T-24 "Köşebaşı+Gündem" -5 Temmuz 2025-

Dünyanın en büyük yangın söndürme uçağı bizde var: Üstelik Cumhurbaşkanlığı filosunda -Eray Özer-

Orman yangınlarıyla mücadelede teknolojiyi kullanma zamanımız geldi, geçiyor. Dünyada kullanılan pek çok modern araç ve yöntem var. Biz hala 3-4 bin litre kapasiteli uçaklarla su taşımayı “son teknoloji” sanıyoruz. Dünyanın en büyük süpertankeri Boeing 747-8 tek seferde 110 bin litre su taşıyabiliyor. Üstelik bizde var. Üstelik Katar hediye etti. Ve şu anda Cumhurbaşkanlığı filosunda!

buca yangın

Yanıyoruz!

Her yaz aynı senaryoyu izliyor, her yaz aynı acıyı çekiyoruz. Yine de ne hikmetse bu meseleyi bir doğal afet gibi görerek bilimsel yöntemlerle önlem almayı ya istemiyor ya beceremiyoruz.

Dilimizde isyanımıza paralel olarak iki soru cümlesi dolaşıyor: Neden yeterli sayıda yangın söndürme uçağımız yok ve neden yangın söndürme personeli sayısı yeterli değil?

Bunlar önemli noktalar. Lakin bir orman yangınıyla başa çıkmanın çok çeşitli parametresi var.

Gelin size geçen yıl biraz araştırdığım, bu yıl da son yangınlar üzerine bir miktar daha okuma yaparak üzerine ekleme yaptığım yangınla mücadele yöntemlerini anlatayım.

Sonra hep birlikte değerlendirelim: Biz bunların ne kadarını yapıyoruz? İki aylık yangın sezonunun dışında orman yangınlarıyla mücadele adına ne yapıyoruz?

Doğru bitki örtüsü ve ağaçlandırma

Her yıl yanan yerler yeniden ağaçlandırılıyor. Mesela en başta bu doğru bir yöntem mi diye sormamız gerekiyor. Zira, doğalında bitki örtüsü olmayan yerleri de ağaçlandırıyor olabiliriz.

Belki de oraların ağaçsız olması daha uygun. Bunu düşünmüyor, bilimsel olarak araştırmıyoruz. Araştıranlara kulak vermiyoruz.

Özellikle sıcak noktaların tespit edilmesi ve buraların ya ağaçlandırılmaması yahut da yangına dirençli ağaçlar tercih edilmesi gerekiyor.

Nedir bu ağaçlar? Örneğin servi, akasya, sedir, Ege ve Akdeniz için okaliptüs…

Tutturmuşuz karaçam, kızılçam. Yahu evet çok hızlı boy atıyor, evet her iklime uyum sağlıyor ama aynı zamanda artık hepimiz biliyoruz ki, o kozalaklar aynı zamanda bir ateş topu. Metrelerce öteye fırlayarak yangının hızla ilerlemesine neden oluyor.

Hadi çam tercih ettik, uzmanlar en azından belirli aralıklarla yukarıda saydığım dirençli türleri sıralayarak bir perde oluşturmak gerektiğini söylüyor.

(Meraklısı için Ege Orman Vakfı’nın “Yangına Dirençli Orman Kurulumu” çalışmasını buraya bırakıyorum.)(https://www.egeorman.org.tr/images/belgeler/71yanginadirencliormankurulumu.pdf)

Havadan kontrollü yakma

Kontrollü yakmayı duymuşsunuzdur. Yanan ormanın etrafını önceden kontrollü bir şekilde yakarak, yangının atlayamayacağı bir set oluşturuyorsunuz.

Bu iş bizde elle, yani manuel olarak yapılıyor. Ve tabii geç kalınıyor.

Çünkü hızlı olmak lazım. Biz elle yangının etrafını çevirene kadar alevler o noktaya ulaşmış oluyor.

Oysa yurtdışında yangın söndürme uçakları gibi kontrollü yakma uçakları yahut helikopterleri var.

Helikopterin altına bağlanan bir alev makinası şerit halinde lavlar saçarak yangını hızla bir çember içine alıyor.

Ben henüz bizde böyle bir teknoloji görmedim.

Neden?

Çok mu zor?

Hiç de değil.

Yangın söndürme uçağı değil, süpertankerler… Üstelik bizde var!

Size dünyanın en büyük yangın söndürme uçağı 2018 yılında Katar tarafından Türkiye’ye hediye edildi desem ne dersiniz?

Evet, şu anda Cumhurbaşkanlığı filosunda yer alan Boeing 747-8 model uçak, dünyada “süpertanker” olarak bilinen en etkili iki uçaktan biri olarak kabul ediliyor. (Diğeri Airbus A380)

Bu uçak hediye edildikten sonra Cumhurbaşkanlığı filosuna alınmak yerine bir süpertanker olarak modifiye edilebilirdi. (Örneği var. Daha önce bir 747-400 modifiye edildi.)

Yahut diyelim ki o zaman bu ihtiyaç yoktu, filoya alındı ama şimdi belli ki böyle bir ihtiyaç var. Gidelim Boeing’e, “bizim için bu uçağı süpertankere çevir,” diyelim. Parası neyse verelim. Türkiye’nin de ABD, Şili, İsrail, Avustralya, Rusya ve Çin gibi bir süpertankeri olsun. Bu yangın söndürme uçağı meselesi tamamen kapansın.

Zira Boeing 747-8 tek seferde yaklaşık 90-110 bin litre su atabiliyor. (Maksiumum kapasite 140 bin litre.) ABD’deki büyük Kaliforniya orman yangınları bu uçak olmasaydı çok daha büyük bir felaketle sonlanabilirdi.

100 bin litre bugün bizde kullanılan yangın söndürme uçakların ancak 25-30 sortide taşıyabilecekleri bir su miktarı. Düşünün.

Üstelik bu süpertankeri bir de yangın söndürücü kimyasallarla birlikte ve suyu olduğu gibi bırakmak yerine bu kimyasalların söndürme gücünü de kullanarak püskürtme yöntemiyle bir yangının üzerine bıraktığınızda etkisi katlanıyor.

Şöyle söyleyeyim, biz doğru kullanılacak bir Boeing 747’yle dün gece İzmir’de yaşananları hiç yaşamayabilirdik.

Kimyasal destekli havadan müdahale

Ben de birkaç yangın söndürme çalışmasını canlı izledim. Bizde canla başla çalışan pilotlar suyu en yakın kaynaktan alıyor ve mümkün olduğunca yangın hattına yakın bir şekilde havadan bırakıyor.

Oysa aşağıdaki fotoğrafta da göreceksiniz, dünyada artık yangına karşı çok etkili ve suyla karışan kimyasallar kullanılıyor. Uçağın gövdesinde suyla karışan bu kimyasallar (genelde amonyum polifosfat) kıpkırmızı bir renge sahip ve suyun söndürme gücüne göre çok ama çok daha etkili. (İnsana zararı olmayan kimyasallar bunlar. Sudaki bazı canlılara zararı olabiliyor evet ama zaten bütün doğal hayat tehlikedeyse bazen başka çare kalmıyor.)

Ve yukarıda da belirttiğim üzere, bunları püskürttüğünüzde de büyük etki sağladığından bir anda bütün suyu boşaltmadan çok geniş bir hattı söndürebiliyorlar.

Drone’lar ve İHA’lar neden kullanılmıyor?

Bugün ülke olarak en övündüğümüz konuların başında İHA’larımız geliyor. Ve İHA’lar aslında yangınla mücadelede çok etkin araçlar.

Her türlü bilimsel acayipliğin merkezine dönüşen Çin mesela, kendi geliştirdiği bir İHA’yı (modeli Wing Loong-2H) aşırı kuraklıktan yangın beklenen bölgelere suni yağmur yağdırmak için kullandı geçenlerde.

“Bulut tohumlama” denilen bu yöntemle, fazla kuruyan dolayısıyla yangın ihtimali yükselen bölgeler suni yağmurlarla nemli hale getirildi.

Keza drone’lar… Yangının durumunu anında raporlamak için kullanılıyor. Yetmiyor, üzerlerine takılan yangın bombalarıyla (söndürücü malzeme taşıyorlar) yangının merkezine müdahale imkânı da tanıyor.

 

Acil Durum Eylem Planımız var mı?

İzmir’den dün gece gelen fotoğrafları görmüşsünüzdür. Çocuklar pet şişelerle yangına müdahale etmeye çalışıyor.

Olacak iş değil!

Halbuki her hassas bölgenin kendi eylem planı olmalı. Hangi rüzgarlarla yangın çıktığı belli, dolayısıyla aslında yangının yönünü teorik olarak biliyoruz. Her ihtimal üzerine bir senaryo oluşturulması, buna göre sivil halkın eğitimiyle yaza hazırlık yapılması gerekiyor.

Binlerce gönüllü çıkar bu işe.

Hadi sıradan vatandaş diyelim ki kışın unuttu yangınları ve yan çizdi… Tarlasındaki ürününü, hayvanını, zeytin ağaçlarını kaybeden köylü, kışın kapısını çalan, yangından nasıl korunacağını anlatan, gerekli alet edevatı demirbaş olarak teslim eden birileri olsa hiç hayır der mi?

Çok zor işler değil bunlar. Vallahi değil.

“Yeter ki yapmayı canı istesin insanın” derdi babaannem.

                                                                    /././

12 gün savaşının ardından -Hasan Göğüş-

Gerek Netanyahu, gerek Hamaney, gerekse Trump savaştan ülkelerinin zaferle çıktığını iddia etseler de aslında 12 gün savaşını kimin kazandığı belli değil.

iran israil

13 Haziranda İsrail’in İran’a hava saldırılarıyla başlayan ve sonradan ABD’nin de dahil olduğu savaş, 25 Haziranda sağlanan ateşkes ile sona erdi. Bugüne kadar da ateşkese büyük ölçüde uyuluyor. İsrail Başbakan’ı Netanyahu, “yükselen aslan” olarak isimlendirdiği harekata başlarken, saldırılarının 14 gün süreceğini açıklamıştı. Herhalde Trump’ın baskısıyla olmalı savaş 12 günde sonuçlandı.

Tarihte bazı savaşlar yapıldıkları yerlerden isimlerini alırlar. (Kore Savaşı, Waterloo Savaşı, Çanakkale harbi gibi) Bazıları savaşan taraflarla ve tarihleriyle anılır.(93 harbi diye de bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi, 1897 Türk-Yunan harbi, gibi) Bazı savaşlar da sürelerine göre adlandırılırlar.(30 yıl savaşları,1967 yılındaki İsrail ile Araplar arasında cereyan eden 6 gün savaşı gibi). Öyle görünüyor ki, 13-25 Haziran arasında yaşanan İsrail-İran savaşı da bundan böyle 12 gün savaşı olarak hatırlanacak.

Tarihin en pahalı savaşı

İsrail basınında yazıldığı kadarıyla,ünlü demir kubbenin bir gecede 10-12 balistik füzeyi önlemesinin maliyeti 284 milyon dolarmış. İran’ın fırlattığı hipersonik füzelerin tanesinin ise 200-400 milyon dolar arasında değiştiği söyleniyor.ABD’nin fordo nükleer tesislerini vurduğu B2 bombardıman uçaklarından atılan GBU-57A/B MOP (Massive Ordnance Penetrator) bombaları çok sınırlı sayıda üretildiği için açık kaynaklarda tanesinin 400 milyon dolar olduğu kaydediliyor.ABD 23 Haziran’da İran’daki üç nükleer tesisi vururken bu bombalardan toplamda 14 adet kullandığını açıkladı.12 gün savaşı belki başlangıçta korkulduğu kadar büyük bir can kaybına ve yıkıma yol açmadı, ama muhtemelen tarihe günlük maliyeti en pahalı savaş olarak geçecek.

Gerek Netanyahu, gerek Hamaney, gerekse Trump savaştan ülkelerinin zaferle çıktığını iddia etseler de aslında 12 gün savaşını kimin kazandığı belli değil.İsrail en üst düzeyde dillendirdiği İran’daki rejim değişikliğini gerçekleştiremedi. Bir yıl önce rejim aleyhinde sokaklara çıkan çoğunluğunu kadınların oluşturduğu İran muhalefeti yine sokaklardaydı. Ama bu kere mollaların arkasında saf tutarak “kahrolsun Amerika” diye bağırdılar.İran Netanyahu’nun tahmin ettiğinden daha çetin ceviz çıktı.

İstihbarat zafiyetine bağlı olarak askeri komuta kademesinin neredeyse tamamını kaybettiği ilk iki gün şokunu atlattıktan sonra, ABD saldırılarını bile karşılıksız bırakmadı.Trump her zaman bildiğimiz Trump gibi davrandı. Bir dediği bir dediğini tutmadı.15 gün mühlet verdiği İran’ı iki gün sonra vuruverdi.Bir gün Hamaney'in öldürülmesine kendisinin onay vermediğini söyledi. Ertesi gün Hamaney’in saklandığı yeri bildiklerini, hedeflerinde olduğunu ileri sürdü.

Cevapsız kalan sorular

12 gün savaşı arkasında cevaplanamayan başlıca temel iki soru bıraktı.Bu sorulardan birincisi İran’ın nükleer tesislerinin tamamen yok edilebilip edilemediği, nükleer silah yapma olasılığının görünür bir gelecek için ortadan kalkıp kalkmadığı.İkincisi ise,İsrail saldırıları başlamazdan önce %60 oranınında zenginleştirildiği ve 400 kilogram civarında olduğu tahmin edilen uranyumun bir başka yere taşınıp taşınmadığı.

ABD’nin İran’ın üç nükleer tesisini vurduğu 22 Haziran’dan bir gün sonra basına sızdırılan bir istihbarat raporunda, Başkan Trump’ın beyanlarının aksine Fordo’ya verilen zararın sınırlı kaldığının belirtildiği görülünce televizyon sunuculuğundan bozma Savunma Bakanı Hegseth ile Genel kurmay başkanı General Dan Caine apar topar düzenledikleri ortak basın toplantısında Trump’ı güçlü ifadelerle desteklediler.

Ancak, bu konudaki tartışmalara Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı Başkanı Rafael Grossi koydu. İran’ın sıradan bir devlet olmadığını söyleyen Grossi, İran’ın uranyum zenginleştirilmesi konusunda gerekli bilgi birikimine ve endüstriyel mühendislik donanımına sahip olduğunu, yeniden nükleer silah geliştirme programına başlamasının ay meselesi olduğunu açıkladı.

Nükleer tesislerde zenginleştirildiği düşünülen 400 kg uranyumun akibeti ise tespit edilemiyor.

Uluslararası hukuk açısından 12 gün savaşı

Uluslararası hukukta devletlerin iki istisnasıyla güç kullanmaları yasaklanmıştır. Bu istisnalardan birincisi Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın 51. maddesinde vücut bulan meşru müdafaa hakkı. İkincisi ise BM Güvenlik Konseyi onayı ile yapılan askeri harekatlar.

12 gün savaşında güç kullanılırken bu koşullardan hiçbirine uyulmadı.Olsa olsa sadece İran’ın kendisini savunma hakkından söz edilebilir. ”İran’ın ileride nükleer silah yapabilmek yeteneğine sahip olmasından korkuyorum öyleyse vurma hakkım vardır” diye bir kuralı kitap yazmıyor. Benimle iyi geçinmeyen rejimleri güç kullanarak değiştirmeye kalkışmanın da amiyane tabiriyle “ya benimlesin, ya da kara toprağın” demekten bir farkı yok.

İran bundan böyle Uluslararası Atom Enerjisi Ajansıyla (UAEA) iş birliği yapmama kararı alarak ajansın denetçilerini ülke dışına gönderdi.Parlamentonun bu kararı hafta içerisinde Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan tarafından da imzalanarak yürürlüğe girdi.

Acaba İsrail şimdi UAEA denetiminden çıkmış mollaların iktidarını sürdürmeye devam ettiği böyle bir İran’la kendisini daha mı güvende hissedecek?

                                                                 /././

CHP İzmir İl Başkanı Şenol Aslanoğlu'nun emniyet ifadesi: Kentsel Dönüşüm Daire Başkanı, işler kendi istediği müteahhitlere verilmediği için rahatsız oldu.

İzmir Büyükşehir Belediyesine yönelik yolsuzluk soruşturması kapsamında tutuklanan CHP İzmir İl Başkanı Şenol Aslanoğlu'nun emniyetteki ifadesine ulaşıldı. Aslanoğlu'na, İzmir Büyükşehir Belediyesi Kentsel Dönüşüm Daire Başkanı A.A.Ö'nün ifadeleri de mağdur sıfatıyla soruldu. Aslanoğlu ise, ""A.A.Ö, kentsel dönüşüm işi kendisinin istediği müteahhitlere verilmediği ve kooperatifler, yani vatandaş kendisi yaptığı için bu durumdan fazlasıyla rahatsız oldu. Bundan dolayı da bütün süreci yavaşlatmaya, geciktirmeye çalışmıştır. İş ve işlemlerin tamamlanmaması için kötü niyetle hareket eden bir şahıstır" dedi. 

İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı Terör ve Örgütlü Suçlar ile Organize Suçlar bürolarından sorumlu başsavcıvekili Necati Kayaközü koordinasyonunda, İzmir Büyükşehir Belediyesi iştiraki İZBETON AŞ'de taşeron şirketler eliyle yolsuzluk yapıldığı iddiası üzerine başlatılan soruşturma sürüyor.

Soruşturma kapsamında tutuklanan CHP İzmir İl Başkanı Şenol Aslanoğlu'nun emniyetteki ifadesine ulaşıldı.

Aslanoğlu'na, İzmir Büyükşehir Belediyesi Teftiş Kurulu, İçişleri Bakanlığı Mülkiye Teftiş Kurulu Başkanlığı, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından hazırlanan raporlar ile kooperatiflerin denetim raporları ve soruşturma kapsamında hazırlanan bilirkişi raporlarında ortaya çıkan değerlendirmeler ile iddialara yönelik sorular yöneltildi.

İzBB operasyonu | Eski Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer ve CHP İzmir İl Başkanı Aslanoğlu dahil 60 kişi tutuklandı!

Bir dönem başkanlığını yaptığı İş İnsanları Örnekköy Konut Yapı Kooperatifinin ne amaçla kurulduğu sorusuna Aslanoğlu, şu yanıtı verdi:

"İzmir Büyükşehir Belediyesi, hak sahipleriyle anlaşma imzalayarak gecekonduların yerine depreme dayanıklı evler yapmayı vadetti. Müteahhitler karlı olmadığı için ihaleye girmedi. İzmir Büyükşehir Belediyesi, maalesef hak sahiplerine depreme dayanıklı konut vaadini yerine getiremedi. Sözleşme gereği, İZBETON AŞ inşaatları yapacak, hak sahiplerine ve İzmir Büyükşehir Belediyesine verilmesi gereken evleri verecek, geri kalan evler de İZBETON AŞ'nin yapım faaliyetine karşılık İZBETON AŞ'ye ait olacaktı. Fakat İZBETON AŞ temel kazılarına başladıktan sonra kaynak yetersizliğinden dolayı inşaatı tamamlayamadı. Bu projenin fikir babası Şenol Aslanoğlu denilse de ben değilim. Ben süreci sonradan öğrendim ve dahil oldum. Bu metot ile kentsel dönüşümün yapılabileceğini gören belediye yetkilileri, kooperatifler vasıtasıyla bu işin yapılabileceğine kanaat getiriyorlar."

İzmir Büyükşehir Belediyesi'ne yönelik yürütülen soruşturma kapsamında tutuklama talebiyle mahkemeye sevk edilen 99 kişiden, aralarında eski İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, CHP İzmir İl Başkanı Şenol Aslanoğlu ile İZBETON Genel Müdürü Heval Savaş Kaya'nın da olduğu toplam 60 kişi tutuklandı. 

CHP İzmir İl Başkanı olması nedeniyle protokol üyeleriyle toplantılarda bir araya geldiğini anlatan Aslanoğlu, gözaltına alınmasını doğru bulmadığını ifade etti.

İnşaatların 1 yıl 1 ay İZBETON AŞ tarafından geciktirildiğini savunan Aslanoğlu, "Toplam inşaat süresinin 2-3 yıl olduğu bir işte 1 yıl 1 ay çok uzun bir süredir. Henüz İZBETON AŞ'nin sözleşme hükümleri gereği ne zaman kazdığı ve görevini yerine getirdiğini bilmiyoruz. Burada suçlanacak birileri aranıyor ise yapması gereken işi yapmayan belediye yetkilileri gerekli açıklamayı yapmalıdır. Bilirkişi raporunda, kooperatifin kaç para topladığı ve topladığı paradan alt yükleniciye ne kadar ödeme yaptığı yazmamaktadır. Kaç para toplanarak inşaat yapıldığı asıl sorundur. Yani topladığınız paranın inşaatın bugünlere geldiği seviyenin karşılığı olup olmadığıdır." ifadesini kullandı.

Aslanoğlu, İzmir Büyükşehir Belediyesi Kentsel Dönüşüm Daire Başkanlığı ve İZBETON AŞ'nin işleri zamanında yapmadığını öne sürerek şunları kaydetti:

"Daha önce de belirttiğim gibi inşaatlardaki gecikmeden İzmir Büyükşehir Belediyesi Kentsel Dönüşüm Daire Başkanlığı, İZBETON yetkili teknik personeli ve zamanında yapması gereken işi yapmayan, zamanında kazmayan, zamanında inşaat projelerini tamamlamayan İZBETON personeli, zamanında inşaat ruhsatını almayan İzmir Büyükşehir Belediyesi Kentsel Dönüşüm personelleri sorumludur. Gecikmenin, müteahhidin yavaş iş ve işlemler yaptığından kaynaklandığına yönelik dosyada tek bir kanıt yoktur."

Soruşturmada mağdur olarak geçen O.K'nin, "Çözüm için İzmir Büyükşehir Belediyesi Kentsel Dönüşüm Daire Başkanlığını aradığını, ilgili kurumun da kendisini CHP Genel Başkanlığına yönlendirerek şikayetçi olduğu" yönündeki beyanının sorulduğu Aslanoğlu, "Bahse konu kooperatifin ne üyesi, ne denetçisi, ne de yöneticisiyim. Yani benim bu etap ile ilgili birine iş verme gibi bir yetkim yoktur. Hakkımdaki iddiaları kabul etmiyorum." yanıtını verdi.

Aslanoğlu'na, İzmir Büyükşehir Belediyesi Kentsel Dönüşüm Daire Başkanı A.A.Ö'nün ifadeleri de mağdur sıfatıyla soruldu.

A.A.Ö'nün, "zemin iyileştirme imalatlarının pahalı olduğunu ve bu işlemi belediyenin yapmasını istediği" yönünde beyanına karşı Aslanoğlu, şunları ifade etti:

"A.A.Ö, kentsel dönüşüm işi kendisinin istediği müteahhitlere verilmediği ve kooperatifler, yani vatandaş kendisi yaptığı için bu durumdan fazlasıyla rahatsız oldu. Bundan dolayı da bütün süreci yavaşlatmaya, geciktirmeye çalışmıştır. İş ve işlemlerin tamamlanmaması için kötü niyetle hareket eden bir şahıstır. Bu sebeple eski İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Tunç Soyer tarafından durum tespit edilmiş, daire başkanlıkları kapatılmış, adı geçen hanımefendi o görevden uzaklaştırılmıştır. Bundan duyduğu kin ve nefretle beyanat vermiştir." 

                                                     ***

Kartalkaya yangınında ölenlerin aileleri: Çocuklarım kömür olmuş, en üsttekiler de ceza alsın!-Candan Yıldız-

78 kişinin hayatının kaybettiği olayla ilgili ilk duruşma 7 Temmuz’da Bolu 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülecek.

Bolu Kartalkaya Kayak Merkezi'nde yanan Grand Kartal Otel

Bir insan ömrünü neye vermeli?

Söz konusu ülke Türkiye olunca insanlar ömürlerini adalet arayışına adıyor.

Cumartesi Anneleri, Sivas katliamı, Soma maden faciası, İsias Oteli davası; ilk aklıma gelenler.

301 maden işçisinin öldüğü Soma faciası nedeniyle tek bir sorumlu cezaevinde değil artık.

Yaklaşık 6 ay önce 21 Ocak’ta Bolu Kartalkaya’da Grand Kartal Otel’de çıkan yangında insanları da değil de arabaları kurtaran bir zihniyetle nasıl baş eder yüzlerce aile?

Öldürücü, kötücül zihniyeti denetlemeyen, denetlese bile kâğıt üzerinde denetleyen bir kamu otoritesi (Turizm Bakanlığı görevlileri) yargılanmasına izin verilmezse adaleti aramak ömrü tüketmez mi?

78 insanın göz göre göre ölüme terk edildiği, ölümüne davetiye çıkarıldığı Grand Kartal Otel yangını davası pazartesi günü başlıyor.

Özel jetiyle turizmde Türkiye’ye rakip ülkeleri “Protokolsüz, heyetsiz, korumasız, turist” gibi gezen Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, ki kendisi aynı zamanda ETS Tur’un sahibi, bakan yardımcısı da dahil, bakanlık bürokrat ve memurları hakkında soruşturma izni vermedi.

Kültür ve Turizm Bakanı Ersoy’un imzasının olduğu “soruşturma izni verilmemesi” kararında öyle ifadeler var ki, takdiri siz okuyuculara bırakıyorum.

“Mevzuatta yer alan ‘mal ve can güvenliği’ ifadesinden yangın güvenliğine ilişkin denetim yapılması gerektiği sonucunun çıkarılamayacağı…”

Turizm Bakanı’nın soruşturma izni vermemesi duvardaki tuğla meselesi gibi… Bir tuğla çekilirse duvar çöker.

Dosyaya hakim, İstanbul Barosu İş ve Sosyal Güvenlik Hukuku Merkezi’nden avukat Onur Fırat Kaynun’a bu metaforu sordum. Sermaye ve adalet arasındaki ilişkiye dair yorumu şu oldu:

“Bakan Bey bir sermayedar. Kendi ilgi alanının bakanlığını yapıyor. Düşünsenize soruşturma izni verdiğinizde sermayesinden de olacak. En büyük endişelerinin bu olduğunu düşünüyorum. İl özel idaresi personeli yargılanıyor, Bolu Belediyesi personeli yargılanıyor. Bunların hepsi kamu kurumu. Ama iş Turizm Bakanlığı’na gelince bambaşka bir tablo ile karşılaşıyoruz. Mevzuat çok açık, yangın denetimini, ruhsatlamasını bakanlık yapar. Bu davada bir yanda sermaye bir yanda halk var. Sermaye kendi safını sıklaştırıp bunun çözülmesini istemiyor.”

Ömrünü, imkanlarını, zamanını, sağlığını adalet arayışına adayan aileler arasına, Grand Kartal Otel yangınında yakınlarını kaybeden aileler de katıldı.

7 Temmuz’da görülecek ilk duruşma öncesi İstanbul Barosu Başkanı Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, dava avukatları ve kayıp yakınları basın toplantısı düzenledi.

İstanbul Barosu, bu davayı takip edeceğini duyurdu. Kaboğlu önemli bir noktanın altını çizdi:

“Bir tarafta acı çeken aileler, öbür tarafta ise patronların dayanışma içinde olduğu, devletin, kamu gücünün arkalarında yer aldığı dengesizlik durumunun bilincinde olmak bu davanın yürütülmesinde karşılaşılacak olası engelleri teşhir etmek açısından önemli.”

Yangında eşini, kayınvalidesini kaybeden Menşure Kaplan Akışlı’nın söylediklerine kulak verelim:

Menşure Kaplan Akışlı eşini Grand Kartal Otel yangınında kaybetti

“Türkiye’nin gözde bir mekânı ancak hiçbir denetim yok. Benim ülkemde her şey insanların sosyoekonomik sınıfına, kültürü, eğitim düzeyi, siyasi görüşüne göre sınıflandırıldı.  Biri Türk, biri Kürt, birisi AKP’li birisi CHP’li diye ayrıştı. Kimse başkasının acısını duymadı. Denetim mekanizmasını düşünmedi. Hiç kimse hukukun üstünlüğünü, varlığını, onun herkese gerekli olduğunun farkına varamadı. Hukuk sadece zenginlerin, üst düzey yöneticilerin ya da ülke yönetenlerinmiş gibi algılandı. Ben sonucun değişeceğine inanmıyorum ama bu uğurda savaşmaya devam edeceğim.

Benim talebim, bu zincirleme sistemde yalnızca mevcut dönemdekiler değil, geçmiş dönemlerde görev yapan kültür bakanından belediye başkanlarına kadar herkesin sorumluluk alması ve cezalandırılmasıdır. Çünkü yaşananlar en üstteki hatadan kaynaklanan bir zincirleme bir sonuç. Torpille başlayan bu süreç, zamanla devam etti ve herkes kendi denetim alanına kendi adamlarını yerleştirdi. Bu torpil düzeni yüzünden eşimi kaybettim.

Ben yaşadığım, büyüdüğüm ülkeye güvenemiyorum. Avukatıma söyledim. Buraya geldim ama yolda biri beni bıçaklayacak, hiç kimse bunu ispatlayamayacak. Yolda çocuğuma araba çarpacak, ben suçlu olacağım. Çocuğumu tutamayan anne ben olacağım! “

Küçük kızı Mina’yı kaybeden başka bir anne konuşamadı. Olaydan bu yana cümle kuramadığını, işini bırakmak zorunda kaldığını anlattı.

Mina Akışlı, Grand Kartal Otel yangınında hayatını kaybetti

Aynı yangında kızını, iki torunun ve damadını kaybeden Ayşe Ekici, boğazı düğümlenen bir anne, bir anneanne olarak adalet istedi:

“Damadım Süleyman, kızım Seden Nurgül, torunlarım Ela ve Buse Dayı’yı kaybettim. Biri 15, biri 12 yaşındaydı. İlk başta yananlar onlar. Benim çocuklarım kömür olmuş. Benim çocuklarımı poşetin içinde, yanmış bir şekilde ve tabutu çivilenmiş bir şekilde elimize verdiler. Turizm Bakanı, Adalet Bakanı, onlara hiç soruşturma vermiyorlar. Hak ettikleri cezaları almalarını istiyoruz.”

Aileler adalet için bir araya geldiler, ortak grupları da var. Dayanma gücünü hak arayışında buluyorlar.

7 Temmuz Bolu 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülecek ilk duruşmaya sesleri gür gitmek istiyorlar.

                                                             /././

İktidarın desteklediği linç kültürüne destek atan muhalif lider olmaz!-Tuğçe Tatari-

Karikatür olayında Özgür Özel, bizim alıştığımızın tam tersi olarak, tepki alacak hatta linçlenebilecek olmayı göze alıp doğru olanı, gerçek olanı ve söylenmesi gerekenleri söyledi. Ne kadar susamışız, bizimle aynı yerden konuşulmasına!

İktidarın desteklediği linç kültürüne destek atan muhalif lider olmaz!

Her toplumun belli travmaları vardır ve toplumları tanıyabilmek için travmalarını bilmek gerekir. Fakat Türkiye öyle derin bir çizgiyle ikiye bölündü ki birinin travması diğerinin hasreti, özlemi gibi bir hâl aldı!

Bizler için bir binada entelektüel zihinlerin kıstırılıp taşlanması travmadır…
Sonu diri diri yakılmaya varan bir travma.
Madımak da aşılamamış, gerektiği gibi hesaplaşılamamış bir yaradır bizler için, tıpkı diğer ağır yaralarımız gibi.

İslamcı hassasiyetlerle hareket ettiği iddiasıyla hareket ettiğini öne süren saldırgan bir kalabalık gördüğümüzde paniğe kapılır, muazzam bir korku, endişe hissederiz.
Burada ‘biz’ diye tanımladığım topluluk derken; ülkenin çeşitli ideolojilerine mensup ama son tahlilde şiddeti reddeden, ilerici politikalarda uzlaşan, okumaya-yazmaya değer veren, değerleri insanlık üzerinden kuran ve azımsanamayacak bir kitleden söz ediyoruz.

Bakınız bu karikatür meselesi bizlerin geçmişten gelen travmalarını uyandırmıştır.
Karikatürü savunmak, ne anlattığını anlatmaya çalışmak benim konum değil.
Bence buna ihtiyaç da yok. Çünkü anlaşıldı ki, o kitle bu çabaları okumak, anlamak gibi bir ihtiyaç içinde değil.
Ama temel mesele şu; bu örnek bize bir kere daha, Türkiye’de siyasetin ‘olması gereken’ algısına mahkûm edilerek, gerekirse gerçeğin göz ardı edilmesi olarak da icra edildiğini gösterdi. Ki orada hizmet edilen algı da kimin algısıdır bir düşünmek gerekir!

Muhalefetin sıradaki Cumhurbaşkanı adayı olan kişiler bile bu karikatür olayında -çizen de yayımlayan da Gazze’de katledilen mazlum Müslümanlara dikkat çekilmek istendiğini söylerken- yeterli bilgiye dahi sahip olmadan “hassasiyetlerimiz zedelenmiştir”, “toplumumuzun değerlerini rahatsız etmiştir” açıklamaları yapıyorsa vah hâlimize!
Oy kaygısı ile duruş bozukluğu el ele verip çok iyi bir ‘Türkiye’de siyaset sorunu’ örneği oluşturuyor!
Bu bağlamda takip ettiğim siyasetçilerden sadece biri, o da Özgür Özel bu konu özelinde gayet dürüst ve gerçeğe uygun bir açıklama yaptı. Dedi ki “Ben bakınca Gazze’de hayatını kaybetmiş bir melek görüyorum. ‘Peygamberlerin adını alanlar ölüyor’ diye resmedilmiş bir karikatür ama kolay, saldırın LeMan’a! O LeMan, hepiniz susarken Mavi Marmara’ya destek karikatürü çizdi. Hepiniz susarken İsrail’e ticarete karşı cephe aldı…

Bizim alıştığımızın tam tersi olarak, tepki alacak hatta linçlenebilecek olmayı göze alıp doğru olanı, gerçek olanı ve söylenmesi gerekenleri söyledi.
Ne kadar susamışız, bizimle aynı yerden konuşulmasına!
Sırf bu sebepten bile bu duruşun desteklenmeyi, sahip çıkılmayı hak ettiği görüşündeyim.

İşin bir de ‘muhalefetin söylemleriyle iktidarı destekleme’ kısmı var ki 23 senedir bizzat bunu yaşıyoruz.
İktidarın gerektiğinde desteklediği şiddet ve linç kültürünü muhalefetin lanetlemesi gerekirken başka kaygılar gözetilerek yine iktidarın arzuladığı söylemler dökülüyor bazı ağızlardan.
O sebeple Özgür Özel’in duruşu kıymetli.

Son dönem sık sık yazıyorum, Özel’in de bizi hayal kırıklığına uğratmasından korkuyoruz evet, temkinliyiz evet, ama belki de Demirtaş’tan sonra karşılaştığımız ‘hakikate ve insana en yakın’ söylem ve davranışlarla yürümeye çalışan siyasetçi Özgür Özel gibi görünüyor.
Bu topraklarda bedeli olan bir siyaset tarzı bu.
Zaten ödettiriliyor da maalesef…

                                                           /././

Otomatik ÖTV artışlarına hazır mıyız?-Murat Batı-

3 Temmuz tarihinde açıklanacak veriler doğrultusunda ÖTV’ye tabi ürünlerin ÖTV matrahları maalesef artacak. Ayrıca KDV de hesaplanacağından bu ürünlerin fiyatı artmış olacak.

Vergi gelirleri içinde tahsilat payı en yüksek olan vergilerden biri 1 Ağustos 2002 tarihinde yürürlüğe giren özel tüketim vergisidir (ÖTV).

Vergi idaresi, ÖTV’den önemli oranda gelir elde etmektedir. Ayrıca ÖTV’ye tabi ürünlerden ÖTV dahil tutar üzerinden KDV de alınmaktadır.

Son 10 yılda ÖTV tahsilatı

Aşağıdaki tabloda görüldüğü üzere son 10 yıldaki ÖTV tahsilatları bulunmaktadır.

Görüldüğü üzere son 10 yıldaki ÖTV tahsilatlarının toplam vergi tahsilatına oranının ortalaması yaklaşık yüzde 22,2’dir. Bu oran oldukça yüksektir.

Diğer taraftan ÖTV tahsilat hedefi önceki yıla göre hep makul oranlarda artmış ama özellikle son dört yıldaki tahsilat tutarı önceki yıla göre ciddi oranda artmış durumdadır. Örneğin 2023 tahsilat tutarı 2022’nin tahsilatına oranla yüzde 121,10 oranında artmış durumdadır. Bunun en önemli sebeplerinin başında elbette enflasyon gelmektedir.

Aşağıda 2025 yılının ilk beş ayında (Ocak-Mayıs) tahsil edilen ÖTV kalemleri görülmektedir.

2025 yılının ilk beş ayında ÖTV tahsilatı 679 milyar 9 milyon lira olmuştur. 2025 yılında hedeflenen toplam ÖTV tahsilatı 2 trilyon 145 milyar 950 milyon liradır. Yani ilk beş ayda hedeflenenin yaklaşık yüzde 32’si tahsil edilmiş. Ancak 3 Temmuz’da açıklanacak Yİ-ÜFE oranıyla birlikte maktu ÖTV tutarları artacağından hedeflenen ÖTV tahsilatına bir adım daha yaklaşmış olacağız.

Hedeflenen ile tahsilat tutarlarının farkı ne kadar olmuş?

Her yıl yasalaşan bütçe kanununda ilgili yılda ne kadar vergi gelirleri tahsil edileceği tahmin edilmektedir. Kendi bütçe kanunlarından çıkardığım veriler ile Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın birimleri tarafından açıklanan tahsilat tutarları karşılaştırıldığında hedeflenen tahsilat tutarı ile tahsil edilen tutar farkları önem arz etmektedir. Bu farkları aşağıdaki tabloda gösterdim.

Aşağıdaki tabloda da görüldüğü üzere son üç yılda hedeflenen toplam ÖTV’nin üzerinde tahsilat yapılmış.


Son 5 yılda 4 kez hedeflenenin üzerinde tahsilat yapılmış. 2025 yılında hedeflenen ÖTV tahsilat tutarı 2 trilyon 145 milyar 950 milyon liradır. Bu hedef tutar mı sorusunun cevabını ise 3 Temmuz günü açıklanacak ÜFE verileri ile maktu ÖTV tutarlarında yapılacak artışlarda aramak gerekecektir.

Şimdi ne olacak?

3 Temmuz Perşembe günü saat 10:00 sularında altı aylık Yİ-ÜFE verileri TÜİK tarafından açıklanacak. Özel Tüketim Vergisi Kanunu m.12/3.fıkra uyarınca tütün mamulleri ile alkollü içecekler; ÖTV Kanunu m.12/5.fıkra uyarınca da doğal gaz, benzin, motorin gibi ürünlere uygulanan maktu vergi tutarları her yıl Ocak ve Temmuz aylarında Yİ-ÜFE oranında artırılacak. Ve maktu ÖTV tutarları açıklanacak oranda otomatik artacak.

2025 yılının ilk altı ayı için yaklaşık yüzde 15 oranında artacağını sanıyorum. Bu artış üzerinden ayrıca KDV de uygulanacağından satış fiyatına katmerli şekilde yansıyacak.

3 Temmuz tarihinde açıklanacak veriler doğrultusunda ÖTV’ye tabi ürünlerin ÖTV matrahları maalesef artacak. Ayrıca KDV de hesaplanacağından bu ürünlerin fiyatı artmış olacak.

İlaveten Anayasa m.73 ve ÖTV Kanunu m.12 uyarınca Cumhurbaşkanının bu otomatik artışları yaptırmama ya da farklı tutarlarda uygulatmak için verilmiş yetkisi de bulunmaktadır. Ancak Cumhurbaşkanının bu yetkisini kullanacağına pek ihtimal vermemekteyim. Umarım yanılırım.

                                                         /././

unutMADIMAKlımda ama peki aklımız nerede?-Mine Söğüt-

Aşırı dindar seçmene yaranma çabasından yılmıyor ve demokrasiden yana olan seçmeni aptal yerine koymaya devam ediyorlar. Ülkenin geldiği şu son noktada politikacılar başta olmak üzere herkes unuttuklarını ve hatırladıklarını yeniden gözden geçirmek zorunda.

madımak

Sosyal medya unutMADIMAKlımda etiketiyle yapılan paylaşımlarla doluydu ve Madımak Oteli’ni ateşe veren gericiler yüzünden hayatını kaybedenlerin fotoğraflarının hemen ardından, “incinmiş” ve gözü dönmüş dindarlar tarafından ateşe verilmek istenen LeMan dergisinin haberleri akıyordu.

Eğer biz bu ülkede köktendincilik zafer kazansın diye öldürülen aydınların başlarına gelenleri gerçekten unutmasaydık şu anda devletin ve hatta muhalefetin bile büyük bir kısmının dini hassasiyetleri bahane ederek yaratmaya çalıştıkları tehlikeli atmosferin içinde sıkışıp kalmazdık.

Biz unutuyoruz.

Öldürülenlerin neden öldürüldüğünü unutuyoruz.

Onları kimin öldürdüğünü unutuyoruz.

En kötüsü de toplumsal hassasiyetlerin hangi kriterlere göre belirlenmesi gerektiğini unutuyoruz.

Kıvılcımları parlatan, yangınları çıkaran kundakçılarının niyetlerini ve bugüne kadar hangi yöntemlerle nasıl kazançlar elde ettiklerini unutuyoruz.

Onlar da bu unutuştan cesaret alıyorlar. Yaktıkça yakıyor, ateşi harladıkça harlıyorlar.  

Madımak’ı unutmamak sadece o yangında öldürülenleri ya da o yangını çıkartanları unutmamak değildir. O yangından sonra verilen tepkileri de unutmamak gerekir.

Dönemin belli başlı gazetelerinin olayı “Sivas’ta Aziz Nesin isyanı” olarak duyurduğunu mesela…

Aziz Nesin’in “1400 yıllık Kuran’a neden inanayım? Bu yüzden müslüman değilim” demesinin ve “Şeytan Ayetleri”ni Türkçeye çevirmiş olmasının birçok aydın ve gazeteci tarafından bile bir tahrik unsuru sayılmasını...

Gösterilecek tepkileri bile bile Aziz Nesin’in Sivas’a gitmesinin bir sorumsuzluk olarak görülmesini…

Dini hassasiyetler bahane edilerek meşrulaştırılan bir şiddetle düşünce ve ifade özgürlüğünü karşılıklı kefelere koyanların oteli ateşe verenlerden ziyade suçu Aziz Nesin’de bulmalarını…

Ülkenin bugün başına gelenleri neredeyse 40 yıl önceden öngören sağduyulu bir aydının bu olayda düşürüldüğü korkunç durumu…

Unutmamak gerekir.

Aradan 32 yıl geçti. O zamandan bu zamana hassasiyetleri kendi dogmalarına göre belirleyen bağnaz ve cahil zihniyet iktidara gelmekle kalmadı hukuku gasbederek onu da kafasına göre uygulamaya başladı.

Ve biz hâlâ tahrikten, İslam’a hakaretten, inançlıların hassasiyetlerinden bahsediyoruz.

İşin kötüsü muhalif politikacıların bazıları da tıpkı iktidar gibi düşünüyorlar. O karikatürde çizilen suretlerin çağdaş bir Müslümana ve çağdaş bir Yahudiye ait olduğunu göremiyorlar.

Muhammed ve Musa isimlerinin başlarında “Hazreti” sıfatı olmayan sıradan iki isim olarak kullanıldığını idrak edemiyorlar. Gözaltına alınan LeMan çalışanlarından ikisinin isminin Cebrail ve Ali olması bile akıllarını başlarına toplamaları için yeterli olmuyor. Olaya rasyonel açıdan bakmak yerine yobazların aklıyla düşünmeyi tercih ediyorlar.

Aşırı dindar seçmene yaranma çabasından yılmıyor ve demokrasiden yana olan seçmeni aptal yerine koymaya devam ediyorlar.

Ülkenin geldiği şu son noktada politikacılar başta olmak üzere herkes unuttuklarını ve hatırladıklarını yeniden gözden geçirmek zorunda.

Diyelim ki Uğur Mumcu’dan Bahriye Üçok’a, Turan Dursun’dan Madımak’a hepsi aklımızda.

O zaman kendimize sormak zorundayız, peki aklımız nerede?

                                                                /././

Küresel askeri harcamalar daha da artacak!-Mustafa Durmuş-

Askeri bütçelere aktarılan her dolar ya da TL, dünyayı potansiyel bir kıyamet senaryosu olan üçüncü dünya savaşına daha da yaklaştırıyor. Tüm ülkelerin işçi sınıflarının ve emekçi halklarının bundan kazanacağı hiçbir şey yok.

Küresel askeri harcamalar daha da artacak!

Dünya İsrail (ABD)-İran savaşının travmasını yaşarken, birkaç gün önce NATO ülkelerinin liderleri, Trump’ın dayatmasıyla, savunma harcamalarını milli gelirlerinin en az yüzde 5’ine çıkartacak bir anlaşmaya imza attılar. Bunların arasında Türkiye’de var.

Oysa küresel askeri harcamalar geçen yıl yeni bir rekor kırarak (2023 yılına kıyasla) yüzde 9,4 artışla 2,7 trilyon doların üzerine çıkmıştı. Bu harcamalar son 10 yıldır dünya genelinde istikrarlı bir şekilde artıyordu ancak 2024 yılı Soğuk Savaş'ın sona ermesinden bu yana tek bir yıl içinde gerçekleşen en hızlı artışa sahne oldu.

Savaş örgütünün başı ABD

ABD, 997 milyar dolarlık harcama ile dünya toplamının yüzde 37'sini oluşturarak dünyanın en büyük harcama yapan ülkesi olmaya devam ediyor. Çin, tahmini 314 milyar dolar harcama ile ikinci sırada yer alıyor. En fazla harcama yapan ilk beş ülke (Rusya, Almanya ve Hindistan dahil) küresel toplamın yüzde 60'ını oluşturuyor. Avustralya dahil olmak üzere ilk 15 ülke, askeri harcamalarını artırdı ve 2024 yılında toplam 2,1 trilyon dolar harcayarak küresel toplamın dörtte beşini oluşturdu.

Avrupa'nın gidişatı ise daha dramatik. NATO üyesi ülkeler, son 10 yılda yıllık askeri harcamalarını iki katından fazla artırdı. Bunların arasında, bir yıl içinde askeri harcamalarını yüzde 28 artırarak 88,5 milyar dolara çıkaran ve Batı Avrupa'nın en büyük askeri harcama yapan ülkesi haline gelen Almanya da bulunuyor. (1)  

Uluslararası adalet duygusunu katleden bir karar!

Lahey, Uluslararası Adalet Divanı’nın bulunduğu bir kent. Son 10 yıldır giderek artan biçimde yapılan askeri harcamalar da yetmediğinden, ironik bir biçimde, bu ay Lahey'de düzenlenen NATO Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi'nde, ABD’nin önerisiyle, üye ülkeler askeri harcamalarını GSYH’lerinin en az yüzde 5’ine yükseltilmesi yönündeki anlaşmayı imzaladılar.

ABD Başkanı Donald Trump'ın uzun zamandır kabul edilmesini istediği anlaşma ile Türkiye (mevcut yüzde 2,09’luk payı yüzde 5,0’a yükselteceğinden), yıllık 22,8 milyar dolar olan savunma harcamalarını 47 milyar dolar yükselterek, 70 milyar dolar seviyesine çıkartacak. (2) Bu eğilim önümüzdeki yıllarda da devam edecek gibi görünüyor.

Böyle bir askeri yığınağın sadece Rusya ve Çin'e yönelik olduğu da düşünülmemeli. Bu silahlar (gerektiğinde) her ülkedeki muhalefeti, işçi sınıfını ve ezilen halklarını da susturmak için kullanılacaktır. Dahası, yine ironik bir biçimde, askeri harcamalardaki bu artışların neden olduğu mali faturayı, bu savaşlardan kâr ve siyasal rant sağlayanlar değil, yoksul halklar ödeyecek. Çünkü eğitim, sağlık, yoksulluk yardımları gibi sosyal hizmetler ve işçi sınıfının yaşam standartları da bundan büyük zarar görecek.

Savaşlar yoksulluğun kaynağı

Oysa Birleşmiş Milletler’e göre, dünya genelinde aşırı yoksulluk içinde yaşayan 700 milyon insanın yüzde 40'ı savaş içindeki ya da çatışmalardan etkilenen ülkelerde yaşıyor. Mevcut eğilim devam ederse, bu 10 yılın sonunda dünyadaki yoksulların üçte ikisi bu ülkelerde yaşıyor olacak. Diğer taraftan, Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri (SKH) kapsamındaki hedeflerin üçte ikisi (yoksulluğun azaltılması da bunlardan biri), kabul edilmelerinin üzerinden 10 yıl geçmesine rağmen gerçekleştirilemedi. Çünkü azgelişmiş ülkelerin 2030 yılına kadar bu vaatleri yerine getirmek için ihtiyaç duydukları kaynaklarda yılda 4 trilyon dolardan fazla açığı var ve bu açık zengin ülkelerce kapatılmıyor. (3)

Çünkü, UBS’in bu yılki Küresel Servet Raporu’na göre, küresel servet yüzde 4,6 oranında bir artışla toplamda 226,5 trilyon dolara yükseldi. Buna paralel biçimde, yeni milyonerlerin sayısı da hızla arttı. Öyle ki 2024 yılında dünya çapında 680 binden fazla yeni milyoner eklendi. 2029 yılına kadar 5 milyondan fazla yeni milyoner olması bekleniyor. Yüzde olarak enflasyondan arındırılmış en yüksek artış yüzde 8'i aşan bir oranla Türkiye'de gerçekleşirken, Birleşik Arap Emirlikleri yüzde 5,8'lik artışla ikinci sırada yer aldı. Böylece Türkiye geçen yıl dolar milyoneri sayısını en fazla artıran ülke oldu ve 7 bin yeni dolar milyoneri ortaya çıktı.(4)  

Diğer taraftan ülkemizdeki yoksulluk giderek daha da derinleşiyor ve hemen her kesime doğru yayılıyor. Zenginleri vergilendiren bir (servet vergisi gibi) vergi uygulaması da bulunmuyor. Askeri harcamaları yüzde 240 artırma taahhüdü veren siyasal iktidar, kamu işçisine ve emeklisine yüzde 16 zam vermeyi uygun buluyor. Kısaca savaşın ve askeri harcamaların bedeli emekçilere ödettirilecek.

Oysa silahlanmaya harcanan paranın sadece bir kısmı, dünya açlığını sona erdirmek (Dünya Gıda Programı'na göre yıllık 48 milyar dolar) ve 140 düşük ve orta gelirli ülkeye güvenli içme suyu ve sanitasyon hizmetlerine evrensel erişim sağlamak için (Birleşmiş Milletler'e göre yıllık 138 milyar dolar) yeterli. (5)

Sonuç olarak

Askeri bütçelere aktarılan her dolar ya da TL, dünyayı potansiyel bir kıyamet senaryosu olan üçüncü dünya savaşına daha da yaklaştırıyor. Tüm ülkelerin işçi sınıflarının ve emekçi halklarının bundan kazanacağı hiçbir şey yok.

Yeni bir dünya savaşına doğru gidişi durdurmak için, NATO'yu lağvetmek, emperyalist savaş makinesini yok etmek ve toplumun muazzam zenginliğini ve üretici güçlerini işçi sınıfının demokratik kontrolü altına sokmaktan başka yol yok. Çünkü militarizme ve savaşlara karşı mücadele ile emek, demokratik ve sosyal hakların savunulması ve barış mücadelesi birbirinden ayrılamaz bir bütündür.

Dip notlar:

https://www.sipri.org/publications/sipri-fact-sheets/trends-world-military-expenditure-2024 (April 2025).

https://www.sozcu.com.tr/erdogan-dan-trump-a-47-milyar-dolarlik-soz (24 Haziran 2025).

Development is ‘the first line of defence against conflict,’ Guterres tells Security Council, https://news.un.org/en/story (19 June 2025).

UBS, Global Wealth Report, 2025, https://www.ubs.com/global (27 Haziran 2025).

https://mronline.org/2025/05/05/world-military-spending-explodes (5 May 2025).

                                                                     /././

Enflasyonun gizemi, memurların ve emeklilerin çilesi -Binhan Elif Yılmaz-

Haziran enflasyon verisinde yine dikkat çekici olan yıllık bazda eğitim ve konutta fiyat artışlarının devam etmesi. Henüz gizemi çözülemediği için mi buradaki fiyat artışları engellenemiyor?

Enflasyonun gizemi, memurların ve emeklilerin çilesi

TÜİK, Haziran TÜFE’yi piyasa beklentilerinin altında, aylık yüzde 1,37 ve yıllık yüzde 35,05 olarak açıkladı. Ancak enflasyon, yüzde 1,37 de olsa aylık olarak artışını sürdürüyor. Yıllık olarak ise yarım puandan az geriledi. Eğer piyasanın beklediği gibi haziran enflasyonu aylık yüzde 1,6 ve üstü olsaydı, geçtiğimiz yılın haziran enflasyonu yüzde 1,64 olduğundan, yıllık olarak değişmeyebilir/artabilirdi.

Yılın ilk altı aylık enflasyonuna göre temmuzda memurlar ile SGK, Bağ-Kur ve memur emeklilerinin maaşları belirleniyor. Acaba o maaş zammını alacak olanlar ilk altı ayda nasıl bir enflasyonla karşılaşmışlar? Kısaca bakalım, bazı gizemler var:

Ocak ayı enflasyonu sağlıkta katılım payındaki artış nedeniyle yüzde 5,03 çıktı. Konut ve eğitim TÜFE zaten yüksek düzeyde çıkan ocak enflasyonunu yüzde elli oranında aştı. TCMB açıklanan enflasyonun ardından üç dört gün sonraki yılın ilk enflasyon raporunda, 2025 yıl sonu enflasyon tahminini yüzde 21'den 24'e ve tahmin üst sınırını da yüzde 29’a yükselttiğini açıkladı. Aralık 2024’te başladığı faiz indirimlerine de devam etti.

Şubat ayında sağlıkta katılım payı kısmen geri alınınca şubat enflasyonu yüzde 2,27’de kaldı. Ancak eğitim TÜFE adeta patladı, aylık bazda yüzde 10’a yaklaştı. Para politikası önlemleri bu alana çözüm üretemedi.

Mart ayına ramazan ayı etkisiyle gıda enflasyonu damga vurdu ve aylık bazda yüzde 2,46 olarak gerçekleşti. Gıda ve konutta fiyat artışları manşet enflasyonun neredeyse dört katına yaklaştı. 19 mart sürecinde döviz kurundaki ani sıçramanın olması ve bunun fiyatları arttırıcı etkisi, yurtdışında tarife belirsizliği ve jeopolitik riskler devam ederken TCMB para politikasını yeniden sıkılaştırdı.

Nisan enflasyonu, alıştığımızın dışında virgülden sonra iki hanesi olan bir rakam olarak değil, dümdüz ve sadece yüzde 3 olarak açıklandı. Burası bizlere gizemli geldi. Nisanda bayram etkisi kendini ulaştırma ve lokanta-oteller grubunda gösterse de, aynı martta olduğu gibi gıda ve konutta aylık fiyat artışı yüzde 10’a yaklaştı. Para politikasındaki sıkı duruş devam etti.

Mayıs enflasyonu ise yüzde 1,53 olarak açıklanırken, yıllık enflasyonu 2,45 puan düşürdü. İlk çeyrekte sadece yüzde 2’lik büyüme, artan konkordatolar, imalat PMI’deki düşüş ortamında TCMB’nin sıkı duruşu devam etti. Artık herkes enflasyonla mücadelenin maliyetine katlanacaktı. Ancak dezenflasyon sürecinde hükümetin olumlu söylemleri ve iş hayatında artan baskı vb. nedenler 24 Temmuz’daki toplantıda TCMB’nin faiz indirimi için elini güçlendiriyor. 

Bugün gelen haziran enflasyon verisinde yine dikkat çekici olan yıllık bazda eğitim ve konutta fiyat artışlarının devam etmesi. Henüz gizemi çözülemediği için mi buradaki fiyat artışları engellenemiyor?

Öte yandan İsrail-İran savaşı nedeniyle yükselen Brent Petrol benzinin litre fiyatını 55 TL’ye kadar taşısa da TÜİK fiyat toplamayı ayın ilk 25-26 günü yaptığından ulaştırma TÜFE beklenti altında kaldı. Oldukça gizemli, o ayda maliyete katlanılıyor ama o ayın enflasyon hesabına girmiyor. Üstelik maaş artışı için son dönemeçte... Ayrıca geçen hafta, enflasyon için fiyat toplama bitince gelen yüzde 24,6’lık doğalgaz zammını da unutmayalım.

Diğer yandan ÜFE yeniden hareketlendi, aylık fiyat artışı yüzde 2,5. Bir o kadar önemli bir veri de, çekirdek enflasyonun manşetin üzerine çıkması.  

Sonuçta beklenen gün geldi. Altı ay boyunca enflasyonun tüm olumsuzluklarını yaşayan emekliler ve emekçiler için artık maaş zamlarının belirleneceği gün, bugündü (3 temmuz).

Yılın ilk altı aylık enflasyonuna göre memur maaşı ile emekli maaşları belirlendi. SGK ve Bağ-Kur emeklileri için maaşı zammı yüzde 16,67 ve memurlar ile memur emeklileri için de yüzde 15,57 oldu.

Ülkemizde ortalama emekli aylığı 17 bin TL ve maaş zammı sonrası sadece 20 bin TL’ye çıkacak. Gerek enflasyonun gerekse enflasyonla mücadelenin en çok kaybedeni sabit ve dar gelirliler olmaya devam ediyor, kural değişmedi. Yine de “refah payı” için, en düşük emekli maaşına yapılacak zam için hükümet yetkililerinden haber bekleniyor.

Asıl gizem, milyonlarca emeklinin yıllardır düşen alım gücü karşısında ve açlık sınırının altındaki gelir ile nasıl geçinmeye çalıştığı ve hayatta kalabildiği.

                                                           /././

T-24


 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı+Gündem" -5 Temmuz 2025-

CHP'li belediyelere operasyon sürüyor: Adıyaman, Adana ve Antalya Belediye Başkanları gözaltında CHP'li Adıyaman Belediye Başkanı Ab...