İmamoğlu’nun diplomasından sonra dikkat çeken atama!-Tolga Şardan-
İmamoğlu’yla ilgili adli süreç devam ederken, YÖK bünyesindeki Denetleme Kurulu’nda sessiz sedasız bir atama gerçekleştirildi. Hatta bu atamaya konumu gereğince “terfi” demek de mümkün...
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) tutuklu Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının araştırılması, yargı sürecinin en kritik aşamasıydı.
Bilindiği üzere; İstanbul Üniversitesi yönetiminin diplomanın iptal edildiği kararını verdiği 18 Mart’tan bir gün sonra İmamoğlu gözaltına alındı ve sonrasında tutuklandı.
İstanbul Üniversitesi’nin İmamoğlu’nun diplomasını iptal etmesinin gerekçesi ise, YÖK Denetleme Kurulu’nca hazırlanan özel rapor olduğu biliniyor.
YÖK Denetleme Kurulu, İmamoğlu’nun diplomasının sahte olup olmadığı yönünde başlattığı araştırmayı, 17 Şubat 2025 tarihli raporla sonuçlandırdı. Kurul raporunda, İmamoğlu’nun yatay geçiş şartlarını sağladığı ancak 1990 yılı itibarıyla Girne Amerikan Üniversitesi’nin denkliğinin YÖK tarafından tanınmadığı bilgisi yer aldı.
Bunun üzerine, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, İmamoğlu hakkında 22 Şubat’ta “resmi belgede sahtecilik” iddiasıyla adli soruşturma için düğmeye bastı.
İmamoğlu’yla ilgili adli süreç devam ederken, YÖK bünyesindeki Denetleme Kurulu’nda sessiz sedasız bir atama gerçekleştirildi. Hatta bu atamaya konumu gereğince “terfi” demek de mümkün.
Atamanın sürecini özetlemek gerekirse; YÖK Denetleme Kurulu Başkanlığı’na 23 Ağustos 2024’te atama yapıldı. Önceki Kurul Başkanı Prof. Dr. Hamit Emrah Beriş’in Çukurova Üniversitesi rektörü olmasından sonra, kurul üyelerinden Ercan Özkan, kurul başkanlığına getirildi.
Ancak Özkan’ın bu ataması “vekaleten” görevlendirme oldu. Özkan’ın görev süresi vekaleten başkanlık görevini yürütürken sona erdi. Özkan, 7 Kasım 2024’te bir kez daha Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından “YÖK Denetleme Kurulu Üyesi” olarak görevlendirildi.
Özkan’ın “vekalet” dönemi, İmamoğlu sürecine kadar devam etti.
YÖK Denetleme Kurulu, İmamoğlu’nun diplomasını araştırmaya başladı ve raporu İBB Başkanı’nın aleyhine görüşle hazırlayıp İstanbul Üniversitesi’ne gönderdi.
Peki sonra ne oldu?
Şubat’ta raporun teslim edilmesinin akabinde Mart 2025’te vekil kurul başkanı Ercan Özkan, göreve “asaleten” atandı.
Böylece, İmamoğlu hakkında yürütülen adli sürecin ilk talihlisi YÖK Denetleme Kurulu Başkanlığı’na asaleten atanan Özkan oldu.
Alevi açılımı öncesinde Emniyet’te yaşananlar
Büyüteç’in sürekli okurları, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin açıklamalarıyla alevlenen “Alevi açılımı” konusundan 20 Haziran’da haberdar oldular.
Aradan geçen sürede, Alevi toplumunda heyecanlı bekleyiş başladı. Terörsüz Türkiye projesini öne çıktığı günlerde gerek AKP’de gerekse MHP’de epey yankı buldu, bu gelişme.
Halen de konunun artçı yankıları devam ediyor.
Sürecin şimdilik belki de en önemli açıklaması, MHP lideri Devlet Bahçeli’den geldi.
Gazeteci İsmail Saymaz’ın Bahçeli’ye atfen gündeme getirdiği “Cumhurbaşkanı yardımcılarından biri Kürt, diğeri Alevi olsun” görüşünün kamuoyunda beklenmedik karşılığı oldu.
Kimileri Bahçeli’nin değerlendirmesini, “ülkenin Lübnanlaşmasının önünü açacağı” fikrinde. Bu tespiti destekleyenler, Bahçeli’nin yaklaşımını “etnik ve inanç kökenli bölünmenin resmileşmesi” anlamına geldiğini savunuyor.
Bahçeli; eleştiriler üzerine, akabinde “Türkiye’nin adım adım ilerlediği bir dönemde, iki Cumhurbaşkanı Yardımcısından birisinin Alevi, diğerinin de Kürt olabileceği değerlendirilmiştir. Bu fikri ve siyasi teklifi Lübnan’la ilişkilendirmek çarpıtma ve kasten saptırmadır!” dedi.
Konunun Lübnanlaşmak boyutunun dışında konuşulması gereken diğer yönü ise ülke yönetimindeki görevlendirmelerin ne kadar liyakate dayalı olduğu.
Doğrusunu söylemek gerekirse, hak edenin hak ettiği göreve gelmesinde liyakatin esas alınması halinde Bahçeli’nin tezine zaten gerek kalmayacak. Liyakat sahibinin, hangi hayat görüşünde, dünyaya bakışında, mezhebinde, etnik kökeninde olduğunu hiçbir anlamı kalmayacak doğal olarak.
MHP liderinin açmak istediği yolda, yakın zamanda yaşanan dikkat çekici kazayı örnekleriyle anlatacağım.
Örneğin; yaşandığı kamu kurumu - kolayca tahmin edeceğiniz üzere - polis teşkilatı.
2023 seçimlerinden sonra İçişleri Bakanı olarak göreve başlayan Ali Yerlikaya, geniş kapsamlı il emniyet müdürleri kararnamesini yayımlayarak kendisinden önce göreve almış il emniyet müdürlerini değiştirdi.
Değiştirilen il emniyet müdürleri arasında bizzat tanıdığım dört Alevi il emniyet müdürü de vardı. Söz konusu kararnamede kimi il emniyet müdürleri yer değiştirirken, Alevi dört il emniyet müdürü doğrudan merkeze alındı.
Yerlikaya’nın kararnameyi yayımlamasının amacı, kendisinden önce fazlaca eleştirilen ve tartışılan İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun kadrosunu tasfiye etmekti.
Yürürlüğe giren kararnameyle Yerlikaya amacına ulaştı, Soylu’nun yakın ekibindekiler de dahil olmak üzere epeyce il emniyet müdürünün görev yerlerini değiştirdi.
Ancak, adını vermek istemediğim Alevi dört il emniyet müdürü, doğrudan Soylu’nun ekibinde değildi. Ayrıca bu isimler, teşkilat içindeki çalışmalarıyla, liyakatleriyle bilinen polis müdürleriydiler.
Üstelik, 17-25 Aralık sürecinden sonra iktidarın “bizi cemaatten kurtarın” diyerek daha önemli ve kritik yerlerde göreve çağırıp yardım istediği gruptandılar. Aynı zamanda Atatürk ilkelerine bağlılardı.
Süreç ve görevlendirme dönemi nedeniyle Soylu’nun ekibi gibi değerlendirildiler.
Şimdi ise mevcut il emniyet müdürleri içinde bir tane bile Alevi il emniyet müdürü yok.
Yaşananlar bununla sınırlı kalmadı elbette.
Yine Soylu döneminde İçişleri Bakanlığı Ateşesi olarak yurt dışında görev alan üst düzey emniyet müdürleri arasında üç Alevi polis müdürü vardı.
Görev sürelerinin tamamlanmasıyla birlikte ülkeye dönüş yapan çok sayıdaki ataşe polis müdüründen sadece Alevi olan üç polis müdürü, farklı bir atamaya tabi tutuldu, Emniyet Genel Müdürlüğü yönetimince.
Aynı konumdaki meslektaşlarından ayrı atamayla üç polis müdürü, yaşadıklarından – haklı olarak – rahatsızlıklarını üst yönetime iletti. Uzun süre sonra Alevi üç polis müdürü de merkeze alınan Alevi polis müdürleriyle aynı birimde, Teftiş Kurulu bünyesinde görevlendirildiler.
Emniyet yönetimi istedikleri kadar kabullenmeseler de durum budur.
Gönül isterdi ki; MHP Genel Başkanı ve MHP yönetimi, henüz ortada Alevi açılımı yokken siyasi destekten bağımsız bu polis müdürlerinin hakkını da savunsun. Liyakate sahip çıksın. Ama MHP, “devlete ve topluma hizmet odaklı görev yapan” farklı mezhep ya da yaşam görüşünde olmakla birlikte liyakate sahip polis müdürlerinin hakkını savunmak yerine, şimdilerde haklarında birçok soru işareti bulunan, haklarında adli davalar açılan “sıkıntılı” polis müdürlerinin peşinden koşmayı tercih etti, nedense?
Soylu’dan sonra Yerlikaya üzerinde de benzer etkileri olan MHP yöneticileri var. Madem ki, ülkede Alevi açılımı süreci tartışılıyor, MHP lideri gelişmeleri yakından izliyor; o zaman MHP yönetimi, “liyakat” meselesinin uygulanmasında öncü olsun.
Böylece, mezhep ayrımı ya da etnik köken ayrımı yapılmaksızın liyakatli isimler göreve getirilir.
Aynı durum, AKP içinde geçerli elbette.
/././
Otokrasi ortamında dolar ve altın -Ercan Uygur-
Trump hem 2017’de hem 2025’te yüksek tarifelerle dış ticaret açıklarını giderebileceğini, sanayide ve teknolojide yapısal dönüşüm sağlayabileceğini, istihdamı da arttırabileceğini düşünüyor. Yatırımı ve iç talebi canlı tutmak için, her otokrat gibi, düşük faiz istiyor.
Türkiye’yi farklı yönlere çekmeye çalışanların yarattığı belirsizlik ortamında gelecek için endişe taşıyoruz. Endişemizin nedeni, iktidarın devamını sağlamak için yapılan ulus devleti çökertme girişimleri. Birkaçını belirteyim.
İktidar yandaşı olmayan seçilmiş yerel yöneticilerin, özellikle CHP’lilerin yargısız infazları, tutuklanmaları devam ediyor. Ölümcül sağlık sorunları olanlar bile hücrede tutuluyorlar. Bu konu yurt dışında da haber oluyor.
Ulus yerine ümmet bilinci getirme çabası var. Bu bilinci zorlamak için etnik gruplar içine Araplar da dahil edildi. Şimdilik, Arap, Kürt, Türk ümmeti oluşacak. Sonra başkaları da olabilir ve sıra etnik ve mezhep düzeyinde yönetici dağıtmaya geliyor.
Cumhurbaşkanı ve yardımcıları böyle seçilecekmiş. Bu akılları “dostum Trump”ın stratejistleri 100 yıldır veriyorlar. Kısmet bugüne imiş. Ümmet, etnisite ve mezhep yapıları oluşturmakta amaç Atatürk’ün kuruluşuna önderlik ettiği ulus devleti bitirmek.
Iraklı Türkmen tanıdığım Vahid Bey hatırlatıyor: Bu yapılarda herkes var ama Türkmenler yok. Yeni bir Irak oluştu, Türkmenler silindi. Yeni bir Suriye var, ama Türkmenler yine yok. Neden? Bu soruyu daha geniş olarak ele almalıyız.
Ormanlarımız yanıyor, sanki bu yangınlar başka bir ülkede gibi, üst düzey sahiplenme yok, ancak yerel çabalar var. Kuraklık var, ama yağmur getirecek ormanların katliamına yol açan madencilik girişimleri sürüyor. Bunun nedenini açıklamaya çalışıyorum.
Türkiye Cumhuriyeti dünyada ilk kez 1927’de ve 1939’da zeytinciliği geliştirmek için yasalar çıkardı. Şimdi ise “zeytinliklerde madencilik yapılabilir” yasası çıkarılıyor. Bu alanlarda termik santrallar için kömür madenleri açılacak. Halbuki çevre kirliliği ve küresel ısınmaya karşı bu santralların küresel düzeyde kapatılması çağrısı var.
Bunların başlıktaki konuyla ne ilgisi var? İlgi şurada; Bunlar, örneğin CDS (kredi risk primi) oranlarının yükselmesine katkı yapıyor, ülkenin dış ve iç borçlanması daha yüksek faizle oluyor.
İyi yönetemeyen iktidar tarafından temel yapısı bile tartışılan bir ülkenin ekonomik ve siyasi riski elbette yüksektir. Haliyle gelecek belirsizdir, faiz yüksektir.
Şimdi önce ABD üzerinden, sonra Türkiye üzerinden dolara ve altına bakalım.
ABD’nin rekabet zorluğu, tarifeler ve belirsizlikler
Son dönemde, “Dolar çöküyor mu, yerine altın gibi varlıklar mı tercih ediliyor?” sorusu sıkça soruluyor. Bu soru içinde, paraya seçenek olarak, giderek kripto varlıklar da yer alıyor. Neden?
Biraz geriye bakalım. 2008 küresel bunalımı ile belli oldu ki, ABD özellikle Çin, Tayvan, Kore, Japonya, Vietnam gibi Asya ülkeleriyle üretimde ve teknolojide rekabette zorlanıyor. Rekabette geri kalmak, özellikle mal dış ticaretinde büyük açıklarla kendini gösteriyor. Bu durum, doların giderek zayıflaması demek.
ABD ekonomisinin geri düşüşünü ve açıklarını durdurmak için Başkan Donald Trump ve ekibinin bulduğu en kolay çare, ithalata ek gümrük tarifeleri, gümrük vergileri koymaktır. Zaten ABD gümrük vergileri konusunda deneyimli bir ülkedir.
Şöyle ki; ABD bağımsızlığını sağladıktan sonra, 19. yüzyılda yeni kurulan sanayisini korumak ve ölçek ekonomilerinden yararlanmak için gümrük tarifelerini yükseltiyor. Bu konuda özellikle Avrupa ile rekabettedir.
Yüksek tarifeler, 2. Dünya Savaşı sonrasında dış dünya ile rekabet edebilen ve verimliliği görece yüksek sanayilere ulaşıncaya kadar sürüyor. Savaş sonrasında ise ABD, daha düşük tarifeleri ve serbest ticareti savunuyor.
Daha çok müzakere için, ABD’nin de isteği üzerine, 1945’te GATT (Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması) oluşturuluyor. Bu sırada savaştan yeni çıkmış dünyayı Amerikan malları dolduruyor. Bu süreçte içinde IMF ve Dünya Bankasının da olduğu finansal sistem de yer alıyor.
ABD’nin yüksek gümrük vergilerini uygulamaya koymak için şu artıları da var.
1).. Bu ülke büyük bir alım gücüne sahip ve birçok sektörde en büyük alıcı. İktisat deyimiyle büyük bir “monopson” gücü var. Bir ülkeye “artık sizden mal almıyorum” dediğinde ülkenin kurulu kapasitesine önemli hasar verebilir.
2).. Trump, 2017-2020’deki ilk döneminde bu tarifeleri kullandı ve bir deneyimi var.
Trump hem 2017’de, hem 2025’te yüksek tarifelerle dış ticaret açıklarını giderebileceğini, sanayide ve teknolojide yapısal dönüşüm sağlayabileceğini, istihdamı da arttırabileceğini düşünüyor. Yatırımı ve iç talebi canlı tutmak için, her otokrat gibi, düşük faiz istiyor.
Buna karşılık, bu istediklerine ulaşabilmesi için öncelikle zamana ihtiyacı var. Sanayi yapısının yüksek gümrük vergileri arkasında birkaç ayda, hatta birkaç yılda değişmesi zor. Örneğin, karşısına eğitimli, nitelikli eleman eksikliği çıkıveriyor.
Diğer yandan, ABD’nin tarife değişikliğini hangi kurala göre yaptığı belli değil. Bir ülke ile ticarette “açık ne kadar büyükse, tarife de o kadar yüksek olur” deniyor ama çok zaman bu kural işlemiyor.
ABD’nin dış ticaret fazlası verdiği bazı ülkelere de yüksek tarife koyduğu görülüyor. Trump bir otokrat olduğu için, solcu başkanı olan Brezilya örneğinde olduğu gibi, siyasi nedenlerle de karar veriyor. Tarife belirsizlikleri genel politika belirsizlikleri yaratıyor. Bu durumda sanayide fiyatlamada belirsizlikler yaşanıyor.
Ayrıca, ABD’nin tarifeyi yükselttiğini ilan ettiği ülkelerden “biz de yükseltiriz” karşılığı geliyor. Bu konuda Çin ilk davranan ülkedir. Tarifelerle ilgili pazarlıklar başlıyor. Bu pazarlıkların nereye varacağı da belli olmuyor. Buna karşılık, tarifelerden gelecek yüksek vergi gelirleri gerekçesiyle, bazı vergi oranları düşürülüyor.
Bu durumda önemli bir bütçe açığının oluşacağı ve enflasyonda artış olabileceği tahmin ediliyor. Kısacası, tarifeler ve giderek iktisat politikaları konusunda, otokratik ortamın da katkısıyla önemli belirsizlikler oluşuyor.
Her belirsizlik ortamında olduğu gibi, bu ortamda da altına olan talep artıyor ve altın fiyatı yükseliyor. Şekil 1’de ABD’de son 22 ayda iktisat politikası belirsizlik endeksi (BELEN, mavi çizgi) ve altının dolar fiyatı (ALTFİ, kırmızı çizgi) değerleri yer alıyor.
Kaynak: Baker, Bloom ve Davis (2025) ve World Gold Council (2025).
Şekilden görüldüğü gibi, Trump’ın 2024 Kasım ayında seçilmesi ile birlikte politika belirsizliğinde hızlı bir artış var. Ancak Trump’ın 2025 Ocak’ta göreve başlaması ile endekste yüksek bir sıçrama oluyor.
Dolar ve altın
Altın fiyatında ise zaten var olan artış eğilimi, Trump göreve başladıktan sonra bir miktar daha ivme kazanıyor. Dolardan uzaklaşma ve altına yönelme ABD dışında da 2009-2010’dan itibaren şu nedenlerle artıyor.
(1). 2008 küresel bunalımının yarattığı güvensizlik, altının daha güvenilir görülmesı.
(2). Giderek istikrarsız hale gelen döviz kuru hareketlerinden etkilenmemek.
(3). Rusya, Ukrayna ve İsrail savaşlarının jeostratejik belirsizliklerinden kaçmak.
(4). Bu savaşlar nedeniyle önce ABD sonra AB, Rusya’nın döviz ve altın dahil varlıklarına el koyuyorlar. ABD aynı işlemi Venezüella, İran ve Suriye için de yapıyor.
Bu el koymalardan kaçmak.
(5). Rusya’yı ve İran’ı destekleyen veya onlarla ticaret yapan Çin gibi bazı ülkelere de kısıtlamalar getiriliyor. Bu tür kısıtlamalardan da uzak kalmak
(6). Bu uygulamaları gören BRICS ülkeleri dış ticaret ve dış finansmanda dolar kullanmak yerine kendi paralarını veya Yuan (Renminbi) kullanmayı teşvik ediyorlar. Bu teşviğin gereğini yapmak
(7). Buna karşılık Trump, işlemlerinde dolar kullanmazlarsa bu ülkelere ek vergi uygulanabileceği tehdidinde bulunuyor.
Tablo 1’de IMF üyesi ülkelerin döviz rezervlerinin genel kabul gören (kovertibil) dolar, Euro gibi dövizlere dağıtılmış toplamı görülmektedir. Bu tabloda birkaç noktaya dikkat etmek gerekir. Tablodaki değerler en son sütun dışında, 2024-4 gibi dördüncü çeyrek sonu, yani yıl sonu değerlerdir.
Merkez Bankalarının Altın Dışındaki Döviz Rezervlerinin Dağılımı
Diğerleri: Kanada Doları, Avustralya Doları, İsviçre Frangı (Kaynak: IMF)
(1). Dağıtılmış döviz rezervi, rezervin değişik konvertibil paralara dağıtılan rezerv miktarını gösteriyor. Bazen bir varlık birkaç para ile ifade edilebiliyor. Bu durumda dağıtılmış rezerv içine giremiyor. Bazen de merkez bankaları bir dağıtma yapamıyor.
(2). Dağıtılmış döviz rezervi ABD Doları (USD), Euro, Yen, Sterlin, Yuan (Renminbi) ve diğerlerini içeriyor. Bunlar dışında kalan paralar da diğerleri içindedir.
(3). Önemli bir nokta şudur; döviz rezervleri içinde hem nakit para ve çek, hem de bono ve tahvil gibi menkul kıymetler vardır. Örneğin rezerv içinde ABD tahvili veya dolar cinsinden ihraç edilmiş tahvil varsa, tabloda dolar olarak yer almıştır. Eğer örneğin Yen bonosu varsa, Yen satırı içinde yer almaktadır.
(4). Ortalama olarak, nakit döviz, toplam içinde yüzde 15 dolayında yer tutmaktadır. Geri kalan yüzde 85, menkul kıymetlerdir. Nakit ve menkul kıymetler yurt dışında bir bankada tutulabileceği gibi, merkez bankası kendi kasasında da tutabilir.
(5). Toplam rezervler, 2008 küresel bunalımı sonrasında hızlı yükselmiştir. 2000 yılı sonunda 1.937 trilyon dolar olan rezervler, 2015 sonunda 10.928 trilyon dolar olmuştur.
(6). Tablodan görüldüğü gibi doların toplam içindeki payı giderek azalıyor; 2000 yılı sonunda bu pay yüzde 71,1 iken, 2025 ilk çeyreğinde yüzde 57,7’ye inmiştir.
(7). Euro'nun ve Sterlin'in paylarında az da olsa artışlar var. Ancak asıl artış diğer paraların payında olmuştur. Örneğin, 2025 ilk çeyreğinde Kanada Doları'nın ve İsviçre Frangı'nın payları önemli ölçüde yükselmiştir.
Resmi toplam rezervler çerçevesinde ele alınca, dünyada altının payı nasıl gelişti? Türkiye’nin resmi rezervleri ve özellikle altın rezervleri neden ve nasıl değişti? Bu sorulara bir sonraki yazıda yanıt vermeye çalışıyorum.
Kaynaklar
Baker, Scott, Nicholas Bloom ve Steven J. Davis ”Measuring Economic Policy Uncertainty”, PolicyUncertainty.com
/././
Otomobillerde yapılan yeni ÖTV düzenlemeleri ne anlama geliyor?-Murat Batı-
ÖTV oranları aynı Resmi Gazete’de yer alan hem Kanun hem de Cumhurbaşkanı kararı ile iki kez değiştirilmiş oldu. Aynı Resmi Gazete’de yer alan iki ayrı düzenleme ile aynı şey üzerinden değişiklik yapmasına ben pek rastlamamıştım...
Vergi gelirleri içinde tahsilat payı en yüksek olan vergilerden biri 1 Ağustos 2002 tarihinde yürürlüğe giren özel tüketim vergisidir (ÖTV). Alkol, tütün, akaryakıt, otomobil gibi 250 adede yakın üründen özel tüketim vergisi (ÖTV) alınmaktadır.
Son 10 yıldaki ÖTV tahsilatlarının toplam vergi tahsilatına oranının ortalaması yaklaşık yüzde 22,2’dir. Bunun anlamı son 10 yılda toplanan her bin liralık verginin yaklaşık 220 lirası ÖTV’den elde edilmiş demektir. Bu oran oldukça yüksektir.
ÖTV üzerinden ayrıca yüzde 20 KDV de tahsil edildiğinden oldukça ballı kaymaklı bir vergi sınıfındadır. Mehmet Şimşek için oldukça cazip bir vergi anlayacağınız.
Bugün yani 24 Temmuz Perşembe gecesi saat 01:00 sularında yayımlanan Resmi Gazete’de birçok yeni düzenleme vardı. Bu düzenlemelerden en önemlilerinden biri de ÖTV’ye ilişkindi; hem kanun hem de Cumhurbaşkanı kararı ile yeni düzenleme yapıldı.
İki düzenlemeyi de aşağıda izah etmeye çalışayım...
Kanunla yapılan düzenleme
7555 sayılı Kanun m.15 ile Özel Tüketim Vergisi Kanunu’na ekli (II) sayılı listenin 87.03 G.T.İ.P. numarasında yer alan “- Diğerleri” satırı altındaki bazı malların özel tüketim vergisi oranları ile özel tüketim vergisi oranlarına esas özel tüketim vergisi matrahları aşağıdaki şekilde değiştirildi ve aynı gün yani 24 Temmuz’da yürürlüğe girdi.
Değişiklik aşağıdadır;
Görüldüğü üzere otomobiller için uygulanacak basamaklar (tarife dilimleri) ile oranlar artırıldı. Ancak basamakların artırılması normal koşullarda tüketici lehine bir durum iken aynı anda oranların da artırılması çok doğru bir yaklaşım olmamış. Düne kadar piyasa satış fiyatı yaklaşık 605 bin TL’nin üstünde olan motor silindir hacmi 1600 cm³'ü geçmeyen otomobillerin tamamına yüzde 80 ÖTV uygulanmaktaydı. Piyasa satış fiyatı 605 bin liranın altında olan bir otomobil de zaten pek bulunmamaktadır.
Kanun’un gerekçesinin 15’inci maddesinde de “zaten uygulamada en yüksekten ÖTV oranına tabi tutuluyordunuz, biz matrah eşiklerini artan fiyatlar karşısında artırıp psikolojik olarak kafanızı rahatlattık” anlamında izahat yapılmış.
Cumhurbaşkanı Kararı ile yapılan düzenleme
7555 sayılı Kanun 24 Temmuz gecesi Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Ancak aynı Resmi Gazete’de yer alan 10115 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile 7555 sayılı Kanunla artırılan oranlar tekrar artırıldı. Özetle aynı Resmi Gazete'de yer alan Kanun ve Cumhurbaşkanı Kararı ile ÖTV oranları aynı anda iki kez artırılmış oldu.
10115 sayılı Cumhurbaşkanı Kararıyla yapılan ilk düzenleme motor silindir hacmi 1600 cm³ü geçmeyen otomobillerde yeni bir alt sekme ekleyerek motor silindir hacmi 1400 cm³’ü geçmeyenler sekmesi oluşturuldu. Yani 1600 cm³’ü geçmeyenler kendi alt kademesinde ayrıca 1400 cm³’ü geçmeyenler diye ayrıldı.
İlaveten motor silindir hacmi 1400 cm³'ü geçen fakat 1600 cm³'ü geçmeyenler için yeni bir tarife daha oluşturuldu. Aşağıda yeni tarife bulunmaktadır.
Böylece bu segmentteki araçlar için en düşük ÖTV oranı %45'ten %70'e, en yüksek oran ise %80'den %100'e yükseltilmiş oldu. Dilimler de artırıldığı için yüksek fiyatlı araçlarda ÖTV’den dolayı fiyat artacaktır.
Elektrikli araçlarda
Elektrikli araçlarda da hem dilim (basamak) değişikliğine gidildi hem de oran değiştirildi. Dilim değişiklikleri mükellef lehine düzenlemelerdir.
Aşağıda yer alan araçlarda ise 10115 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile hem basamaklar artırıldı hem de oranlar yükseltildi.
Böylece elektrikli otomobillerde en düşük yüzde 10 olan ÖTV, yüzde 25'e çıkarıldı.
Sonuç olarak
24 Temmuz gecesi ÖTV Kanunu’nda otomobillerle alakalı hem 7555 sayılı Kanunla değişiklik yapıldı hem de 10115 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile yapılan değişiklikle tekrardan hem basamaklar hem de oranlar değiştirildi. Elbette Cumhurbaşkanı Kanun ve Anayasa'dan kaynaklı yetkisini kullandı ama aynı Resmi Gazete’de yer alan iki ayrı düzenleme ile aynı şey üzerinden değişiklik yapmasına ben pek rastlamamıştım.
Şimdi şu soruya da cevap vereyim; neden doğrudan CB Kararıyla yapılmadı da hem kanun hem de karar kullanıldı? Şöyle ki ÖTV Kanunu m.12’de Cumhurbaşkanı'na oran ve basamakları üç kat artırma yetkisi verilmiştir. Cumhurbaşkanı bu yetkisiyle bugün yapılan düzenlemelerin bir kısmını yapamayacaktı. O nedenle önce Kanun düzenlemesi aynı anda da Cumhurbaşkanı yetkisi kullanıldı.
Ve böylece ÖTV oranları esasında aynı Resmi Gazete’de yer alan hem Kanun hem de Cumhurbaşkanı kararı ile iki kez değiştirilmiş oldu.
/././
Yapay zekâ, otomotiv, bilgisayar, cep telefonu, yüzde 5-20 pahalılaşacak mı?-Füsun Sarp Nebil-
Çip fiyatlarının muhtemel artışı, bilgisayar, akıllı telefon, otomobil, veri merkezi donanımı gibi ürünlerde birim maliyet artışına ve dolayısıyla da nihai ürün fiyatlarının yükselmesine neden olacaktır. Yapay zekâ, otomotiv ve savunma sanayii çip talebini artırıyor. Zaten talep arttıkça ve arz sınırlı oldukça, fiyatlar da yukarı yönlü olur.
Önümüzdeki yıllarda, kullanacağımız "çip" bazlı cihazların bugünkü düzeyinden çok daha yukarı fiyatlara çıkacağını şimdiden söylemek mümkün. Bir yandan ABD'nin üretimi yeniden kendisine almaya yönelik baskısı, diğer yandan bakır sıkıntısı, durumu bu hale getirecek gibi görüyor
AMD CEO'su uyardı, çipler yüzde 5-20 pahalı olacak
AMD CEO'su Lisa Su'nun açıklamasına göre, TSMC'nin Arizona fabrikasında 2025 sonuna kadar piyasaya çıkması beklenen çipler, Tayvan'daki üretilenlere nazaran yüzde 5 ila yüzde 20 arasında daha pahalı olacak.
Bunun temel nedeni ABD’deki üretim maliyetinin daha yüksek olması. Çünkü işçilik ücretleri, enerji fiyatları, çevre regülasyonları ve güvenlik maliyetleri Tayvan’a göre çok daha fazla. ABD, Çip ve Bilim Yasası (CHIPS Act) kapsamında üretim bağımsızlığını artırmaya çalışıyor ama çiplerin daha pahalı olacağı kesin.
Lisa Su, hem piyasayı hem de AMD'nin yatırımcılarını, müşterilerini ve iş ortaklarını, ABD'de üretilecek yongaların daha yüksek birim maliyetlere ulaşacağına hazırlamaya çalışıyor. Muhtemelen maliyetlerin artması ile şirketin gelecekteki kâr marjları azalacak.
ABD hükümeti, CHIPS ve Bilim Yasası aracılığıyla, yerli yarı iletken üretimine milyarlarca dolar yatırım yapıyor ama Lisa Su'nun yorumları, politika yapıcılara, "ABD'de üretim daha pahalıya mal olacak" mesajı veriyor.
Su, TSMC'nin Arizona fabrikasının, AMD'nin yol haritası için önemli olduğunu kabul ediyor ama Tayvan hala daha verimli ve merkezi bir konumda. AMD, Arizona projesini ABD politikasının baskısı nedeniyle mecburen destekliyor.
Arizona’daki TSMC tesisleri henüz tam verimle çalışmıyor; bu da üretim başına maliyeti artırıyor. Nitelikli işgücü eksikliği ve ithal edilen ekipman nedeniyle üretim süreci daha yavaş ve masraflı. Lisa Su, 2025'in sonuna kadar bu çiplerin pazara sunulacağını belirtti. Bu, özellikle AMD’nin kendi ürün gamı içinde bazı ABD menşeli savunma, kamu ve kurumsal müşterilere hitap eden segmentlerde önem taşıyor.
Bakır sıkıntısı
Çip üretimindeki diğer bir sıkıntı da bakır arz azlığı. Yonga üretiminde mikro devre hatları (lead frame) için kullanılan bakır kablolar, performans ve maliyet açısından eşsiz. PWC'nin yeni yayınladığı bir rapora göre, 2035 yılına kadar, iklim değişikliğinden kaynaklanan bakır tedarikinin etkilenmesi sonucu global çip üretiminin yüzde 32 sinin etkileneceğini açıklandı.
2035’e kadar iklim değişikliği kaynaklı su krizi, çip üretiminde kullanılan bakırın madenciliğini etkileyecek. Orta büyüklükte bir maden, günde büyük bir stadyumu dolduracak miktarda suyu tüketebiliyor. Çünkü bakır üretimi büyük miktarda tatlı su tüketen bir süreçtir (ezme, çözeltiyle ayırma, flotasyon gibi işlemler).
İklim değişikliği, özellikle Şili, Peru, Zambiya gibi büyük üretici ülkelerde uzun süreli kuraklıklar ve su kaynaklarının azalmasıyla madencilik kapasitesini sınırlıyor. Kuraklık arttıkça hükümetler maden şirketlerinin su kullanımına kota koymaya başladı. Bu, madenciliğin operasyonel sürekliliğini tehlikeye atıyor ve üretim kapasitesinde düşüşe yol açıyor.
Kuraklıkla başa çıkmak için madencilik şirketleri: Gri su kullanımı (atık su geri dönüşümü), deniz suyu arıtımı, kapalı devre su sistemleri gibi yüksek maliyetli teknolojilere yöneliyor. Bu da tedarik zincirinde bakır fiyatlarını artırıyor ve dolayısıyla çip üretim maliyetleri artıyor. Alüminyum gibi alternatifler bakır kadar iletken ya da uygun maliyetli değil. Dolayısıyla su krizine karşı kısa vadeli teknolojik çözüm yok.
PwC’ye göre işte bu nedenle 2035’e kadar global yonga üretiminin yüzde 32’si, bakır tedarikindeki iklim kaynaklı kesintilere maruz kalabilir. Bugün bu oran yalnızca yüzde 7 seviyesinde olup, önümüzdeki 10 yılda 4 katına çıkması bekleniyor.
Donald Trump’ın bakır ithalatına yüzde 50 gümrük tarifesi getirme kararının etkileri
Yetmemiş gibi, Donald Trump bakır ithalatına da yüzde 50 gümrük tarifesi tanımladı. Bunun sonucunda, hem ABD iç ekonomisi hem de küresel yarı iletken ve teknoloji tedarik zincirleri açısından ciddi etkilere sahip olabilir. Bakır, çip üretiminde vazgeçilmezdir. yüzde 50 tarife, baskılı devre kartı üreticilerini ve çip montaj fabrikalarını doğrudan etkileyecek. Apple, Intel, AMD gibi firmaların tedarik maliyetleri artar.
Elektrikli araçlarda bakır kullanımı içten yanmalı motorlara göre 4 kat fazladır. Tesla, Rivian gibi firmalar bakır maliyet şokuna maruz kalabilir. Batarya üretimindeki lojistik zincirlerde girdi baskısı oluşur.
Çipler pahalılaşacaksa, her şey pahalılaşacak mı?
Çip fiyatlarının muhtemel artışı, bilgisayar, akıllı telefon, otomobil, veri merkezi donanımı gibi ürünlerde birim maliyet artışına ve dolayısıyla da nihai ürün fiyatlarının yükselmesine neden olacaktır. Yapay zekâ, otomotiv ve savunma sanayii çip talebini artırıyor. Zaten talep arttıkça ve arz sınırlı oldukça, fiyatlar da yukarı yönlü olur.
Gerçi her ürün aynı ölçüde etkilenmez. En son nesil çipleri kullanan akıllı telefonlar, oyun bilgisayarları, savunma teknolojileri daha yüksek etkilenecektir. Ama giriş seviyesi cihazlar daha düşük çipler kullanacağı için fiyat artışı daha düşük olur.
TSMC'nin Arizona tesisinde üretim, özellikle jeopolitik riskleri azaltmak ve ABD’nin kendi iç tedarik zincirini güçlendirmek adına önemli olabilir. Ancak bu tercihin ve bakır ile ilgili gelişmelerin bir sonucu olarak, yüksek teknoloji ürünleri pahalılaşacak. Bütün bunlar kablolu altyapı ürünleri, ev elektroniği ve otomotiv fiyatlarını artıracaktır. Bu da ABD ve tüm dünya tüketici enflasyonunu yükseltecek.
/././
Orkun Kökçü mü?-Asena Özkan-
Bir önceki yönetim Valentine Rosier ile Rachid Ghezzal’ı yollayarak hata yapmıştı, görevdeki yönetim de Arthur Masuaku’un gidişine olumlu yaklaşarak başka yanlışa imza attı. Beşiktaş’ı kurtaracak oyuncu Kartal Yılmaz ise konuşacak ve yazacak fazla şey yok demektir.
Söyle bana kulübede oturanları söyleyeyim sana maçın sonucunu! Tayyip Sanuç, Salih Uçan, Emirhan Topçu, Tayfun Bingöl, Semih Kılıçsoy, Kartal Yılmaz, Joao Mario, Ernest Muci… Siz teknik direktör olsanız oyuncu değişiminde alternatifiniz hangisi olurdu? A) Hiçbiri!..
Ne bekleniyordu? Tamaraebi Bakumo-Abraham, David Jurasek ve Orkun Kökçü ile Beşiktaş’ın harikalar yaratması mı? Özellikle Orkun Kökçü transferi öylesine pazarlandı ki, Beşiktaş yönetimi tarafından çocuk sanki ‘Bulunmaz Hint Kumaşı!’ Orkun Kökçü üstün meziyetlere sahip olmayan buna karşın çalışkan bir futbolcu ama hepsi bundan ibaret.
Abraham ise Ciro Immobile’nin bir, bilemedin iki tık iyisi. David Jurasek ise şimdilik muamma! Ancak Arthur Masuaku’yu çok aratacağını öngörmek için de ‘medyum’ olmaya gerek yok. Sen hâlâ sağ kanadında Milot Rashica’yı solda da Gedson Fernandes’i oynatıyorsan sadece ‘hayal’ pazarlarsın, sonucu da ‘fiyasko’ ile noktalanır!
Sorun, deneyim sahibi ve güven telkin eden kanat oyuncularının kadroda bulunmaması. Bunun getirisi ise geçen sezon olduğu gibi rakip ceza alanı içinde debelenip duran Beşiktaşlı futbolcular olur...
Kanatlardan orta yok, rakip alana sahanın ortasından gidiyorsun, ceza alanı içine de ortadan giriyorsun; ‘dar alanda paslaşmalar!’ Sonuçta 5 topun 4,5’u rakibe kaptırılıyor. İyi de Beşiktaşlılar geçen sezon da aynı filmi izlemişti, yeni bir şey yok mu vizyonda? Rakip ceza alanı içinde birbirine yakın oynayan 3 kimi zaman da 4 Beşiktaşlı futbolcu ne işe yarar? Alınmasınlar ama boş şişe gibiler ne var ki artık depozitoları da yok, direkt çöpe.
Savunma ise abartısız ‘evlere şenlik.’ Bu savunmayla, bu oyunla çok değil beşinci haftadan itibaren tribünler önce teknik direktörü ardından da yönetimi istifaya davet eder. Ve Beşiktaş kaos içeren bir sezon daha yaşar.
Bir önceki yönetim Valentine Rosier ile Rachid Ghezzal’ı yollayarak hata yapmıştı, görevdeki yönetim de Arthur Masuaku’un gidişine olumlu yaklaşarak başka yanlışa imza attı. Beşiktaş’ı kurtaracak oyuncu Kartal Yılmaz ise konuşacak ve yazacak fazla şey yok demektir.
Bu arada Arda Turan’ın takımı Shakhtar Donetsk, Beşiktaş’ı İnönü Stadı’nda kendi taraftarı önünde 4-2 yendi. Hani Rusya ile savaş halinde olduğu için maçlarını yurt dışında oynamak zorunda kalan Ukrayna takımı…
/././
Hayalet tanıklar -Rıza Türmen-
Hukuk siyasete alet edilerek ahlak ve merhamet içeriği boşaltıldı. Yasalar ahlak ve merhametten yoksun olarak uygulanmaya başlandı. Öyle olunca hukuk adaleti sağlama amacından saptı. Bir siyasal amaca hizmet etmeye başladı

Sık sık vasatlıktan söz ediyoruz. Hayatlarımıza vasatlığın hâkim olmasından dert yanıyoruz. Eğitimden giriyoruz sağlıktan çıkıyoruz. Bu arada belki de beyin göçünün en sert vurduğu iki meslekten söz ediyoruz. ‘İyi öğretmen, iyi doktor’a denk gelmenin güçlüğünden söz edip duruyoruz. Hukukun vasatlığı zaten her an gündemimizde, savcısının, hâkiminin durumunu da biliyoruz. Peki ya medya? Peki ya iyi gazeteciye denk gelme şansımız nerelerde?
Yaygın ve ana akım medyanın durumu belli, üzerine konuşmaya değer bile görmüyorum. Ama ya muhalif, bağımsız, alternatif medya? Bana göre muhalif medyanın son, en güncel hâlini ortaya koyan olay Narin Güran cinayetidir.
O konuyu içinden çıkılmaz bir düğüme iş bilmez muhalif gazeteciler ve tecrübesiz güvenlik güçleri el ele sürüklemiştir. Narin konusu ilgi gördükçe 'muhalif medya’dan çok sayıda isim saçmaladıkça saçmalamıştır. Ve hâlihazırda konunun tüm şüphelileri tutukludur. Neden, çünkü olay içinden çıkılamaz bir hâle getirilirmiştir. Gerçek suçluyu diğerlerinden ayıklamak neredeyse imkânsız kılınmıştır. Yani şöyle diyeyim; özel olarak gazetecilerden bir olayı bu sonuca ulaştırması istense yapılamaz, becerilemezdi; ama oldu işte ve bizler de canlı yayınlarda hayretler içinde izledik.
Misal en son yaşanan “LGS soruları çalındı” konusu. Haberdir ciddiye alınır, gazetecidir saygı duyulur. En azından eskiden öyleydi! Eski alışkanlıklarımız sonucu ilk etapta hepimiz inandık. Sorular çalınmıştı. Büyük bir skandaldı bu. Türkiye’de geçmişte yaşanmış çalınmış sorular konusu yeniden masaya geldi, günlerce yayını yapıldı.
Koca koca ‘gazeteciler’ LGS sorularının çalınma konusunu harıl harıl işledi ve bir aşamadan sonra olayı ölüm sessizliğine bıraktılar. Çünkü soruların sızdırıldığı veya çalındığına ilişkin bir veriye ulaşamadılar ve sustular. Maksat merak edilen konularda konuşmak ve oluşan talebe hızla yanıt vermekti çünkü.
Gazetecilik, habercilik, gerçeğin bilinmesi gibi konuların önemsizleştiğini gördük. Şimdi sorun herkese; "Narin Güran’ın tüm ailesi cinsel sapık", "LGS soruları da çalındı ve şu anda başarı elde eden çocukların tamamı şaibe altında!.."
Peki daha bu hafta “Teröristler bir bir tahliye oluyor” haberi vardı bazı manşetlerde; onun gerçeği biliniyor mu kamuoyu tarafından, yoksa ‘ünlü gazetecilerin’ ortaya attığı, gerçeği yansıtmayan manşetlerdeki hâliyle mi kaldı iddialar.
Zaten bu ‘milliyetçilik’ meselesinde muhalif gazeteciler yarışta son dönem, vekillik mi getiriyor artık bilemiyorum ama popülerlik artırdığı kesin. Aman kulağınıza küpe olsun, okuduğunuz, dinlediğiniz haberlerin takipçisi olun! Beğendiğiniz gazetecileri iyi takip edin. Lütfen… Haberlerin doğruluğuna bakın, popülerlikleri öyle tartın! “Öcalan demiş ki, Selâhattin daha içeride kalsın” iddiası ne oldu mesela…
Yine gündemimizden “Ahmet Minguzzi cinayeti…” O konu da yozlaştırıldı, üzerinde tepinildi. Aile iyice yıpratıldı. “Çocuk suçları mevzuatının değiştirilmesini istemek Türkiye gibi ‘siyasi suçlamaların’ çok olduğu bir ülkede tıpkı idamı geri istemek kadar tehlikelidir” diyenler deli muamelesi görür hâle geldi, adeta “katilleri aklamayı ister” pozisyona itildi.
Bakın, ben iyi bir okur yazarım. 25 yıllık da gazeteciyim. Temiz ve doğru bilgiye çok zor ulaşıyorum. Doğrusunu bildiğim konularda da sıklıkla şüpheye düşüyorum. Yazılanlar, iddia edilenler, haberleştirilip sonra unutturulan konular filan…
Ben bu kadar zorlanıyorsam sıradan gündem okuması yapan bir vatandaşın buradan temiz haberlerle çıkması çok güç. Ortam haber manasında, analiz manasında, görüş bildirme manasında vasatın çok altında bir yerde seyrediyor. Uzun zamandır bir yazı yazmadan önce zamana ihtiyaç duyuyorum, bilgime güvensem de ortalıkta estirilen rüzgârın bir dinmesini bekliyorum.
Ki artık gerçeği algılayabilmek, görebilmek tüm zamanların en zorlu yolculuğu hâline geldi. Elbette bu sorunun nedenleri de basit, çünkü kalifiye gazetecilerin çoğu meslekten tasfiye edildi, yok edildi veya yok oldu. Alttan gelen zaten vasata geldi! Tasfiyeye direnen ve meslekte kalanların bir kısmı muhalif medyada şöhreti yakaladı -bazısı zaten ünlüydü- ve alkış almayacağı bilgiye sırtını dönmeyi alışkanlık edindi. Yani o soru çalınmadıysa, haberini yapan olmak istemedi! Muhalif dünyada herkesin alkışladığı birinde bir sıkıntı gördüyse onu yazan olmak istemedi! Veya alkışı aldığı yerde bir şüphe varsa, şaibe ihtimali varsa onu da görmezden geldi!
Özetle… Yalana yalan, kandırmacaya kandırmaca, doğruya da doğru diyecek kimseler pek kalmadı ortalıkta. Eskiden haberde, yazıda bir maddi hata yapmak kâbus gibiydi bizler için. Şimdi yine o tarz bir yanılgıya neden olsam bir süre iç huzuruma kavuşamayacağım gibi hem çok utanır hem de derhâl özür dilerim okurdan.
Sadece okur da değil, biz meslektaşlarımızın gözünde oturacağımız pozisyonu da çok önemseriz. Onların gözünde bilerek isteyerek haberi akamete uğratan pozisyonda anılmak yolun sonudur bizler için.
Şimdi de bir yolun sonu durumu söz konusu ama maalesef bireysel değil topluca bir son.
En basit, en yalın hâliyle ‘muhalif’ medya da genel olarak çökmüş durumda. Zaten gerçekten haber yapana da pek iş yok! Sokaklar kalifiye ama işsiz muhabirlerle dolu. Ben de açıkçası bu köyün adeta tek delisi olmaktan yoruldum. Çünkü artık eleştiri hakkımız da yok. Eskiden de eleştiri kaldıran bir sektör değildik ama raconlar vardı, uyardık. Biri bizi eleştirerek bir polemik başlattıysa en iyi şekilde, eksiksiz yanıtlamaya bakardık. Şimdi eleştirine direkt hakaret ediliyor. Özeleştiri verenine ise daha denk gelmedim.
Bu defa ben de farklı bir yol denemek istiyorum ve işin uzmanını göreve çağırmak istiyorum. Medya Obdusmanı sayın Faruk Bildirici bu yazı size açık çağrımdır…
Özellikle ‘muhalif medya’yı incelemeye almanızı, bu raydan çıkmışlığa bir son vermeye tek başınıza gücünüz yetmese de en azından -Narin Güran cinayetinde medyaya yaptığınız uyarı gibi- yazılarınızla tarihe not düşmenizi rica ediyorum.
Kimselerin “dur” demediği, kimsenin “bu gazetecilik sınırlarını aştı”, “bu haber yalandı”, “burada bir hata vardı ve düzeltilmedi” demediği, bu insanlara gazeteciliği hatırlatmadığı, hatta öğretmediği bir düzende işler iyice rayından çıktı.
Sizden önce bir meslektaşınız sonra da bir okur olarak rica ediyorum, bu arkadaşlara racon kesin ve hatta bilmeyenlere raconu öğretin! Her mesleğin kuralları ve raconları vardır. Bizimkinin de çizgileri kırmızıdır ve kalındır! Adı ‘muhalif’ olan bu kitle tarafından sade, düz, gerçek, yalın haber okuma imkânımız ellerimizden alındı, lütfen bu konuyu gündeminize alın!
/././
Gazeteciliğin gazetecilikle mücadelesi -Mine Söğüt-
Habercilik, hedefi şaibeli bir dezenformasyon yasası çıkartıp aynı anda yandaş basına sonsuz dezenformasyon yapma hakkı vermek suretiyle muhalif sesleri ortadan kaldırmaya çalışan bir aklın kurduğu basit ve rezil bir bilmeceye kurban veriliyor.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder