soL " Köşebaşı + Gündem" -3 Ağustos 2025-

 

Kartallı Kazım’dan Molla Mahmut’a: Kurtuluş kavgasında bizimkiler -Toprak Tütünsüz-

İyiye, güzele doğru olan ne varsa hep karşısında duran, kendi menfaatleri ve gelecekleri için memleketi satmaktan çekinmeyenler… Bugün de böyle değil midir?

‘Dövüştü pir aşkına,
yaralandı birkaç kere ve saire.
Ve kavga bittiği zaman
ne çiftlik sahibi oldu, ne apartıman.
Kavgadan önce Kartal’da bahçıvandı,
kavgadan sonra Kartal’da bahçıvan…’

Kartallı Kazım, bizimkilerden yalnız biri. Daha binlercesine borçlu olduğumuz memleketin ne çiftlik ne apartıman sahiplerinden. Kazımlar savaştan önce bahçıvandı, rençberdi, işçiydi ve savaştan sonra da. 

Kuvayi Milliye Destanı, Millî Mücadele’yi bizimkilerin yöresinden anlatan en önemli eserlerden biri kuşkusuz ama yalnız değil. Edebiyatımızda, Kurtuluş kavgasını Kartallı Kazım gibi emekçilerin, yoksul köylülerin yani bizimkilerin gözünden işleyen, kenarda köşede kalmış ya da bırakılmış nice romanımız var. Bu eserleri alternatif tarih yazımı ya da daha doğru olacak bir tabirle halkın tarihi yazımı gözüyle değerlendirmek mümkün olabilir. 

Yalçın Küçük, Bilim ve Edebiyat serisinin üçüncü kitabında romanla gerçeklik arasındaki ilişkiyi şöyle kuruyor:

Romanı, yaşamın içine alıyorum. Bu, başlangıçta, romanı ciddiye almak demek. Bir bilim adamı ise ancak ve öncelikle gerçekliği ciddiye alır. Öyleyse ayırım yapmadan romanı ciddiye almak, ayırım yapmadan her romanda bir gerçeklik bulmak demek. Hiç kuşku yok, her romanda bir gerçeklik var. Ziya Gökalp aktarıyor: ‘Roman, tarihten daha doğru bir tarihtir’ demişler. Katılmamak, imkânsız. Romanın tarihten daha doğru tarih olması, tarihin tekil olaylarında olmayan bir düzenliliğin, insanın yaratıcı eylemi ile eklenmiş olan bir düzenliliğin, romanda bulunmasından ileri geliyor.

Küçük’ten aktardığımız bu paragrafta tarihle roman arasında kurulan ilişki bizi özellikle şimdi daha çok ilgilendiriyor. Cumhuriyet’in bunca tartışıldığı, değersizleştirildiği bir dönemde Millî Mücadele yıllarını anlatan romanlarda özellikle hikâyenin gizli kahramanlarını okumak hem gerçekliği görmek hem de bugüne ilişkin daha doğru bir perspektif çizebilmek için çok değerli olsa gerek.

Öyleyse, esas sorumuza gelelim; Millî Mücadele dönemine ilişkin kimler neler yazdı, nasıl yazdı? Kurtuluş romanlarına bakarken Halide Edip'i biliriz, Mithat Cemal Kuntay'ı, Tarık Buğra'yı, Şevket Süreyya'yı... Ateşten GömleğiÜç İstanbul'u, Küçük Ağa'yı, Suyu Arayan Adam'ı biliriz, ya bir temel eserler önerisinden ya da çok okunanlar listesinden. 

Peki ya Erol Toy'u? Talip Apaydın'ı, Samim Kocagöz'ü, Hasan İzzettin Dinamo'yu? Ya çok okunanlar listelerinde yer bulamayanları; Toprak Acıkınca'yı, Köylüler'i, Vatan Dediler'i, Toz Duman İçinde'yi, Kalpaklılar'ı? Ya Kutsal İsyan'ı, Halime Kaptan'ı, kurtuluşu emekçilerden anlatanları? Ağaların, din tüccarlarının, işbirlikçilerin elinde inim inim inleyip de hiç düşünmeden ayağa kalkanları, yani bizimkileri…

Toprak ne zaman doyar? 

Edebiyatımızın en üretken yazarları arasında yer alan isimlerden biri de şüphesiz Erol Toy. En çok Koç ailesinin zenginleşme öyküsünü anlattığı İmparator romanı ile bilinse de derinliği ve öğreticiliği ile kült olarak değerlendirilebilecek çok sayıda romanın altında Toy'un imzası bulunuyor. 

Cumhuriyetin ilk yıllarından 12 Mart Muhtırası sonrasına kadarki işçi sınıfı mücadelesini yazdığı Gözbağı, Osmanlı'daki Fetret Devri'ni ve Şeyh Bedreddin İsyanı’nı anlattığı Azap Ortakları ve Batı Anadolu'daki kurtuluş mücadelesini yoksul köylülerin yöresinden aktardığı Toprak Acıkınca başa yazmamız gereken kitapları arasında:

Toprak acıkır Hasan. Toprak da insanlar gibidir. Doymadıysa daha ister toprak. Terini alır insanoğlunun. Yetmez. Tohumunu, emeğini alır. O da yetmez Hasanım. Gayri alacak bir şeyi kalmamıştır. Canını alır. Bir can yetmezse, pek çok can alır. Doyar toprak. Bir süre doyar aldığıyla. Sonra yine acıkır.

Yoksul dağ köylülerinin ağalara, din tüccarlarına, işgalcilere ve işbirlikçilere rağmen ayağa kalkmasının hikâyesidir aslında okuduğumuz. Emeklerini, kanlarını ve sevdiklerini verdikleri topraklara bile sahip olamayan köylülerin hikâyesi… 

Balkan Savaşları’ndan Birinci Cihan Harbi’ne, oradan Kurtuluş Savaşı’na kadar uzanan geniş ve bir o kadar da karmaşık bir zaman diliminde yoksul köylülerin alt üst olan yaşamlarını, çıkış arayışlarını, umutlarını, öfkelerini, umutsuzluklarını, aşklarını, özlemlerini ve acılarını tarihi gerçeklerle birlikte okuruz Toprak Acıkınca’da. Erol Toy, büyük bir ustalıkla bütünleştirmiş tarihsel akışı, bizimkilerin kavgasıyla… 

Karaayakoğlu Halil Bey’in bin bir maskeyle sömürdüğü köylülerin üzerinden okuruz yaklaşık 10 yıllık kesiti. Halil Bey, sadece emeklerine değil aşklarına da çöker bizimkilerin.  

Garip Hasan’ın Satı ile aşkını, Yetim Hasan’ı, Dudu’yu, Süllü Dayı’yı bir hayatta kalma kavgasının içinde okuruz. Öte yandan dönemin geleneklerini, yaşama biçimlerini de yine aynı ustalıkla bırakır satır aralarına Erol Toy. 

Diğer yanda ise ovadaki toprak sahipleri ve din adamları vardır. Amerikan mandasını isteyenlerle, Yunanlılar ve İngilizlerle iş tutanların çekişmelerini okuruz. İlginçtir, ne kadar kavga etseler de yumurta kapıya dayandığında ortaklaştıkları tek bir soru vardır: Memleketin kaymağını yine kendileri mi yiyecektir?

Sait Molla, Şeyh Mehmed Efendi romanda padişahın ve saltanatın yılmaz koruyucularıdır. Hacı Kosti, karmaşık ilişkilerin yürütücülerindendir, karşımızda yer alır. 

Ve bir yandan büyük kavga başlar, bizim hikayemizdir: İşgalcilere karşı ilk ayağa kalkanlar yine Garip Hasanlar, Topal Aliler olur. Burada Topal Ali karakterine ufak bir parantez açmak gerekir, zira cesareti ve becerileri ile Kuvayi Milliye’ye hayati faydaları olmuştur, topal bir köylü parçasıdır. İşte bu ağalar, beyler için asla kabul edilemez bir şeydir. 

Bu bölümü kapatırken Çanakkale’den bir bacağını kaybedip de köyüne dönen Kerim’in cephedeki komutanı Mustafa Kemal için söylediği birkaç cümleye yer vermek gerek: 

Kemal’in geldiği günü görecektiniz. Tuvana bir yiğit. Mavi bakışlarıyla hepimizi tek tek süzüyor. Bakışları bedenimizi yarıp arkamıza geçiyor sanki… Aramızda geziyordu durmadan. Biz uyumadık mı, o da uyumuyordu. Ama gözümüze bakacak bir şey diyecek diye içimiz gidiyordu.

Kurtuluş kavgasının dümeninde bir kadın: Halime Kaptan

'Sen, ben neyiz ki bu patırtıda? Hepimiz bir araya gelirsek bir güç oluruz ancak.'

Kurtuluş kavgasında cephe savaşlarının yoğunlaştığı bölge Batı Anadolu olmuş. Çok sayıda yazarın bu bölgeyi yazması, hikâyelerini anlatması olağan. Öte yandan cephe gerisinde tozun dumanın değil belki ama sislerin ve pusların arasında verilen kavgayı görmek için Rıfat Ilgaz'ın Halime Kaptan'ına bakmak gerek. 

Sarı Yazmanın diyarı Cide'deyiz. Asker kaçaklarıyla, eşkıyalarla ve Rum korsanlarla dolup taşan Cide'de. Çanakkale Boğazı kapanmıştır, tuz bile gelmez Cide'ye. Açlıkla ve yoksullukla çevrilen Karadeniz'in yorgun ama inatçı insanlarına zor bir görev düşmüştür: İstanbul'daki cephaneler kaçırılacak, Anadolu'ya, kurtuluş kavgasına taşınacaktır: 

'Hasköy, Halıcıoğlu depolarında çok tüfekler, çok cephaneler vardı İnebolu iskelesine götürüp Kemal Paşa’nın subaylarına teslim edecek… Oradan da Ecevit-Kastamonu yolundan, gene çoğu kendisi gibi kadınların ‘Ho…’ deyip sürdüğü kağnılarla Ankara İstasyonuna indirilecekti. Eğer bu savaş kazanılacaksa böyle kazanılacaktı. Erkeklerine cephelerde, tutkulu siyaset adamları tarafından yüzyıllardır kıyılan bir memleketin kurtuluş savaşına kadınlar da karışmalıydı.'

Biz romanda asker kaçağı Sabri'nin karısı, Temel Reis'in gelini, Memiş'in annesi Halime'nin, Halime Kaptan olma öyküsünü okuruz aslında. Kenara köşeye itilenlerin, hayatın merkezine yerleşme hikâyesini yani. 

Gebeş Köyü'nde yaşlılar, kadınlar ve çocuklar kalmıştır sadece. Yıllardır süren savaşlar, erkekleri un gibi öğütmüştür. Halime Kadın, kalkıp dümenin başına geçer, odun çeker Köseli'den. Esir de düşer, Sivastopol'a götürürler Halime kadını, kaçar ve kurtulur. Artık Halime Kaptan'dır o. 

Sonra Kurtuluş kavgası başlar. Memlekete de Karadeniz'e de ağır bir pus çökmüştür. Kim dosttur, kim düşman, kim Kuvayi Milliyecidir, kim yanadır saltanattan bilinmez.

Gerçek bir macera romanıdır okuduğumuz, İngiliz gemilerinden gizlenerek, çatışarak, vuruşarak Anadolu'daki kurtuluş kavgasına omuz veren yoksul ve onurlu insanların, Halime Kaptanların öyküsüdür...

Bugünün kavgası dünün ateşinde pişer

O toprağa emek vereceksin ki o memleketi sevesin.

Böyle diyor Talip Apaydın, öyle de yapıyor, emek veriyor toprağa ve seviyor memleketini. Köy Enstitülü bir öğretmen var karşımızda. Bazen ‘köylücü’ diyerek ötelenen ama hep filizlenen hep inat eden:

Doğru bildiğinden geri durmayacaksın, karşındaki kim olursa olsun, sen bağıracaksın, susmayacaksın.

Bu yazının konusu yazarlarımız değil kuşkusuz fakat bahsetmeden de olmaz. Her yazarın bir derdi vardır, onu okuruz yazdıklarında. Çok şey bırakmış bizlere Talip Hoca. Bir de romanlar bırakmış çokça. Memlekete sevgisini en çok oradan biliyoruz. Romanlarının arasında bir üçleme var ki; tam da bu yazıyla kesişiyor yolu: Toz Duman İçinde, Vatan Dediler, Köylüler

Talip Apaydın, Kurtuluş kavgasında sadece işgalcilerle değil ağalarla ve zenginlerle de vuruşanları anlatır üçlemesinde. Buradaki çatışma, diğerlerinin aksine sıcaktır, vurulur yurtseverler ağaların kurşunlarıyla. Kurtuluş kavgasının anlamı biraz da buradadır: Bir büyük kavganın içinde bir başka kavganın kıvılcımları çakılmıştır ve on yıllar boyunca bazen harlanacak bazen gebermeye yüz tutacak fakat hep çakılı duracaktır orada. 

Üç roman üç ayrı dönemi konu edinir. Tarihsel açıdan doğru bir dönemselleştirme yapıldığını da söyleyebiliriz.

Uşak’tayız. Molla Mahmud, Çanakkale Savaşı’nda yaralanmış ve köyü Tacım’a dönmüştür. Savaşın kasıp kavurduğu Anadolu, hiç olmadığı kadar yoksuldur. Ancak her ne hikmetse yöre zenginlerinin cebi pek bir kabarmıştır. İmam Ziver, padişah fermanı olmadan işgalcilere karşı çıkmak isteyenlerin karşısına dikilir. Hacı Nuri, köylüleri aç bırakmak pahasına sömüren zenginlerden biridir. Molla Mahmudlar, ilk bunlarla dövüşür.

Molla Mahmud, İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal edilmesinin ardından, kolları sıvar. İlk çeteyi kurarlar. Haceli’yi, Çopur Hamdi’yi, Aşır’ı, Kazım’ı memleket için dövüşürken görürüz. Bir yandan işgalcilerle bir yandan işbirlikçi ağalarla ve dincilerle kıyasıya bir mücadele başlar. Kurtuluş kavgasının ilk safhasıdır, Toz Duman İçinde’den okuruz. 

Tacım Çetesi, ağaları soyar, vuruşurlar. Ağaların davul zurnayla karşıladıkları işgalciler de peşlerine düşmekte gecikmez. Zaman yürümüş ve artık düzenli ordu kurulmuştur. Tacım Çetesi’nin atlıları, düzenli orduya katılmak için sürerler atlarını. İstikametleri Afyon’dur, düşman pusularının arasında, kelle koltukta yetişirler orduya. 

Vatan Dediler’den okuruz, kavganın ikinci dönemidir. Çete savaşları bitmiştir, artık ordular savaşacaktır. Romanımızda kurtuluş kavgasının büyük savaşlarını tarihsel bir akış içerisinde okuruz. Ve yepyeni karakterler girer dünyamıza. 

Teğmen Galip, Tacım Çetesi’nin üyelerinin komutanıdır. Zaferin ardından her şeyin değişeceğine inancı tam, devrimci bir subay vardır karşımızda. Roman boyunca Hacı Nurilerin, düşmanla iş birliğinin ne boyutlara vardığını da okuruz bir yandan. Ahenkle akar gider bu iki büyük kavga romanın içerisinde. 

Burada bir de Bekir karakterine ufak bir parantez açmak gerekir. Teğmen Galip ve emrindeki Molla Mahmud ile Haceli, Eskişehir’dedir. Mühimmat ve silah takviyesi için gitmişlerdir ve Bekir ile orada tanışırlar. Daha önce hiç duymadıkları kelimeleri ilk Bekir’den duyarlar: Emek, sömürü, eşitlik… 

Bekir’in Teğmen Galip’e söylediği birkaç cümleyi aktaralım: 

Meclisi bugünkü gibi beyler, ağalar, hacılar, hocalar doldurursa halk yararına yasalar yapılmaz. Bu köylü askerlerin akıttığı kanlar, verdiği canlar boşa gider teğmenim…’  

Üçüncü romandayız, Köylüler’de. Zafer kazanılmış, düşman kovulmuştur, saltanat ve hilafet de defedilecektir memleketten. 

Molla Mahmud ve Haceli, terhis olup Tacım’a dönerler. Ancak Bekir’in dedikleri doğru çıkmıştır. İşgalcilere ziyafet verenler, iş birliği yapıp köylüleri sömürenler ‘cumhuriyetin yılmaz savunucusu’ olmuştur. Cumhuriyetimizin en büyük çelişkisi işte budur ve büyük bir ustalıkla anlatır bu çelişkiyi Talip Apaydın.

Savaş sırasında gösterdiği yararlıklar nedeniyle kendisine Tacım Köyü parti temsilciliği verilen Molla Mahmud, eline tutuşturulan kâğıtlardan bir şey anlamaz. Haceli’ye gösterir kâğıtları. Haceli’nin ağzından: 

Geç bunları arkideş. Kuru söz… İpe un seriyorlar. Lafa boğuyorlar işi. Kimdi o gelenler, gene boynu kravatlılar mı? Hiçbir şey çıkmaz.

Gerisi, Kartallı Kazım hikâyesidir. Kavgadan önce yoksul olup da memleket için kanlarını döken Molla Mehmedler, Haceliler yine yoksuldur. Bir zamanların iş birlikçisi şimdilerin cumhuriyetçisi ağaların sunduğu her şeyi ellerinin tersi ile iterler ve başlarlar alın teri dökmeye. İşte torunları olduğumuz insanların gerçek hikâyesi budur. 

Demiri geçmişe vurmak, geleceği dövmek

Vur demirci boş durma sen bugün de
            Ocağından dört bir yana kıvılcımlar saçılsın.
            Şimdiye pas tutan o altın örsün önünde
            Sana bolluk ve mutluluk kapıları açılsın.

Hasan İzzettin Dinamo’nun dizelerinden okuruz, geçmişe duyulan öfke sadece bir sitem değil; geleceği inşa etme iradesidir. Bu, kendi toprağında kimseye boyun eğmeden, özgürce yaşamak isteyen insanların haykırışıdır.

Kutsal İsyan’ın yazarıdır Hasan İzzettin Dinamo. Büyük bir külliyattır başlı başına. İlk baskısını 1966-67 yıllarında sekiz cilt olarak yapmış bir eserden bahsediyoruz. Bu yazının sınırlarını hacmiyle aşar Kutsal İsyan ancak yine de bahsetmeden geçemiyoruz. 

Uzun bir tarihsel kesiti, gözden kaçan ayrıntıları gün yüzüne çıkararak anlatır Hasan İzzettin Dinamo. Kitap kurgusal olmakla birlikte halkın acılarını ve ağır yoksulluğu, dönemin hemen hemen bütün figürlerini içine alan destansı bir dille anlatır bize:

İstasyonlarda üstleri başları parça-parça, avurtları çökmüş iskelet gibi ihtiyarlar, çocuklar kadınlar görünüyordu. Her yerde kör, topal, çolak binlerce genç insan, el açmış dileniyor ve gelip geçen trenlerden medet umuyor, asker tayını istiyorlardı. Bunları gördükçe Mustafa Kemal’in bütün umutları kırılır gibi oluyor, bu umutsuzluktan açlıktan iskelet haline gelmiş insan yığınlarını nasıl yeni bir savaşa zorlayacağını anlayamıyordu.

Samim Kocagöz’ün Kalpaklılar’ı da yukarıda bahsettiğimiz haykırışın romanlaşmış halidir. Toprağına sahip çıkanların, tarihi yeniden yazanların, alın teriyle kazanılan bir bağımsızlığın hikâyesidir:

Esir yaşamayacağız… Ya bu vatanı kurtaracağız… Ya da öleceğiz…

Roman, Yunan işgali altındaki Anadolu’da, özellikle Aydın çevresinde filizlenen halk direnişini anlatır. Şerif’in gözünden, Kuvayı Milliye ruhunun doğuşuna, çaresizlikle yoğrulan bir halkın özgürlük mücadelesine tanıklık ederiz. Kocagöz, yalnızca savaşın değil, yoksul halkın teriyle ve kanıyla yazılmış bir destanın anlatıcısıdır.

Geçmişin kırılma anları ya da günümüzün çıkmazları, yazma ihtiyacını doğurur. Çünkü her çaresizlik beraberinde bir mücadeleyi getirir. Her hayal kırıklığı, yerine konulacak yeni umutlar için cesaretli eller bekler. İşte o eller, geçmişin demirine vurdukça, geleceği yoğurur. Hayal kırıklığını ve o öfkeyi anlatır Kalpaklılar bize:

Düşman donanması açıklarda demirlemiş, iki harp gemisi rıhtıma biraz daha yaklaşmıştı… Güvertedeki askerler ellerini, şapkalarını sallıyor, marşlar söylüyorlardı… Mavili beyazlı elbiseler giymiş genç kızlar, ellerinde çiçekler, vapurlardaki askerlere öpücükler yolluyorlardı…

Öfke yalnızca edebi bir metafor değildir Samim Kocagöz için. Kurtuluş kavgasını anlatırken de aynı öfkeden bahseder:

Türkiye’yi yağmaya gelen 1919 yılının sömürgecilerine karşı kabaran öfke, o yılların öfkesidir; o yılların hiddetidir. Ama bugün de sömürgeciliğe karşı duyulabilecek öfkenin aynıdır elbette.

Eğer bugün edebiyat ya da sanat, yaşadığımız öfkeyi yansıtmayacaksa; eğer öfkemiz akılla birleşmeyecek, bir yön tayin etmeyecekse, hikâyemizi yazmayacak ve anlatmayacaksak, söylediklerimiz sadece bir fısıltı olarak kalacaktır. Büyük ustalarımızdan ve yaşamlarımıza biçim veren romanlarından öğrenmemiz gereken en önemli şey tam da budur. 

Arap Aliler’in, Topal Aliler’in, Molla Mahmudlar’ın, Halime Kaptanlar’ın yani bizimkilerin hikâyesidir okuduklarımız, kurtuluş kavgasının gerçek öyküleridir… Karşılarında Adnan Beyler, Hacı Nuriler, Karaayakoğlu Halil Ağalar, Molla Saitler, Hacı Kostiler, İmam Ziverler vardır. İyiye, güzele doğru olan ne varsa hep karşısında duran, kendi menfaatleri ve gelecekleri için memleketi satmaktan çekinmeyenler… Bugün de böyle değil midir?

Artık vakti gelmiştir: Öfkeyi harmanlamanın, haykıra haykıra anlatmanın zamanıdır.

                                                              /././

Tuzağa doğru -Aydemir Güler-

Bu mayınlar sökülemez. Tarla temizlenemez. Tuzak yolu açılmış, patlama yakınlaşmış bulunuyor. Türkiye’de ve bölgede anti-emperyalist ve laik güçler zamana karşı yarışmak durumundadır.

Ankara, hiç ağzından düşürmediği gibi Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunuyor mu?

Öyle olsaydı, krizli yılların tamamında bu hedefi gerçekleştirmeye yetenekli biricik özneye karşı en olmadık girişimlerde bulunmazdı. Gerçekten de Suriye’nin bütünlüğünü korumaya ehil hareket, Esad liderliğindeki Baas’tan başkası değildi. 

Baas, Suriye toplumunun “bileşenlerinden birine” indirgenemeyecek bir ulusal hareketti. Suriye modernleşmesi aşiret ve mezheplere bölünmüş bir eski düzeni aşma yoluna girmişti. “Arap Baharı” veya Amerikancı Müslüman Kardeşler krizi savaşa dönüştüğünde Şam yönetimi, savaşmanın dışında, bu bir arada tutma yeteneğini ete kemiğe kavuşturmak için de uğraştı. Ulusu oluşturan kimliklere seslendi. Çetelerin kontrolüne giren bölgelerde duran kamu hizmetleri için maaş ödemeyi sürdürdü. Af çıkarttı. Seçime gitti...

Ama en önemli iki şeyi yapamadı: Suriye’nin dünya kapitalizmine entegrasyonunu arzulayan, dolayısıyla teslim olmasını tercih eden burjuvaziyi sırtından atamadı. Ne de olsa yakın akrabaydılar… Ve halkın devlete yabancılaşmasının somut nedeni olan yozlaşmayı, rüşvet mekanizmasını kurutamadı. Akrabalar kuşatmıştı devleti.

Bu iki başlık tamamen sınıfsaldır ve Baas’ı, Beşar Esad’ı aşar. Burjuva siyasetinde ilericiliğin sınırı var. O sınırın gerisinde kalanlar, sınıfsal bir hat çekildiğinde, birileri dışta bırakılacağı için güç yitirileceğini sanırlar. Oysa tam tersi doğrudur. İleriye yürümek için, nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan yoksul emekçilerin enerjisini yükseltmek gerekir. Bu da, olsa olsa hedefleri netleştirerek, mücadele programını radikalleştirerek hayata geçirilebilir. Geçirilebilirdi…

Suriye’nin, genel sekreteri, Ammar Bagdaş’ı geçenlerde Atina’da toprağa veren komünist partisi, teorik olarak bu seçeneğin öznesidir. Pratikte bu konuma hiç gelemedi.

Baştaki soruya dönersem, Ankara Baas’a savaş ilan edip bilumum şeriatçıyı destekledikten sonra Suriye’nin bütünlüğünün sadece “lafını” edebilirdi. Herhangi bir inandırıcılığı yoktur.

Ancak Türkiye’nin bölgesel güvenliğinin her bir komşusunun istikrarıyla bire bir ilgili olduğu gerçeğinin yerine başka bir şey geçirilemez. Ankara çevresini toptan işgal ve ilhak ederek güvenlik “yaratamayacağına” göre, lafta da olsa çevresindeki ülkelerin toprak bütünlüğü ve ulusal birliğinden dem vurmak zorundadır.

İşte bu noktada kaba bir güldürü başlar: Ankara’nın beklediği ve gerçekten ihtiyaç duyduğu birlik ihalesi HTŞ denen şeriatçı çetede kalmış bulunuyor!

Bir kere, HTŞ’nin kontrolü birden fazla devletin elinde: İsrail, İngiltere, ABD, Türkiye… Bu ağırlıkların bileşkesi Suriye’nin kontrollü biçimde dağıtılmasına çıkar. Bunu en çok isteyen İsrail, istemeyen ise Türkiye’dir… Çözülmesi kaçınılmaz görünen Suriye’de bu kadere direnecek bir güç bulunmamaktadır.

İkinci olarak, geçtim HTŞ’nin Suriye’nin bütününü temsil etmesini, Alevilerle, Dürzilerle, Hıristiyanlarla ve Kürtlerle çatışmak, iktidardaki örgütün ideolojisinin temelidir. Güvenlik konsepti hemen ilk adımlarda paldır küldür çökmektedir.

Lakin son olarak, HTŞ’ye Şam yönetimi emanet edilmiş durumdadır. Dolayısıyla bu iktidarın sürmesinin koşulu, HTŞ’nin darbeyi yapmazdan önceki iktidar alanını korumasıdır. Burada İsrail’in açtığı delikler elbette anlayışla karşılanır! Ama o kadar. İsrail’in açtıklarına Türkiye’nin yenilerini eklemesine zaten yine İsrail izin vermeyeceğini ilan etmiş bulunuyor. Yolun daha başında, Ankara’nın üsse çevirmek için göz koyduğu bir tesis, hemen uçurulmuştu. Fidan’ın bütünlük laflarını “müdahale ederiz” mesajına bağlamasının ardından geçen gün İdlib’de bir silah deposu havaya uçtu. Aslında El Cezire’ye göre Temmuz ayında bu üçüncüydü! Failin İsrail olabileceğini ise CNN Türk hatırlattı. Başka haber çıkmayabilir, ama silah deposu geri gelmez ve mesaj da yerini bulur.

Aradan geçen günlerde, Öcalan’ın fesih çağrısının kapsamına girdiğine Ankara’da inanılmak istenen Kürt yönetimi ile Şam arasında gerginlik bir nebze azaltıldı. Ama mekanizma kurulmuş bulunuyor. Suriye artık bir mayın tarlasıdır. El yordamıyla mayınların temizlenebilmesi teknik bir işlem değildir. Buna izin veren bir perspektif gerekir. Şam’da olmayacağını yukarıda söyledim.

Ankara ondan hallice değil. Türkiye’nin güvenlik sorununun kaynağının, artık doğrudan veya taşeronlar aracılığıyla Batı emperyalizmi olduğuna itiraz eden kaldı mı? Buna karşı Ankara komşularının istikrarlı birimler oluşturmasını arzulamalı ve buna yardımcı olmalıdır. Lakin Batı ittifakının üyesi olarak Ankara, tam tersine, komşularını istikrarsızlaştırmakla da sorumludur!

Bu mayınlar sökülemez. Tarla temizlenemez. Tuzak yolu açılmış, patlama yakınlaşmış bulunuyor.

Türkiye’de ve bölgede anti-emperyalist ve laik güçler zamana karşı yarışmak durumundadır.

                                                     /././

Maddeyi savunmak, geleceği kurmaktır -Kaya Tokmakçıoğlu-

Son yıllarda solda da eleştiriden muaf tutulan, neredeyse kendiliğinden ilerici bir çerçeve olarak sunulmaktadır disiplinlerarasılık. Ancak burada ciddi bir ideolojik tuzakla karşı karşıyayız.

Yaşadığımız tarihsel momentte, yalnızca iktisadi ve siyasal değil, aynı zamanda  epistemolojik bir krizle karşı karşıyayız. Sermaye düzeni, dünyayı anlamlandırma biçimlerini de üretim sürecinin bir parçası hâline getiriyor. Akademi, medya, teknoloji ve bilimsel söylem; bilgiyi parçalanmış, göreli ve araçsal bir çerçeveye hapsediyor. Her şeyin “yorum”a dönüştüğü bu çağda, gerçekliğe ve onun kavranışına dair sistemli bir yaklaşım neredeyse dışlanmış durumda. Türkiye'nin siyasal ve kültürel ikliminde ise, felsefi düşüncenin yerini ya dar bir akademizm ya da piyasacı popülerlik dolduruyor. Her iki uç da düşüncenin toplumsal devinimle bağını koparıyor. Böyle bir tabloda, “düşünceyle pratiği, bilimle toplumsallığı, doğayla tarihselliği” aynı anda kavrayan bir perspektifin ayakta kalabilmesi başlı başına bir mücadele konusu.

İşte tam da böyle bir dönemde, Yazılama Yayınevi tarafından üçüncü baskısı yapılan Bilimsel Yeni Verilerin Işığında Diyalektik Materyalizm başlıklı kolektif çalışma, bu kriz ortamına bütünlüklü bir düşünme biçimiyle müdahale ediyor. Kitap, doğa bilimlerinden psikiyatrik kurama, bilinçten fiziğe, matematikten evrime dek geniş bir yelpazede diyalektik materyalist yöntemin güncelliğini sergiliyor.

Diyalektik materyalizm: Tarihsellik, bütünsellik, dönüşüm

Diyalektik materyalizm, doğayı ve toplumu durağan değil, çelişkilerle devinen, sıçramalarla dönüşen bir süreç olarak kavrar. Bu yöntemde dünya; sabit, değişmez nesneler yığını değil, hareket, çelişki ve dönüşüm içindeki ilişkiler bütünüdür. Tam da bu nedenle, diyalektik materyalizm yalnızca felsefi değil, bilimsel düşünüş için de vazgeçilmezdir.

Bugün akademide “disiplinlerarası” olarak takdim edilen çoğu yaklaşım, gerçekte bu çelişkili yapıyı göz ardı eden, parçaları yan yana koymakla yetinen yüzeysel bir sentez üretmektedir. Son yıllarda solda da eleştiriden muaf tutulan, neredeyse kendiliğinden ilerici bir çerçeve olarak sunulmaktadır disiplinlerarasılık. Ancak burada ciddi bir ideolojik tuzakla karşı karşıyayız. Bu yaklaşım, doğası gereği pozitivist ya da postmodern metodolojilerin dağınıklığına yaslanmakta, birbirinden kopuk bilgi alanlarını yapay biçimde birleştirmeyi hedeflemektedir.

Oysa Marksist dünya görüşü, yalnızca disiplinler arasında değil, doğa ile toplum, nesne ile özne, nicelik ile nitelik arasında da tarihsel ve devingen bir bağ kurmayı gerektirir.

Bu anlamda söz konusu kitap, disiplinlerarası değil, bütünsel bir bakışı temsil eder. Çünkü bütünsellik yalnızca alanlar arası geçişlilik değil, gerçeğin kendisinin çok katmanlı, çelişkili ve tarihsel yapısını kavrayabilme becerisidir.

Bilim alanlarında diyalektik materyalizm

Kitabın yazarları arasında farklı disiplinlerden gelen araştırmacılar yer alıyor. Ancak ortak paydaları, her birinin çalışmalarında diyalektik materyalist yöntemi temel almaları.

Erhan Nalçacı’nın iki yazısı, hem yöntemin tarihsel bir perspektifle nasıl anlaşılması gerektiğini ortaya koyuyor hem de nörobiyolojik bir örnek olan sinaptik entegrasyon üzerinden diyalektiğin bilimsel açıklamalarda nasıl işler hâle geldiğini gösteriyor. Gizem Gül’ün canlılığın ortaya çıkışına dair yazısı, indirgemeci ya da teleolojik açıklamaları dışlayarak, doğal sürecin içsel çelişkiler ve niteliksel sıçramalarla evrildiğini gözler önüne seriyor. Iraz Akış’ın evrim kuramı, Kıvanç İbrahim Ünlütürk’ün nicelik-nitelik ilişkileri ve sıçrama olgusu üzerinden fiziğe yaklaşımı, Alp Öztarhan ve Mehmet Ali Olpak’ın modern fizikteki felsefi sorunlara dair müdahaleleri, her biri mevcut bilimsel sorunların neden yalnızca materyalist-diyalektik bir zeminle aşılabileceğini ortaya koyuyor. Tolga Binbay’ın psikoz üzerine yazısı ise, hem güncel psikiyatri tartışmalarına radikal bir müdahale niteliğinde hem de idealist yorumların nasıl mistifikasyon ürettiğini ifşa eden güçlü bir örnek. Tüm yazıların ortak yönü, kavramları akademik jargona hapsetmek değil, onları emekçi halkın anlayabileceği bir açıklıkla ve tarihsel bağlamla sunmaları.

Disiplinlerarası değil, bütünsel

Kitabın bir başka ayırt edici özelliği, girişte de belirttiğimiz üzere “disiplinlerarası” olmaması. Bu bir eksiklik değil, tersine bir üstünlük. Disiplinlerarasılık, çoğu zaman sermaye düzeninin bilgi alanlarını iş bölümüne tabi tutmasının ideolojik bir uzantısı olarak işliyor. Alanlar arası geçiş, gerçeğin parçalanmış kavranışına çare olmuyor; yalnızca onun yeniden ambalajlanması oluyor.

Oysa bu kitapta, gerçeği bölünemez, çelişkili ve tarihsel bir bütün olarak kavrama çabasına tanık oluyor okur. Bilimin ancak bu bütünsellik içinde, yani felsefenin —özellikle de Marksist felsefenin— yol göstericiliğinde ilerleyebileceğine ikna ediliyor.

Bugün neden diyalektik materyalizm?

Bugün hakikatin yerine “algı”yı, nesnelliğin yerine “duygu”yu, sınıfın yerine “kimlik”i koyan yaklaşımlar sistemin işine yarıyor. Bu bağlamda diyalektik materyalizmin, yalnızca bir felsefi yönelim değil, egemen ideolojiye karşı açık bir cephe alma biçimi olduğunu iddia etmemiz mümkün. Emperyalist savaşlar, ekolojik yıkım, salgın hastalıklar, zihinsel ve fiziksel çöküş biçiminde açığa çıkan krizler, bilimsel üretimi de etkiliyor. Bilgi, piyasaya tabi kılınmış, üniversiteler şirketleşmiş, akademi “üretkenliği” ölçen endekslerin kölesi hâline gelmiş durumda. Bu tabloda, sınıf karakteri tanınmamış bir bilim anlayışı kaçınılmaz biçimde egemen ideolojinin yeniden üretimine hizmet ediyor. Bugünün dünyasında, “gerçeklik-sonrası” (post-truth) çağından, yapay zekâdan, kimlik siyasetinden, dijital gözetimden söz eden onlarca tartışma var. Ancak bu tartışmaların çok azı, insanlık tarihinin neden böyle bir eşikte olduğunu, krizin kökenlerinin maddi üretim ilişkilerinde nasıl cisimleştiğini anlayabiliyor. Çünkü çoğu yaklaşım, ya bireyin iç dünyasına ya da verilerle sınırlı bir teknik akla sıkışıyor.

Üçüncü baskısını yapan Bilimsel Yeni Verilerin Işığında Diyalektik Materyalizm, yalnızca bilimin içeriğine değil, üretim koşullarına ve politik bağlamına da müdahale ve düşünüş çağrısı yapan bir kitap. Bilimsel bilgi ile devrimci amaç arasında köprü kuran, felsefeyi soyut spekülasyondan çıkarıp toplumsal pratikle yeniden buluşturan bir örnek. Kuramsal berraklığıyla, siyasi kararlılığıyla ve kolektif emeğiyle, günümüz krizlerinin ortasında bir pusula işlevi görüyor ve genç bilim emekçileri için bir rehber, ilerici akademi için bir çağrı, devrimci politika içinse bir tartışma zemini sunuyor. Bilginin biçimsiz dağılımına karşı, hem bir yöntem hem bir duruş önerirken, “neden ve nasıl mücadele etmeliyiz?” sorusuna felsefi bir açıklık getiriyor.

                                                         /././

Ulusal devlet, cumhuriyet, iktisadi bağımsızlık: Irak örneği -Erhan Nalçacı-

Emekçi sınıflarını ve onun temsilcilerini kapsamayan her ulus devlet kendi cumhuriyetini ve bağımsızlığını kaybetmeye mahkûm olmuş demektir.

Türkiye’de Kürt açılımı, ABD elçisinin bölgenin tasarlanmasına dönük girişimde bulunması, ulus devletlerin ortadan kaldırılması, İsrail’in müdahaleleri, Lozan Antlaşmasına karşı ittifak vb.

Sürecin iyi koku vermediğini fark ediyor bütün yurtseverler, ancak tam olarak nasıl gelişeceğini kimse kestiremiyor.

Bu yazıda emperyalizminin operasyonu altında olan bölgenin tarihini hatırlamaya çalışalım. Bu hafıza tazeleme, ulus devlet- cumhuriyet-iktisadi bağımsızlık arasındaki ilişkileri daha iyi anlamamıza ve başımıza örülmek istenene karşı hazırlıklı olmamıza yarayacaktır. Irak’a bir de bu gözle bakalım.

Ama baştan Türkiye yakın tarihine ilişkin bir hatırlatma yapmalıyız: 1990’da Sovyetler Birliği çözüldükten sonra ABD liderliğinde emperyalist düzen, Sovyetler Birliği’nin olduğu dünyada oluşan görece bağımsız ulus devletlerin direncini yıkmaya ve kendi şirketlerinin önünde hiçbir ulusal engelin kalmaması için yoğun bir faaliyete girişti.

Bu ne kadar belgelendi ve ortaya kondu, bilemiyoruz, Türkiye’de devletin içinde adı konmamış bir direnç ağı ortaya çıktı. Ordu mensuplarından, üniversite üyelerine, medyadan kitle örgütü yönetimlerine kadar bu ağın ortak noktası “emperyalizm ulus devletleri yok etmeye çalışıyor, direnelim”di. O yıllarda üniversite mensubu olan veya kitle örgütlerinde çalışanlar bu ağın tanığıdırlar. Ancak bu ağ, tek tek kişileri bilemeyiz ama genel olarak solcu bile değildi, sermaye karşıtı hiç değildi.

ABD’nin güdümündeki AKP ve özellikle Gülen Tarikatı bu ekibi suçlu ilan etti, Ergenekon operasyonu bu devletli ağa karşı yapıldı.

Birazdan Irak’ın kısa hikâyesinde de değineceğiz, emekçi sınıflarını ve onun temsilcilerini kapsamayan her ulus devlet kendi cumhuriyetini ve bağımsızlığını kaybetmeye mahkûm olmuş demektir.

Osmanlı egemenliğindeki geniş Arap coğrafyasının bu kadar çok parçaya ayrılmasının nedenini iyi biliyoruz. İngiliz ve Fransız emperyalizminin iki temsilcisi 1916’da Kahire’de yaptıkları toplantıda önlerine harita koyup cetvelle coğrafyayı kendi hegemonya bölgelerine ayırdılar. Her birinin başına işbirlikçi bir feodali kral diye getirdiler.

Irak bu süreçte İngiliz mandası oldu, sömürgesi diyelim isterseniz. Ancak özellikle Şii halkın ayaklanmaları nedeniyle doğrudan sömürge yönetimi işlemedi. Kral Faysal kukla olarak yönetime getirilirken Irak Krallığı kuruldu ve İngilizlere bağımlı kaldı.

İngilizlere bağımlı kalmak ne anlama geliyordu? Zengin Irak tarihini zaten bu nokta üzerinden kısa yazıda ele almaya cesaret ediyoruz.

1930’larda Irak’ta petrol keşfedilmeye ve çıkarılmaya başlandı. Daha maliyetsiz ve kolayca çıkarılan büyük petrol ve doğal gaz rezervi halen günümüz Irak’ı için büyük bir zenginlik oluşturuyor.

O yıllarda yeni oluşan petrol tekellerinin anlaşması ile kuyular ve çıkarılan petrol aralarında pay edildi:

Anglo-Persian Oil, Royal Dutch/Shell, Fransız petrolleri ve yakın Doğu Kalkınma Şirketi (NEDC).

Yakın Doğu Kalkınma Şirketi ise New York Standart Oil gibi beş büyük ABD petrol tekelinden oluşuyordu.

Şimdi emperyalizmi daha somut elle tutulacak hale getirmiş oluyoruz. Şirketlerin ismi zamanla değişti ama Irak petrolüne Irak halkının iradesinin dışında el konması büyük bir kâr alanı oldu.

Şimdi biraz hızlanabiliriz.

İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya tarihinde yeni bir sayfa açıldı. Sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı bağımsızlığı hedefleyen, cumhuriyete dayanan ulus devletler kurulmaya başlandı. Arap coğrafyasında emperyalizmin böldüğü sınırlarda ulus devletler kuruldu ama olsun, başka bir yazıda bütünleşme çabalarını ele alırız. Söz konusu burjuva devrimleri Sovyetler Birliği’nin desteği ile ilerledi ve son kez tarihte burjuvazi ilerici bir rol oynama fırsatı buldu.

Irak’taki burjuva devrimi 1958’de gerçekleşti, devrimin öncü gücü askerlerdi ve aynı yıl kral kaçamayarak burjuva devrimlerinin bir klasiği olarak kellesinden oldu, Irak Cumhuriyeti kuruldu.

1958 Devriminden hemen önce Bağdat’ta bir kitle gösterisi.

Şimdi burada önemli bir parantez açalım.

Cumhuriyet’in kuruluşunda özellikle Kürtleri ve Şiileri örgütlemiş olan Irak Komünist Partisi önemli bir rol oynamıştı. 1 Mayıs 1959’da Cumhuriyet’in ilk yılında, o zaman 8 milyon nüfusu olan ülkede Irak Komünist Partisi 500 bin kişinin katıldığı dev bir miting düzenledi.

Sonradan komünistler Irak yönetimi tarafından biçilecek ve Cumhuriyet’in başlıca dayanaklarından biri çökecekti.

Parantezi kapatıp, konumuza dönelim.

Irak Cumhuriyeti iktisadi olarak nasıl bağımsız olacaktı, halen Irak petrolü emperyalist devletlerin şirketlerinin elindeydi.

1960’lı yıllar boyunca sürekli olarak petrolün devletleştirilmesi gündemde oldu ama bir türlü cesaret edemediler. İran’da petrolü devletleştiren Musaddık’ın başına gelenler geri durmalarına neden oluyordu.

Sovyetler Birliği ile Irak arasında 1969’da dostluk anlaşması imzalandı. Bu destek süreci hızlandırdı, 1972 yılında petrol tazminatsız, bedelsiz devletleştirildi. İşte asıl şimdi Cumhuriyet karakterini kazanıyordu.

Irak Cumhuriyeti iktisadi bağımsızlığını kazanınca petrol kuyularını işletmeyi öğrendi. Bir petro-kimya sanayisi kuruldu, özellikle suni gübre üretimi tarımı canlandırdı. Ülke yeniden inşa edildi.

Ayrıca ulus devleti koruyan bir ordu oluşturuldu.

1968’de yönetime gelen BAAS Partisi emperyalizmin kurduğu tuzaklara düşecek, İran ile 8 yıl süren savaş iki tarafa da yıkım getirecek, Kuveyt’in işgali başka bir tuzak olacaktı.

Batı emperyalizminin kara propagandası bütün bunlara rağmen Cumhuriyet’in önemli kazanımlarının üstünü örttü. Örneğin, o yıllarda çok iyi bir kamusal eğitim sistemi kurulmuştu Irak’ta ve kızların yüzde 98’i okullu olmuştu. Ayrıca kamucu sağlık hizmetleri Arap dünyasının en iyi halk sağlığı hizmetini üretiyordu. Üniversitelerde kendi bilim insanları yetişmiş, yeni bir kültür yaratılmıştı. Sonradan işgal edildiğinde Irak kültür insanlarına özellikle suikastlar düzenleyeceklerdi emperyalistler.

1991’den itibaren yaşanan vahşeti biliyorsunuz. Irak’ın bombalanması, ekonomik abluka, kitle imha silahları yalanıyla Irak’ın işgali…

İki milyona yakın insanı emperyalist güçler katlettiler.

Şimdi Irak emperyalizme karşı direnç oluşturamayacak şekilde fiili olarak bölünmüş durumda.

Bir ordusu yok. ABD’ye “kapat askeri üslerini git” diyorlar, gitmiyor. Hiçbir şey yapamıyorlar. Hava sahasından İsrail uçakları, İran füzeleri geçiyor, hava sahasını koruyamıyorlar.

Halk yoksulluk içinde, yüzde 15 kadarı açlık sınırının altında yaşıyor.

Ve petrol…

Tamamen yabancı petrol tekelleri tarafından pay edilmiş durumda.

ABD tekeli Exxon Mobil, İngiliz tekeli BP PLC, Çin tekeli Petroleum & Chemical, Rusya tekeli PJSC Lukoil Oil ve Malezya tekeli Petroliam Nasional Berhad…

Irak petrolünün ancak dörtte biri kadarı komisyon olarak Irak halkına kalıyor, gerisi yabancı şirketlere gidiyor.

Ayrıca bu güçlü şirketlerin sadece petrol çıkarıp gittiklerini düşünmeyin, sahip oldukları insan satın alma kapasiteleri ile de Irak’ı çürütüyorlar.

İşte emperyalizm, işte tuzakları, işte işbirlikçileri…

İbret ve acı veren bu hikâyeyi Türkiye’de yurtseverler, devrimciler, emekçi halkımız uzun sürecek mücadelesinde hatırlasınlar.

                                                     /././

Evrenin doğumu: Büyük patlama teorisinin mitoslaştırılmasının ardında siyasi motivasyonlar mı var?-Özcan Buze-

"Mitoslaştırma, politik amaçlar için de kullanılmış; ABD’nin ideolojik yapısında 'mutlak bilimsel' olarak kabul edilen bu model, aynı zamanda dinsel inançları destekleyen bir araç haline gelmiştir."
                                     Görsel: James Webb teleskobundan elde edilen bir görüntü (Kaynak: ESA)

Büyük Patlama (Big Bang) teorisi, günümüzde evrenin kökenini açıklayan en yaygın kabul gören bilimsel modeldir. Ancak bu teori, tarih boyunca dinsel, ideolojik ve politik amaçlarla sıkça mitoslaştırılmıştır. Özellikle Batı dünyasında, Kitab-ı Mukaddes’in Tekvin (Yaradılış) kitabındaki “Fiat Lux” (Işık Olsun) ifadesiyle örtüştürülerek, bilimsel bir teori olmaktan çok, kutsal metinlerle uyumlu bir anlatı haline getirilmiştir. Bu süreç, bilimsel çoğulculuğun sınırlandırılmasına ve diğer kozmoloji teorilerinin akademik çevrelerde göz ardı edilmesine yol açmıştır. Günümüzde ise, özellikle James Webb Uzay Teleskobu’nun (JWST) sağladığı yeni gözlemlerle, evrenin doğuşuna dair daha karmaşık ve esnek bilimsel yaklaşımların gerekliliği açıkça ortaya çıkmaktadır.

1. Büyük Patlama teorisinin mitoslaştırılması ve politik amacı

Büyük Patlama teorisi, temelinde evrenin başlangıcını açıklayan bilimsel modellerden biridir. Buna göre evren, çok yoğun ve sıcak bir noktadan genişlemeye başlamıştır. Ancak özellikle ABD’de, Evanjelik Hıristiyan gruplar tarafından bu teori, Kitab-ı Mukaddes’in Tekvin (Yaradılış) kitabında yer alan “Fiat Lux” ifadesiyle eşleştirilmiş ve Tanrı’nın evreni bir anda yarattığı fikriyle bağdaştırılmıştır.

Fiat Lux ifadesi, Latince “Işık Olsun” anlamına gelir ve yaratılışın başlangıcındaki tanrısal emir olarak kabul edilir. Bu ifade, Büyük Patlama teorisiyle örtüştürülerek kitlelere anlatılmış ve teori, bilimden çok dini bir mitos olarak sunulmuştur. Bu mitoslaştırma, politik amaçlar için de kullanılmış; ABD’nin ideolojik yapısında “mutlak bilimsel” olarak kabul edilen bu model, aynı zamanda dinsel inançları destekleyen bir araç haline gelmiştir.

Sonuç olarak, diğer evrendoğum teorileri akademik ortamda marjinalize edilmiş, bilimsel çoğulculuk sınırlandırılmıştır. Bu durum, evrenin gerçek yapısına ilişkin farklı görüşlerin araştırılması ve değerlendirilmesini engellemiştir.

2. Klasik Tekillik (Singularity) teorileri ve bilimsel sınırları

Tekillik, evrenin başlangıcındaki sonsuz yoğunluk ve sıfır hacim durumunu tanımlayan matematiksel bir kavramdır. Roger Penrose ve Stephen Hawking, 1960’larda geliştirdikleri teoremlerle, genel görelilik kuramı çerçevesinde evrenin böyle bir tekillikle başladığını göstermişlerdir.

Bu çalışmalar, evrenin “başlangıç” noktasını teorik olarak ortaya koymuş, Büyük Patlama modelinin matematiksel temelini pekiştirmiştir. Fakat bu modeller, klasik fizik yasalarına dayanır; kuantum mekaniği gibi atom altı parçacıkların davranışlarını açıklayan fizik alanını içermez. Kuantum etkileri, özellikle evrenin çok erken anlarında belirleyicidir.

Bu nedenle, tekillik teorileri evrenin gerçek doğuşu hakkında eksiksiz ve kesin açıklama sunmaktan uzaktır. Kısaca, “patlama” şeklinde ani bir olaydan çok, yüksek yoğunluklu ve sıcak bir durumdan evrenin genişlemeye başladığını belirtirler.

3. James Webb Uzay Teleskobu (JWST) ve kozmolojide yeni perspektifler

James Webb Uzay Teleskobu, 2021’de fırlatıldıktan sonra evrenin erken aşamalarına odaklanan gözlemlerde devrim yaratmıştır. JWST, evrenin yaklaşık 13.8 milyar yıl önceki ilk birkaç yüz milyon yılındaki galaksileri incelemeye olanak tanımaktadır.

JWST gözlemleri şu ana kadar bazı şaşırtıcı bulgular ortaya koymuştur:

Erken Galaksilerin Karmaşıklığı: Galaksiler, beklenenden çok daha erken ve karmaşık yapılar halinde oluşmuştur. Bu, klasik Büyük Patlama modelinin bazı varsayımlarını zorlamaktadır.

Genişleme Hızında Belirsizlikler: “Hubble sabiti” adı verilen evrenin genişleme hızının ölçümlerinde tutarsızlıklar artmaktadır. JWST verileri, bu belirsizliklerin çözümünde yeni ipuçları sağlamaktadır.

Karanlık Madde ve Enerji: Evrenin yüzde 95’ini oluşturan karanlık madde ve karanlık enerji yapısının doğası hâlâ çözülmemiştir. JWST, bu gizemleri aydınlatmada kritik veriler sunmaktadır.

Bu gelişmeler, evrenin başlangıcına ilişkin klasik modellere alternatif yaklaşımların gerekliliğini göstermekte; bilim dünyasında kozmolojide yeni bir dönemin başlangıcını işaret etmektedir.

4. Alternatif kozmoloji modelleri ve anlamları

Klasik Büyük Patlama modelinin dışında, evrenin doğuşu ve yapısıyla ilgili farklı bilimsel teoriler geliştirilmiştir. Bunlardan en önemlileri şunlardır:

a) Sabit Hal Teorisi (Steady State Theory)

Bu teori, evrenin sonsuz yaşta olduğunu ve sürekli madde yaratımı sayesinde genişlerken yoğunluğunu sabit tuttuğunu savunur. Evrenin görünüşü zaman içinde değişmez, yani durağandır. Fred Hoyle ve meslektaşları tarafından 1948’de önerilmiştir.

Sabit Hal modeli, bazı gözlemsel verilerle çeliştiği için genel kabul görmemekle birlikte, evrenin sonsuz ve başlangıcı olmayan bir yapıya sahip olabileceği fikrini canlı tutmuştur.

b) Döngüsel Evren Modeli (Cyclic Universe)

Bu modelde evren, genişleme ve büzülme döngüleri halinde sürekli olarak var olur. Her döngü bir “büyük patlama” ve “büyük çöküş” içerir. Böylece evrenin başlangıcı ve sonu yoktur; sonsuz döngüler devam eder.

Paul Steinhardt ve Neil Turok tarafından ileri sürülen bu model, evrenin tekil bir başlangıcının olmadığını, zamanın da döngüsel olduğunu savunur.

c) Tutuşma-Sönme Döngüsü Kozmoloji (Ekpyrotic Cosmology)

Ekpirotik model, evrenin başlangıcını iki boyutlu “brane”lerin (uzay-zaman katmanlarının) çarpışmasına bağlar. Bu çarpışma, bizim üç boyutlu evrenimizin doğuşunu tetikler.

Bu teori, kuantum kütleçekim etkilerini ve klasik tekillik sorununu aşmaya çalışır. John Khoury ve arkadaşları tarafından 2001 yılında ortaya konmuştur.

5. Bilimsel teorilerin politik ve ideolojik kullanımı: Evanjelik Hıristiyan siyonizmi ve Büyük Patlama teorisi

Büyük Patlama teorisi, salt bilimsel bir açıklama olmaktan öte, özellikle ABD’deki Evanjelik Hıristiyan Siyonisti çevreler tarafından politik ve ideolojik bir araç olarak kullanılmıştır. Bu çevreler, Kitab-ı Mukaddes’in Tekvin (Yaradılış) kitabındaki “Fiat Lux” (Işık Olsun) ifadesi ile teoriyi özdeşleştirerek, hem bilim hem din bağlamında kamuoyunu şekillendirmeye çalışmışlardır (Marsden, 2014; Barkun, 1994).

5.1 Evanjelik Hıristiyan Siyonistlerin Etkisi

Evanjelik Hıristiyan Siyonistler, ABD’de siyaset, medya, eğitim ve kültür kurumları üzerinde etkili bir ağ kurmuşlardır. Bu ağ, sadece dini bir cemaat olmanın ötesinde, siyasal partilerle sıkı bağlar kurarak özellikle Cumhuriyetçi Parti –ve giderek Demokrat Parti içinde de– güçlü bir lobi oluşturmuştur (Diamond, 1998). Bu çevreler, Büyük Patlama teorisini “Tanrı’nın evreni yarattığı an” olarak yorumlayıp tartışılamaz “bilimsel bir dogma” olarak kabul edilmesini savunmuştur. Böylece, bilimsel tartışmayı dinsel bir kesinlik haline dönüştürerek alternatif kozmoloji teorilerinin akademik ortamda kabul görmesini engellemişlerdir (Barbour, 1997).

5.2 Kıyametçilik ve Nükleer Savaş Tehdidi

Bu hareketin ideolojisinde, kıyametin yaklaştığına ilişkin güçlü bir inanç vardır. Mesih’in gelişi, kıyamet senaryolarının gerçekleşmesine bağlıdır. Bu nedenle, kıyametin tetiklenmesi için çeşitli politik girişimler, hatta nükleer savaş çağrıları bile ideolojik olarak meşrulaştırılmıştır (Wessinger, 2000). ABD’deki bu çevrelerin nükleer silahlanma politikalarını desteklemeleri ve dünya çapında çatışmaların tırmanmasına katkıda bulunmaları, bilimsel gelişmelerin nasıl politik araçlar haline getirildiğinin çarpıcı örneklerindendir (Zunes, 2001).

5.3 Medya ve Kültür Kurumları Üzerindeki Egemenlik

Evanjelik Hıristiyan Siyonistleri, medya organları ve kültür kurumları üzerinde etkin rol oynayarak, bilimsel içerikleri kendi ideolojik çizgilerine uygun biçimde sunmaktadır. Popüler bilim programları, belgeseller ve eğitim materyalleri aracılığıyla, Büyük Patlama teorisinin mitoslaştırılması yaygınlaştırılmaktadır. Bu durum, kamuoyunun bilimsel çoğulculuktan uzaklaşmasına ve belirli bir söylemin Egemen hâle gelmesine yol açmaktadır (Luker, 2008).

5.4 Bilimsel Çoğulculuğun Baskılanması

Bu hegemonik yapı altında, alternatif kozmoloji teorileri akademik çevrelerde marjinalleşmiş; bilimsel tartışmalar ideolojik baskılarla sınırlandırılmıştır. Bilimin bağımsız araştırma ve eleştirel düşünce mekanizmaları bu durumdan olumsuz etkilenmiş, bilgi üretiminde tek seslilik güçlenmiştir (Gould, 1996).

6. Sonuç

Evrenin doğuşuna ilişkin anlayışımız, dini ve ideolojik mitosların gölgesinden sıyrılarak, gözlemler ve alternatif teoriler ışığında hızla evrilmektedir. Bilimsel paradigmanın esnekliği, eleştirel düşünce ve çoğulculuğu, kozmolojide ilerlemenin temel koşuludur. Modern teknoloji ve teleskoplarla gelen yeni veriler, evrenin sırlarını çözme yolunda bizlere yeni kapılar aralamaktadır.

Kaynakça (Seçme)

Barbour, I. G. (1997). Religion and Science: Historical and Contemporary Issues. HarperOne.

Barkun, M. (1994). Religion and the Racist Right: The Origins of the Christian Identity Movement. University of North Carolina Press.

Diamond, S. (1998). Not by Politics Alone: The Enduring Influence of the Christian Right. Guilford Press.

Gould, S. J. (1996). Full House: The Spread of Excellence from Plato to Darwin. Harmony Books.

Luker, K. (2008). When Sex Goes to School: Warring Views on Sex—and Sex Education—Since the Sixties. W.W. Norton & Company.

Marsden, G. M. (2014). Fundamentalism and American Culture. Oxford University Press.

Wessinger, C. (2000). How the Millennium Comes Violently: From Jonestown to Heaven's Gate. Seven Bridges Press.

Zunes, S. (2001). The United States and the Middle East: Interests and Obstacles. Middle East Policy, 8(4), 1-15.

                                                               /././

Aşkı ve kavgasıyla kadın gazeteciliği -Atilla Özsever-

Gazeteci Mine Kırıkkanat, 1968–1981 yıllarını kapsayan “Barut” isimli kitabında kendi kişisel hayatı üzerinden yaşadıklarını, aşklarını, kavgalarını ve bu bağlamda dönemin politik gelişmelerini gayet akıcı ve sürükleyici bir üslupla anlatıyor.

Gazeteci-yazar Mine Kırıkkanat’ın yeni kitabının ismi “Barut” (Kırmızı Kedi Yayınları, 2025). Gerçekten barut gibi bir kitap. Kırıkkanat, kendi yaşamı üzerinden bir kadın olarak gazetecilik dönemi dahil yaşadıklarını çok samimi ve açık yüreklilikle ortaya koyuyor.

Mine Kırıkkanat, Notre Dame de Sion Lisesi ve İstanbul Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü mezunu. İspanya’da Cumhuriyet, Fransa’da da Milliyet gazetesinin muhabirliğini yaptı, Radikal ve Vatan gazetelerinde de köşe yazarlığı görevini üstlendi.

Keza Fransa’da TV5MONDE kanalı ile La Depeche medya grubunda çalıştı. Çok sayıda romanı ve öykü kitabı bulunuyor. Halen Cumhuriyet Gazetesi’nde köşe yazarlığı yapıyor.

Mine ile 1990’lı yıllarda Milliyet gazetesinde çalışıyorduk, kendisi o zaman Fransa’da Milliyet’in muhabirliğini yapıyordu. Mine’nin Fransa’daki işçi mücadeleleriyle ilgili haberleri, zaman zaman benim hazırladığım “Emek ve İnsan” sayfasında da yer alıyordu.

Mine’nin “Barut” isimli kitabını sizlere tanıtırken gazeteciliğin nesnellik (objektiflik) kuralına da uygun davranmaya çalışacağım…

68 dönemi ile tanışma

Mine, Atatürkçü bir subay olan Kazım Kırıkkanat ile İş Bankası’nda çalışan Şadiye Bozkır’ın kızı. Dayısı Fethi Bozkır da bir subay. Kurmay Albay Fethi Bozkır, 27 Mayıs 1960 darbesi sonrası emekliye sevk edilen subaylardan, yani Eminsu’cu (Emekli İnkilap Subayları).

Fethi Bozkır, daha sonra Demirel’in Adalet Partisi’ne giriyor. Mine’nin babası Kazım Kırıkkanat ise, İsmet Paşa ve CHP’de karar kılıyor.

Mine Kırıkkanat, bir şekilde kendisini 68 kuşağı içinde buluyor. 1968 – 1971 yılları arasındaki öğrenci olayları, anti amerikancı gösteriler, işçi mücadeleleri, köylülerin toprak işgalleri, ilk sosyalist parti olan TİP’in (Türkiye İşçi Partisi) parlamentodaki etkinliği, ordu içindeki cuntasal faaliyetler, Demirel hükümetine yönelik tepkiler, hep bu dönemin önemli olayları.  

Kırıkkanat, daha sonradan eşi olacak İTÜ (İstanbul Teknik Üniversitesi) öğrencisi Kozan Asova ile tanışıyor. Kozan devrimci bir öğrenci, Mine ona aşık oluyor. Bu arada kitapta 68 kuşağının öğrenci liderlerinden Harun Karadeniz ile de ilginç bir tanışıklığını anlatıyor.

'Devletin merhameti yoktur'

Mine, 1971’de 20 yaşında iken Kozan Asova ile evlenir. Kozan, o dönem TİP üyesidir. Mine de, eşinin etkisiyle sosyalist bir düzene inandığını ancak yaşadıkları ve gördükleriyle hayatın hiç de o yönde gelişmediğini fark ettiğini ifade ediyor.

O dönemde devrimci gençlerin banka soygunu olaylarına başlaması ve bu çerçevede THKO’nun (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) lider kadrosunda yer alan Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam cezası talebiyle yargılanması, Mine’nin tepkisine yol açıyor. Mine, Denizlerin böyle bir cezayı hak etmediklerini belirtirken babası Kazım Kırıkkanat ise şöyle bir yorumda bulunuyor:

“Bak kızım, bu devlet bu fukara çocukların üzerine şahmerdan gibi iner ve hepsini ezer, yok eder. Devletin merhameti yoktur”.

İstanbul İsrail Başkonsolosu Efraim Elrom’un THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi ve Cephesi) lideri Mahir Çayan ve arkadaşları tarafından kaçırılıp infaz edilmesi, 12 Mart 1971 darbesi sonrası iş başına getirilen Erim Hükümeti tarafından “Balyoz” harekatına yol açar.

Sıkıyönetim komutanlıkları tarafından sokağa çıkma yasağı ve ev aramaları başlatılır. Mine de, evdeki sol kitapları yakmak zorunda kaldığını anlatır. Evin kapıcısı, Kırıkkanat’ların evinin aranması sırasında sıkıyönetim görevlilerine “Bu bodrum katında kimse kalmıyor” diyerek aramayı bir şekilde engellemiş olur.

THKP’li İlkay’ın babası

Elrom olayı ile ilgili olarak THKP-C’li İlkay Alptekin Demir de aranmaktadır. İlkay’ın babası Süleyman Alptekin, Mine’nin babası Kazım Kırıkkanat’ın Kara Harp Okulu’ndan sınıf arkadaşıdır.

Kırıkkanat ve Alptekin ailesi, yakın arkadaştırlar. Kızlarının aranması, Alptekin ailesi için çok büyük üzüntü kaynağı olur. İlkay’ın babası Süleyman Alptekin, ordudan ayrıldıktan sonra hukuk fakültesini bitirip avukat olmuştur.

Avukat Alptekin, kızı İlkay’ı mahkemede savunurken yere yığılıp baygınlık geçirir. Çok hazin bir olay gerçekleşmiştir. Mine de, Elrom olayı nedeniyle Mahir Çayan ve arkadaşlarını ciddi biçimde eleştirir. Ardından Mahir Çayan ve 9 arkadaşının Kızıldere’de öldürülmesi olayına değinir.

Kırıkkanat, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını ise, farklı bir bağlamda değerlendirerek Denizlerin kimseyi öldürmeden haksız bir şekilde idam edildiklerini vurgular.

Mine’nin sivri dili

Mine Kırıkkanat’ın Mahir Çayan ve arkadaşları için üzüntüsünü ima eden ancak “bir hiç uğruna” öldüklerini belirten ve ayrıca fazlasıyla sert ve rahatsızlık veren bir ifade kullanması da dikkat çekiciydi.

Kuşkusuz o dönemdeki silahlı mücadele eleştirilebilir ancak Mahir Çayan ve arkadaşları, Denizlerin idamını engellemek için kendilerini feda etmişler, 12 Mart cuntasının askeri kuvvetleri tarafından Kızıldere’de katledilmişlerdir.

Sosyalist soldaki iki ayrı örgütün bu denli yüksek dayanışması ve yoldaşlığı, Türkiye devrimci hareketi tarihinde de yerini almıştır…

Ben de 1972-1974 yılları arasında ikinci Mahir Çayan davası olarak bilinen 256 sanıklı THKP-C davasında yargılandım. Şahsen de o dönemdeki silahlı mücadele konusuna eleştirel bakarak sosyalist dünya görüşü çerçevesinde işçi sınıfı ile bağ kuramayan devrimci hareketlerin etkisiz kaldığını vurgulamıştım.

Sonuç itibariyle bir kez daha ifade edeyim ki; silahlı mücadele olayı eleştiriye tabidir ancak bu arkadaşlarımızın Mine’nin kullandığı ifadeleri de hiç hak etmediğini belirtmek isterim…      

Hayatın zorlukları

Mine Kırıkkanat, aktif gazeteciliğe başlamadığı dönemde yeni evli olarak yaşadığı zorlukları da dile getiriyor. Mine, kişisel kusurlarını, yaptığı yanlış seçimleri de samimi bir şekilde ifade ediyor.

İşyerinde yaşadığı taciz olaylarını, tacizci erkeklere karşı nasıl yüreklice tavır aldığını, yayın dünyasında “dönen dolapları”, emek hırsızlığını açıklıkla ortaya koyuyor.

Kitap kolay anlaşılır, akıcı ve sürükleyici bir üslupla yazılmış. Yer yer edebi bir üslup da dikkati çekiyor. Türkiye’deki politik gelişmeler de, kişisel yaşam serüveni içersine ustalıkla yerleştirilmiş.

Bu arada eşi Kozan’la zaman içinde sorunlar yaşıyor. Kocasının entelektüel düzeyine, kültürüne hayran ama ekonomik sorunlar ve dolayısıyla ayrılmak zorunda kalan bir kadının dramı, edebi bir biçimde ortaya konuyor.

Eşi Kozan’dan ayrıldıktan sonra çocuğunu kendi başına büyütmesi de önemli bir sorun teşkil ediyor.

Çetin Altan ilişkisi

Mine Kırıkkanat’ın ülkemizin tanınmış yazarlarından Çetin Altan’la olan ilişkisi, kitabın büyük bir bölümünü kapsıyor. 311 sayfalık kitabın 144 sayfası, nerdeyse yarısı, Çetin Altan’la ilgili.

İnişli çıkışlı, fırtınalı bir aşk ilişkisi söz konusu. 1977’de başlayan ve üç buçuk yıl süren bir ilişki. Arada 24 yaş fark var ama tanışıklığı aşamasında Mine şöyle diyor:

“Ben çocukluğumda hayran olduğum bir adamı keşfetmek istiyordum, o da konuştuğunu anlayacak zekada genç bir kadını fethetmek”.

Mine Kırıkkanat, Çetin Altan’ın Yaşar Kemal’in Nobel ödülü almasını önlemek için sıkıyönetim komutanına “Kürt milliyetçisi” diye ihbar etmesinden son derece rahatsız olduğunu belirtiyor.

Kırıkkanat, aslında Altan’la ilişkisi bağlamında basın dünyasındaki rekabetçi ayak oyunlarının bulunduğu ortamı da güzel bir biçimde sergiliyor.

Mine, Çetin Altan’ın kadınlara yönelik yaklaşımını da ayrılık sürecine doğru giderken şöyle tanımlıyor: “Aşık olduğu kadınların özgüvenini yavaş yavaş kemiren bir kadın düşmanıydı”.

Bu arada Çetin Altan’ın liberal başbakan Turgut Özal’a olan övgüsüne de dikkati çekiyor.  

Bedel ödenmesi

“Barut” isimli kitabın alt başlığı ise şöyle: “Her şeyin bedeli var”. Gerçekten hayatla ilgili çok doğru bir söz.

Mine kendi yaşamı üzerinden ve Çetin Altan’la ilişkisi bağlamında bu sözü doğrulayan birçok anekdotu aktarıyor. Gazeteci-yazar kişilikleri çerçevesinde de insan portrelerini sergiliyor. Roman tadında akıcı, sürükleyici ve heyecan verici sahneleri olan bir yapıt.

1968-1981 yıllarını kapsayan “Barut”, bu dizinin ilk kitabı. İkincisinin adı da, “Ateş”. Üçüncüsü, yani final “Kül” olarak sona erecek. Merakla bekliyoruz… 

                                                       /././

Şırnak’ta DEDAŞ’tan fahiş faturalar: Sayaç okunmadan 450 bin TL’ye varan borçlar yazıldı

Sayaç okunmadan kesilen fahiş faturalar köylüyü isyan ettirdi. Şırnak’ta 35 haneye 60 bin ila 450 bin TL arası borç çıkarıldı, köylüler hukuki mücadele başlattı.

Dicle Elektrik Dağıtım A.Ş. (DEDAŞ), Şırnak kent merkezine bağlı köylerine sayaç endekslerini kontrol etmeden 60 bin TL ile 450 bin TL arasında değişen elektrik faturaları kesti. Toplam 35 haneye SMS yoluyla gönderilen bu borç bildirimi, köylüler tarafından “ceza” olarak nitelenirken, yurttaşlar şirketin keyfi uygulamasına tepki gösterdi.

7 Temmuz’da jandarma eşliğinde köylere giden DEDAŞ ekipleri, kaçak elektrik kullanıldığı iddiasıyla bir eve ceza kesmek istedi. Köylülerin duruma itiraz etmesi üzerine çıkan arbedede 4 kişi gözaltına alındı. Olayın ardından serbest bırakılan köylüler, DEDAŞ’ın bu gerginliğin ardından hiçbir denetim yapmadan köydeki tüm hanelere masa başında yüksek faturalar gönderdiğini belirtti.

SMS ile iletilen faturalar arasında Şırnak Müftülüğü’ne bağlı görev yapan Özveren köyü imamına kesilen 49 bin TL’lik borç da yer aldı.

‘Sayaçlar okunmadı, faturalar masa başında kesildi’

Mezopotamya Ajansı’nın haberine göre kendisine 76 bin TL fatura kesilen Selim Aslan, DEDAŞ ekiplerinin köye uğramadan fotoğraf çekip doğrudan ceza kestiğini söyledi. Aslan, “Biz dedik ki kaçak varsa buyurun bakın, ama bakmadan yazacağız dediler. Sonra da gerginlik çıktı, bizi darp ettiler ve 13 saat elektriğimizi kestiler. 50 derece sıcaklıkta klimayı çalıştıramadık. Bu zulmü kabul etmiyoruz, hukuki yollarla mücadele edeceğiz” dedi.

Fatma Güleş ise sayaçlarının kontrol edilmediğini belirterek, “Bize 60 bin TL ceza yazmışlar. Bizim sayacımız kapının önünde. Gelip baksınlar bir sorun varsa daha yüksek ceza yazsınlar ama bakmadan bu ceza nedir? Ödeyecek gücümüz yok. Oğlum ineği alıp DEDAŞ’ın önüne götürelim diyor” ifadelerini kullandı.

‘Güneş paneli kullanıyoruz ama fatura 60 bin TL’

Evinde güneş paneliyle elektrik ürettiklerini ifade eden Umut Kulan da duruma tepki gösterdi: “7 Temmuz’daki tartışmadan sonra herkesin evine fahiş faturalar yolladılar. Sayaçlara bakılmadı, dilekçe verdik ama gelip ilgilenen olmadı. Herkes yoksul, kimse bu paraları ödeyemez.”

Köylüler, kesilen faturaların iptal edilmesini talep ederken, dilekçelerinin sonuçsuz kalması halinde mahkemeye başvuracaklarını duyurdu. Elektrik tüketimine dair hiçbir ölçüm yapılmadan, aralarında imamın da bulunduğu köylülere bu denli yüksek faturalar kesilmesi, DEDAŞ’ın uygulamalarına yönelik tepkileri bir kez daha gündeme taşıdı.

                                                             ***

TÜGVA kampına katılan binlerce çocuk Erdoğan’ı dinlemeye getirildi -Burcu Günüşen-

MEB’in devlet okullarını “yaz okulu” adı altında teslim ettiği vakıflardan biri de Bilal Erdoğan’ın yönettiği TÜGVA. TÜGVA ülkenin dört bir yanından otobüsler kaldırarak yaz okuluna katılan binlerce çocuğu İstanbul’a Erdoğan’ı dinlemeye getirdi.

AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan bugün İstanbul Beşiktaş’ta TÜPRAŞ Stadyumu’nda Türkiye Gençlik Vakfı’nın (TÜGVA) yaz okullarının final programına katılıyor.

Türkiye genelinde devlet okulları bu yaz Milli Eğitim Bakanlığı’nın imzaladığı protokollerle vakıf, dernek ve sivil toplum kuruluşu adı altında tarikat ve cemaat yapılanmalarının faaliyetlerine teslim edildi.

Bilal Erdoğan’ın yöneticiliğini yaptığı TÜGVA da bu yıl yaz okullarında ülke genelinde 400 bine yakın çocuğa ulaştığını açıkladı.

Binlerce çocuk bugün İstanbul Beşiktaş’taki TÜPRAŞ Stadyumu’nda yaz okulu final programına getiriliyor.

Birçok ilden TÜGVA’nın yaz okullarına katılan çocuklar otobüslerle İstanbul’a getirildi.

Yaz okuluna katılmayanlara da açık olduğu belirtilen ve “tarihi buluşma” diye tanıtılan programda Erdoğan konuşacak.

'Türkiye Yüzyılı'na armağan etmek istemişler

TÜGVA Genel Başkanı İbrahim Beşinci vakfın yaz okulları finalini “Türkiye Yüzyılı”na armağan etmek istediklerini söyledi.

Eğitim-İş Genel Başkanı Kadem Özbay, devlet okullarının yöneticilerinin, il milli eğitim müdürlerinin ya da valilerin isteseler dahi TÜGVA’nın devlet okullarındaki etkinliklerine “hayır” diyemediklerine dikkat çekti.

Yaz okulları AKP'nin propaganda alanı oldu

Özbay okul bahçelerinin propaganda alanı haline getirildiğini söyledi.

TÜGVA’nın yaz okullarını Türkiye genelinde birçok yerde bakanlar, AKP’li il ve ilçe yöneticileri ziyaret etti.

Paylaşılan fotoğraflarda sınıflara Erdoğan’ın fotoğraflarının da asıldığı görüldü.

Erzurum Valisi Çiftçi TÜGVA'nın cami etkinliğinde Kuran okudu.

TÜGVA’nın yaz okulları sona ererken birçok ilde çocuklar toplu olarak camilere götürüldü. Erzurum’da önceki gün 6 bin çocuk tarihi Ulu Cami'ye götürüldü, burada namaz kıldı. Erzurum Valisi Mustafa Çiftçi de çocuklara Kuran okudu.

'Söz konusu TÜGVA olduğunda kimse itiraz edemiyor'

Eğitim-İş Genel Başkanı Özbay, Erdoğan ailesinin yönetiminde olduğu TÜGVA’nın etkinliklerine kimsenin itiraz edemediğini belirtti:

“Öğretmen, yöneticiler isteseler de hayır diyemiyorlar. Yani söz konusu TÜGVA olduğunda ne il milli eğitim müdürlerinin ne valiliklerin, hayır deme iradesini gösterebilecek insanların bile buna karşı duramadıklarını görüyoruz. Okul bahçelerini propaganda alanı olarak kullanıyorlar.”

Bugün İstanbul’a Erdoğan’ı dinlemeye taşınan çocukların ve ailelerin gözünde TÜGVA’nın bir “iyilik elçisi” gibi gösterilmek istendiğine dikkat çeken Özbay, bu vakfın kamu kaynaklarını “hortumlamasından” kimlerin çıkar sağlandığını sorgulanması gerektiğini dile getirdi.

'Eğitim aracılığıyla bir toplumsal dönüşüm yapmak istiyor'

Özbay “AKP iktidarı tıpkı FETÖ döneminde olduğu gibi oradan da esinlenerek eğitim aracılığıyla toplumsal bir dönüşüm yapmak istiyor. Bu anlamda da vakıf, dernek, sivil toplum örgütü olarak gösterilen yandaş sendika, iktidardaki ve yandaşı siyasi partilerin gençlik örgütlenmelerinin hepsini pervasızca kullanıyor” dedi.

İzmir'deki görüntüler: İlkokulda çocuklara yemin ettirilip tekbir çektirildi

Yaz okulları bu yıl devlet okullarında sadece TÜGVA tarafından düzenlenmedi.

MEB’in protokol imzaladığı birçok gerici vakıf ve dernekten biri de Anadolu Gençlik Vakfı’ydı.

İzmir’in Kemalpaşa ilçesinde Anadolu Gençlik Vakfı’nın Kemalpaşa Cumhuriyet İlkokulu’nda düzenlediği yaz kursunda çocuklara okul bahçesinde ettirilen Arapça ve Türkçe yeminin videosu tepkilere yol açtı. Vakfın Kemalpaşa temsilciliği söz konusu videoyu tepkilerin ardından sildi.(https://haber.sol.org.tr/sites/default/files/2025-08/aqojxqabxj6rlwethtctpuzld2zkccb_eowgrvdhsrh7p3zvtlv3x-xyl0twfbvj-xzjfjysdhpw-pawzk4npnv.mp4)

'Denetim yok, çocuklar nelere maruz kaldı bilmiyoruz'

Özbay vakıflara tahsis edilen devlet okullarında düzenlenen yaz okullarında çocukların nelere maruz kaldıklarını kimsenin bilmediğini çünkü ortada hiçbir denetim olmadığını söyledi. Özbay “Şimdi orada cüretkarın biri çıkıyor video çekiyor. Ama ya görmediklerimiz?” diye sordu.

Eğitim-İş İzmir 2 Nolu Şube Başkanı Yılmaz Dalgalı da Kemalpaşa’daki ilkokulun ilçe milli eğitim binasının hemen arkasında olduğuna dikkat çekti. İlçe Milli Eğitim Müdürü ile görüştüklerini kaydeden Dalgalı, buna karşın müdürün söz konusu kursun içeriğinden haberdar olmadığını söylediğini dile getirdi.

Kursu bir ilahiyat öğrencisi vermiş

Okulun müdürünün de kursun içeriğine dair bilgisi olmadığını aktaran Dalgalı, “Bu kurs MEB ile yapılan protokoller kapsamında açılmış. Anadolu Gençlik Vakfı tarafından ilahiyatta okuyan bir öğrenci tarafından veriliyor bu kurs” dedi.

Vakfın Kemalpaşa ilçesinde başka okullarda da benzer kurslar açtığını belirten Dalgalı “Küçücük çocuklar yaz okulları adıyla laik, bilimsel eğitime aykırı, cumhuriyetin kazanımlarını yok eden uygulamalara maruz kalıyor. Bu çok acı gerçekten" dedi.

Dalgalı "Eskiden bu işler Kuran kurslarında yapılıyordu, en azından orada eğitimi cami imamı verirdi, kimin verdiği belliydi. Şimdi ÇEDES ve bunun gibi protokollerle okullara kimin sokulduğu da belli değil” ifadelerini kullandı.

Okul bahçesinde maket Kabe tavafı, şeytan taşlama görüntüleri

Tüm Öğretmenler Birliği Sendikası (TÖB-SEN) Genel Eğitim Sekreteri Serkan Bebek de sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada, neredeyse 81 ilin tamamında faaliyet gösteren TÜGVA yaz okullarını, AKP’nin gençlik, kadın ve il-ilçe örgütlerinin ziyaret ettiği ve bu ziyaretleri sosyal medya hesaplarında paylaştığının görüldüğüne dikkat çekti.

Bebek “Bu paylaşımlar, 2014 yılında, yani AKP-Cemaat kavgasının büyüdüğü dönemde kurulan TÜGVA’nın asıl amacının AKP’nin gençlik içinde örgütlenmek olduğunu açıkça ortaya koyuyor” yorumunu yaptı.

Konya'da
Konya'da İlim Yayma Cemiyeti'nin yaz okulu düzenlediği bir okul bahçesinde öğrencilere Kabe minyatürü tavaf ettirildi.

TÜGVA yaz okullarının sadece AKP propagandasıyla sınırlı olmadığını kaydeden Bebek “Tıpkı ÇEDES’te olduğu gibi, pedagojik ve bilimsel açıdan birçok tartışmalı uygulamayla çocuklarımızı zehirlemeye devam ediyor. Siverek’te TÜGVA tarafından yapılan abdest köşesi, Konya’da İlim Yayma tarafından okul bahçesinde gerçekleştirilen Kâbe tavafı ve şeytan taşlama gibi uygulamalarla, yaz boyunca TÜGVA eliyle devlet okulları adeta ideolojik kamplara dönüştürülmüştür!” ifadelerini kullandı.

Devlet okullarının kimsenin arka bahçesi olmadığını kaydeden Bebek “Bu protokoller derhal iptal edilmelidir! Kamu okullarında yalnızca devletin güvencesinde, bilimsel ve laik eğitim yapılmalıdır!" diye yazdı.

TÜGVA Hatay İl Temsilcisi'nin paylaşımı: 'Bir çağ açılır, bir çağ kapanır'

Bebek sosyal medya hesabından yaptığı bir başka paylaşımdaysa TÜGVA’nın Hatay İl Temsilcisi Mehmet Emin Sağanak’ın sosyal medya hesabından paylaştığı bir videoya dikkat çekti ve “TÜGVA’yı sobeledik!” diye belirtti.

Bebek paylaşımında “TÜGVA Hatay İl Başkanı Mehmet Emin Sağanak, açıkça orduya darbe yaptıkları imasında bulunmaktadır. Özenle hazırlanan videoda, orduya ‘kusmuk’ ve ‘leke’ ithamlarından sonra TÜGVA Hatay Yaz Okulu'nda binlerce öğrencinin cami içinde TÜGVA yöneticileri tarafından tekbir getirttiği görüntülerle devam edilmesi ve bu geçişte 'bir çağ kapanır, bir çağ açılır’ söyleminin kullanılması tesadüf değildir” ifadelerini kullandı.(https://twitter.com/i/status/1951076215005044760)

                                                      ***

soL


                      


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -3 Ağustos 2025-

Adrese teslim garantili tez hizmeti ve sahte diploma tsunamisi -Güneç Kıyak- Kaç üniversitenin bilim üretecek uluslararası ölçekte laboratuv...