Rusya'nın işgal politikasından birlikte kurtaralım. Rusya'yı ikili ilişkilerimizden çıkaralım.
Birbirimiz hakkında çekincelerimiz olabilir, ancak Rusya'nın bizi işgal altında tutmaya, aramızda savaşlar çıkarmaya ve kanımız pahasına neo-sömürgeci politikasını sürdürmesine izin vermemeliyiz.
Azerbaycan'a Rus etkisini azaltmada başarılar diliyorum. Ermenistan da bu yolda, bunun bir unsuru da Azerbaycan ve Türkiye ile ilişkilerin normalleşmesi.
Yan yana yaşamaya devam edeceğiz ve ortak çıkarlara ve iyi ilişkilere sahip olabileceğimizden eminim. Tarihi bir adım atalım ve barışı tesis edelim.”
Aliyev’in eski danışmanı: Türk askeri üssü Azerbaycan’da konuşlanmalı
Yaşananların ardından bir değerlendirme de Aliyev’in eski danışmanı Eldar Namazov’dan geldi.
İki müttefik ülke olan Rusya ve İran’ın “kendi jeopolitik hırsları” için Azerbaycan’ı bir tehdit olarak gördüğünü savunan Namazov, bu iki ülkenin bölgedeki “işgal” planlarına karşı yapılması gerekenin “Şuşa Deklarasyonu'na ve mantıksal bir sonraki adımına dayanarak bir karar almak ve kısa sürede bölgedeki en büyük Türk askeri üssünü Azerbaycan topraklarına konuşlandırmak” olduğu fikrini paylaştı. Ayrıca bu üssün bir kısmını, “250 milyonluk bir nüfusa ve nükleer silahlara sahip müttefiklerden biri” olan Pakistan Hava Kuvvetleri'ne kiralanması gerektiğini söyledi.
ABD-İsrail ekseni bölgede kazançlı çıkıyor
Güney Kafkasya’daki son gelişmeler, aynı Ortadoğu’da olduğu gibi ABD-İsrail ekseninin çıkarları doğrultusunda ilerliyor.
Suriye’de Beşar Esad’ın düşmesiyle Rusya’nın elini büken, İran’ın da nüfuzunu büyük ölçüde azaltan ABD-İsrail tarafı, burada da sürecin kazananı olma yolunda.
İsrail, Azerbaycan’la uzun süredir yakın bir işbirliği içerisinde. İsrail, Azerbaycan petrolünün önemli bir alıcısı ve insansız hava araçları da dahil olmak üzere askeri teknoloji tedarikçisi.
İsrail-İran çatışması bağlamında da, Azerbaycan'ın İsrail ile ilişkileri önemli ölçüde dikkat çekti. İsrail insansız hava araçlarının ve hatta savaş uçaklarının İran'a saldırmak için Azerbaycan hava sahasını kullandığı iddiaları hala ortada duruyor.
İran'ın sadık bir müttefiki olarak Moskova'nın, Azerbaycan'ın İsrail ile artan uyumunu bir tehdit olarak görüyor olması mümkün.
/././
Rusya'dan yeni 'Azerbaycan' operasyonu: Mafya liderleri gözaltında.
Rusya-Azerbaycan gerilimi devam ediyor. Moskova'da Azeri kökenli mafya liderleri Vagif Süleymanov ve Zaur operasyonla gözaltına alındı.
Rusya başkenti Moskova'da, Azeri kökenli bir suç örgütü yöneticisi daha gözaltına alındı.
Kommersant'ın edindiği bilgiye göre, 59 yaşındaki mafya lideri Vagif Süleymanov, Rus göç yasalarını ihlal ettiği gerekçesiyle gözaltına alındı.
Rus kanal REN TV kaynağı bu bilgiyi doğruladı. Yayına göre, Süleymanov Moskova'daki İçişleri Bakanlığı Ana Müdürlüğü'nün yabancı vatandaşlar için geçici gözaltı merkezinde üç ay geçirecek, ardından Azerbaycan'a sınır dışı edilecek .
Sosyal ağlarda, Süleymanov'un gözaltına alınma anlarına dair görüntüler yayınlandı. Görüntülerde, beyaz gömlek ve mavi pantolon giyen mafya liderinin asfaltta yüzüstü yattığı, bir güvenlik görevlisinin ise onun üzerine oturarak ellerini tuttuğu görülüyor. Başka bir kolluk kuvveti görevlisi elinde bir kamerayla ona yaklaşıyor ve tutuklunun bir suç patronu olup olmadığını soruyor. Süleymanov ise, "Ben bu tür sorulara cevap vermiyorum" diyor.
REN TV'den bir kaynak, 2 Temmuz'da Orenburg'da bir başka kanun kaçağı olan Zaur'un tutuklandığını ekledi. Bir suç şebekesi örgütlemekle suçlanan Zaur, suçlu bulunursa cezasını Rusya'da çekecek. Temmuz başında Azerbaycan diasporasının başı Şahin Şihlinski de Yekaterinburg'da sert bir şekilde tutuklanmıştı ancak birkaç saat sonra serbest bırakıldı.
Rusya'daki en büyük Azeri suç örgütünü kurdu
Rus basınının aktardığına göre, Vagif Süleymanov 15 Ağustos 1965'te Tiflis'te doğdu, ancak çocukluğunu ve gençliğini Bakü'de geçirdi. Gürcü Azerbaycanlıların özel bir etnik grubuna mensup. 1990'larda Rusya'ya taşındı ve burada bir iş kurdu. Şimdi Kaluga Otoyolu'ndaki "Yiyecek Şehri" ve "Sadovod" pazarıyla ilişkilendiriliyor. Süleymanov'un Özbekistan pasaportu olduğu da biliniyor.
Suç dünyasında Süleymanov, Tiflis, Bakü, Lenkoransky ve Vagif Diplomat lakaplarıyla biliniyor. 90'larda kanun kaçağı olan, Süleymanov, farklı mafya liderleri tarafından himaye edildi. Süleymanov, sonrasında Rusya'daki en büyük Azerbaycan suç klanlarından birini kurdu.
Birden fazla mahkumiyeti olan Süleymanov, 2006 yılında Moskova'da 33 gram uyuşturucu bulundururken bulundu. 2013 yılında 18 milyon ruble gasp etmekle suçlandı.
Azerbaycan-Rusya gerilimi
Azeri kökenli suç patronlarının tutuklanması, Moskova ve Bakü arasında tırmanan bir çatışmanın zemininde gerçekleşiyor. Haziran ayının sonunda, Yekaterinburg'da cinayet ve cinayete teşebbüsten şüphelenilen birkaç Azerbaycanlı tutuklanmıştı. Ziyaddin ve Guseyn Safarov kardeşler baskın sırasında ölmüştü. İki kişi daha hastaneye kaldırılmıştı. Azerbaycan yetkilileri olayı kınamış ve faillerin hesap vermesini talep etmişti.
Birkaç gün sonra, Sputnik Azerbaycan'ın yazı işleri bürosu aranmışı, Rus haber ajansının başkanı Igor Kartavih ve baş editörü Yevgeni Belusov, sekiz başka Rus vatandaşıyla birlikte gözaltına alınmıştı. Gözaltına alınan Rus vatandaşları, yasadışı uyuşturucu kaçakçılığı ve siber suçla suçlanıyorlar. Mahkemeden gelen görüntülerde, gözaltındaki Rus vatandaşlarının ağır şekilde dövüldüğü görülüyordu.
Bakü ayrıca, Rus diplomatların gözaltındakilerin büyük bölümüyle görüşmesine izin vermedi. Konsolos sadece Kartavih ve Belusov ile görüşebildi.
Gözaltındaki Rus vatandaşları ayrıca polis kanunsuzluğundan ve fiziksel şiddetten şikayetçi. Kolluk kuvvetlerinin belgelerini kontrol etmek için ikamet yerlerine geldiğini iddia ediyorlar. Olayların ardından Rus vatandaşların Azerbaycan'a seyahatlerini toplu olarak iptal ettiği bildiriliyor.
Güney Kafkasya'da Rusya krizi ve Türkiye'nin olası rolü
Azerbaycan-Rusya gerilimi esasında aylar öncesine dayanıyor. Ermenistan'la da kötü günler geçiren Rusya'nın Güney Kafkasya'da nüfuzunu kaybetmeye başladığı görülüyor. Bu süreçte Türkiye'nin de rolünün olduğuna dair çok emareler ortaya çıktı.
***
Erdoğan ve AKP’liler yangından şans eseri kurtuldu: Yangın torpili AKP’yi vuruyordu…
Her yıl Kızılcahamam’da Erdoğan başkanlığında kamp yapan AKP’nin bu yıl da 11-12-13 Temmuz tarihlerinde kamp yapması beklenen otelde yangın çıktı. Otele ve denetime dair iddialar oldukça dikkat çekici.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın katılımıyla AKP’nin her yıl düzenlediği parti kampı bu yıl 11-12-13 Temmuz tarihlerinde, yine Kızılcahamam’da ve yine iddiaya göre yıllardır olduğu gibi Eliz Otel’de yapılacaktı.
Bakanlar, milletvekilleri ve parti yönetiminin tam kadro olarak katılacağı kampta önemli konuların konuşulması beklenirken, söz konusu kampın yapılacağı otele ilişkin dikkat çeken bir haber gündeme geldi.
Bolu’daki otel yangını sonrası ülkenin birçok noktasında otel denetimleri yapılırken yandaşlar bu konuda da kayrıldı, denetimden muaf tutuldu.
soL’un edindiği bilgilere göre, AKP kampının yapılacağı Eliz Otel’in de tam bir denetimden çıkması mümkün değildi ve özellikle yangın başlığında birçok temel eksiği bulunuyordu. Zira otel, el değiştirdiği 2017'den bu yana yangın denetimine tabi tutulmamıştı. Bu nedenle otel denetiminin hiçbir işlem yapılmadan tamamlanması istendi, çünkü aksi halde otelin mühürlenmesi dışında bir seçenek yoktu.
Otelin gereğince denetlenmemesi ve mühürlenmesinin nedeni otel sahibi olan Gürkan Dölekli’nin kısa süre önce Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ile birlikte Londra’da verdiği fotoğraf mı, yoksa yıllardır otellerinde AKP’yi ağırlaması bilinmiyor ama soL’un yetkili isimlerden edindiği bilgi, otele dair kontrollerin kimi “siyasi” çekincelerle yapılmadığı yönünde.
Peki, buraya kadar anlattıklarımızın nedeni ne?
soL’un edindiği bilgiye göre AKP kampına sadece bir hafta kala, torpille denetimden kaçırıldığı belirtilen otelin çatısında yangın çıktı.
Yangının bıraktığı hasarın boyutu henüz bilinmezken, söz konusu yangına ve denetim iddialarına ilişkin ulaştığımız otel yetkilileri yorum yapmaktan kaçındı.
Tesisteki toplantı ve kongre salonları, Meclis'e benzer bir tasarıma sahip.Patronları tanıdık: 15 Temmuz'da büyüdüler, İBB 'itirafçısıyla' ortak oldular, Yenidoğan Çetesine girdiler
AKP milletvekilleri, belediye başkanları, il ve ilçe yöneticileri toplantılarını 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonuna kadar Fethullahçılara ait Asya Termal Oteli'nde yapıyordu.
15 Temmuz darbe girişiminin ardından otele TMSF tarafından el konuldu. Otel Güven Holding'e satılıp Eliz adını aldıktan sonra da toplantılar yine burada yapılmaya başlandı.
Eliz Otel ilk olarak su borcuyla gündeme geldi. 2014-2019 yılları arasında su faturası ödemeyen termal otele AKP'li Kızılcahamam Belediyesi icra takibi başlattı.
Oteli işleten Güven Holding'in iki sahibi var. Biri AKP'nin Ankara İl eski Başkan Yardımcılığı görevinde bulunan Hayrettin Coşkun. Diğer ortaksa Gürkan Dölekli.
Geçtiğimiz aylarda Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ile beraber Londra'da bir yemek yerken görülen Dölekli onlarca şirkete sahip. Perla Denizcilik de onlardan biri. Şirkette kayda değer büyüklükte hissesi bulunanlardan bir isim hayli tanıdık: İBB operasyonlarında "itirafçı" olan Aziz İhsan Aktaş.
Kamudan ve parti gözetmeksizin belediyelerden aldığı yüzlerce ihaleyle kısa sürede zenginleşen Aktaş, Beşiktaş Belediyesi'ne yönelik yolsuzluk operasyonu kapsamında tutuklanmış, daha sonra İBB soruşturmasına da dahil edilmişti. Geçtiğimiz ay "etkin pişmanlıktan" faydalanan Aktaş tahliye edildi.
Gürkan Dölekli ve Güven Holdingi gündeme getiren son başlıksa Yenidoğan Çetesi davası.
Holdinge bağlı TRG Hospitalist Hastanesi, SGK'dan daha fazla pay alabilmek için yenidoğan bebeklerin ölümüne yol açtığı anlaşılınca kapatıldı. TMSF'nin el koyduğu 342 milyon lira değerindeki hastane satışa çıkarıldı.
***
Cumhuriyet ve eğitim -Rıfat Okçabol-
AKP’nin bu eğitim sistemi ve hukuksal düzeniyle, dininin ve kininin davacısı olacak gençler çoğaldıkça, halk egemenliğine dayalı laik Cumhuriyet’e sahip çıkmak hiç de kolay olmayacaktır.
Cumhuriyet’in kurucu lideri, eğitimin amacını şu söylemiyle açıklamıştır: “Öğretmenler! Cumhuriyet sizden; fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister.” Dolayısıyla eğitimin birinci görevi halk egemenliğine sahip çıkacak özgür yurttaş yetiştirmektir.
Çünkü özgür yurttaş,
• laik ve bilimsel anlayış sahibi olacaktır;
• egemenliğine ve yasal/demokratik haklarına sahip çıktığı gibi başkalarının da egemenliğine ve yasal/demokratik haklarına sahip çıkacaktır;
• cinsiyetine, rengine, etnik kökenine, inancına, … saygı duyup sahip çıktığı gibi başkanlarının cinsiyetine, rengine, etnik kökenine, inancına, …da sahip çıkacaktır ve
• yurtta barış ve dünyada barıştan yana olacaktır.
Cumhuriyetin kuruluş yıllarında gerçekleştirilen hukuksal dönüşümler de, genelde halk egemenliğine sahip çıkacak özgür yurttaş yetiştirmek içindir. Bu amaçla Cumhuriyetin ilk yıllarında karma eğitime geçilmiş, devlet okulları parasız hale getirilmiş, müfredat çağdaşlaştırılmış ve (laik devlet tüm inançlara saygılı olacağından ve de bir inancı dayatmamak için) din dersleri kaldırılmıştır. Cumhuriyetin istediği öğretmeni yetiştirecek eğitim enstitüleri ile köy enstitüleri açılmış ve üniversite özerk ve bilimsel bir kuruma dönüştürülmüştür.
İnançlara ve insan haklarına saygı nedeniyle, bir Bizans kilisesi olan Ayasofya müzeye dönüştürülürken, toplumsal cinsiyet eşitliği ile yurtta barış dünyada barış anlayışı benimsenip yaygınlaşmıştır.
Ancak AKP’nin kurucu lideri, yargıda kadrolaşma başarısını gösterdikten sonra, özgür yurttaş yerine, “Dininin ve kininin davacısı olacak” gençler istemiştir. Öngörülebileceği gibi, dininin davacısı olacak genç, dini açıdan kendisine ne söylenirse sorgusuz sualsiz inanabilecektir. Çağdaş insancıl değerleri benimsemesi kolay olmayacaktır. Herkese kendi inancını dayatabilecek, inandığı yönde davranmayanlara kin ve nefret duyabilecek, onlara hoşgörü göstermeyebilecektir. Hatta kendini denetleyemezse tarikat ya da IŞİD benzeri bir oluşumun üyesi olabilecektir. Birkaç yıl önce İstanbul’daki belediye otobüslerinde ayakta duran yolcuların tutundukları askılarda “Müslümandan Müslümana zarar gelmez” iletisi yazılmıştı. Bu anlayış, dininin davacısı olacak gençler için “Müslüman olmayana zarar verilir” anlamına da gelebilecektir. Dininin davacısı olan genç, bu davanın tutsağı olabilecektir.
Kininin davacısı olmak ise, aslında dinen bile kabul edilebilir bir tutum değildir. Yaşlıların anımsayabileceği gibi, Ramazan ayında camilere asılan mahyaların en yaygın olanı “Kin tutma” idi. Ayrıca, bilindiği gibi dini bayramlar, aynı zamanda kini, düşmanlıkları ve anlaşmazlıkları unutup barışma günüdür. Bilerek ya da istemeden yapılan bir yanlışın sonsuza dek unutulmamasını sağlayan kindarlık, kişiyi ömür boyu rahatsız edecek bir durumdur. Kan davası gibi kin duyduğu kişiyi (yasal yollardan değil de) bizzat cezalandırmaya yönlendirebilen ve dolayısıyla kişiyi suçlu duruma düşüren bir durumdur.
Ne yazık ki AKP, eğitim alanında “dininin ve kininin davacısı olacak” gençleri yetiştiren gerici ve piyasacı dönüşümler gerçekleştirmiştir.
Örneğin:
• 2012’de 4+4+4 yasası ve 2014’te de dershane yasası çıkarılmıştır.
• Yönetmelik değişiklikleriyle, sınavsız girilen liseler kapatılmıştır. Okullarda türban kullanılması serbest bırakılmıştır.
• Seçme sınavlarıyla oynanıp, sınavlarda yabancı dil ve Hanefi inancına dayalı din kültürü ve ahlak bilgisi derslerinden soru sorulmasına başlanmıştır, Seçme sınavlarını kazanamayan yoksulların ağırlıklı olarak imam hatiplere gitmesi sağlanmıştır.
• 2017 ve 2024 müfredat değişiklikleri ile halk egemenliğine dayalı laik Cumhuriyet anlayışına yabancı olacak öğrenci yetiştirilmesine başlanmıştır.
• Atatürk ve Cumhuriyet karşıtı ilahiyatçı yetiştirmek için, Diyanet Akademisi kurulmuştur.
• AKP istediği tip öğretmen yetiştirmeyi güvence altına almak için Öğretmen Akademisi’ni kurmuştur.
• Eğitim bakanlığının ‘değerler eğitimi’ projesi, ÇEDES programı, proje okulları uygulaması ile Cumhuriyet düşmanı kuruluşlarla işbirliği yapması ve bu tür kuruluşların okullara girmesine izin vermesi de, ‘dinin ve kininin davacısı olacak genç’ yetiştirmek içindir.
‘Türkiye Yüzyılı’nda, Anayasa’ya karşı olsa da nedense üst yargı organlarının iptal etmediği bu eğitim sistemi geçerli olacaktır. Bu nedenle yurttaşların, bu sistemde yetişecek çocuklarının özgür birey olmalarının çok zor olacağını, buna karşın son LeMan dergisi saldırısında görüldüğü gibi inançlarının ya da kinlerinin tutsağı olma olasılığının yüksek olduğunu görmeleri gerekmektedir.
AKP’nin bu eğitim sistemi ve hukuksal düzeniyle, dininin ve kininin davacısı olacak gençler çoğaldıkça, halk egemenliğine dayalı laik Cumhuriyet’e sahip çıkmak hiç de kolay olmayacaktır.
Cumhuriyet’i korumanın tek yolu, halk egemenliği ile laik anlayışa önem veren partileri seçimlerde Meclis'e taşımaktır.
/././
Önder Algedik’le iklim meselesi üzerine: 'Kolay çözüm yok'-Özkan Öztaş-
Önder Algedik’in "Hepimizin Meselesi İklim Meselesi" kitabı, iklim krizini tarih, felsefe ve siyasetle ele alıyor; Türkiye’nin politikalarına eleştirel bir bakış sunuyor.
İklim ve enerji politikaları üzerine kapsamlı çalışmalar yürüten Önder Algedik, kamuoyunda çoğunlukla yayımladığı "Meclis Performans Raporları" ile de hatırlanıyor.
İklim değişikliği konusunda yasaların meclisten geçtiği ve iklim meselesinin patronların lehine yeniden şekillendirildiği bu süreçte, Önder Algedik’in Hepimizin Meselesi İklim Meselesi kitabı yayımlandı.
Enerji ve iklim uzmanı Algedik, bu çalışmasının hikâyesinin 2021 yılına dayandığını belirtiyor. “O zamanlar konuştuğumuz birçok olasılığın yıllar sonra gündemimize gelmiş olması hepimiz için kaygı verici” diyerek söze başlıyor.
Geçtiğimiz Haziran ayında yayımlanan kitabında Algedik, iklim meselesini tarihsel, felsefi ve siyasi bağlamda ayrı ayrı ele alıyor. Aynı zamanda Türkiye’nin enerji ve iklim politikalarına dair kapsamlı bir bakış sunuyor.
Kendisiyle soL okurları için son kitabını konuştuk.
'Bu düzen bu sorunu çözemez'
“Aslında bu kitabın yazım süreci 2021 yılında başladı” diyor Önder Algedik:
“Pandemi, eve kapanmalar derken bir şeyler karalamaya başlamıştım, araştırmalar yapıyordum. Geçen yıl kitabı tekrar ele aldım, üçte birini baştan yazdım, güncelledim. Ardından ocak ayında yayınevleriyle görüşmeye başladım ve şimdi kitap yayımlandı.”
Pandemi döneminde insanların karantina koşullarında evlerine kapandığı, kamuoyunda “her yer kuş sesleriyle doldu, doğa kendine geldi” gibi söylemlerin yankılandığı günleri hatırlatınca gülümsüyor.
“Bu durum altı ay sürdü. Altı ay sonra bu iyileşme geri tepti, daha kötü bir şekilde geri döndü. 2020’nin ilk altı ayında gözlemlediğimiz şeyin, 2021’de ve 2020 sonunda verilerden anlaşıldığı üzere geçici olduğunu gördük. Kapitalizmin bir pandemiyle anlık olarak iyileşebileceğini, ancak bunun kalıcı olmadığını fark ettik. Bu da bize bir ders oldu. Aslında o dönemde bu kitabı yazmayı uzun süredir planlıyordum. Kitap, iklim değişikliğini ısı dinamiği ve sistem dinamiği olarak inceliyor, dünya ekonomisiyle birleştiriyor ve Türkiye siyaseti üzerinden test ediyor. Bu oldukça geniş bir yelpaze.”
Algedik, Meclis izleme raporlarındaki verilerin, bu kitabı yazarken olgunlaşması için zamana ihtiyaç duyduğunu belirtiyor.
'İklim meselesi 'sivil toplumculuğun' ötesine geçemiyor'
Sorunun ele alınış biçiminde eksiklikler yok mu?
Dünyada bu konuda çok önemli tartışmalar var, ama biz bu tartışmaların hiçbirini okumuyoruz. Türkiye’de iklim değişikliği tartışması, sivil toplum kuruluşu (STK) seviyesinde bir sivil toplumcu mantığın ötesine geçemiyor. Akademiye bakıyorsunuz, eleştirel değil. Eleştirel aklın olmadığı bir entelektüel üretim bizim için faydalı olmuyor. Bu tartışmayı Türkiye’ye taşımak gerekiyor. Kitabı yazarken odaklandığım şeylerden biri de buydu.
Kitap, hem konuya yeni başlayanlar için bir yöntem sunuyor hem de konuya hâkim olanlar için derinlik sağlıyor. Bu dengeyi kurmak zor olmadı mı?
Kesinlikle çok zordu. Kitapta felsefecilerle tanımı, psikiyatrlar ve psikologlarla iklim çaresizliğini, ekonomistlerle fırsatçıları, enerji uzmanlarıyla iklim meselesinin bir enerji savaşı olduğunu tartışıyorum. Fosil yakıtlarla halkın erişebildiği geleneksel enerji kaynakları arasındaki bu savaş, farklı kampları ve ekolleri bir araya getirmeyi gerektirdi. Bu kadar farklı disiplinleri tartışmaya dahil etmek kolay olmadı.
'İklim meselesi hepimizin meselesi, sadece siyasilerin değil'
'İklim meselesi hepimizin meselesi, sadece siyasetin değil' diyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
Kitapta en önemli tartışmalardan biri, iklim değişikliği dedikçe siyasetin bize yalan ürettiğinin sayısal ispatı. İklim sorunu, dünya enerji tüketimi ve Türkiye’deki izler üzerinden sayısal verilerle ortaya koyuyorum. Meclis izleme raporlarımda da bu açıkça görülüyor. Siyaset açıkça yalan söylüyor. Şu an siyasetin motivasyonu iklimi değiştirmek. “İklim değişikliği” ifadesi yerine “iklimi değiştirme politikaları” daha doğru bir ifade olur.
İklim meselesi Meclis'teki siyasetçilere bırakılamayacak kadar ciddi bir mesele.
'İklim fırsatçılığı'
İklimi değiştirmek çok mu para kazandırıyor? Patronların iştahını kabartan sonuçlar mı yaratıyor?
İşin iki boyutu var. Kitabı yazarken fark ettim ki iklim fırsatçılığı diye bir şey var. Şu an siyaset açısından iklim fırsatçılığı ciddi bir kazanç kapısı. Kâr oranlarının azaldığı bir dönemde, savaşın ekonomiyi rahatlattığı gibi, doğayla olan savaş da ekonomide büyük ferahlamalara yol açıyor. Bu yüzden dünya “iklim değişikliği” deyip iklimi değiştiren projelere para yatırıyor.
'Çöp milliyetçiliği yapılıyor'
Avrupa’nın çöpünün Türkiye’ye gelmesi meselesi akla geliyor. Almanya’nın çöpünün Türkiye’de çevre sorunlarına yol açtığına dair Alman vakıfları tarafından yapılan projelere rastlamıştım. Bu işin ekonomik bir döngüsü de var sanırım.
Buna çöp milliyetçiliği diyorum (gülüyor). Almanya’nın, İngiltere’nin çöpü Türkiye’ye geliyor diye yakınanlar, Türkiye’de kaç tane çöp yakan tesis olduğunu biliyor mu? Kimse bilmiyor. Avrupa’dan gelen çöpten daha fazlası Ankara’da, İstanbul’da ne oluyor, diye soran var mı? Kimse konuşmuyor.
Sen çöpünü yakıyorsan, tabii ki başka ülkeler de gelir. Çünkü sen bir atık altyapısına sahip değilsin ve kullanamadığın çöpü yakıyorsun. “Avrupa’nın çöpü burada ne arıyor?” demenin anlamı yok. Önce “Benim ülkemin çöpü ne oluyor, atık altyapısı var mı?” diye sormalısın. Aksi halde birileri gelir, çöpünü senin üstüne boca eder.

Peki ya uluslararası sözleşmeler, Türkiye’nin taraf olduğu yükümlülükler? Bunların bir karşılığı yok mu?
(Gülümseyerek) Bu ülkede Anayasa'nın bile karşılığı yokken, uluslararası sözleşmelere kim neden uysun? İstanbul Sözleşmesi’ne uyuyorlar mı? Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne? Bunların hepsi bir bütün. Meseleyi sadece iklimle sınırlarsak büyük resmi kaçırırız. Bu yüzden bu düzende bu işin çözümü yok diyorum. Sözleşmeler asgari standartları belirler, ülkeler bunun üzerine çıkar. Ama Türkiye, her alanda bu anlaşmaları geriye çeken bir profil çiziyor.
Ortada bir denetim mekanizması da yok, öyle mi?
Elbette. Şu an siyasette en sevmedikleri şey denetlenmek. Türkiye’de meclisi denetleyen hiçbir yapı yok. Meclis'e bakın, iktidarıyla muhalefetiyle hepsi bu sürecin tarafı. Sosyal medyada paylaştığım sayısal verileri biliyorsunuz. Muhalefetin tam katılımıyla engellenebilecek tasarılar Meclis'ten geçti. Türkiye’de birçok şey göstermelik yapılıyor.
Mesela, Türkiye 2004’te 4990 sayılı İklim Kanunu’nu geçirdi. Ertesi yıl ne yaptılar? Rödovans yoluyla elektrik üretimini açtılar. 2009’da iklimle ilgili başka bir kanun geldi. Türkiye ne yaptı? 2012’yi “kömür yılı” ilan etti. Paris İklim Anlaşması’nın sembolik imza törenine katıldı Cumhurbaşkanı. Üç gün sonra ne yaptı? Adana’da bir kömür santrali açılışı yaptı. Bu meseleye bütüncül bakmak gerekiyor, ama ne yazık ki Türkiye’de böyle bir kurum yok.
Bunu ifşa eden bir siyasi yapılanma var mı? Bunu tartışan, çalışan bir parti var mı? Türkiye’nin iklim politikalarını izleyen kaç örgüt, kurum, parti var? Sıfır. En fazla bir boyutuna bakıyorlar: kömür, para ya da başka bir şey. Bütüne bakan yok.

'Egemen sınıf toplumu rekabete sürüklüyor'
Peki, bu kitap okuyucuya ne öneriyor? Nasıl bir yöntem sunuyor?
Kitap rahatlatan bir çözüm sunmuyor, aksine rahatsız ediyor. Esas mesele, kolay bir çözüm olmadığı, ama çözümün mümkün olduğu. Bilim, iklim meselesinin bu halde olacağını yüz yıl önce söyledi. Modeller hesaplandı. Siyasetçiler her seferinde yeni raporlar istese de sonuç değişmiyor. Daha iyi raporlar sorunu çözmüyor, sadece geciktiriyor.
Çözüm için örgütlü bir toplum gerekiyor. Kapitalizm kurtarmıyor, ama bu, hiçbir şey yapmayacağımız anlamına da gelmiyor. Kolektif bir akla ihtiyacımız var. Rekabetçi akılla yönetiliyoruz; egemen sınıf, toplumu rekabete sürüklüyor. Biz rekabeti kaldırıp dayanışmayı ve ortak aklı kurmalıyız. İşte işin zor tarafı bu.
'Esas sorunu görmeyince Ayşe Teyze’ye kalıyor tüm kabahat'
Sistem tüm kabahati emekçilere yüklemiyor mu? Siz de bazen çaresiz hissetmiyor musunuz?
(Öfkeyle gözleri parlıyor) Mesele tam da bu!
Buna iklim çaresizliği diyorum. Psikolojik tartışmalarda bu bölüm yer alıyor. Büyük sermaye sahiplerini görmezden gelince kabahat Ayşe Teyze’ye kalıyor. Ayşe Teyze daha ne yapsın? Kadın salça tenekesinden saksı yapmış, çöpü ayrıştırıyor, üç kuruşuyla her şeyi yapıyor, konserveden bitki yetiştiriyor. Ona saygı duyman lazım! Batı’da da Mary Ann’in kaderiyle Ayşe Teyze’nin kaderi aynı. Bunun arkasında ciddi bir ideolojik savaş var. Egemenler Ayşe Teyze’yi suçluyor, ama petrol tüccarları lobisine laf etmiyor.
Kitap popülizm yapıp suçu bir kişiye yükleyebilirdi, bu kolay olurdu. Ama zor olan, bütün resme bakabilmek. İklim kötüye gidiyor, ama bunda iktidarıyla muhalefetiyle sorumluluk taşıyan bir sistem var. Bu yüzden topyekûn bir mücadele vermeliyiz.
/././
soL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder