Süt az: Suç ineğin değil (II)
Sorun yalnızca fiyat artışıyla çözülemez; geçmiş deneyimler, bunun her zaman etkili bir çözüm olmadığını gösteriyor. Son dönemde uygulanan bu olmuştu; ancak bu yaklaşım sorunu çözmediği gibi süt ve süt ürünlerinin fiyatlarını da ciddi şekilde yükseltti.
"Küba Gerçeği", 2023 Şubat ayında Türkiye Komünist Partisi'nin (TKP) girişimiyle başlatılan bir yayın. Küba'da siyaset, ekonomi, yaşam, kültür gibi konularda Kübalı yazarların ürettiği makalelerin çevirilerini yayımlayan Küba Gerçeği'nde çıkan makaleler, artık soL'da paylaşılacak.
Camagüey'deki tarım sisteminin yapması gereken çok şey var, özellikle de iyi yönetim becerilerine sahip olmayan üreticilerin eğitimi konusunda.
Bir zamanlar yılda 70-80 milyon litre süt üreten bu ilin, beş yıl öncesine kıyasla süt üretimi nasıl oldu da yarıdan fazla azaldı? Bu soru, rakamların ortaya koyduğu tablo karşısında birçok kişinin aklına geliyor.
Geçtiğimiz yıl hırsızlık, kaçak kesim ve diğer nedenlerden kaynaklanan ölümler nedeniyle, bir kasaba nüfusuna denk sayıda inek kaybedildi. Bu gidişatın böyle sürmesi durumunda, yaklaşık 15 yıl içinde Camagüey’de ne hayvancılık kalacak ne de süt üretimi. Bu nedenle konu çok yönlü ele alınmalı. Bu öngörü, kesinlikle bir tahmine ya da spekülasyona dayanmıyor. Sadece 2024 yılında Camagüey’de çeşitli nedenlerle 58.963 büyükbaş hayvan hayatını kaybetti; buna ek olarak 7.143 yasa dışı kesim vakası kaydedildi.
Granma’ya konuşan İl Tarım Delegasyonu Hayvancılık Dairesi Başkanı José Antonio Gil Pérez, “Son yıllarda hayvancılık çok kötü yönetildi. Örneğin, birçok üretici hayvancılığı bilmeden yalnızca hayvan yetiştirmek amacıyla arazi talep etti. Bu durum özellikle geçen yıl hayvan ölümlerinin artmasına neden oldu” dedi. Gil Pérez ayrıca, tarım sisteminde süt üretimini artırmaya yönelik hâlâ tam anlamıyla kullanılmayan ciddi bir potansiyel bulunduğunu da söyledi.
Camagüey Süt Ürünleri Şirketi’ne bağlı Süt Toplama Müdürü René Mola Valero’ya göre -kendisi çiftçi kökenli olduğunu ve bu işi bildiğini özellikle vurguluyor- hayvanlara asgari düzeyde bile olsa doğru bir bakım sağlandığında, planlanan üretim rahatlıkla yerine getirilebilir.
Valero şöyle konuştu: “Şu anda yalnızca gebe ineklerin %55’i ve düvelerin %30’u sözleşmeye dahil ediliyor. On düveden üçü, on inekten altısı doğum yapıyor; bu da üretim planının gerçekleşmesi için yeterli koşulları sağlıyor. Ayrıca sözleşme politikası gereği, çiftçi ürettiği sütün %87’sini sanayiye teslim etmekle yükümlü.”
Bu satırlarda açıklığa kavuşturmaya çalıştığımız bazı nesnel nedenler olsa da, bazı durumların tek açıklaması kontrolsüzlükten başka bir şey değil.
Daha az inek, daha az süt: Hesap net
İl Tarım Delegasyonu Hayvancılık Dairesi’nin paylaştığı veriler kaygı verici olmasının yanı sıra acil önlem alınması gerektiğini de gösteriyor. Çünkü inek olmadıkça, yönetim ne kadar iyi olursa olsun süt üretimi mümkün değil. 2024 yılının sonunda 66 binden fazla hayvan kaybıyla birlikte toplam inek sayısı 432.749’a düştü.
Gil Pérez, hayvancılığı kurtarmak için önceliğin hayvan sayısını artırmak olduğunu belirtti. Ancak yılın ilk dört ayının bu hedef için elverişli geçmediği, çünkü bu dönemin çok kurak geçtiğini de ekledi. Gerçek şu ki, hayvan sayısı şu anda 4.300’ün üzerinde bir kayıpla azalmaya devam ediyor. Yine de tünelin ucunda bir ışık var; çünkü tarım sistemi, Mart ayında Şubat ayına kıyasla büyüdü. “Doğum oranını mutlaka artırmamız gerekiyor. Hedefimiz, bu oranı %55’in üzerine çıkarmak” dedi.
Bu hedefe ulaşmak için, bu tarihlerde doğum oranının en az %15 olması gerekiyordu. Ancak bu oran, Minas (%7,4), Santa Cruz (%7,5), Najasa (%8,2), Sierra de Cubitas (%9,5), Esmeralda (%9,6) ve Jimaguayú (%9,7) gibi bazı belediyelerde oldukça düşük seyrediyor.
Umut veren bir diğer gelişme, bu yıl yasa dışı kesimlerin geçen yıla göre 1.178 azalmış olması. Ancak yine de kayıtlara 1.600 olayın geçmiş olması sorunun hala devam ettiğini gösteriyor.
Yıl başından bu yana, suni tohumlama için gerekli olan nitrojen tedariğinde sıkıntı yaşandığı belirtiliyor. “Ayrıca tohumlama için kullanılan taşıma araçlarının durumu da oldukça kötü. Bu nedenle birçok üretici, doğrudan çiftleşme yöntemine yöneliyor. Ancak bu yöntem, yapay tohumlama kadar verimli değil ve genetik iyileştirme açısından da yetersiz; çünkü kullanılan boğalar yeterli kaliteye sahip değil” denildi.
“Camagüey hayvancılığı için büyük önem taşıyan bu süreci yeniden işler hale getirmek amacıyla, Yapay Tohumlama Merkezi’nde küçük bir nitrojen tesisi kurmak için finansman arayışındayız” diye ekledi.
İldeki süt üretimini artırmaya yönelik stratejinin bir parçası olan ve yakın zamanda yeniden canlandırılan milyonluk üretim hareketi kapsamında, en sık dile getirilen sorunlardan biri nakit para yetersizliği. Tarım Hayvancılık Dairesi Başkanı’na göre, bu sorunun çözümü için bankalarla görüşmeler yapılıyor ve en azından öncü üretim birliklerine belirli miktarda nakit kaynak sağlanması hedefleniyor.
Son yıllarda yakıt yetersizliği nedeniyle, hem uzaklık hem de zamanla alışkanlık haline gelen kolaycılık nedeniyle, birçok üretici sütü doğrudan teslim etmek yerine köy peyniri üretme yoluna gidiyor. Yetkililer, her durumu ayrı ayrı incelediklerini ve nihai hedefin Camagüey’in mümkün olan en yüksek oranda sıvı süt teslim etmesi olduğunu vurguluyor. Bu çabanın bir yansıması olarak geçtiğimiz günlerde Florida’da açılan soğuk zincir merkezi sayesinde, önemli miktarda sütün peynire dönüştürülmesine artık gerek kalmıyor.
Camagüey’de bu amaçla kullanılan 177 soğutma merkezi ve 44 soğuk süt teslim noktasından oluşan geniş bir altyapı mevcut. José Antonio Gil Pérez, mevcut enerji sorunlarına ek olarak yaklaşık 80 soğutma tankının yedek parça eksikliği nedeniyle arızalı olduğunu ve bunun da toplamın yaklaşık %15’ine denk geldiğini söyledi.
“En büyük sorunlardan biri konteyner eksikliği. Çoğu delinmiş durumda ve özel lehimleme işlemi ile onarımı çok zor. Kötü yol koşulları veya mesafeler nedeniyle, sıvı sütü toplamanın ekonomik olarak uygun olmadığı üreticiler her zaman olur; ancak bunlar azınlıkta“ dedi ve ekledi: ”533 soğutma tankının hepsi optimum durumda olsaydı, 384.300 litre kapasiteye sahip olacaktık, bu da eyaletin bir günde toplayabileceği süt miktarının neredeyse tamamı."
”533 termosun tamamı optimum durumda olsaydı, 384.300 litre kapasiteye sahip olacaktık, bu da eyaletin bir günde toplayabileceği süt miktarının neredeyse tamamıdır."
“Kötü gidişatı tersine çevirmek için bu yıl daha iyi bir sözleşme süreci başlattık ve süt üretim planını 44.600.000 litreye yükselttik. Ancak eksiklikler oldu; bazı üreticiler kurak döneme hazırlıklı değildi, bazıları da sözleşme sürecinde hata yaptı. Bu nedenle şu anda sözleşmelerin yenilenmesi veya düzeltilmesi sürecindeyiz. Amacımız, ilk dört ayda hedefleri tutturamayan üreticilere baharda toparlanma fırsatı tanıyarak süt kaybını önlemek ve sanayiye daha fazla süt kazandırmak” dedi.
Şu anda süt üretimini teşvik edecek yeni ödeme sistemleri üzerinde çalışılıyor. Gil Pérez, Granma’ya verdiği demeçte çözümün, fazla üretimi daha iyi ödüllendirmek olabileceğini belirtti. “Örneğin, Nikaragua gibi bazı bölge ülkelerinde süt yerel para birimiyle, fazla üretim ise dövizle ödeniyor. Ancak Süt Ürünleri Şirketi’nin döviz kaynağı olmadığı için bu bizde mümkün değil.”
Camagüey’de tarım sisteminin üzerine düşen çok iş var; özellikle de hayvan sayısını iyi yönetemeyen üreticilerin eğitimi konusunda. Hayvancılığın çok sayıda inek sahibi olmakla ilgili olduğu düşüncesi oldukça yaygın. Ancak bugün bir bardak bile süt teslim etmeyen ve toplamda yaklaşık 300.000 litre süt üretenler büyük hayvan üreticileri değil. Hesap çok basit ve net: Sanayiye ulaşmayan bu süt miktarı, tıbbi diyetler dahil edildiğinde haftada üç günün, yalnızca çocuklara yönelikse altı günün süt ihtiyacını karşılıyor.
Camagüey süt üretimi (2024 ile 2025 arasındaki fark)
Ulaşmayan sütten kaynaklı zarar tablosu
Sorun yalnızca fiyat artışıyla çözülemez; geçmiş deneyimler, bunun her zaman etkili bir çözüm olmadığını gösteriyor. Son dönemde uygulanan bu olmuştu; ancak bu yaklaşım sorunu çözmediği gibi süt ve süt ürünlerinin fiyatlarını da ciddi şekilde yükseltti.
Camagüey Süt Ürünleri Şirketi Genel Müdürü Danilo Porto Valdés, bu durumu doğrulayan bazı veriler paylaştı: “Mart ayında şirket, her gün 10.305 litre sütü 70 peso üzerinden satın aldı. Ancak bu sütün litresinde 31 peso zarar ettik çünkü devlet sübvansiyonu sadece 39 pesoyu karşılıyor. Bu açığı, diğer üretim kalemlerinden telafi etmek zorunda kalıyoruz. Buna rağmen, süt teslimatları artmak bir yana, geçen yıla göre 187.200 litre azaldı,” dedi.
“Buna bir de her gün 1.438 farklı noktaya süt toplamak ve dağıtmak için yapılan harcamalar ekleniyor. Sadece il merkezinde 246 satış noktası var ve bunlara ulaşmak için günde 3.400 litreden fazla mazot harcanıyor; bu mazotu 14 pesoya alıyoruz. Ayrıca bu operasyonu sürdürebilmek için 108 kamyonu aktif tutmamız gerekiyor. Yakın zamanda bu araçlar için alınan 190 lastik, 22 milyon pesoya mal oldu. Bunun üstüne 108 şoför ve yardımcılarının maaşları da ekleniyor. Tüm bu giderler, üreticiye ödediğimiz 70 pesonun çok üzerinde” diye ekledi.
“Devletin sosyalist süt şirketi olarak biz bu çabayı, her çocuğa sütü 25 kuruşa ulaştırmak için veriyoruz,” diyen Porto, “Üniversite tarafından yapılan bir çalışmaya göre, sadece bu nedenle 2024 yılında 222 milyon peso zarar ettik. Tüm bunlara rağmen, kâr etmeyi ve çalışanlarımızın maaşlarını iyileştirmeyi de ihmal etmiyoruz” diye ekledi.
Artık hiçbir şey, açıklanamaz olanı açıklamak için bahane olamaz. Granma’nın yaptığı inceleme gösteriyor ki bu durumu değiştirmek için gerekeni herkes biliyor. Peki, neden hala yapılmıyor? Bu sorun, çiftçisinden sanayiye kadar sürecin her aşamasında yer alan herkesin meselesi. Azalan sütten ne inek sorumlu ne de bu mesele göz ardı edilecek kadar önemsiz.
Hayvancılıkta kırmızı rakamlar
Bu rakamlar gerçekten ürkütücü; çünkü eğer gidişat böyle devam ederse, 15 yıl içinde Camagüey'de hayvancılık kalmayacak.
432.749 baş hayvan
2024 yılı bu sayıyla kapandı ve hâlâ bazı ilçeler doğum oranlarında istenen seviyelere ulaşamıyor.
58.963 ölüm
Çeşitli nedenlerle gerçekleşen bu ölümler bazı belediyelerdeki toplam inek sayısına eşdeğer.
7.143 yasa dışı kesim
Her ne kadar 2025'te bu sayı 1.178 azalsa da hâlâ 1.600 gibi yüksek bir rakam söz konusu.
-66 000 baş hayvan
Hayvan varlığı azalmaya devam ediyor, şimdilik 4.300 baştan fazla bir düşüş söz konusu.
177 tank ve 44 nokta
Enerji tedarikindeki zorlayıcı koşullarına ek olarak, toplam tankların yaklaşık %15’i (80 adet) arızalı.
1.438 dağıtım noktası
Sadece merkez ilçede 246 satış noktası olmak üzere, sütü toplamak ve dağıtmak için kullanılan yer sayısı.
44 milyon litre süt
Daha iyi yapılan sözleşmeler sayesinde planlanan üretim bu seviyeye ulaştı.
Yazar: Jorge Enrique Jerez Belisario
Çeviri: Irmak Kaleli
Tarih: 9 Haziran 2025
Kaynak: Granma
/././
Friedrich Engels ölümünün 130. yılında: Generalden işçi sınıfına ne miras kaldı?
Friedrich Engels, ölümünün 130. yılında, düşünceleri ve mücadelesiyle işçi sınıfına yol göstermeye devam ediyor.
Karl Marx’la birlikte Marksist kuramı inşa eden Engels, yalnızca kuramsal katkılarıyla değil, doğrudan sınıf mücadelesine verdiği destekle de tarihe geçti. 5 Ağustos 1895’te hayata veda eden Engels’in mirası bugün hâlâ dünya emekçilerinin mücadelesinde yaşamaya devam ediyor.
Türkiye Komünist Partisi de yayınladığı sosyal medya paylaşımıyla Friedrich Engels, ölümünün 130. yılında andı. Yapılan açıklamada "Doğduğu değil, tarihi ilerleteceğini bildiği sınıfın saflarında yaşadı ve mücadele etti. İşçi sınıfının Generalini saygıyla anıyoruz." ifadelerine yer verildi.
soL, Engels’i ölüm yıldönümünde dört Gelenek makalesi, soL TV’de yayımlanan bir belgesel ve yazarlarımızdan Gamze Yücesan’ın kaleme aldığı yazıyla anıyor.
Bugün işçi sınıfının kurtuluşu için verilen mücadelede Engels’in ayak izleri, yol göstermeye devam ediyor.(https://youtu.be/2eK-4fzLAZk)
-----
Engels: İlk Yoldaş -Yiğit Günay/Gelenek-(28/11/2020)
Kendisi üzerinden harekete zarar verebilecek saldırılara karşı hep önlem aldı Engels, ama harekete yararı olacağını bildiği her durumda kendi hayatını, adını, namını önemsiz görmekten kaçınmadı.(https://haber.sol.org.tr/gelenek/engels-ilk-yoldas-20318)
Engels’e saldırmanın kaynağındaki ‘ayakları yerden kesme’ arzusu -Nevzat Evrim Önal/Gelenek-(28/11/2020)
Bu çürüme çağında; gerçeğin bilgisine ulaşmamızı sağlayacak devrimci teoriye kelimenin tam anlamıyla varoluşsal bir ihtiyacımız var. Engels, bu bağlamda, hepimizin öğretmeni ve yoldaşıdır.(https://haber.sol.org.tr/gelenek/engelse-saldirmanin-kaynagindaki-ayaklari-yerden-kesme-arzusu-20312)
Engels’in tasaları ya da 'Das Problem Des Engels Problems!'-Tolga Binbay/Gelenek-(28/11/2020)
Engels’in tasaları da yasaları da tam bu nedenle bir kez daha günümüzün sıkıcı isimleriyle uğraşmaya çağırmaktadır. Ve bu çağrı mutlaka karşılığını bir kez daha bulacak, adını duyuracaktır.(https://haber.sol.org.tr/gelenek/engelsin-tasalari-ya-da-das-problem-des-engels-problems-20308)
“Engels’in Marksizmi” diye bir şey mi var?-Anıl Çınar-Gelenek-(Aralık 2020)
Bir teknoloji müzesindeyim, diyordum kendi kendime; hiçbir karanlık yanı yok bunun, belki biraz donuk, ama zararsız bir ölüler ülkesi. Müzeleri bilirsin, La Jaconde’un bugüne dek hiç kimseyi yuttuğu görülmemiştir. Watt’ın makinesiyse beni hiç yutmazdı; olsa olsa Ossiancı ve neo-gotik soyluları korkutabilir o.(Umberto Eco) Foucault Sarkacı
Anahtarı olmadan Filozofların Gül Bahçesi’ne girmeye çalışan kişi, ayakları olmadan yürümeye kalkan birine benzer.[1](Michael Maier, 1618) ([1] Umberto Eco, Foucault Sarkacı, Can Yay., 2020, s.35 ve 56.)
Friedrich Engels merkezi bir figür; yalnız anti-marksist ve anti-komünistlerin değil, marksizme içeriden müdahale etmeye çalışan teorisyenlerin de ortaklaştığı bir simge isim.(https://gelenek.org/15102-engelsin-marksizmi/)
-----
Mutlaka Engels: Hep Seninleyiz General!-Gamze Yücesan Özdemir (04/08/2019)
Her kim ki Marksizmi tarihsel materyalizmden ayırmak ister, her kim ki Marksizmin canlı, diri ve hayatı kavrayan geleneğini terk etmek ister, her kim ki Marksizmden devrim ihtimalini eksiltmek ister, Engels'i karşısına alır. 124. ölüm yıldönümünde bugün Engels'i anmak, tarihsel materyalizmi, devrimi ve sınıf mücadelesini savunmaktır.(https://haber.sol.org.tr/emek-sermaye/mutlaka-engels-hep-seninleyiz-general-267943)
Teslimiyetçi sendikacılığın sefaleti!-Atilla Özsever-
Türk-İş ve Hak-İş yönetimleri, 600 bin kamu işçisi için yüzde 100’lük taleplerine karşılık yüzde 33’lük sefalet zammına imza attılar. Saraya çıkıp ricacı konumda teslimiyet belgesini onayladılar. İşçi tepkili ancak şu anda hem hükümete, hem de sendika yönetimlerine güçlü bir karşı çıkış yok...
Türk-İş ve Hak-İş yönetimleri, yaklaşık 600 bin kamu işçisini ilgilendiren Kamu Çerçeve Protokolü (KÇP) sözleşmesini imzaladılar. Yedi ay boyunca işçileri oyalayan sendika bürokrasisi, başlangıçta önerdikleri yüzde 100’ün üzerindeki taleplerinden vazgeçip yüzde 33’lük bir sefalet zammına imza attılar.
Türk-İş üst yönetimi, tabanın da baskısıyla bir eylem programı hazırladı ancak bu program da işçi katılımı ve AKP Hükümetini etkilemesi açısından yeterince güçlü olamadı. AKP “yandaşı” konumunda olan Hak-İş ise, yemek boykotu gibi birkaç sembolik etkinlik dışında eylem düzeyinde bir varlık gösteremedi.
Türk-İş’in talepleri kamu işveren sendikası TÜHİS tarafından kabul edilmeyince bu konfederasyon 500 işyerinde grev kararı alacağını duyurdu. Maden işçilerinin Eti Maden işyerinde 1 Ağustos 2025 tarihinde başlayacağı ilk grev, 31 Temmuz 2005 akşamı Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın kararnamesi ile 60 gün süreyle ertelendi. Erteleme üzerine grev yeniden başlamayacağı için sonuç itibariyle grev yasaklanmış oldu.
Türk-İş yönetimi de bu kararı sineye çekip Saray’la anlaşma yolunu tercih etti. 2 Ağustos 2025 günü de hem Türk-İş, hem de Hak-İş yönetimi, TÜİK’e (Türkiye İstatistik Kurumu) göre Temmuz 2025 itibariyle sahte enflasyonun yüzde 33,52, İstanbul Ticaret Odası’na göre yüzde 42,48 ve ENAG’a (Enflasyon Araştırma Grubu) göre ise yüzde 65,15 olarak belirlendiği bir ortamda yüzde 33’lük zamma evet dediler.
Sefalet sözleşmesi
Ülkemizde Türk-İş’in verilerine göre açlık sınırı (dört kişilik bir ailenin sadece gıda harcaması) 26 bin 413 liradır. Yoksulluk sınırı ise (dört kişilik bir ailenin gıda, kira, yakıt, su, elektrik, ulaşım gibi zorunlu harcaması) 86 bin 36 liradır.
Konfederasyonların teklifinde 2025’in ilk altı ayı için net ortalama ücret teklifi 58 bin 325 lira idi. İkinci altı ay için teklif ise 87 bin 453 liraya geliyordu. Aslında sendikaların talebi yoksulluk sınırı düzeyindeydi.
Kamuda ortalama net ücret 37 bin lira dolayındaydı. KÇP’ye göre imzalanan sözleşmeyle bu ücretler ilk altı ay için 46 bin liraya, ikinci altı ayda da 52 bin lira düzeyine gelmiş olacak.
Sadece kiraların 20-25 bin lira olduğu bir ülkede 45-50 bin liralık bir gelirle iki çocuklu dört kişilik bir aile nasıl geçinecektir? Sendikalar, yoksulluk sınırı düzeyindeki taleplerinin bile yarısına razı oldular.
Kaldı ki kısa bir süre sonra vergi diliminin yüksekliği nedeniyle işçilerin net gelirinde de bir düşme olacaktır. Yoksullaşma kendini daha fazla hissettirecektir. O nedenle tabandaki işçinin de tanımlamasıyla Türk-İş ve Hak-İş’in imzaladığı bu sözleşme bir “sefalet sözleşmesi”dir.
Ricacı sendikacılıktan teslimiyete
Türkiye işçi sınıfı tarihindeki toplu sözleşme ve grev mücadelesine baktığımız zaman özellikle Türk-İş bünyesindeki sendikaların dönemin özelliklerine göre hareket ettiği görülmektedir.
Solun görece yükseldiği ve DİSK’in de etkin bir sendikacılık yaptığı 1960’lı, 1970’li yıllarda Türk-İş içersinde de “sosyal demokrat” eğilimli sendikaların belli bir etkinliği söz konusuydu. 12 Mart 1971 muhtırası sonrasında sosyal demokrat sendikalar önce “4’ler Raporu”, ardından da “12’ler Raporu” adı altında sendikacılığın temel ilkelerini savundular.
Sosyal demokrat eğilimli bu sendikalar, 1975 sonrasında da Milliyetçi Cephe (MC) hükümetlerine karşı açıktan tavır koydular. Keza o dönemde Türk-İş Genel Başkanı olan Halil Tunç, 16 Haziran 1975 tarihinde Demirel başkanlığındaki 1. MC Hükümetinin kıdem tazminatı hakkını sınırlandırması girişimine karşı İzmir'de elektrikleri keserek 8 saat süreyle kısmi bir genel greve bizzat öncülük etti.
Kuşkusuz bu konfederasyon bünyesinde, özellikle kamu kesiminde örgütlenme söz konusu olduğu için mevcut hükümetlerle uzlaşmacı, “ricacı” bir yaklaşımı benimseyen sendika yönetimleri daha fazlaydı. Ancak sosyal demokrat sendikalar da belirli politikaları etkiliyorlardı.
1989 Bahar Eylemleri ve sonrasında da merkez sağ eğilimli Türk-İş yönetimi, ANAP Hükümetinin Başbakanı Turgut Özal’a karşı ciddi bir tavır koydu. AP (Adalet Partisi) eski milletvekili ve merkez sağ eğilimli Türk-İş Genel Başkanı Şevket Yılmaz, 3 Ocak 1991 günü “genel uyarı eylemi” eylemi adı altında 12 Eylül sonrasının ilk genel grev girişiminde bulundu. Türk-İş üyesi işçiler, Özal Hükümetine karşı evlerinde oturup işyerlerine gitmeyerek kısmı bir “genel grev” uygulaması yaptı.
AKP döneminde, yani günümüzde ise özellikle Türk-İş bağlamında AKP Hükümetine karşı “teslimiyet” içeren bir anlayış ve uygulama söz konusudur.
Tabanın tepkisi var ancak…
Türk-İş tabanındaki işçilerin imzalanan sözleşmeye ciddi bir tepkisi var. Ancak bu tepki, AKP Hükümeti ve sendika üst yönetimlerine karşı güçlü bir eylemlilik düzeyinde değil. Türk-İş içinde mücadeleci sendika şubelerinden Harb-İş Eskişehir Şube Başkanı Hasan Atak, bu durumu şöyle özetledi:
“Türk-İş yönetiminin imzaladığı KÇP sözleşmesine karşı tabanda büyük bir tepki var. Ancak bu tepkinin daha güçlü bir değişime yol açması şimdilik mümkün gözükmüyor.
Türk-İş yönetiminin 50 lira gibi, yani 2,3 puanlık ilave bir zamma imza atması kabul edilebilir bir durum değil. Aslında yıllık itibariyle yüzde 30-33 dolayında bir zam alındı. Bizim konfederasyonların talebi ilk altı ay için yüzde 90, ikinci altı ay için de yüzde 25 idi, yani yıllık olarak yüzde 115’lik bir talebimiz vardı. Yüzde 30 asla kabul edilemez.
Ne yazık ki Türk-İş yönetiminden, yani en üst taraftan başlayarak sendika genel merkezlerinde bir teslimiyetçi anlayış var. Sendika yönetimleri tabanın tepkisini daha yukarıya iletmekte aciz kalıyor.
KÇP imzalanır imzalanmaz biz Eskişehir şube yönetimi olarak başta Türk-İş yönetimi olmak üzere bu sözleşmeyi imzalayan, imzalayacak olan tüm sendika yönetimlerini istifaya çağırmıştık. Yine aynı noktadayız.
Bir kere daha ifade edeyim, biz Eskişehir ve İstanbul şubeleri olarak böyle bir sözleşmeyi kabul etmediğimizi kitlesel anlamda da birkaç gün içinde kamuoyu önünde açıklayacağız.”
Hasan Atak, işçilerin yedi aylık birikmiş toplu alacakları için şimdilik tepkilerini biraz aşağıya çektiklerini söyledi. Atak, “Bununla birlikte vergi dilimleri sonucu net ücretler giderek düşecektir. Önümüzdeki 3-4 ay sonra ya da en geç 2026’nın ilk aylarından itibaren üyenin tepkisi yoğunlaşabilir” diye konuştu.
Sendikalardan istifalar
Yine ayni sendikanın mücadeleci şubelerinden Harb-İş İstanbul Şube Başkanı Murat Yalçınkaya’nın görüşü de şöyle:
“İşçide ciddi bir tepki var. Aslında verilen zam, resmi enflasyon kadar. Bizim bu süreçler karşısında Çalışma Bakanlığı önünde süresiz oturma grevi dahil bir takım önerilerimiz oldu ama bu önerilerimiz üst yönetimler tarafından kabul görmedi.
Bu arada bizim sendikamızda olmasa bile diğer sendikalarda işçi arkadaşların sendikalarından istifa ettiklerine dair girişimde bulunduklarını öğreniyoruz. İşçide sendika yönetimlerine kızıp bir istifa eğilimi var. Biz de o eğilimde olan arkadaşlara sendikalarda kalıp mücadele edilmesi gerektiğini ifade ediyoruz”.
Yedi aylık sürede işçinin sendika bürokrasisi tarafından oyalanması, bir bezginliğe yol açtı. Ayrıca işçiler, hayat pahalılığı, eylül ayında çocuklarının okul masrafları gibi nedenlerle sözleşmelerin de bir an önce imzalanmasını istediler.
İşçideki çekingenlik
İşçinin bu süreçteki durumunun bir örneğini de Koop-İş Sendikası’nın İstanbul Şube Başkanı Aziz Hacısalihoğlu anlattı. Aziz Hacısalihoğlu şunları söyledi:
“Tabanda KÇP’ye karşı bir tepki var ancak iş mücadele sürecine gelince üyelerimiz biraz duraklıyor. Şöyle bir örnek vereyim: Geçenlerde bir işyerinde yasa gereği grev kararı almamız gerekiyordu, yani böyle bir karar almazsak toplu sözleşme yetkimiz düşecekti.
Ben işyerinin önüne gittiğimde orada toplanan 50-60 kadar arkadaşımız, imzalanan sözleşmeye tepkilerini dile getiriyorlardı. Onlara dedim ki, ‘Arkadaşlar işte ben de grev kararını asmaya geldim. Gelin grev kararını astığımız pankartın önünde bir fotoğraf çektirelim’.
Ne yazık ki bu sefer ancak iki, üç arkadaşımız gelebildi, onlar da zaten işyeri temsilcisiydi. Daha sonra bir üye toplantısı yaptık. Orada çıkan karar ise, ‘sözleşmeyi bu haliyle imzalayalım’ kararıydı. Durum budur.”
Görev öncü işçilere düşüyor
Görüldüğü gibi Türk-İş bünyesindeki işçilerin büyük bir bölümünde henüz mücadeleci bir “sınıf bilinci”nin oluşmadığı dikkati çekiyor. İşçide 89 Bahar Eylemleri gibi bir kararlılık yok.
Tabii ki burada birçok faktör etkili, özellikle kamudaki bu işçilerin büyük bir bölümünün AKP döneminde işe alınması, muhafazakar ve milliyetçi aidiyetler ve bir mücadele deneyimi yaşamamış olması önem kazanıyor.
Bu süreçte grev hakkının yasaklanması ve önümüzdeki dönemde de grev hakkının fiilen uygulanamayacağı ve hatta toplu sözleşme sürecinin de bir anlamı olmayacağı, sendikal bürokrasinin AKP hükümetine biat etmesiyle birlikte toplu sözleşme hakkının da ortadan kalkmış olabileceği gibi durumlar söz konusu olabilir.
Öte yandan kamudaki zammın düşük kalması ve işçilerin kısa sürede vergi dilimine girmesi sonucu üç ay sonra yoksullaşmanın daha da artacağı ve belki o zaman işçilerin hem AKP iktidarına, hem de mevcut sendika yönetimlerine karşı bir harekete geçebileceği düşünülebilir.
Ancak böyle bir durumun söz konusu olabilmesi için de yine öncü işçilere, mücadeleci sendika şube yönetimlerinin aktif tavrına ihtiyaç var…
/././
Cüneyt Akalın: Hırsızlığın ve yağmanın ortasında namuslu bir yaşam -Çağdaş Gökbel-
Emeğimizle, alın terimizle bir yerlere gelmek zorunda olduğumuzu bizlere öğreten Cüneyt Akalın’ın öğrettiklerini yeni gelen jenerasyonlara inatla anlatmaya ve onları böcekleştirmeye çalışanlarla kavga etmeye devam edeceğiz…
Cüneyt AkalınSosyal medyada Li Tay adında bir kız çocuğu 18 yaşına girer girmez OnlyFans hesabı açacağını duyurdu. Belli ki cümle aleme insanlığın nasıl bir pisliğe battığını tüm benliği ve varlığıyla göstermek istiyordu. Fenomenimiz bu duyuruyu yapar yapmaz, dahi sermayedarlar başına üşüşmüş ve bu çocuğa 30-40 milyon dolarlık sözleşme teklifleri sunmuşlardı. Bahsi geçen paranın miktarı, insan aklının aşağılanması ya da bir diğer ifadeyle kafkaesk bir sürecin tamamlanıyor oluşuna işaret ediyor. Bir zamanların masum kız çocuğu, artık insan suretinde bir canlı değildir. Bu çocuk istismar mağduru ve geleceğin istismarcı zorbasıdır! O, artık kendisine benzeyen binlerce böcekten biridir. Haşereler dünyasında yaşıyoruz! Kafka’nın alegorisine yeni bir ek yapmanın zamanı geldi. İnsanlık bir böcekleşme salgınıyla mücadele etmektedir. Haşereler temas ettiği insanı, kendi türüne dönüştürmektedir. Peki, kim bu Li Tay?
Gerçek adı, Claire Hope’tur. Çocuk denecek yaşta lüks tüketim araçlarıyla verdiği pozlar ve çektiği videolarla fenomenlik basamaklarını hızla yükselmişir. Yapay zekanın aklına göre: Meşhur olma hikayesi, ‘genç yaşta’ diye ifade edilen bir süreçte gerçekleşmiş bir hikayedir. Genç diye ifade edilen yaş aralığı, dokuz yaştır. Vahşi kapitalizmin çocuk bedenlerine saldırdığı ve istismar ettiği bir çağda çocuklar hızla gençleştirilmekte, sözde kadınlığa (fahişeleştirilme sürecine) terfi ettirilmektedir. Neticede gerçekte Lil Tay olarak meşhur olan ve kitle toplumunun kolezyum sahnesine parçalanmak üzere atılan bu vahşi hayvan, OnlyFans hesabı açmış ve açılış gerçekleşir gerçekleşmez iddiaya göre, üç saatte 1 milyon doları cebe indirmiştir. 1
Türkiye’de gerçekleşen sahte diploma operasyonunda yeni skandallar ortaya çıkmaya devam ediyor. Padişah torunları, milletvekilleri kısacası akla gelebilecek herkes ‘muhafazakâr karşı devrim’ operasyonunun sonucunda foseptik çukuruna düşmüş durumda. 2
İnsanlık büyük bir krizle karşı karşıya. İnsanlaşma sürecindeki en önemli uğraklarımızdan biri olan ‘emek’ hiç olmadığı kadar aşağılanıyor. Siyah camlı ekranların tutsağı haline gelen genç jenerasyonlar kitabı, saman kağıdını ve bilgiye ulaşmak için ihtiyaç duyulan emek zamanını aşağılıyor. Artık büyük düşünürlerimiz Marx ve Engels’in işaret ettiği gibi, katı olan hiçbir şey kalmadı. Sağa bakıyorsun yok, sola bakıyorsun ayakta kalan hiçbir şey yok! Zanaatlar saygınlığını yitirdi, büyük Fransız devriminin kucağımıza bıraktığı ehliyetler, diplomalar ve ruhsatlar para tanrısının gönderdiği şimşek fırtınalarıyla yandı bitti kül oldu. Şimdi, tam da böyle bir dünyanın ortasında bireylerle kavga etmek, genç jenerasyonlara lanetler yağdırmak sadece çaresizliğimizin itirafı olur. Ailelerin, koca bir toplumsal ekonomik sistemin hepimizi sürüklediği o felakette yargılayacak böceği bulup getirmek o kadar da zor değil. Emeğin böylesine değersizleştiği bir toplumsal iklimde hiçbir şey yapmadan, gençleri emeğe saygı duymaya davet etmek kolaycılıktan başka bir şey değil. Eylemlerimizle, erdemlerimizle ve duruşumuzla gösteremediğimiz şeyleri gençlere anlatamayız. Eylemin desteklemediği sözler, laf salatasından ibaret kof erdem çağrılarıdır…
İşte böylesi bir dünyanın ortasında, bir anda öğrendim Cüneyt Akalın hocamızın aramızdan ayrıldığını. O, düşüncelerini eylemleriyle birleştirmeyi başaran ve pek çok akademisyenin aksine örgütlü mücadelenin dışında durmayan direngen bir insandı. Hafızam beni yanıltmıyorsa karşılaştığımız ilk andan itibaren aramızda güçlü bir bağ oluşmuştu. Bu bağın özünde bir usta-çırak bağı olduğunu düşünüyorum. Üniversiteye kendimce çoğu meseleyi halletmiş ve hayalim olan gazeteciliği okumaya gelmiştim. Gençliğin verdiği enerji insana sonsuz bir özgüven veriyor. Gariptir insan o çağlarda hayatın tüm sırrını çözdüğünü sanıyor. Neyse ki bu ergen kibrimi ilk anda üstümden atabilmiştim. Cüneyt Akalın’ın anlattıkları ve şahsına özel tavrı, aslında hiçbir şey bilmediğimi anlatıyordu. O andan itibaren usta-çırak ilişkimiz bir dostluğa dönüşmüştü. Zaten usta-çırak ilişkisi denen şey, özünde bir sömürü ilişkisi değil, benzer kabiliyetlere sahip insanların birbirlerine bilgi aktarma ve birlikte öğrenme sürecidir. Cüneyt hoca, bu dünyada akademisyen olmasa hiçbir şey olamayacakmış gibi davranan egosantrik ucubelerden biri değildi. Tersine 12 Eylül faşist rejiminin üniversiteyi yıkmaya dönük hamlelerine karşı sert bir tutuma sahipti. Siyasi çizgi olarak anlaşamıyor oluşumuz ise hiçbir zaman aramızda saygıyla örülen dostluk ilişkisine zarar vermedi. Onun sınıfında öğrenci-öğretmen kastı yıkılır ve her öğrenci eşit söz hakkı elde ederdi. Cüneyt Akalın, her öğrencisini can kulağıyla dinler ve dünyanın en mantıksız tezlerini dinlese dahi ciddiyetle cevap verirdi. Üniversitede ilk defa konuşmacı olduğum bir konferansta gözlerim salonda onu arıyordu. Anadolu’dan gelmiş bir genç olarak, ana babanızın gelmesinin mümkün olmadığı bir ortamda, insan kendisine yakın birini, yine kendisi için önemli olan böylesi bir anda görmek istiyor. Büyük salonun sol üst cephesine baktığımda Cüneyt hocayı gördüm. O esnada konuşuyordum, içimdeki heyecanı ve mutluluğu nasıl becerdiğimi bilmiyorum ama konuşmama yansıtmamayı başarmıştım. Cüneyt Akalın, oturduğu koltuktan doğrulmuş, can kulağıyla beni dinliyordu. O, birini dinlediği zaman mutlaka tüm dikkatini toplardı. Erdem sahibi hocalarımızdan sadece mesleki ve etik bilgileri edinmekle kalmadık, tüm bu değerleri de öğrendik. Bir insan önemli bir konu hakkında konuşuyorsa ona tüm dikkatimizi vermemiz gerektiğini…
Şimdi, aradan geçen onca yılın ardından, İrlanda’da bu satırları kaleme alırken şunu düşünüyorum: Aslında hocalarımız gerçek anlamda da birer tıp doktoru gibiymiş ve işleri tahmin ettiğimden de zormuş. Kendilerine gelen bu genç hastalar, hastalığın son evresinde geliyorlardı ve ağaçlar yaşken eğilme evresini artık geçiyordu. Böyle bir ortamda hocalarımız şekil verebilecekleri ağaçları elbette seçtiler ve tüm konsantrasyonlarını onlara verdiler. Eğitim denen ideolojik yıkım aletiyle sakatlanan beyinleri toptan kurtarabilmenin başka bir yolu yoktu. Ya toptan sistem değişecekti veya sistem değiştirilemiyorsa kurtarılabilenler kurtarılacaktı.
Cüneyt Akalın, etik dendiği zaman kahkahalarla gülünen bir çağda bizlere mesleki etiğin önemini gösterdi. Yukarıda anlattığım tüm bu çürümenin aslında hangi politik müdahaleler sonucunda ortaya çıktığını öğretti. Deregülasyon denen illeti, neo-liberalizmin nasıl büyük bir kuralsızlıkla insanlığa saldırdığını anlattı. Bu hocalarımızın hepsi aslında bir ekolün temsilcileriydiler ve acı olan hepsinin bir tarafa savrulmuş olmasıydı. Bu savrulma olmasaydı, toplumcu iletişim bilimi çerçevesinde yeni jenerasyonlar boşalan saflardaki yerleri doldurabilirdi. Oysa anlaşılıyor ki Eylülist rejimin bir devamı olan karşı devrimci AKP iktidarı, ülkenin köküne kibrit suyu dökmeye ant içmiş. Fikirlerimizin ayrıştığı, kesiştiği ve çarpıştığı noktalar ne olursa olsun emeksiz bir yerlere gelmenin marifet, akıllılık ve mucizevi bir girişimcilik dehası olarak anlatıldığı bir toplumda emeğimizle, alın terimizle bir yerlere gelmek zorunda olduğumuzu bizlere öğreten Cüneyt Akalın’ın öğrettiklerini yeni gelen jenerasyonlara inatla anlatmaya ve onları böcekleştirmeye çalışanlarla kavga etmeye devam edeceğiz…
Okurlardan bu vesileyle küçük bir ricada bulunacağım. Aşağıda sözlerini paylaştığım Mavi Sakal grubunun ‘balta’ şarkısını dinlemelerini rica ediyorum. Bu şarkıyı Cüneyt hocanın anısına saygı olarak paylaşıyorum.
“Bu günlerde birşeyler kafamı kurcalıyor
Meclisler biz kara koyunları düşünür mü?
Bu günlerde birşeyler kafamı kurcalıyor
Meclisler biz kara koyunları düşünür mü?...
Bu günlerde bir şeyler kafamı kurcalıyor
Vatan kurtaranlar, arkamızdan ne söylerler?
Bu günlerde bir şeyler kafamı kurcalıyor
Vatan kurtaranlar, arkamızdan ne söylerler?” 3
1‘18 yaşına girer girmez OnlyFans hesabı açan Lil Tay, 3 saatte 1 milyon dolardan fazla para kazandığını duyurdu’. https://x.com/bosunatiklama/status/1952273547482603596 Erişim Tarihi: 04/08/2025
2‘Sahte diploma skandalı: 'Aralarında milletvekilleri var' https://haber.sol.org.tr/haber/sahte-diploma-skandali-aralarinda-milletvekilleri-var-368968 Erişim Tarihi: 04/08/2025
3‘Balta (2025 Remastered Edition)’ https://www.youtube.com/watch?v=vFf4IziTNu0 Erişim Tarihi: 04/08/2025
/././
Volkan Uçak'ın sahte diplomasına temel olan sahte diplomasını veren üniversite de mi sahte?-Çağdaş Gökbel-
Tüm bu manzara kapitalizmin insanlığa nasıl bir çürüme ve çöküş sunduğunu bizlere net bir biçimde göstermektedir. Diploma uzun bir süredir parayla satılan bir metadır. Ticarete konu olan bir şey aynı zamanda yeni fırsatların konusudur.
“Sahte diploma soruşturmasında adı geçen Volkan Uçak: Uluslararası Dublin Üniversitesi'nden 2016'da online psikoloji lisans ve yüksek lisans almaya başladım. Denklik almak için onlarla görüştüm. Diploma verdiklerinde itiraz ettim. Sahte psikolog değilim. Halıcılık yaptım ama psikolog olmam, halıcı olmama engel değil ki.” 1
Bir anda bu konuyla ilgili haberlerde İrlanda ve Dublin kelimeleri yan yana gelmeye başladı. Açıklamayı izledikten sonra hafızamı yokladım ve böyle bir üniversite olmadığını düşündüm. Gerçekten de böyle bir üniversite yoktu. Ancak internete baktığımda aslında böyle bir üniversitenin var olduğunu gördüm. Kafam iyice karıştı çünkü üniversite var mıydı, yok muydu? Aslında olan şey şu: Hiçbir uluslararası geçerliliği olmayan diplomalar satan hayali bir üniversite var karşımızda. Zaten internette bu konuda ısrarlı arama yapıldığında bu kurumun vereceği belgelere ve vereceği eğitime karşı dikkatli olunması konusunda defalarca uyarı aldım. 2
Okulun adı “Dublin” diye geçiyor, ancak internet sitesinde Miami olarak görünüyor. Yine internet üzerinden yapılan diğer aramalarda ise okulun merkezi Gürcistan-Batum olarak görünüyor. İletişim bilgilerine baktığında ise karşımıza Ankara çıkıyor. Pis kokular: Miami, Gürcistan, Ankara ve Dublin’den geliyor. Dublin burada anladığım kadarıyla pazarlama stratejisinin kurbanı oluyor.
Söz konusu 850'li numara arandığında, Türkçe bir ses kaydı, “Uluslararası Dublin Üniversitesi” adına size yanıt veriyor.Araştırmalarımı yapay zeka programıyla tartışma yapmaya kadar vardırıyorum. Dublin'le, hatta İrlanda'yla hiçbir ilgisi olmayan bir üniversite Dublin adını kullanarak nasıl faaliyet yürütebilir? En azından hiçbir güvenilirliği olmayan ve ne olduğu belli olmayan bir kurum görünümündeki bu yapı varlığını nasıl sürdürebilir? İşte yapay zekanın verdiği cevap:
“Bu, oldukça kafa karıştırıcı bir durum ve birçok insanın benzer soruları sormasına neden oluyor. Bir kurumun 'International Dublin University' adını kullanabilmesinin arkasında yatan birkaç neden olabilir, ancak bunların hiçbiri onu İrlanda'daki resmi ve tanınmış bir üniversite yapmaz.
İşte bu durumun olası açıklamaları:
1. Yasal Boşluklar ve Alan Adı Kayıtları
Online eğitim veren şirketler, genellikle merkezi bir konumda değil, internet üzerinde faaliyet gösterir. Bir web sitesi adresi (domain name) satın alırken, bir coğrafi bölge veya kurum adı kullanmak için çok katı kurallar olmayabilir. Bu durum, 'Dublin' gibi popüler bir şehir adını, yasal bir üniversite olmaksızın kullanmalarına imkân verebilir. İrlanda'daki yasalara göre bir şirketin adında 'üniversite' kelimesini kullanabilmesi için belirli kriterleri karşılaması gerekse de, bu durum tüm dünyadaki online eğitim kurumları için geçerli olmayabilir.
2. Akreditasyon Yanılgısı
Bu tür kurumlar, meşruiyetlerini artırmak için genellikle 'akreditasyon' belgesi sunarlar. Ancak, bu akreditasyonlar genellikle İrlanda hükümeti veya İrlanda Yükseköğretim Otoritesi (HEA) gibi resmî kurumlar tarafından değil, kendi kurdukları veya uluslararası alanda saygınlığı düşük kuruluşlar tarafından verilmiş olabilir. Örneğin, International Accreditation Organization (IAO) adında bir kuruluşun 'International Dublin University' kurumuna akreditasyon verdiği görülüyor. Fakat bu kuruluş, dünya genelinde tanınan ve saygın bir akreditasyon kurumu değildir.
3. Pazarlama Stratejisi
'Dublin' kelimesi, küresel olarak yükseköğretim için saygın bir çağrışım yapar. Kurum, bu prestijli çağrışımı kullanarak uluslararası öğrencileri çekmeyi amaçlamış olabilir. Bu, aldatıcı bir pazarlama taktiğidir ve potansiyel öğrencileri, kendilerini Dublin'deki köklü üniversitelerden birine başvuruyormuş gibi hissettirebilir.
Özetle, 'International Dublin University' adını kullanabilmesinin temel nedeni, merkezi bir kampüsü veya İrlanda hükümetinden gelen bir onayı olmaksızın, online eğitim veren bir şirket olması ve pazarlama amacıyla yanıltıcı bir isim tercih etmesidir. Bu yüzden, bir eğitim kurumunun adıyla birlikte, kimler tarafından akredite edildiğini ve fiziksel olarak nerede bulunduğunu mutlaka araştırmalısınız. Bir üniversitenin gerçek olup olmadığını kontrol etmek için en güvenilir yöntem, kurumun adını doğrudan ilgili ülkenin resmi yükseköğretim kurumları veri tabanında aramaktır. Dublin'deki resmî ve saygın üniversiteler, İrlanda Eğitim Bakanlığı veya ilgili denetleme kurumları tarafından tanınmıştır”.
Kurumun fiziken nerede olduğu tam bir muamma. Volkan Uçak, haber ajansında yaptığı açıklamalarla uçmaya devam ediyor. Zaten kapitalizmin şu haline bakınca insanın sırtına kanat takıp uçası geliyor. Uçak yaptığı açıklamada, açık bir biçimde 2016 senesinde hem lisans hem yüksek lisans programına başladığını iddia ediyor. Hay maşallah! Bu dünyada ne zeki insanlar var. Demek ki biz lisansı yaptığımız sıralarda aynı anda yüksek lisans yapmayı akıl edemeyen enayiler oluyoruz bu durumda. Elbette falsolar bununla sınırlı değil. Volkan Uçak’ın 2016 senesinde girdiğini iddia ettiği bu programlara kayıt yaptırması imkânsız görünüyor. Çünkü, Uluslararası Dublin Üniversitesi’nin kuruluş tarihi 2021 yılı olarak görünüyor. Okurların özellikle kaynak bölümüne bıraktığım “sıkça sorulan sorular” bölümüne bakmalarını tavsiye diyorum. Bu onlar için kısa ve acı tatlı bir eğlence olabilir. 3
Tüm bu manzara kapitalizmin insanlığa nasıl bir çürüme ve çöküş sunduğunu bizlere net bir biçimde göstermektedir. Diploma uzun bir süredir parayla satılan bir metadır. Ticarete konu olan bir şey aynı zamanda yeni fırsatların konusudur. İnsanlar bu yeni fırsatlar kapısından içeri girmektedir. Bu kapıdan içeri girenler kimi zaman av, kimi zaman da avcı konumundadır. Şimdi, aşağıdaki sorular acil bir biçimde yanıt bulmak zorundadır:
- Volkan Uçak, “Uluslarası Dublin Üniversitesi” tarafından dolandırılmış mıdır?
- 2016 ve 2021 arasında büyük bir fark vardır. Üniversite, 2021 yılından önce de diploma satmış mıdır?
- Bu üniversiteden mezun olan kaç Türk öğrenci vardır? Çünkü resmi gibi görünen siteden anladığıma göre bu üniversitenin hedef kitlesi, kısa yoldan diploma sahibi olmak isteyen T.C. vatandaşlarıdır. Bu üniversiteden mezun olup Türkiye’de denklik almayı başaran öğrenci var mıdır? Varsa kaç kişidir?
- Bu durumda Volkan Uçak mağdur mudur, yoksa 90 milyonluk bir toplumun zekasıyla alay eden bir kurnaz mıdır?
- Psikoloji gibi doğrudan insan sağlığını ilgilendiren bir alanda online eğitim ve diploma nasıl verilmektedir? Uluslararası ve yerel ölçülerde geçerliliği olmayan diplomalar veren ve kendisini kurum olarak tanıtan bir yapı nasıl varlığını sürdürebilmektedir?
- YÖK bu üniversiteden mezun olan kaç kişiye denklik vermiştir? Verdiyse hangi saiklerle bunu vermiştir?
- Üniversite görünümündeki bu yapıyı idare edenler büyük ihtimalle iş yapma potansiyeli yüksek güzel ülkemizin akıllı vatandaşları gibi görünmekteler. Adli makamlar bu kurumun araştırılması hususunda harekete geçmiş midir?
Sorulacak soru çok. Ancak öncelikli olarak bu sorulara belki de yanıt üretmemiz gerekiyor. Bir sorunun cevabı ise oldukça açık. Kapitalizmde paraya konu olan her şey insanı çürütür ve alçaltır. Yukarıdaki manzara eğitimin paralı hale gelmesinin sonucudur. Unutmayın, eski AVM binalarından üniversiteye çevrilen yapılar sadece Türkiye’de yok. Diploma ve tez yazımı gibi satışlar da sadece Türkiye’de yapılmıyor. İrlanda, İngiltere ve Türkiye. Ülkenin adı ne olursa olsun çocuklarımızın geleceği satılığa çıkarılmış gibi görünüyor. İngiltere’de beş yılda 85 sahte üniversitenin varlığı keşfedildiğine göre, yukarıdaki iddialara konu olan üniversitenin de İrlanda makamlarının gündemine girmesi gerekiyor. 4
1https://x.com/bosunatiklama/status/1952697163957350576 Erişim Tarihi: 05/08/2025
2‘International Dublin University’ https://www.idu.edu.ge/ Erişim Tarihi: 05/08/2025
3‘Q: When did International Dublin University start education? A: IDU began providing educational services during the 2021-2022 academic year.’ https://www.idu.edu.ge/frequently-asked-questions Erişim Tarihi: 05/08/2025
4‘İngiltere'de beş yılda 85 sahte üniversite sitesi kapatıldı. Hükümet öncülüğünde yapılan bu operasyon, İngiliz üniversitelerinin uluslararası itibarını korumayı amaçlıyor’.https://www.theguardian.com/education/2021/feb/18/uk-degree-85-fake-university-websites-taken-down-in-five-years Erişim Tarihi: 05/08/2025
/././
Çürüme, sınıfsız demokrasi, sınıfsız antiemperyalizm -Fatih Yaşlı-
Tam da bu noktada ihtiyacımız olan şey, sınıfın, emeğin, halkın her kesimin elitleri tarafından denklem dışı bırakıldığı bir konjonktürde bunları yeniden nasıl denkleme dâhil edeceğimiz meselesi üzerine düşünmektir.
Türkiye yıllarca sadece bir kişinin diplomasının olup olmadığını konuştu. Sonra bir gün ansızın, o kişinin en güçlü rakibinin otuz yıl önce alınmış diploması, o en güçlü rakip sandıkta o kişinin karşısına çıkamasın diye iptal edildi. “Seçimsizleştirme” sürecine uygundur, Türkiye’de rejim sandığın fiilen mevcut olmadığı bir düzleme geçişin arayışı içerisindedir.
Skandallar konusunda hayli zengin bir birikimi olan memleketimizin son skandalının diploma üzerine kurulu olması da bu nedenle hayli ironiktir aslında. Diploması olup olmadığı bilinmeyenlerin diplomalıları hapse attırdığı bir ülkede parayı bastıranın diploma sahibi olabilmesi zamanın ruhuna pek uygun düşmektedir.
Aldıkları diplomalarla girdikleri kurum sınavlarında torpilleri, dayıları olmadığı için otomatikman elendi kabul edilen gençler ülkesinde birileri ücreti mukabilinde diploma sahibi olabilmekte, sırf siyasi nedenlerle yıllarca kadro alamayan akademisyenler ülkesinde birileri parası neyse veririz diyerek doçent belgesi alabilmektedir.
Yaşanan tablo, münferit ya da istisnai değildir; inşa edilen rejimin doğasına içkindir. Yargıyı, bürokrasiyi, orduyu, polisi, istihbaratı, üniversiteyi, medyayı, hepsini tek başıma ben yöneteceğim, hepsi benim olacak derseniz orada patronaj ilişkileri başlar, liyakat geri çekilir ve biat öne çıkar, kurumlar arpalığa döner, devlet modern niteliklerini yitirerek hizip ve klikler arası siyasi ve iktisadi rant savaşının alanına döner. Devletin malının deniz, yemeyenin de domuz olduğu bir durumdur bu, kamuya ait ne varsa yağmalanır, talan edilir.
Torpilin, rüşvetin, biat etmenin, liyakatsizliğin, sahtekarlığın damgasını vurduğu tüm bu hiyerarşik yapı, tekrar söyleyelim bir anomali değildir, bu tür rejimlerin doğası bunu gerektirir. Tepedekiler avlanırken, aşağıdakilere de leşten parçalar bırakılmalıdır ki kadrolaşılabilinsin, çakallaşma tüm topluma yayılmalıdır ki kimse tepedikilere ilişmesin, kimse tepedekilerden hesap sormasın.
İşte bunun adı çürümedir. Çürüme bilimsel bir kavram, bilimsel bir kategori olmayabilir doğrudur ama son derece açıklayıcıdır. Toplumların yapısal nedenlerle çürüdükleri ya da çürümenin daha fazla gözle görülür hale geldiği dönemler olur ve işte Türkiye uzunca bir süredir bir çürüme momenti içerisindedir, en yukarıdan en aşağıya doğru sirayet ettirilen, yukarıdan yönetilen bir durumdur bu.
Bilinçli yoksullaştırma politikaları, bilinçli servet transferi politikaları bunu gerektirir. Türkiye’de bugün Şimşek programı aracılığıyla ve sözde enflasyonla mücadele adı altında halkın büyük çoğunluğundan küçük bir azınlığa devasa bir servet aktarımı yapılmaktadır. Milyonlar asgari ücretle ve açlık sınırının altında geçinme mücadelesi verirken, yani sermaye düzeni adım adım köleci bir emek rejimi inşa etmişken, sayıları her yıl artan dolar milyonerleri akla hayale gelmeyecek bir zenginliğin içerisinde yaşamaktadır.
Yoksulluğun ve işsizliğin aynı anda var olduğu ve geniş kitleleri vurduğu, gelir dağılımının eşitsizlikte zirve yaptığı bir konjonktürde, torpili, dayısı, arkası olmayanlar kısa yoldan zengin olma, köşeyi dönme hayalleriyle avutulur. Sanal bahisler, kripto paralar, borsa… Hepsi bunun için vardır. Borçla, krediyle, kredi kartıyla ayakta durabilen, hesap ekstresinin asgarisini ödemek için yaşayan, faiz kıskacına alınmış, yani finansal sermayenin kölesi yapılmış insanlar kurtuluşu buralarda ararlar, çürüme bir sarmaşık misali tüm toplumu sarar, toplumun en ince gözeneklerine kadar yayılır.
Diploma, Türkiye’nin bugününe tutulmuş bir çürüme aynasıdır, düzenin asli varoluş biçimidir, rejim ancak çürümeyi yayabildiği, kapsama alanını genişletebildiği ölçüde işleyebilmektedir. Çürümeye esastan karşı çıkmayanların sürecin bir parçası olup çürümeye başlamaları ise işin doğası gereğidir, çürüme kendisiyle asli bir derdi olmayan herkesi alır ve çürütür çünkü.
Çürümenin baş müsebbipleriyle her ne nedenle olursa olsun masaya oturmak da müzakereye girişmek de uzlaşma aramak da bu iktidardan demokratikleşme beklemek de bir çürüme semptomudur. Bugün tanıklık ettiğimiz süreç, Türkiye’nin seçimsizleştirme evresine götürülmesinin normalleştirilmesidir. Kurulan komisyonun esas amacı 19 Mart operasyonlarıyla zirve noktasına ulaşan seçimsizleştirme sürecini sözde bir mutabakat üzerinden meşrulaştırmak, normalleştirmektir. Buradan varılacak yerin de yeni bir anayasa tartışması ve Erdoğan’a ömrü vefa edene kadar o koltukta oturma yolunun açılması olacağı açıktır.
Türkiye’de bu iktidar döneminde sayısız “demokratikleşme” projesinin gündeme gelip hepsinin bir vadede çöpe atılmasının çok basit bir nedeni vardır: Türkiye’nin düzeni buna izin vermemektedir. Çünkü Türkiye’de düzen düşük emek maliyetleriyle, yani kölelik ücretiyle ayakta durabilmektedir. Çünkü Türkiye’de düzen ancak yüksek döviz kuruyla, yani süreklileşmiş devalüasyonla, halkın sistematik olarak yoksullaştırılmasıyla ayakta durabilmektedir. Bu ise sendikaların, emek hareketinin, işçi sınıfının, toplumsal muhalefetin bastırılmasını gerektirir. Toplumun susturulmasının çarkların dönmesinin ön koşulu olduğu bir düzende demokratikleşme de olmaz. İşçi sınıfı yoksa, işçi sınıfı güçlü değilse, işçi sınıfı fabrikalardan, meydanlardan, grevlerden ses vermiyorsa orada demokrasiden söz edilemez. Bugün yaşadığımız budur ve sınıfsız demokrasi arayanların bir kez daha hayal kırıklığına uğrayacağını söylemek kehanette bulunmak anlamına gelmeyecektir.
Madalyonun diğer yüzünde ise sınıfsız antiemperyalizm arayışında olanlar vardır. Oysa emperyalizm basitçe dışsal bir olgu değildir; kapitalizmin bir tezahürüdür. Koç’lardan Sabancı’lardan seküler, makbul sermaye çıkaranlardan, greve giden işçiye küfredenlerden, NATO’yu Türkiye için güvence olarak görenlerden, İsrail İran’a saldırdığında Turan hayalleri kuranlardan anti-emperyalizm çıkmaz. Emperyalizme karşı mücadele ancak ve ancak Türkiye’nin düzenine karşı mücadele etmekle söz konusu olabilir. Ertelenen grevler, kamu işçilerine verilen üç kuruşluk zam, çocuk ve emekli işçiliğinin kural haline gelmesi, alt üst edilmiş gelir dağılımı, iktidarla sermaye arasındaki ilişkiler… Tüm bunları görmeyen bir antiemperyalizmle varılabilecek yer en fazla kör bir milliyetçiliktir ve bu ülkenin bununla varabileceği hiçbir yer yoktur. Bugün cumhuriyet ancak sosyalizm fikriyle savunulabilir, ancak sosyalizm fikri cumhuriyeti ayağa kaldırabilir, bağımsız bir ülke kurabilir.
Türkiye’de Kürtler vardır, Türkiye’nin bir Kürt sorunu vardır, bu sorun siyasi bir sorundur evet ama bu sorun çürümenin müsebbipleriyle aynı masaya oturabilen sınıfsız demokratikleşme arayışlarıyla da çürümenin bizzat Türkiye’nin sermaye düzeninden kaynaklandığını görmeyen sınıfsız ve dolayısıyla sözde olmaktan ileri gitmeyen antiemperyalizmle de, yani milliyetçilikle de çözülemez.
Sınıfsız demokratikleşme arayışı da sınıfsız antiemperyalizm de bu ülkede yaşayan milyonlarca insanı kolektif bir kimlik etrafında birleştiremez. Türkiyelilik liberal bir zırva olabilir ama Türklüğün üst kimlik olduğu ve Türkiye’de yaşayan herkese Türk denmesi gerektiği iddiası da milliyetçi bir zırvadır. Bunların dışındaki sahici ve yegâne tek kolektif kimlik ise emeğiyle geçinenlerin, ortak vatanda ve bir arada eşit yurttaşlar olarak yaşamalarıdır. Etnik kökeni, dini, mezhebi fark etmeksizin emeğiyle geçinme ortak paydasına buluşanların oluşturduğu bu toplamın adı da Türkiye halkıdır.
Tam da bu noktada ihtiyacımız olan şey, sınıfın, emeğin, halkın her kesimin elitleri tarafından denklem dışı bırakıldığı bir konjonktürde bunları yeniden nasıl denkleme dâhil edeceğimiz meselesi üzerine düşünmektir. Sınıfın yokluğunda Türkiye “kırk katır mı kırk satır mı” sorusuna mahkûm edilmektedir. Emeğiyle geçinenlerin yani Türkiye halkının ezici bir çoğunluğunun “ekmeği nasıl bölüşeceğiz” sorusuyla siyasete dâhil olduğu gün Türkiye bu mahkûmiyetten de kurtulacak, çürüme mekanizmalarının ötesine geçebilen yeni sözler söylenecek, yeni yollar yürünecektir.
Bazı Batılı ülkelerin Filistin’i tanıma eğilimi neden güçleniyor?-Murat Akad-
Filistin’de bazı önde gelen emperyalist ülkelerin başını çektiği yeni bir emperyalist çözüm arayışı şekilleniyor.
Bunu izleyen günlerde bu ülkelerden, aralarında İsrail’in geleneksel müttefikleri Britanya, Fransa ve Kanada’nın da olduğu bazıları, Filistin’i tanımanın, soruna çözüm bulmanın tek yolu olduğunu belirten açıklamalar yaptı. Öncelikle Macron, Fransa’nın Eylül ayında yapılacak olan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda bu ülkeyi resmen tanıyacağını belirtti. Fransa’yı Kanada izledi. Britanya Başbakanı Keir Starmer da önce benzer bir yaklaşıma sahipken, Trump’la yaptığı bir görüşmenin ardından, İsrail Gazze’de ablukayı kaldırmaz ve askeri harekâtlarına devam ederse aynı yolu izleyeceklerini açıkladı.
Aslında Filistin 1988’den beri tanınıyor
Filistin devleti Filistin Kurtuluş Örgütü tarafından 15 Kasım 1988’de kurulmuştu. Bir buçuk aylık sürede, aralarında Türkiye ve o dönemde var olan sosyalist ülkelerin tamamı dahil 78 ülke Filistin’i tanımıştı. Aradan geçen süre içinde bu sayı 147’ye çıktı. Ancak ABD, Britanya, Fransa, Almanya, Japonya gibi ileri gelen kapitalist ülkelerin hiçbiri Filistin’i bugüne dek tanımadı.
Filistin, özellikle BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesi olan ve veto hakkı bulunan ABD’nin oylamalardaki tutumu nedeniyle BM’ye üye olamadı. 2011’de “üye olmayan gözlemci devlet” statüsü kazandı. Son olarak BMGK’da 18 Nisan 2024’te yapılan oylamada ABD vetosu nedeniyle yine BM üyeliği reddedildi.
21 Temmuz’da yayımlanan bildirge ve ardından yapılan Filistin’i tanıma açıklamaları bu tabloda değişiklik olma olasılığını gündeme getiriyor. Ancak şu anda ABD ve İsrail, yukarıda adı geçen ülkelerin bu pozisyonuna karşı bir noktada yer alıyor.
Bildirgenin hemen ardından, 23 Temmuz’da İsrail parlamentosu Knesset’te, işgal altındaki Batı Şeria’nın ilhak edilmesi ile ilgili bir önerge kabul edildi. Önerge sembolik nitelikte olsa da İsrail’in Filistin’e yönelik politikasını ve uluslararası tartışmaları etkileme potansiyeli taşıyor.
İki devletli çözüm yeniden gündemde
28-30 Temmuz’da BM’de Fransa ve Suudi Arabistan’ın öncülüğünde bir konferans düzenlendi. Konferans, Filistin’in tanınması ve iki devletli çözümün daha güçlü olarak gündeme getirilmesini hedefliyordu. Eylül’de aynı konuda yapılacak olan BM Genel Kurul toplantısına hazırlık niteliğinde olduğu belirtilen konferansın sonucunda New York bildirgesi adıyla ortak bir metin benimsendi. Metin, İsrail-Filistin çatışmasını sona erdirmek için aşamalı bir plan ve işgal altındaki Filistin topraklarında bağımsız ve silahlardan arındırılmış bir Filistin devletinin var olmasını öne çıkartıyordu. Bir yandan İsrail’in Gazze’de uyguladığı şiddet ve abluka ile Filistin halkını açlığa mahkûm etme taktikleri kınanırken, diğer yandan 7 Ekim 2023’teki Aksa Tufanı operasyonu da kınandı. Böylece Arap Birliği ülkelerinin tamamı ilk kez Hamas öncülüğünde yapılan bu operasyonu kınamış oldu. Bildirgedeki bir başka önemli nokta, Hamas’ın silah bırakması ve Gazze’de yönetimi devretmesine yönelik vurgunun yapılmasıydı.
Peki, uzun yıllardır (ve 7 Ekim 2023’ün ardından) İsrail’e her türlü desteği veren Batılı ülkeler ne oldu da İsrail’i kınamaya, politikasını eleştirmeye ve işi Filistin’i tanımaya kadar vardırdılar?
Fransa öne çıkıyor
Kısaca özetlemeye çalıştığımız bu gelişmelere bakıldığında, Fransa’nın diğer ülkelere öncülük yapacak şekilde öne çıktığını görüyoruz. Bunu, Lübnan’da yaşanan gelişmelere ve Suriye’deki iktidar değişikliğine bağlamak mümkün. Parçalanmaya ve bir devlet olmaktan çıkmaya hızla sürüklenen Lübnan üzerinde Fransa’nın geleneksel olarak belli bir etkisi oldu. 2023’ten itibaren Lübnan kıyılarının açığında doğal gaz arama çalışmalarını Fransız şirketi Total Energies yürütmüş, ancak çalışmalar savaşın Lübnan’a sıçraması ile sekteye uğramıştı. Fransa, burada yeniden inisiyatif almak istiyor. Suriye’deki iktidar değişikliğinde ise Fransa’nın kaydedeğer bir etkisinin olduğunu söylemek mümkün değil. Bu iktidar değişikliği İsrail’e ve başka aktörlere Suriye’de önemli bir alan açarken Fransa bu açıdan geride kaldı.
Oysa Fransız emperyalizmi Osmanlı Devleti’nin parçalanmasıyla birlikte Lübnan ve Suriye’de manda yönetimi kurmuştu. Bu topraklarda İsrail’in daha fazla inisiyatif sahibi olması Fransa’nın yeniden kabaran emperyal eğilimleri açısından bir sorun oluşturuyor. Macron yeni bir koz olarak Filistin meselesini bu nedenle sahiplenme eğiliminde.
Britanya da etkisini artırma peşinde
Macron kadar olmasa bile Keir Starmer da Filistin’i tanıma konusunda daha fazla ses çıkarmaya başladı. Aslında Britanya, ABD’nin ardından İsrail’e en fazla destek veren ülke. Bu desteğin askeri boyutları da var. Britanya askerleri Gazze’de savaşmadı belki ama Kıbrıs’taki Dikelya ve Akrotiri üslerinden İsrail’e sürekli malzeme aktı. Bu üslerden her gün kalkan uçaklar İsrail’e istihbarat sağladı.
Suriye’deki iktidar değişikliğinde ise bu ülkenin istihbarat servisi MI6, çok öne çıkmamakla birlikte ciddi derecede pay sahibi oldu. Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesi için emperyalist müdahalelerin arttığı bu dönemde Britanya da emperyal hedeflerini açıkça ortaya koyuyor. Alanı tamamen ABD ve onun taşeronu konumundaki İsrail’e bırakmamak için çaba harcıyor. Osmanlı’nın parçalanması ile birlikte manda yönetimi kurduğu Filsitin topraklarında yeni bir inisiyatif almak bu açıdan yararlı bir koz olabilir.
İsrail’in büyümesi ve etki alanının genişlemesi, bu ülkenin işbirlikçi ya da taşeron olarak nitelenen bir konumdan çıkıp başlı başına emperyalist bir ülke olması anlamına gelecek. Bu olasılık, Ortadoğu yeniden şekillenirken geleneksel emperyalist ülkeler için bir kâbus niteliğinde.
Suudiler neden işin içinde?
İsrail’in etki alanını genişletmesi ve bölgede büyük değişikliklerin yaşanmaya başlamasından en fazla etkilenecek ülkelerden biri Suudi Arabistan. Arap dünyasının önde gelen ülkelerinden biri olan Suudi Arabistan hem ekonomik hem de askeri açıdan belli bir güce sahip. Ve Arap dünyasında hep önderlik pozisyonuna oynayan bir ülke. İsrail’in güçlenmesi, Suudi Arabistan’ın zayıflaması anlamına geliyor. Bu nedenle Suudlar, başka bazı Arap ülkelerinin aksine Filistin meselesine sahip çıkmak konusunda isteksiz değil. Örneğin İsrail’le bölge ülkeleri arasında yumuşamayı sağlayan İbrahim anlaşmalarına, Filistin’de iki devletli çözüm sağlanmadan katılmayacaklarını açıkladılar.
Bir de son yıllarda Filistin direnişine sahip çıkma konusunda İslam dünyasında en fazla öne çıkan ülkenin İran olması meselesi var. Şii İran’ın Sünni Hamas’ı ve diğer unsurları desteklemesi ile “direniş ekseni” adı verilen ama biçimi muğlak olan çizgi, İran’ın inisiyatifinde şekillendi. Yanı başındaki Filistin’de İran’ın bu kadar öne çıkmasından Suudların çok rahatsız olduğu bilinen bir gerçek. Bu nedenle Suudi Arabistan da uluslararası alanda Filistin konusunu daha fazla sahiplenmek ve İslam dünyasında bu konuyu kendi inisiyatifine almak çabasında.
İsrail’in içinde de işler karışık
İsrail açısından da bazı zorluklar giderek artıyor. Savaşın uzaması, özellikle İran saldırılarının halkı doğrudan etkilemesi, Gazze’deki esir askerlerin serbest kalamamaları gibi bir dizi unsur hükümeti zor durumda bırakıyor. Savaşın devamına karşı çıkan İsrailliler sokakları boş bırakmıyor. Savaşın uzaması silahlı kuvvetlerde de karşılık buluyor. Gençler arasında askere çağrıldığında gitmeyeceğini açıklayanların sayısı artıyor. Aktif olarak askerlik yapanlar arasında intihar oranları artış gösteriyor.
Muhalefet hükümet üzerindeki basıncını giderek artırıyor. Bunun son örneği, bir dizi eski genelkurmay başkanı, polis şefi, Şin Bet, Mossad ve Askeri İstihbarat örgütlerinin başkanlarının bir araya gelerek bir video çekimi yapmaları oldu. "Artık haklı bir savaş olmaktan çıktı ve İsrail Devleti'nin kimliğini kaybetmesine yol açıyor" denilen videoda savaşın durdurulması için çağrıda bulunuluyor.
Ancak kafasındaki planı hayata geçirmek için kararlı davranan Netanyahu’nun başında olduğu ve faşist unsurları içeren hükümet, varlığını sürdürebilmek için saldırgan tutumunu daha da ileri taşımak zorunda. Bu da ülke siyasetindeki çatlakların derinleşmesi anlamına geliyor. Batılı ülkeler bu çatlakları değerlendirme çabasında.
ABD ne yapıyor?
İsrail’in en büyük destekçisi olan ABD ise diğer Batı ülkelerinin girişimine karşı bir konum almış durumda. Trump, Filistin’i tanımanın Hamas’a inisiyatif kazandıracağını belirterek buna karşı çıktı. Hatta Kanada’yı, gelecekteki ticaret anlaşmalarının zora girmesiyle tehdit etti. Dışişleri Bakanı Marco Rubio ise Batılı müttefiklerinin Gazze’deki Filistinlilere sempati göstermesinin, İsrail’in dünya çapındaki imajını zedelediğini söyledi. ABD hükümeti, Filistin devleti kavramından giderek uzaklaşıyor. Hükümetin son adımı birkaç gün önce Filistin Yönetimi ve Filistin Kurtuluş Örgütü yetkililerine yönelik yeni yaptırımlar açıklamak oldu.
Filistin Yönetimi hazır bekliyor
Batılı ülkeler Filistin devletini tanımaya yönelik adımlar atarken, Hamas’ın etkisinin sınırlandırılmasını koşul olarak öne sürüyor. Bu, El Fetih’in önderliğindeki Filistin Yönetimi’nin Batı Şeria ile birlikte Gazze’de de yetki sahibi olması anlamına geliyor. Bu gelişmenin direnişi zayıflatacağı ve Batı ile daha uyumlu bir Filistin yönetimi ortaya çıkaracağı umuluyor. Ancak Filistin direnişi, hem geçmişten bugüne gelen hem de mevcut dinamikleriyle, bu kadar basit bir formülle sindirilebilecek bir olgu değil.
Batılı ülkelerin önerileri hayata geçerse, Filistin halkı barışa kavuşacak mı? Bu soruya olumlu yanıt vermek günümüz koşullarında olanaksız. Emperyalist güçlerin Filistin meselesiyle ilgili farklı yaklaşımlara sahip olması, bir bölümünün savaşın sona ermesini ya da iki devletli çözümü gündeme getirmesi, bir emperyalist çözüme karşılık geliyor. Kendi çıkarları üzerinden bölgeye şekil verme çabası içinde olan emperyalist ülkeler, birbirlerine karşı ellerini kuvvetlendirme arayışındalar.
Öte yandan, yaklaşım farklılıklarının emperyalistler arasında bir çatışma noktasına varması da kısa vadede olanaklı değil. Sosyalizme karşı on yıllar önce oluşmuş ittifakın derin bir temeli var, kolay kolay hasar almayacak bir temel. Ancak sosyalizmin yokluğunda emperyalistler arası çelişkilerin zaman içinde derinleşmesi mümkün. Ortadoğu bunun için elverişli bir zemin sunuyor. Mevcut koşullarda Eylül’de Filistin devletini tanıyacağını ileri süren ülkeler bundan vazgeçmelerine neden olacak koşullar ortaya çıkarsa, kolayca geri adım atabilirler. Samimi olsalar Filistin devletini hemen bugün tanırlardı. Emperyalistlerin samimi olmasını beklemek, bugüne kadar olmadığı gibi bugünden sonra da olanaklı değil.
/././
Özgür Özel: Savcılarla bağlantılı avukatlar 'İBB davası borsası' oluşturdu, kanıtları HSK'ya vereceğiz!
CHP Genel Başkanı Özgür Özel, İBB soruşturmasıyla ilgili yeni bir iddiada bulundu. Özel, "Bir çetenin İBB davası borsası oluşturduğunu, bununla ilgili duyumlar değil kanıtların elimizde olduğunu Türkiye'ye ilan ediyorum" dedi.
Şu anda buradan mesleklerini kötü yapan, kötüye kullanan bazı savcılarla onların elçisi, aracısı, bazı avukatların gidip kişilerle görüşüp 'Beni savcı bey yolladı. Avukatlığını yapacağım. Şu ifadeyi vereceksin. Şunları söyleyeceksin. Şu kadar da para vereceksin' diyerek bir çetenin İBB, İstanbul Büyükşehir Belediye Davası Borsası oluşturduğunun, bununla ilgili duyumlar değil, kanıtların elimizde olduğunu Türkiye'ye ilan ediyorum.
Bir avukatın adı Mustafa Yıldırım, gezip şirketleri, 'Sana da şu gelebilir, bu gelebilir. Şöyle yaparsan seni kurtarırım' dediğini, bazı tutukluların aileleriyle temas kurduklarını, hatta bugün içeride olan bir tutuklunun geçmişte bunlarla görüştüğünü, bu avukatın dediği parayı bankadan çektiğini, dekont elde, bu avukatın yolladığı kişilere banka şubesinde teslim ettiğini, tarih belli, saat belli, dekont belli, kamera kayıtları orada.
Ve bu kişilerin bu parayı alıp avukata götürdüklerini, avukatın bir savcının ismini açıkça söyleyerek 'Bu ifadeleri şu gün bu kişi gelip şu ifadeyi verecek' dediğini, bu dediğinin gerçekten de o dediği gün olduğunu, bu ispatla diğerlerine bir şeyler yaptırdığını, yetmez, bu kişileri telefonda kısa da olsa savcıyla görüştürdüğünü bilmiyorum. Bilmiyorum, elimde kanıtım var. Bunu yarın Hakimler Savcılar Kurulu'na veriyorum.”(https://haber.sol.org.tr/haber/ozgur-ozel-savcilarla-baglantili-avukatlar-ibb-davasi-borsasi-olusturdu-kanitlari-hskya)
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder