TKP hangi ‘birikim’in sözcülüğüne soyunuyor?-Yusuf Karadaş-
Kürt sorunu konusunda iktidar bloku ile PKK lideri Öcalan arasında yürütülen sürece karşı çıkan siyasi güçlerin başını İyi Parti ve Zafer Partisi gibi ırkçı-milliyetçi partiler çekerken bu politikanın ‘sol’dan sözcülüğüne TKP soyunuyor. Siyasi yelpazenin bu iki ucu, Kürt sorunu karşısındaki inkârcı yaklaşımlarının bir devamı olarak devleti temsil eden iktidar bloku ile görüşmeler yapan Kürt tarafını da ‘genişletilmiş cumhur ittifakı’nın içinde görmeleri/göstermeleri noktasında birleşiyor. TKP, ‘süreç’ karşıtlığını “cumhuriyetçi birikimi savunmak” ekseni üzerinden kendilerine Atatürkçü, Kemalist, ulusalcı diyen kesimlerin en azından bir bölümünü yedekleyebilmenin bir dayanağı haline getirmek istiyor ve bu amaçla bir grup aydın ve sanatçı tarafından imzalanan “Ülkemizin Uçurumdan Yuvarlanmasına İzin Vermeyeceğiz” başlıklı imza kampanyasına da öncülük ediyor.
TKP’nin Kürt sorununa yaklaşımını, Marksistlerin hem milliyetçi duvarların yıkılarak enternasyonal bir sınıf olan işçi sınıfının mücadele birliğinin sağlanması ve hem de demokrasi mücadelesinin bir kazanımı olarak değerlendirip savundukları ‘ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı’nı (UKKTH) geçmişte kalmış bir taktik olarak ele alıp reddetmesi belirliyor. TKP Genel Sekreteri Okuyan, süreçle ilgili değerlendirmede bulunduğu Sol TV’de “Kürt meselesinin ele alındığı zeminin değişmesi gerekiyor. Kürtlerin de asıl derdi olan yoksulluğu o zemin yok ediyor” (26.05.2025) diyerek Marksistlerin yaklaşımını ters yüz ediyor; Kürt yoksullarının (işçi ve emekçilerinin) taleplerini savunmak adına Kürtlerin ulusal-demokratik talep ve mücadelesini yok sayıyor. Okuyan’ın, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana devlet ve iktidarların Kürt ulusal sorununu inkâr etmek için kullandıkları “yoksulluk-geri kalmışlık sorunu” söylemini ‘sol’dan güncellemesi, TKP’nin sorun karşısında durduğu yeri tarif ediyor. Kaldı ki ‘ulusal çıkarlar’ örtüsünün kaldırılabilmesi; Kürt işçi ve emekçilerinin sınıfsal-ekonomik talep ve mücadelesinin güç kazanabilmesi, Türk ve her milliyetten işçi ve emekçilerle mücadele birliğinin sağlanabilmesi için de öncelikle ulusal baskının ortadan kaldırılması ve bu temelde tam hak eşitliğinin savunulması gerekiyor. Dolayısıyla TKP, sınıfsal talepleri savunmak adına Kürt milliyetçiliğine karşı çıkıyor görünüyorken gerçekte Türk şovenizmine savruluyor!
TKP, Kürtlerin ulusal-demokratik talep ve mücadelesini reddettiği için iktidar bloku ile Kürt hareketi arasında devam eden son süreçle ilgili ‘Genişletilmiş Cumhur İttifakı’na İlişkin İlk Değerlendirme’ başlığıyla yayımladığı açıklamada Erdoğan’ın “Ak Parti, MHP, DEM bu yolu birlikte yürümeye karar verdik” sözlerini tartışmasız bir doğru olarak ele alıyor ve Kürt hareketini cumhur ittifakının bir bileşeni olarak değerlendiriyor. Dahası “Bileşenlerini tanıyoruz” denilerek bu güçlerin “sömürü ve talan özgürlüğünde, cumhuriyetle hesaplaşmada, yeni Osmanlıcılık ve tarikatçılıkta uzlaştıklarını” iddia ediliyor ve bunlar karşısında cumhuriyetçiler tutarlı bir program etrafında birleşmeye çağrılıyor.
Burada iki şeyi birbirinden ayırmak gerekiyor.
Öncelikle iktidar blokunun bu süreci bölgede ABD emperyalizmi ile iş birliği halinde yayılmacı emellerin ve içeride de muhalefeti bölüp etkisizleştirerek kendi iktidarını kalıcılaştırmanın (bu temelde bir anayasa değişikliği yapmanın) dayanağı haline getirmek istediğine şüphe yoktur. Bu nedenle Kürt burjuvazisinin belli kesimleri bu politikaya dünden razı olsa da hem Kürt halkının ve hem de ülkedeki ilerici-demokrat-sosyalistlerin büyük bir kesimi iktidarın bu politik yönelimleri nedeniyle sürece şüpheyle yaklaşıyor.
Ancak bu sürece şüphe ile yaklaşmak ile bunu Kürt halkının ulusal-demokratik istemlerinin reddinin ve Kürt hareketini iktidar işbirlikçisi ilan etmenin dayanağı olarak kullanmaya çalışmak farklı şeylerdir. İktidarın istismarcı politikalarını boşa çıkarmak için Kürt halkının demokratik taleplerini sahiplenerek Kürt halkı ile ülkedeki emek ve demokrasi güçleri arasında mücadele birliğini sağlamak varken “komünistlik” adına Kürtleri işbirlikçi ilan etmek en çok iktidarın bu istismarcı politikasına hizmet eder.
Gazeteci Murat Ağırel geçtiğimiz günlerde “Bu süreçte TKP kadar dik durabilen bir parti görmedim” diyerek Okuyan’ın “süreci en iyi okuyan ve tarihsel analizini yapan” kişi olduğunu iddia etmişti. Oysa 29 Temmuz tarihli “Türkiye’nin Meseleleri Komisyona Havale Edilemez, Tehlike Giderek Büyüyor” başlıklı açıklamasında TKP’nin Kürt sorunundaki inkârcı-şoven yaklaşımı baki kalmakla birlikte kafasının bir hayli karışmış olduğu görülüyor.
İlk açıklamada “iyi tanıyoruz” denilerek uzlaştıkları iddia edilen hedefler sıralanan “Genişletilmiş cumhur ittifakı bileşenleri” için bu kez “Yeni çözüm süreci’nin iktidarın bütün unsurlarının uzlaştığı bir planlama ve hedef dahilinde yürümediği, bu anlamda bir devlet aklından söz edilemeyeceği ortaya çıkmıştır. (…) PKK, DEM, İmralı, SDG/PYD açısından da bütünlüklü bir yaklaşım olmadığı görülmektedir” deniliyor. Demek ki ortada “DEM’in katılımıyla ‘genişletilmiş bir cumhur ittifakı” bulunmuyor. Daha önemlisi “bileşenlerin ortak hedefler etrafında uzlaştıkları” iddiası da daha önce bu iddiayı dile getirenler tarafından boşa çıkarılıyor.
Öte yandan son açıklamasında “Sürekli olarak yeni çatışma dinamiklerinin belirginleştiği bir bölgede, Türkiye büyüklüğünde bir ülkeyi yöneten iradenin büyük laflarla ilan ettiği bir açılımdaki plansızlık ve kafa karışıklığı ülkemiz ve halkımız için büyük bir tehlikedir” denilerek milliyetçi-şoven kesimler tarafından her fırsatta yeniden hortlatılan ‘bölünme’ fobisi bu kez TKP tarafından tedavüle sokuluyor.
TKP açıklamasında “PKK, DEM, İmralı, SDG/PYD açısından da bütünlüklü bir yaklaşım olmadığı” da söyleniyor. Bu durumda en basitinden Kürtler (DEM) Saraçhane eylemleri sürecinde iktidarın demokratik muhalefeti bölmeye çalışmasına karşı tutum almışken ya da SDG (Suriye Demokratik Güçleri) Suriye’nin başına geçirilen geçici HTŞ (Heyet Tahrir eş Şam) yönetiminin dayatmalarına karşı koyarken bile TKP’nin aklına emperyalistlerin, Türkiye ve bölge gericiliklerin planları karşısında halkların ortak mücadelesinin önünün açılması için Kürtlerin mücadeleci kesimleriyle birleşmek, bu temelde Kürtlerin ulusal demokratik talep ve mücadelesini savunmak ya da desteklemek gelmiyor. Aksine “Açılımdaki plansızlık ve yarattığı tehlike”ye karşı iktidarın “Terörsüz Türkiye” sürecinde daha planlı ve kararlı olması isteniyor!
TKP’nin her iki açıklamasında Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı tehditlerle ilgili özel vurgular yapılıyor: “Türkiye “terörle mücadele” döneminde nasıl holdingler, tarikatlar ve emperyalistler tarafından bir çıkmaza sürüklendiyse şimdi de “terörsüz Türkiye” adı altında yeni bir çıkmaza ve yıkıma sürüklenmektedir.”
“Ülkemizi ve halkımızı felakete sürükleyen bir düzene, onun siyasetçilerine ve politikalarına itiraz ediyoruz.”
Burada yanıtlanması gereken asıl soru şudur: Peki, bu tehdit karşısında nasıl bir politik hat ya da taktik izlemek gerekiyor? Mesela iktidar süreci istismar ederek kendi hedeflerine ulaşmak istiyorsa bu istismarın önüne geçmek için ne yapmak gerekiyor?
TKP ciddi bir tehditten söz ediyor ama Genel Sekreteri Okuyan "CHP’den ve Kürt hareketinden kopamayan Türkiye solu ile biz artık ilişkimizi kesiyoruz" diyerek (17.09.2024) bu tehdide karşı koyabilecek geniş bir demokrasi ittifakını daha en başından reddediyor.
Neymiş, bunlar NATO’cu ve piyasacıymış o yüzden bunlarla mücadele birliğini savunanlarla bile birlikte mücadele edilmezmiş. Sanki söz konusu olan faşist bir rejim inşasına yönelmiş bir iktidarı geriletmek, yenilgiye uğratmak değilmiş gibi, Okuyan sosyalistlerin birliği üzerine bir tartışma yapıyormuş havasında konuşuyor. Sanki Lenin daha yüz yıl önce "emperyalizm koşullarında siyasal demokrasinin tüm istemlerinin ancak kısmen ve çarpıtılmış olarak gerçekleşebilir olduğunu ama bundan çıkartılması gereken sonucun sosyalistlerin bu istemler için mücadeleden vazgeçmesi değil, en kararlı biçimde mücadele etmesi olduğunu" söylememiş gibi TKP, ‘müttefik’ beğenmiyor.
Ama gel gör ki aynı TKP, “cumhuriyetçi birikimi savunma” adına kendisine Atatürk milliyetçisi diyenden bağımsızlık savunusu ve ABD/NATO karşıtlığı Kürt düşmanlığının ötesine geçmeyen ulusalcılara kadar milliyetçi-şoven kesimlerin hepsine kapılarını ardına kadar açıyor. TKP’nin “ilkeli duruş” olarak pazarlamaya çalıştığı politika, gerçekte bu kesimlerin en azından bir kısmını yedeklemeye yönelik bir pragmatizmden öteye gitmiyor.
TKP işin kolayını da bulmuş: Soruna ve mücadeleye kendisi gibi yaklaşmayan herkesi “yetmez ama evetçi”, “liberal solcu”, “NATO’cu” ilan ediyor. Böylece kendi şovenizmini “komünistlik” örtüsü altında gizlemeye çalışıyor.
Burada TKP’nin her fırsatta ayağa kaldırmaktan söz ettiği cumhuriyetçi birikim üzerine de birkaç söz söylemek gerekiyor.
Cumhuriyetin kuruluş sürecindeki cılız antiemperyalizm —ki, Türk burjuvazisinin hızla emperyalistlerle uzlaşması ve iş birliğiyle sonuçlanmıştı— bugün ülkenin ihtiyaç duyduğu antiemperyalizm ve bağımsızlık politikasının yerini tutabilir mi? Türk burjuvazisinin kuruluş sürecinde cılız ve geçici olarak uyguladığı politika, sınıflar üstü ve değişmez bir ‘birikim’ olma vasfına mı sahiptir?
Cumhuriyetin saray yönetimi ve hilafeti kaldırıp laiklik ilkesini benimsemesi elbette önemli bir kazanımdır. Ancak bu durum cumhuriyet rejiminin laiklik ilkesinin toplumsal temellerini yaratacak bir toprak reformunu gerçekleştirmek yerine dini kontrol altında tutmak için ‘Diyanet’ kurumunu oluşturduğu ve bu çarpıklığın AKP’nin iktidar olmasına varan din istismarcılığının önünü açtığı gerçeğini değiştirmiyor.
Bugünkü saray rejiminin gerici politikalarına, emperyalizm işbirlikçiliğine, yayılmacı emellerine karşı laikliği, bağımsızlığı, barışı savunmanın önemi tartışılamaz. Cumhuriyetçi birikime sahip çıkmak adına bu talepleri savunan Atatürkçü ya da Kemalist kesimlerle de demokratik-laik-barışçıl bir geleceğin inşa edilmesi için mücadele birliğinin sağlanması, demokrasi güçlerinin en geniş birliğinin sağlanması adına bir kazanım olacaktır. Ancak bu taleplerin savunusunun Kürt sorununda inkarcılığa, şoven politikaların örtüsüne dönüştürülmesi de kabul edilemez. Cumhuriyet rejiminin Kürtlerin ulusal demokratik istemli ayaklanmalarını kanla bastırması sahiplenerek ortak bir geleceğin inşa edilemeyeceği de açıktır. Daha da önemlisi bu tutum emperyalistlerin ve son süreçte olduğu gibi işbirlikçi ülke gericiliğinin bu sorunu kendi politik çıkarları temelinde istismar etmesine de alan açmakta, işlerini kolaylaştırmaktadır.
Bu yüzden TKP’nin başlattığı imza kampanyasına Şırnak’ta tümen komutanlığı yapmış olan ve Kürtlere karşı savaşı “Türk ordusunun şanlı terörle mücadele tarihi” olarak tanımlayan Ahmet Yavuz gibi emekli generallerin imza atması da şaşırtıcı olmuyor!
Cumhuriyet’in ilk yıllarında Şefik Hüsnü TKP’sinin “Genç cumhuriyeti savunma” adına ortaya koyduğu politika, Kürtlere yönelik katliamlardan işçi sınıfına ve komünist-ilerici bütün güçlere yönelik bir saldırganlığa (Takrir-i Sükûn Kanunu) dönüşerek dramatik sonuçlara yol açmıştı. Şimdi yüz yıl sonra ‘yeni’ TKP, “cumhuriyetçi birikimi savunma” adına artık hiçbir şekilde mazur görülemeyecek eski yanlışları tekrar ederken eski TKP’nin bir karikatürü olmanın ötesine gidemiyor!
/././
Şovenizm sadece sağın karanlığı mı? -A.Cihan Soylu-
Türk şovenizminden söz edildiğinde-bu diğer ulus şovenlerinin olmadığı anlamına gelmez -ilk anda akla gelen genellikle sağ gerici politikanın en sağı, örneğin MHP, ya da şimdilerde daha keskin İyi Parti ile Zafer Partisi gelir. Oysa pasta bu ebattan da geniştir. Demokrasiden, eşitlik ve özgürlükten söz eden, laiklik üzerine vaaz verip Cumhuriyetin olmazsa olmazı olduğunu söyleyen, hatta devrimci-sosyalist olma iddiasında bulunan öylesi “solcu”lur var ki, değme Türk şovenlerini yaya bırakırlar.
Bu, güya eşitlikçi ve özgürlükçü demokrat, devrimci ve hatta sosyalistlere göre, Kürt sorunundan söz etmek, ulusların kaderlerini tayin hakkının Kürtler açısından da geçerli olduğunu söylemek, “üniter devleti bölmeye çalışmak”, dolayısıyla da Batılı emperyalistlerin Kürt sorunu uydurmasıyla Türkiye Cumhuriyeti’ni parçalama politikalarına alet olmak demektir. Aralarında liberal solcusu da kendi ifadelerine bakılırsa komünistim diyeni de bulunuyor. İsim vermek hakaret sayılmaz. Özdemir İnce, Sinan Meydan, Zülal Kalkandelen, O. K. Öymen, Yılmaz Özdil gibi farklı ekollerden isimler Türkiye’de bir Kürt sorunu olmadığı yönündeki dayatılmış ve ezberletilmiş asırlık nakaratı sürdürüyorlar. En “sağlam” dayanakları ise, Türk ulusal varlığını tek temel gerçeklik olarak alan yasa ve Anayasa maddeleridir! Türk devletinin yurttaşları diyor Meydan, “hiçbir ayrım gözetilmeden Türk Milleti olarak tanımlanmıştır.” “Anayasanın 10. maddesine göre Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm vatandaşları din, dil, cinsiyet, etnik köken, mezhep farkı gözetilmeden yasalar önünde eşit olduğuna göre” diye belirterek Kalkandelen, “din, dil, cinsiyet, etnik köken, mezhep farkı” nedeniyle yurttaşların milyonlarcasının yüzyıldır tabi tutuldukları inkar, baskı-yasak ve eşitsizlikleri dahi, bir yasa maddesini örnek gösterip yok sayıyor. UKKTH diyor Özdemir İnce, “ulusal devletler için geçerli değildir.” Aralarında “Kürtlerin ne eksiği var, Cumhurbaşkanı yardımcısı, bakan bile oluyorlar” diyenleri bile var. Bile diyoruz çünkü bunlar Türkiye’de mi yaşıyor diye sorulsa tuhaf olmayacak. Onca yaşanmışlıklara karşın, hâlâ sorunu salt bir dış kışkırtma ürünü, nesnel toplumsal gerçekliği olmayan bir sorun olarak görme ve gösterme çabasındalar.
Tuhaf olan bu gibilerin ilerici, devrimci, solcu ve bazısının da sosyalist olma iddiasıdır. Türkiye Cumhuriyet Devleti’nin mevcut devlet sistemini, sistemin Anayasal-hukuksal çerçevesini ve bu kapsamdaki tanımlamaları sahiplendiklerine göre, ya bu siyasal-hukuksal yapı ve çerçevesiyle kapitalist toplumsal sistem arasındaki bağı karartıyor, ya da “eşitlik-özgürlük-demokrasi, laiklik” adına savunduklarıyla burjuva-kapitalist demokrasi sınırları içinde kalıyor olmalılar. Özdil, Meydan gibileri için bu zaten açıktır. Ama bir de Kalkandelen var!
Şoven inkarcılık bulaşıcı hastalık gibidir. Ret yoluyla tedavi görmediğinde etrafa da bulaşıp zehirleyici etki bırakır. “Üniter yapıyı, ulus devleti, laik Cumhuriyeti” savunma adına on milyonlarca insanın tabi tutulduğu baskı ve ayrım politikalarına dahi göz kapamak, kimseyi ilerici kılmıyor. Erdoğan yönetiminin siyasal İslamcı ve yayılmacı politikalarını ve bu politikalara yedekliğe teşne tutumlara karşı çıkma gerekçesiyle, Kürtlere, Alevilere, Müslüman olmayan azınlıklara yönelik baskıcı politikaları dahi yok gösterildiğinde, bunu yapanların ilericiliği, AKP dinciliğine karşı çıkma sınırlarına geriler-oraya kapaklanır. Üniter yapının bozulması, ülkenin bölünmesi gibi korku salıcı iddialar buna örtü işlevi görürler. Emperyalist istismar ise, sorun çözümsüz kaldığı, Kürtlerin ulusal-dilsel eşitsizlik hallerini giderecek değişim gerçekleşmediği sürece, kapitalist-emperyalist dünya sisteminin yapısal özellikleriyle bağlı bir icraat olarak kalacaktır. Bu tehdidin yok edilmesi için eşitlik ve özgürlük kavramları gerçek anlamda çözümsel karşılık bulmalıdır. Ulusal baskı kaynaklı sorunların engellerinden kurtulmak en çok ve en başta işçi sınıfının yararına olacaktır. Her ne kadar böylesi bir sınıfın olmadığına dair burjuva ve liberal solcu iddiaların piyasa türevleri bir hayli olsa da milliyetçi, dini-mezhebi ve toplumsal cinsiyetçi ayrımların örttüğü sınıf farklılığı-ayrımı ve sorunları, bölücü ideolojik-politik ve pratik engellerin aşılması durumunda çok daha belirgin şekilde burjuva tiranlığı ve korumasındaki sömürü sisteminin karşısına dikilecektir. Bunu da en fazla isteyenler sosyalistlerdir.
/././
EVRENSEL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder