Aile hekimlerinden uyarı: 'Verilerin indirilmesi riskli'
1 Ağustos itibarıyla kullanıma açılan “Aşıla” uygulaması, aile hekimliği sisteminde zorunlu hale getirilirken, uygulamanın kişisel cihazlara indirme zorunluluğu getirilmesinin bir dizi soruna yol açabileceği vurgulandı.
Aile hekimliği uygulamasında 1 Ağustos itibariyle zorunlu hale getirilen “Aşıla” uygulamasının kişisel cihazlara indirme zorunluluğu getirilmesinin yanlışlığına dikkat çeken Birlik ve Dayanışma Sendikası Merkez Yürütme Kurulu Üyesi Melike Sizege, verilerin aile hekimliği yazılımı dışındaki bir uygulamaya aktarılmasının KVKK açısından ciddi risk oluşturduğunu söyledi.
Birimlerin iş telefonunun akıllı telefon olma zorunluluğu yokken sağlık çalışanlarına kamu yararına olduğu iddia edilen bu uygulamayı kişisel cihazlarına indirme zorunluluğu getirildiğini, oysa bu cihazların kurumsal değil, bireysel mülkiyette olduğunu da ifade eden Sizege, “Bu durum, kişisel mülkiyet hakkına ve çalışanların özel alanına müdahale anlamı taşımaktadır” uyarısında bulundu.
ENDİŞE DUYUYORUZ
Aile hekimliği verilerinin, mevcut ve güvenilir aile hekimliği yazılımları dışındaki bir uygulamaya aktarılmasının riskli olduğuna dikkat çeken Sizege, Sağlık Bakanlığı’nın SİNA, e-Reçete ve e-rapor gibi mevcut dijital sistemlerinde yaşanan aksaklıklar her ay tekrar ederken, benzer teknik sorunların “Aşıla” uygulamasında da yaşanmasından endişe duyduklarını açıkladı.
Aşı reddi formlarının hâlâ manuel olarak kağıt üzerinde doldurulmasının, ebe ve hemşirelere ek iş yükü oluşturduğunu hatırlatan Sizege, aşı reddi gibi kritik bir sorumluluğun yalnızca sağlık çalışanlarının omuzlarına bırakılmasını eleştirdi. Aşıla uygulamasında aşı reddi seçeneğinin de bulunmadığını belirten Sizege “Bu nedenle güvenli kayıt yapma imkanı sağlayan mevcut aile hekimliği yazılımlarının dışına çıkılması gereksiz bir risk oluşturmaktadır. Teknik altyapısı yetersiz, hukuki, mesleki ve maddi sorumluluğu yalnızca sağlık çalışanlarına yükleyen bu uygulamanın, çalışanlara ne gibi bir katkı sunduğu belirsizdir. Asıl olarak kime hizmet ettiği kamuoyuna açık ve şeffaf biçimde açıklanmalıdır. Bizler bütün gelişmiş toplumlarda olduğu gibi koruyucu sağlık hizmetlerinin kamu tarafından desteklenmesini istiyoruz” diye konuştu.
***
Tekirdağ'da anestezi gazı üretilen fabrikada patlama: 2 işçi hayatını kaybetti
Tekirdağ'ın Ergene ilçesinde anestezi gazı üretilen fabrikada kazan patladı. Patlamada 2 işçi yaşamını yitirdi.(https://www.birgun.net/haber/tekirdag-da-anestezi-gazi-uretilen-fabrikada-patlama-2-isci-hayatini-kaybetti-643095)
***
Yurttaşa sürpriz vergi şoku: Emlak vergisinde astronomik artış geliyor!-Tuncay KAPUSUZOĞLU - Vergi hesap uzmanı-
2026 yılında uygulanacak emlak vergisi tutarlarında astronomik artış yapıldı.
2026 yılında uygulanacak emlak vergisi tutarlarının hesaplandığı emlak vergisine esas teşkil eden asgari ölçüde arsa ve arazi metrekare birim değerleri takdir komisyonlarınca belirlenmiş olup, 30 Haziran itibariyle ilgili muhtarlıklara tebliğ edilmiştir. Vatandaşta şok etkisi yaratan sorun da burada çıkmış; takdir komisyonu kararlarında asgari ölçüde arsa ve arazi metrekare birim değerlerinde birçok yerde “rayiç bedel” yani piyasa değeri ile ilgisi olmayan, 10 katın çok üzerinde tutarlarda artış görülmüştür. Durumu öğrenen emlak vergisi yükümlüleri büyük tepki göstermiştir. Bunun yanı sıra henüz olaydan haberi olmayan ciddi bir kitle vardır.
ARTIŞIN DEVASA BOYUTU
Emlak vergisine esas teşkil eden asgari ölçüde arsa ve arazi metrekare birim değerleri, takdir komisyonlarınca her dört yılda bir belirlenmektedir. Bir önceki belirleme 2022’de uygulanmak üzere 2021’de yapılmıştır. 2021 ila 2025 yılları arasında ülkemizde önemli bir ekonomik gösterge olan enflasyon ve döviz tutarlarındaki değişim ilgili tablodaki gibidir. Görüleceği üzere ülke ekonomisindeki enflasyon ve dövizdeki artışlar %350 ila %525 arasındadır. Emlak vergisine esas tutarların belirlendiği takdir komisyonu kararlarındaki %1000’in üzerindeki artışlar normal değildir.
KOMİSYONDA KİM VAR?
Emlak vergisine esas değeri belirleyen takdir komisyonu, belediye başkanı veya vekil kıldığı bir memur, ilgili belediyeden yetkili bir memur, defterdarın ya da vergi dairesi başkanlığı bulunan yerlerde ise vergi dairesi başkanının görevlendireceği iki memur, tapu sicil müdürü veya vekil kıldığı bir memur, ticaret odasınca seçilmiş bir üye, ilgili arsalara ilişkin organize sanayi bölgesini temsilen bir üye ve ilgili mahalle veya köy muhtarından oluşur.
Takdir komisyonunun bu yapısına baktığımızda, emlak vergilerine esas tutarların belirlenmesinde belediyelerin açık bir şekilde etkili ve yönlendirici olduğunu söylemek mümkün değildir.
KİMLER ÖDEMEZ?
Kendisine bakmakla mükellef kimsesi olup on sekiz yaşını doldurmamış olanlar hariç olmak üzere, hiçbir geliri olmadığını belgeleyenlerin, gelirleri münhasıran kanunla kurulan sosyal güvenlik kurumlarından aldıkları aylıktan ibaret bulunanların, gazilerin, engellilerin, şehitlerin, dul ve yetimlerin Türkiye sınırları içinde brüt 200 m²'yi geçmeyen tek meskeni olması (intifa hakkına sahip olunması hali dahil) halinde, bu meskenlerine ait vergi oranları sıfır olarak uygulanacaktır. Yani, söz konusu bu kişiler emlak vergisi ödemeyeceklerdir.
Getirilen sınırlamalar, emlak vergisi ödemeyen vatandaşların da son derece sınırlı bir kitle olmasına yol açmaktadır.
***
EMLAK VERGİSİNDEKİ ASTRONOMİK ARTIŞIN YARATACAĞI SORUNLAR:
Emlak vergisi tutarlarının artması, biraz rahatsızlık verse de varlıklı kitle için çok büyük bir sorun değildir. Asıl sorun, ev sahibi olan, kira geliriyle yaşamını sürdüren, geliri kısıtlı orta kesim ve alt kesimde yaşayan vatandaşlar üzerinde oluşmaktadır. Belirlenen abartılı tutarları, bu kesimdeki vatandaşlar temel ihtiyaç giderlerinden kısarak karşılayacaktır. Emlak vergisinden muaf kitle son derece sınırlıyken, sıradan vatandaşların üzerindeki yük, rahatsızlığın çok ötesindedir.
Geçmişte uygun fiyatla aldığı konutu şu anda değerli hale gelen ve son olarak ödeyemeyeceği tutarda, gerçekle ilgisi olmayan astronomik emlak vergisi nedeniyle çaresiz kalan geliri kısıtlı vatandaşlar vardır. Bu şekilde 2026’da uygulanacak emlak vergisi tutarında yüzde binin üzerinde artış olan yerler vardır. Bu kitlenin sırf emlak vergisi nedeniyle yaşadığı evini satmak zorunda kalması dünyada eşine az rastlanan bir durumdur.
Emlak vergisindeki astronomik artış vergilendirmede mali güce göre ödeme ilkesine ve vergide belirlilik ilkesine aykırıdır. Mali güce göre ödeme ilkesinde vergi mükellefinin ekonomik ve kişisel durumları dikkate alınarak mali gücüne göre vergi alınması esastır. Bu sağlandığı zaman verginin adaletli ve dengeli dağılımı da sağlanmış olacaktır. Astronomik emlak vergisi tutarları vatandaşın mali gücünü zorlamaktadır.
Vergilendirmede belirlilik ilkesi, vergilerin tutarının, tarh, tahsil zamanlarının ve biçimlerinin hem İdare hem de kişiler açısından belli ve kesin olması anlamına gelir. Vergilerle ilgili kurallar ve işlemler, açık ve anlaşılır olduğu ölçüde keyfilik de önlenmiş olacaktır. Aniden ortaya çıkan, keyfilik taşıyan astronomik vergi artışları, vergi yükümlüsünün tüm planlarını, beklentilerini etkilediği gibi, Devlete olan güvenini de önemli ölçüde zedelemektedir.
NE YAPILABİLİR?
Emlak vergisi yükümlüleri söz konusu takdir kararlarının ilgili muhtarlık ve belediyelerde ilan tarihinden itibaren 30 gün içerisinde ilgili takdir komisyonu kararına karşı dava açılabilecektir. Emlak vergisine esas değerin belirlendiği takdir komisyonu kararları 30 Haziran 2025’de muhtarlıklara bildirilmiştir. 30 Temmuz tarihi adli tatil süresi içinde kaldığından, davalar adli tatil süresi bittikten sonraki 7 gün içinde de açılabilecektir. İdari Yargılama Usulü Kanununa göre adli tatil 20 Temmuz ila 31 Ağustos arasında uygulanmaktadır ve son günü adli tatile rastlayan davalar, 31 Ağustos'tan itibaren 7 gün içinde açılabilmektedir. Bu durumda son dava açma tarihi 07 Eylül 2025’dir.
KİMLER YARARLANACAK?
Belediyelerin tek başına yönlendirmesinin mümkün olmadığı takdir komisyonlarında emlak vergisine esas değerlerin abartılı şekilde bu kadar yüksek belirlenmesinin nedeni konunun en can alıcı noktasıdır. Başta büyükşehirler olmak üzere ülkedeki belediyelerin önemli bir kısmı muhalefet partilerindeyken, İktidarın bu konuda tepkisiz kalması ve sessizce beklemesi çok ilginçtir.
Şu anda 2026'da ödeyeceği emlak vergisi tutarlarını öğrenen vatandaşlar büyük bir şaşkınlık geçirmekte ve ciddi tepki göstermektedir. Eleştirilerin okları tabii ki emlak vergisini tahsil eden belediyelere yönelmektedir. Takdir komisyonu kararlarına karşı ilgili vergi mahkemelerine çok sayıda dava açılacağı açıktır.
Muhalefetteki belediyeleri oldukça yıpratacak bu sürecin sonunda 2026'da alınacak vergilerin tahsilatında da bir değişim olabilir mi? Acaba, 1986 yılında Turgut Özal’ın Başbakanlığı döneminde belediyelere bırakılan emlak vergisi, uygun koşulların sağlanmasıyla tekrar merkezi idareye alınabilir mi? Bekleyip göreceğiz!
***
Kendi geçiminden sorumlu çocuk işçiler!-Gözde Bedeloğlu-
***
Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 2024 yılı verilerine göre, nüfusun yüzde 25,5'i çocuklardan oluşurken, çocukların işgücüne katılım oranı ise yüzde 24,9’a yükseldi. Yani Türkiye’de her dört çocuktan biri çalışmak zorunda kalıyor. 15-17 yaş grubunda 3 milyon 894 bin çocuk bulunurken, çocuklardan 970 bini kayıtlı işçi olarak çalışıyor. Ayrıca 504 bin çocuk da mesleki eğitim merkezleri (MESEM) kapsamında çalıştırılıyor. Toplam çocuk işçi sayısı en az 1 milyon 474 bin. Kayıt dışı çalıştırılan çocuklar da dikkate alındığında sayının 3.5 milyona yaklaştığı belirtiliyor. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG) verilerine göre 2013-2024 dönemi ve 2025’in ilk beş ayında 770 çocuk iş cinayetlerinde hayatını kaybetti. Ölen çocuk işçilerin 261’i (yüzde 34) çalışması yasak olan 5-14 yaş arasında, 509’u (yüzde 66) da 15-17 yaş aralığında.
***
Çocuk işçi sayısındaki bu artışta ekonomik krizin etkili olduğu çok açık. Diğer yandan hükümet, ‘Aile Yılı’ kapsamında çiftlerin daha fazla çocuk sahibi olmasını teşvik ediyor. Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan nüfusun azalıp yaşlanmasından yakınıyor. Yoğun ‘aile diplomasisi’ ile meşgul Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş ise, doğurganlık hızının düşmesiyle yirmi yıl sonra askere gidecek genç bulamayacağımızdan endişeli. Pek çok konuda olduğu gibi iktidar endişelerinin sebebini ve çözümünü başka yerlerde arıyor. Geçen hafta iki asker susuzluktan öldü. Ceza olarak dört saat güneşin altında bekletildikleri söyleniyor. Yasaklanması gereken çocuk işçiliği sermayeye ‘can suyu’ olarak sunuluyor. Fakir ailelerin temel ihtiyaçlarını bile karşılayamadığı çocuklar güvencesiz ve tehlikeli işlerde çalışıyor.
***
12 yaşındaki Eyüp Can, Mersin Anamur’da çalıştığı bir dönerci dükkanında, sabaha karşı saat 4’te öldü. Yatağında, uykuda olması gereken bir çocuk, iddiaya göre, ‘yavaş çalıştığı’ için azarlandı ve kendisini kovalayan ustabaşıdan kaçarken yüksekten düştü. Vücudunda şüpheli kesici alet izlerine rastlandı. Baba İbrahim Can, Evrensel gazetesinden Eylem Nazlıer’e buz gibi gerçeği dümdüz anlatmış. “Şimdi soracaksınız bu çocuk bu yaşta neden çalışıyor. Emekliyim, hâlâ çalışıyorum. 16 bin 800 lira maaşla geçinilir mi? Kiraya 10 bin lira veriyorum. Eyüp de bunu görüyordu, okul masraflarını çıkarmak için çalışmak istedi.” Baba Can, başta karşı çıkmış, sonra oğlunu evden alıp eve bırakacakları için ikna olmuş. Eyüp, kendine üst baş alıp ailesine destek olunca mutlu oluyormuş.
***
12 yaşındaki bir çocuğun mutluluk tarifinde üst baş almak mı olmalıydı? Okulunu, derslerini düşüneceği yerde aile bütçesindeki asgari ‘yükünü’ nasıl hafifletirimin derdine mi düşmeliydi? Nerede bu devlet? Nerede Milli Eğitim Bakanı, nerede Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı? Milli eğitimin görevi sermayeye ucuz iş gücü mü sağlamaktır? Sosyal hizmetlerin görevi ülkenin asker açığını mı hesaplamaktır? TÜİK’in çocukların karıştığı güvenlik olaylarına dair 2024 verilerine göre suça sürüklenen çocuk sayısında artış var. Suça sürüklenme nedeni ile güvenlik birimlerine gelen veya getirilen çocukların yüzde 40,4’üne yaralama, yüzde 16,6’sına hırsızlık, yüzde 8,2’sine uyuşturucu veya uyarıcı madde kullanmak, satmak veya satın almak, yüzde 4,6’sına tehdit, yüzde 4,2’sine genel tehlike yaratan suçlar, yüzde 26’sına ise bu nedenlerin dışında kalan diğer suçlar isnat edilmiş.
Küçücük yaşta geçim derdine düşerek okulunu, derslerini bırakıp sanayide, tarlada, dükkanda çalışmak zorunda kalan çocuklar için, "Ne güzel hayata erkenden atılıyorlar, meslek öğreniyorlar" demek, ekonomik çöküşün nedenini gözden kaçırıp emek ve çocuk sömürüsüne apaçık destek vermektir. Bu ülke çocukları için ya işte ya sokakta, ya ölümle ya suçla burun buruna bir hayatı layık görmemeliydi.
/././
Hak-İş ve Türk-İş’in büyük satışı: Masa derdest edildi
Türk-İş ve Hak-İş, yüzbinlerce kamu işçisini masada terk etti. Kamu Çerçeve Protokolü’nde ekonomi yönetiminin işaret ettiği sefalet oranları basına kapalı imza töreniyle bağıtlandı. Konfederasyonların daha önce “Onurumuza hakaret” diye nitelediği oranlar için şimdi de “Tam olmasa da yeterli” denildi. Sefaleti reddeden işçiler ile kimi sendikalardan tepki yükseldi.
600 bini aşkın kamu işçisi ile neredeyse 3 milyon kişiye ulaşan aileleri, "hakaret" denilen zam oranlarına mahkûm edildi. Türk-İş ve Hak-İş, işçiyi sefalete terk etti. Protokolde 'çerçeve'yi Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek çizmiş oldu.
Türk-İş ve Hak-İş, dün Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı'nda Kamu Çerçeve Protokolü'ne imza attı. Kamu işçisine, skandal zam oranları reva görüldü. İşçileri temsil etmesi gereken konfederasyonlar, kendi taleplerine yaklaşamayan tekliflere grevsiz imza attı.
Kamu işçilerini ilgilendiren Kamu Çerçeve Protokolü'nde (KÇP) hükümeti temsil eden Türk Ağır Sanayii ve Hizmet Sektörü Kamu İşverenleri Sendikası (TÜHİS), AKP iktidarı ile Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek'in işaret ettiği talimatları uyguladı. Verilen tekliflerde görüşmelerin önemli kısmı Beştepe'de, Çalışma Bakanı Işıkhan'ın bir çoğuna katılmadığı toplantılarla yapıldı. Hak-İş, kamu işçisini terk etmeye hazırdı ancak Türk-İş'in içinde Konfederasyon'a baskı yapan kimi sendikalar, görüşmelerin eylemsiz sona ermesini reddediyordu. Her iki konfederasyon da işçiyi masada terk etti.

Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay imza törenine katılmazken törende Türk-İş Genel Başkan yardımcıları Ramazan Ağar, Eyüp Alemdar ve İrfan Kabaloğlu, Hak-İş Genel Başkan yardımcıları Devlet Sert ve Halil Çukutli yer aldı.
İmza altına alınan Protokol'e göre kamu işçileri, çoktan biten 2025'in ilk 6 ayı için yüzde 24, ikinci 6 ayı için yüzde 11 zam ve günlük 50 lira seyyanen zam alacak. Kamu işçileri için en düşük ücret yoksulluk sınırının yarısı bile etmeyen 42 bin TL olacak. İşçilere, 2026'nın ilk 6 ayı için yüzde 10, ikinci 6 ay için yüzde 6 zam yapılacak. Gerçekleşen-hedef enflasyon muammasının yer aldığı Protokol'e göre, ikinci, üçüncü ve dördüncü 6’şar aylık dönemlerde gerçekleşen enflasyon, teklif edilen zam oranını aşarsa bu fark sonraki dönemin ocak ayında ücretlere yansıtılacak. Enflasyona sabit ücretler, neredeyse zamsız olacak.
ANLAŞMA GAZETECİLERDEN ADETA KAÇIRILDI
Milyonları ilgilendiren imza sessiz sedasız imzalanırken gazetecilerin soru sormasına dahi fırsat verilmedi. Oranları imzalayanlar medyadan adeta kaçtı. Görüşmenin ardından yapılan basın açıklamasını takip etmek isteyen ANKA Haber Ajansı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına alınmadı. Hükümet ile Türk-İş ve Hak-İş arasında kamu toplu iş sözleşmesinde anlaşmaya varılıp imza atılmasının ardından Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nda yapılacak açıklama için salona giren ANKA Haber Ajansı kameramanı dışarı çıkarıldı. ANKA muhabirinin salona girme çabası ise "ANKA'yı almıyoruz" diyen görevli tarafından engellendi. Bakanlık görevlisi, TRT ile AA, İHA ve DHA ekiplerinin olduğu salondaki diğer görevlilere "ANKA içeride" diyerek kameramanın zorla çıkartılmasını sağladı. Gazetecilerin çalışma özgürlüğü engellenirken KÇP açıklamasına hazırlanan Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan ile Türk-İş ve Hak-İş heyetleri ile diğer gazeteciler yaşananları tepkisizce izledi. Salona ayrıca, ajanslar ile TRT dışındaki TV kanallarının kameralarının girişi de engellendi, basın açıklaması ise canlı yayınla değil, bant kaydı ile servis edildi.
***
DAYATILANLARI KABUL ETMEK ÇOK GÜÇ
Bülent Kılıççıoğlu - Petrol-İş Adana Şube Başkanı
Yapılan zammın tüm kamu kurumlarına eşit bir şekilde dağıldığını söylemek oldukça güç. Günlük brüt çıplak ücretin 1400 liraya çekilmesi yeterli olmayacak. Zaten hükümetten gelen gerçekleşen enflasyon oranında, yani yüzde 16-17 bandındaki zammın geri çekilip düşürülmesi işçi tarafından rağbet görmemişti. Tabii yukarıda ne oluyor bilmiyoruz. Türk-İş süreç boyunca dik durdu ama esas yukarıda olanı bilmek lazım. Nitekim altına imza atılan bu teklif bazı kesimleri mutlu etse de rahatlıkla söylenebilir ki çoğunluğu etmemiştir. Bu insanlar 7 aydır hiçbir zam almadan çalışıyor. Ellerine şimdi geçecek geriye dönük zam da eridi gitti. 1400 liranın neye ne kadar derman olabileceği de zaman içinde görülecek zaten. Geçen sene sözleşmeye imza mayıs ayında atılmıştı ve işçiler de bunu seçime bağlamışlardı. Şimdi de aynı düşünceye sahipler, ‘Seçim olmadığı için bizi aylarca oradan oraya sürüklediler, az teklif verdiler, bu kadar uzattılar’ diyorlar. Sözleşme sonrası ne olacak, herkes şapkasını önüne alıp düşünecek. Olan biten de elbette sahaya ve siyasete yansıyacak. Yansımaması mümkün değil. Yoksulluk sınırı 85 bin lira olmuş. Böyle bir ortamda dayatılan zamlar ortada, kabul etmesi mümkün değil. İnsanlar geçinemiyor. İktidarın karşısında yoksulluk sınırına yetişmeye, yoksul olmaya çabalayan koca bir halk var. Bu bir utanç.”
***
HATALARINI ÖRTBAS ETMEK İÇİN İŞÇİYİ KULLANDILAR
Hasan Atak - T. Harb-İş Eskişehir Şube Başkanı
Hep söyledik, asıl sorun ilk 6 aya teklif edilen değil, sonraki 6 aylık dönemler. Yüzde 16,67 oranındaki zam teklifinde bile emekçinin kaybı zaman içinde kümülatif olarak yüzde 60'a varıyor dedik, itiraz ettik. Yani teklifler en başından beri yeterli değildi. Sonra her ne olduysa başından beri yetersiz olan teklifin dahi çok gerisinde bir zam oranının altına imza atıldı. Çok açık ki bunlar grev yasağından etkilenip atılmış imzalar. İktidar, ne yazık ki grev yasağını ve Yüksek Hakem Kurulu'nu (YHK) bir tehdit unsuru olarak kullanıyor. 'Grevi yasaklayıp YHK'ye yollarız, oradan da zaten istediğimiz teklifi çıkartır imzalatırız' şeklinde süreç işletiyorlar.
Bu süreçte de çok açık ki ortada dönen bir oyun var. Gerçekleşen enflasyon yönündeki teklif geri çekildi, e hükümet verdiği teklifi geri çektiyse daha sert, daha güçlü eylem yapmak gerekmez mi? Ama öyle olmadı. O süreç basın açıklamalarıyla geçiştirildi. Sonra Bakanlık çıktı, 'Biz hiç böylesine bir teklif sunmadık, sendikalar çarpıttı' dedi. Şimdi iki taraftan biri mutlaka yalan söylüyor, bu açık. Bana öyle geliyor ki bu oyunu örtbas etmeye çalıştılar ve bu oyun ortaya çıkmasın diye bizim üyelerimiz, işçilerimiz kullanılmış oldu. Böylece yöneticiler kendi hatalarını, göğüs geremedikleri siyasi baskıyı hasıraltı etti. Olan bu, kabul etmek mümkün değil."
***
BirGün yazarı Prof. Dr. Aziz Çelik, hazırladığı tabloda imzalananın talepleri karşılama oranına yer verdi.ORANLAR İSTENENE YAKLAŞAMADI
Türk-İş ve Hak-İş, tekliflerini 27 Şubat'ta Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı'na sunmuş, teklif taslağında günlük en düşük ücretin 1800 liraya yükseltilmesi, bu artışın ardından ücretlere 2025'in ilk altı ayı için yüzde 50, diğer altı aylık dönemleri için ise yüzde 25 zam yapılması ve bunun üzerine yüzde 10 refah payı verilmesi talepleri yer almıştı.
TALEPLERİ KARŞILAMIYOR
AKP'nin imza altına alınan teklifi, taleplerin yanına yaklaşamadı. İmzalanan Protokol ise günlük taban ücretin 1400 TL olması, 1400 TL üzeri ücretlere 40 TL eklenmesi ve birinci 6 ay için yüzde 24 zam şeklinde oldu. İinci 6 ay için seyyanen 50 TL zam ve yüzde 11 artış önerildi. Maaş artışlarında vergi sonrası net oranları hesaplayan BirGün yazarı Prof. Dr. Aziz Çelik, hazırladığı tabloda imzalananın talepleri karşılama oranına yer verdi.
***
64 futbol sahalık turizm yağması -Mustafa Bildircin-
Madencilik faaliyeti için talan edilen, yangında küle dönen ormanlar, “turistik tesis” yapılması için de hedefte. AKP döneminde turistik tesis yapılması amacıyla faaliyet izni verilen orman alanları, 64 futbol sahası büyüklüğüne ulaştı.
Türkiye’nin birçok noktasında yaşanan orman yangınlarına müdahalede gösterilen zafiyet, binlerce hektar orman alanına küle çevirdi. Yangınlara etkili müdahale edilememesi, eğitimli ve donanımlı kadro eksikliği tartışmalarını bir kez daha gündeme taşırken gözler, AKP döneminde tahrip edilen orman alanlarının büyüklüğüne çevrildi. AKP iktidarında hemen her yıl on binlerce hektar orman alanı ormancılık dışı faaliyetlere açıldı. 2023’te 17 bin 733 olan ormancılık dışı faaliyetlere açılan orman alanı büyüklüğü, 2024’te 23 bin 53 hektara yükseldi.(32 HEKTARLIK ALAN) Ormanlar en çok, madencilik faaliyetleri için açılırken turistik tesisler için faaliyet izni verilen orman alanlarının büyüklüğü de dikkati çekti. Tarım ve Orman Bakanlığı’nın verilerine göre, AKP döneminde onlarca futbol sahası büyüklüğünde orman alanı, turistik tesis yapılması için kullanıma sunuldu. AKP iktidarı döneminde turistik tesis için ormancılık dışı faaliyet izni verilen orman alanlarının büyüklüğü kayıtlara, 32 hektar olarak yansıdı. Buna göre, toplam 64 futbol sahası büyüklüğüne karşın gelen 32 hektar orman alanına turistik tesis inşa edildiği bildirildi. Turistik tesis için faaliyet izni verilen orman alanlarının büyüklüğü, yıllara göre şöyle sıralandı: *2014: 15 hektar,*2015: 8 hektar,*2016: 7 hektar, *2017: 1 hektar, *2019: 1 hektar (TALANIN BİLANÇOSU) Turistik tesislerin yanı sıra, Türkiye’de her yıl binlerce hektar alan ormancılık dışı çok sayıda faaliyete açılıyor. AKP hükümetlerinde, ormancılık dışı faaliyet izni verilen orman alanlarının büyüklüğü, bazı yıllara göre şöyle gerçekleşiyor:
***Rusya ile Ukrayna arasındaki çatışmalar şiddetleniyor
Rusya ile Ukrayna arasında bir taraftan barış müzakereleri devam ederken, diğer taraftan çatışmalar şiddetleniyor. Rusya, Ukrayna'nın Herson kentine hava saldırıları düzenledi. Rus ordusu ayrıca Druzhkivka ve Kostiantynivka kentlerine de saldırı gerçekleştirdi. Ukrayna ise Rusya’daki bazı hedeflerin vurulduğunu duyurdu.
Rusya ile Ukrayna arasındaki savaşta, çatışmalar son günlerde şiddetlendi. İki ülke arasında barış müzakereleri düzenlenirken bir yandan da çatışmalar şiddetleniyor. Rusya Savunma Bakanlığı, Ukrayna'ya ait 112 insansız hava aracının (İHA) hava savunma sistemleri tarafından imha edildiğini bildirdi. Bakanlıktan yapılan açıklamada, Ukrayna’nın İHA’larla Rus topraklarına saldırı düzenlediği belirtildi. Dün yerel saatle 20.00’den bugün 04.40’a kadar toplam 112 İHA’nın hava savunma sistemlerince düşürüldüğü kaydedilen açıklamada, bu İHA’ların Rostov, Krasnodar, Voronej, Ryazan, Samara, Penza, Belgorod ve Lipetsk bölgeleri ile Azak Denizi, Karadeniz ve ilhak edilen Kırım üzerinde vurulduğu ifade edildi.(HERSON KENTİNE SALDIRI) Ukrayna'nın Herson Bölgesel Askeri Yönetimi, dün Rus ordusunun Herson kentine insansız hava araçları (İHA) ile saldırı düzenlediğini bildirdi. Yapılan açıklamada, saldırıda ölen ya da yaralanan olup olmadığına ilişkin bilgi verilmezken, yerleşim yerlerinde hasar meydana geldiği belirtildi. Ukrayna'nın Herson kentinde, Rusya'nın düzenlediği saldırı sonrası üç özel konut ile bir apartman binasında yangın çıktı. Öte yandan Ukrayna Acil Durumlar Servisi, bugün Herson kentinde Rusya tarafından düzenlenen hava saldırısında konutların hedef alındığı açıkladı.
(İKİ KENTE SALDIRILAR) Rusya, dün Ukrayna'nın doğusundaki Druzhkivka ve Kostiantynivka kentlerine saldırı düzenledi. Druzhkivka’da pazar yerine yapılan insansız hava aracı (İHA) saldırısında çıkan yangın, Ukraynalı acil servis ekipleri tarafından kontrol altına alındı. Saldırı sonucu birçok dükkânda hasar oluştu, bazı vatandaşlar yanan iş yerlerinden eşyalarını kurtarmaya çalıştı.
(UKRAYNA: DİZİ ÖNEMLİ TESİSE SALDIRILAR DÜZENLENDİ) Ukrayna Silahlı Kuvvetleri, dün Rusya’da orduya destek verdiğini öne sürdükleri bazı hedeflere yönelik saldırılar düzenlediklerini açıkladı. Ukrayna ordusu, Telegram üzerinden yaptığı açıklamada, Rusya’daki bazı hedeflerin vurulduğunu duyurdu. "Rusya'da bir dizi önemli tesise saldırılar düzenlendi" ifadesi kullanılan açıklamada, şunlar kaydedildi: "Ukrayna savunma kuvvetleri, devletimize karşı silahlı saldırıyı destekledikleri doğrulanmış Rus hedeflerini 2 Ağustos gecesinde başarıyla vurdu." Açıklamada, Rusya'nın iki gün önce Ukrayna'ya yönelik yoğun hava saldırısı düzenlediği hatırlatılarak "Bu saldırı, Ukrayna şehirlerinde sivillerin ölümüne ve yaralanmasına yol açan son terör saldırılarına verilen bir yanıttır" ifadesine yer verildi. Rusya’daki "Ryazan" ve "Novokuibyşevsk" petrol rafinerilerine saldırılar yapıldığı aktarılan açıklamada, Voronej bölgesindeki "Anna Nefteprodukt" yakıt ve madeni yağ tesisine de saldırı yapıldığı belirtildi. Rusya'nın Penza bölgesinde, telekomünikasyon sistemleri, kriptografik iletişim ekipmanları ve askeri teçhizat için baskılı devre kartları üreten "Penza Üretim Birliği Elektropribor" tesisine insansız hava araçları (İHA) saldırısı düzenlendiği bildirildi. Saldırıların; Ukrayna İnsansız Sistemler Kuvvetleri, Ukrayna Ordusu Özel Harekat Kuvvetleri ve Ukrayna Güvenlik Servisi (SBU) birimleri tarafından, Ukrayna Savunma Bakanlığı İstihbarat Ana Müdürlüğü (GUR) ile işbirliği içinde gerçekleştirildiği aktarıldı.
Hacettepe Üniversitesi Yangın Ekoloğu Çağatay Tavşanoğlu: Neoliberalizm ve Popülist Çevre Politikaları Yıkım Getiriyor.
Bu hafta BirGün Pazar sayfalarında orman yangınlarının yerel ve küresel politik sebeplerini, Hacettepe Üniversitesi'nden Yangın Ekoloğu Çağatay Tavşanoğlu ile konuştuk.
Türkiye ekolojisi bugün yangınların da gösterdiği kırılganlığa hangi politikalar, siyasal-ekonomik tercihler ile geldi, bu ısınan iklimin arkasında hangi dinamikler belirleyici oldu?
Türkiye’deki doğal alanlar üzerindeki insan baskısının geçtiğimiz on yıllar boyunca gün geçtikçe artmasının, biyolojik çeşitlilik açısından ılıman kuşak ülkeleri arasında eşsiz bir yerde bulunan ülkemiz ekosistemlerinin birçok afete ve iklim değişikliğine karşı daha kırılgan hale getirdiğini söyleyebiliriz. Bu süreç, elbette siyasetten bağımsız bir şekilde gerçekleşmedi ve iktidarların ekonomi ve doğal alan yönetim politikalarının bir sonucu olarak ortaya çıktı.
Ekonomi politikası neredeyse tamamen büyümeye odaklı olan diğer kapitalist devletlerde olduğu gibi Türkiye’de de ekoloji, ekonominin hep gerisinde kaldı. Bu doğrultuda siyasal sistem, ekonomi ile ekoloji arasında bir tercih yapması gerektiğinde, hemen hemen her zaman ekonomik odaklı politikalardan yana oldu. Nüfusu artışı ve buna bağlı tarım alanı gereksiniminin artması, kırsaldan kente göç ve sulak alanların tarım alanı açma ve sıtma ile mücadele için kurutulması, Türkiye’de geçtiğimiz yüzyılın en önemli doğal alan kayıplarının ana sebebi oldu.
Özellikle son yirmi yılda giderek hızlanan neoliberal ekonomi politikaları ile uyumlu olarak, doğal alanların ekonomik amaçlarla kullanımının önündeki yasal olarak bağlayıcı engellerin (yasa, yönetmelik vb.) sistematik olarak kaldırılması ile doğal alan tahribinin önünün açılmasına şahit olduk. Eskiden orman alanlarına maden açılması mümkün değilken ya da çok sayıda devlet kurumunun özel izinlerine tabi iken, bugün geldiğimiz noktada neredeyse milli parklar gibi koruma alanları da dahil olmak üzere madencilik faaliyetlerinin üzerindeki son engellerin de kaldırıldığı bir noktaya geldik. Çok eskiye gitmeden, on beş yıl öncesine kadar, doğal alanlarda yapılmaya çalışılan tahrip edici faaliyetlere karşı mahkemeler ve Danıştay sıklıkla yürütmeyi durdurma kararı verirken, değiştirilen yasalar nedeniyle bugün bu gibi durumlarda mahkemeler devlet ve özel şirketler lehine karar verir hale geldiler.
EKOLOJİK YIKIM POLİTİK TERCİH
Bu siyasal tercihler, doğal alan kaybını ve habitat parçalanmasını artırdığı için ekosistemleri de diğer etkilere karşı daha kırılgan hale getirmektedir. Konuya orman yangınları özelinde bakacak olursak, bugünkü büyüyen ve tahrip gücü artan yangınlarda da geçtiğimiz yüzyılın ekonomi odaklı politikalarının bir izi olduğunu görmekteyiz. Geçtiğimiz yüzyıldan günümüze kadar gelen süreçte, özünde çevreci diyebileceğimiz bir yaklaşım ile, ülkenin tahrip olmuş orman alanlarının yeniden ormanlaştırılması için yoğun çabalar sarf edilmiş, teknolojinin ve ilgili devlet kurumlarının kapasitesinin on yıllar içerisinde gelişmesi ve halkın da yoğun desteği ile, günümüzde ağaç barındırmayan hemen tüm alanların ağaçlandırılma girişimleri ile karşı karşıya kalınması durumuna kadar gelmiş durumdayız. Bu girişimlerin yalnızca Türkiye’de olmadığını ve dünya üzerinde birçok politikacı ve sivil toplum örgütünün de çayırların, çalılıkların ve savanların ağaçlandırılması için geniş ölçekli girişimlerde bulunduğunu da hatırlatmadan geçmeyeyim.
Bu nedenle, bizim coğrafyamızdaki bugünkü yeni yangın rejimlerini açıklamak için hem geçmişe hem de bugüne bakmamız gerekiyor. Yüz yıllık yangın önleme faaliyetleri, ağaçlandırma politikaları ve köyden kente göç sebebiyle yabanlaşan ve ormanlaşan alanların artışı sayesinde ormanlarda aşırı yanıcı madde yükü ortaya çıkmıştır ve bu durum günümüzdeki daha büyük yangınlara zemin hazırlamıştır. Günümüzde artan insan nüfusu insan kaynaklı yangınların artışına neden olmakta, buna eşlik eden iklim değişikliği ise kurak dönemin uzaması ve sıcak dalgalarının şiddetinin ve süresinin artması ile yangınlar çıktığında daha şiddetli ve büyük olmasına yol açmaktadır. Buradaki ana etkenlerden iklim değişikliği, küresel olarak büyüme eksenli ekonomik politikalardan vazgeçilmemesinin bir sonucu iken, yanıcı madde miktarındaki artış ise ormancılıktaki ekonomik getiri gerekçeleri ve sıklıkla yanlış bir ekolojik önyargıya dayanan, orman olmayan tüm alanların onarılması gereken bozulmuş alan olarak görülmesi nedeniyle yürütülen politikaların bir sonucudur.
Dolayısıyla, yürüttüğümüz ekonomi politikalarının, siyasi tercihlerin ve çarpık çevre koruma algısının bugünkü yangınların büyümesinde önemli rolleri vardır diyebilirim.
ORMAN POLİTİKALARI DEĞİŞMELİ
Her yaz artık insanlarımızın da canını alan bu yangınları yaratan ekolojik krize karşı ülke çapında nasıl politikalar geliştirilebilir, hangi talepler üzerinden mücadele edilebilir?
Geçtiğimiz yüzyılın bugünden bakıldığında açıkça yanlış olduğu görülen ormancılık politikalarından vazgeçmeden, iklim değişikliğini engellemek için karbon salımını düşürecek politikalar için çaba harcamadan ve giderek artan insan kaynaklı yangınlar için önleyici tedbirleri artırmadan felaketle sonuçlanan bu büyük yangınları azaltmak mümkün görünmemekte.
İklim değişikliğinin şekillendirmekte olduğu içinde bulunduğumuz yüzyılda, ormanlarda yanıcı madde yükünü artıran ağaçlandırma politikalarından vazgeçerek, doğal alanların sadece ormanlardan ibaret olmadığını anlamamız gerekiyor. Çalılık (makilik) ve çayırların (bozkırlar) da ormanlar kadar değerli karasal ekosistemler olduklarını kabul ederek politikalarımızı orman-makilik-çayır komplekslerini içeren peyzajları destekleme yönünde değiştirmek, yangınların büyümesinin ve tahrip edici etkisini peyzaj ölçeğinde azaltmanın bir yolu olarak öne çıkmaktadır. Ayrıca, modern yangın yönetim tekniklerinden olan yanıcı madde yükü azaltıcı faaliyetlerin de Türkiye’deki orman yönetim politikalarının vazgeçilmez bir parçası olması şarttır. Bu faaliyetler arasında, ormanlarda keçi gibi hayvanların otlamasına izin vermek, denetimli yangınlar çıkarmak ve mekanik olarak orman altı çalı ve dalların temizlenmesi yer almakta.
Türkiye ormanlarının hemen hemen tamamının devletin mülkiyetinde olması, orman yönetim politikalarının hızlıca değiştirilebilmesi için bir fırsat sunmaktadır. Bu doğrultuda, ormanların yönetiminden sorumlu Orman Genel Müdürlüğü’nün yeni yüzyılın koşullarına uygun ormancılık politikalarına geçme konusunda esnek olduğunu görmekteyiz ve yukarıda değinilen bazı faaliyetlerin kısmen de olsa Türkiye’de hayata geçmeye başladığını gözlemlemekteyiz. Ancak, bu sürecin yavaş ilerlemekte olduğunu ve halen denetimli yakma uygulamasının yaygınlaşması gibi bazı konularda kurumsal bir direnç olduğunu da belirteyim. Bununla birlikte, orman yangınları söz konusu olduğunda, doğanın hatalı gözlüklerin ardından görülmesinin bir sonucu olarak, halkın devlet kurumlarına yapmakta olduğu baskıyı da göz ardı etmemek gerekir. Türkiye’de bir devlet kurumunun, bilimsel olarak gerekli olsa bile, bir orman yangınını bilerek söndürmemesi gibi bir durumun, yaratacağı infial ve sosyal medya kaosunu tahmin edebiliriz. Hatta, yangına maruz kalan alanların ağaçlandırılması konusundaki halk baskısının, bazı durumlarda yerel orman işletme müdürlüklerinin bilimsel açıdan gerekli olmasa bile biyoçeşitliliğin ve birçok ekosistem hizmetinin kaybına yol açacak şekilde agresif ağaçlandırmalar yapmasını tetiklediğine de şahit olabilmekteyiz. Orman yangınları konusunda yetersiz ya da yüzeysel bilgiye sahip bilim insanlarının da ilgili kurumları yönlendirme ya da halkı bilinçlendirme potansiyeli sınırlı kalmaktadır. Bu doğrultuda, Türkiye’de orman yangınlarının iklim değişikliği koşulları altında yönetimi konusunda sivil toplum ve devlet kurumlarının, bilim çevrelerinin ve halkın modern bilimsel kuramlara dayanan bir aydınlanmaya gereksinimi olduğu da açıktır.
NEOLİBERALİZMİN ASTEROİT ETKİSİ
Sivil toplumun ve halkın mücadele odağında ise “sanal” ve “çarpık” ekoloji algısından kaynaklı mesnetsiz iddialar ileri sürmek ya da bunların peşinden gitmek yerine, daha gerçekçi ve doğru bilgiye dayanan bir eleştiri, izleme ve denetleme yer alması gerekir. Öncelikle, devletin yangın ve ormancılık politikalarını izlemek ve denetlemek için, orman yangınlarının bu coğrafyanın doğal bir parçası olduğunu ve hiçbir zaman bitmeyeceğini kabullenmek, iklim değişikliği ve geçmiş ormancılık politikaları nedeniyle yangınların giderek daha da artacağının farkında olmak ve yangınla mücadelenin birçok farklı tekniği ve eylemi bir arada içerdiğini bilmek gerekiyor. Yoksa, sivil toplum ve halk enerjisini yangın söndürme uçak ve helikopterlerinin sayısı ya da teröristlerin yaktığı ormanlar gibi ana konunun çok uzağında yer alan yüzeysel argümanları yaymaya harcar (bugün her yangın sezonunda rastladığımız gibi) ve hiçbir sonuca ulaşmayan kısır tartışmalar içerisinde günler geçer. Nihayetinde de gelecekteki yeni yangın sezonunda aynı tartışmaları yeniden yapmak üzere mevcut yangın sezonunu kapatırız.
Son söz olarak, ekolojik krizi yaratan neoliberal politikalardan çıkışın, insanlığın ve doğal ekosistemlerin sürdürülebilir geleceği için şart olduğunu söylemek gerekiyor. Büyüyen ve şiddetlenen orman yangınları bu krizin sadece bir parçası ve krizin diğer boyutları ile birlikte, milyonlarca yılda ortaya çıkmış biyoçeşitliliği geçmişteki bir asteroid çarpmasında olduğu kadar etkili bir şekilde yok etmek ve kendi medeniyetimizin sonunu getirmek üzere olduğumuz için, bir an önce harekete geçmemiz gerekiyor.
/././
Neoliberalizm gezegeni felakete sürüklüyor: İktidar rant için Türkiye’yi yakıyor
Bu hafta BirGün Pazar sayfalarında orman yangınlarının yerel ve küresel politik sebeplerini, Hacettepe Üniversitesinden Yangın Ekoloğu Çağatay Tavşanoğlu ile konuştuk. Akademisyen Ünal Başak, aşırı ısınma ve çoklu afet döneminde orman yangınlarının gerekçelerini yazdı, Ekolog Suzan Şönger ise küresel şirketlerin ekoloji politikalarının hem çevreye hem sömürü altındaki yoksul halka verdiği zararları açıkladı.
Son dönemde giderek şiddetlenen orman yangınları, iktidarın 23 senedir istikrarlı bir biçimde sürdürdüğü çevre-orman düşmanı rant politikalarının yanı sıra, gezegenin kapitalizm eliyle ısıtılarak yok oluşa sürüklediği gerçeğini de bir kez daha hatırlatmış oldu.
Dünya çapında küresel şirketler karbon yakalama, yeşil dönüşüm gibi göz boyamaktan başka bir işe yaramayan politikaların ardına sığınarak gezegeni ısıtmaya, felaketlere yol açan bir iklim değişikliğini tırmandırmaya devam ederken, Türkiye’de de daha fazla rant ve talan hırsı, turizm-maden şirketlerinin karı, kamu düşmanı politikalar orman yangınlarını şiddetlendirmenin yanı sıra, önlenebilmesini de imkansız hale getiriyor. Orman yangınlarıyla mücadele için ne yapısal ne de palyatif politikalar dikkate alınmazken, şov için ekolojiye hiçbir etkisi olmayan ağaç dikme görüntüleri servis edilirken iktidarın iş bilmezliği ve rant hırsına, ülkesi için canını ortaya koyan orman işçileri ve gönüllüler kurban ediliyor.
Bu hafta BirGün Pazar sayfalarında orman yangınlarının yerel ve küresel politik sebeplerini, Hacettepe Üniversitesinden Yangın Ekoloğu Çağatay Tavşanoğlu ile konuştuk.
Akademisyen Ünal Başak, aşırı ısınma ve çoklu afet döneminde orman yangınlarının gerekçelerini yazdı, Ekolog Suzan Şönger ise küresel şirketlerin ekoloji politikalarının hem çevreye hem sömürü altındaki yoksul halka verdiği zararları açıkladı.
***
ORMANLARIMIZI RANTÇI ŞİRKETLERİN ELİNDEN KURTARMALIYIZ
SOL Parti Ekoloji Çalışma Grubu, orman yangınlarının sebepleri ve mücadele için gerekli siyasal talepler üzerine geçtiğimiz dönemde bir rapor yayınladı. Bu raporda, Türkiye’de giderek artan orman yangınlarının yanı sıra gezegenin ısınmasında da hem neoliberal kapitalizmin yıkım politikalarına, hem de özel olarak AKP’nin rantçı icraatlarına vurgu yapılırken, istihdamdan ormanlaştırmaya kadar birçok başlıkta çeşitli siyasal taleplerde bulunuldu. Orman yangınları ile mücadele etmek, Türkiye’nin ve gezegenin ekolojisini güçlendirmek ve korumak için derlenen bu kapsamlı taleplerden öne çıkanları, BirGün Pazar okurlarına sunuyoruz.
■ Kızılçam ormanlarında sıklık ve aralama bakım kesimleri zamanında yapılmalı, özellikle yol kenarlarında yangın koruma şeritleri eklenmelidir. Bu bölgelerde kızılçam aralarına 300-400 metre arayla yangının gelişmesini engelleyici, mezarlık selvisi gibi ağaç dikimleri yapılmalıdır.
■ 6831 Sayılı Yasada yapılan değişiklikler geri alınmalı, ormanlar Turizm Teşvik Yasası kapsamından çıkarılmalı, Orman Genel Müdürlüğü yeniden ormanlar için yetkili kurum haline getirilmelidir.
■ Yangınlar sürerken popülist kaygılarla ağaç dikme kampanyalarına başlanmamalıdır.
■ Orman Genel Müdürlükleri ve Bakanlıkta görevli tüm çalışanları liyakat esasına göre iş güvenceli olarak istihdam edilmeli, sendikal hakkın demokratik şekilde kullanımı sağlanmalıdır.
■ Yangın söndürmede kullanılması gereken uçak ve helikopter eksikleri giderilmeli; araçların bakımı ve hazırlığı acilen yapılmalıdır.
■ Yangın sonrası yangın alanları korunmalıdır.
■ Alanda uzman bilim insanlarının, derneklerin görüşleri doğrultusunda; sermaye çıkarına göre değil, halkın ve doğanın yararına davranılmalıdır.
■ Evsiz kalan, geçim kaynakları yok olan halka kaynak ayrılmalıdır.
■ Yanan hayvanların tedavisi, korunması için gerekli önlemler derhal alınmalıdır.
■ Orman köylülerinin, yöre halkının, ormanların korunması ve geliştirilmesi için gerekenler yapılmalı; köylüler, halk, demokratik kitle örgütleri ve siyasi partiler sürece dahil edilmelidir.
■ 28 Temmuz’da çıkardığınız Turizm Teşvik Yasası derhal geri çekilmelidir.
■ Orman alanları üzerinde, yangın çıkmasında önemli payı olan yapılaşma baskısı, HES'ler, elektrik hatları gibi baskılar azaltılmalıdır.
■ Salt ekonomik nedenlerle endüstriyel ormanlar kurulmasından vazgeçilmeli, mevcut ormanların bakımları yapılarak yangına dayanıklı hale getirilmelidir.
■ İklim krizi ile mücadele için kömürlü elektrik santralleri inşa etmek gibi fosil yakıt merkezli enerji politikaları acilen terk edilmelidir. Yangın, sel gibi felaketlere karşı iklim adaleti esaslı politikalar geliştirilmeli ve uygulanmalıdır.
■ Yanan bölgeler turizm, maden, enerji şirketlerinin rant ve talanına açılmamalıdır.
***
ÇOKLU AFETLER DÖNEMİNDE ORMAN YANGINLARI -Ünal Başak/Akademisyen-
Orman yangınları söz konusu olduğunda yağma ve talan politikalarına kurban edilen doğanın yıkımını saklamak mümkün olmuyor. Alevler ve dumanlar arasında dakika dakika canlı izlenen felaketin büyüklüğü, bize suçluyu arama işini bırakmıyor, doğrudan gözler önüne seriyor.
Orman yangınlarını ihmaller, hazırlıksızlıklar ve yanlış bilgilerle dolu bir sarmalda tartışmaya çalıştığımız bu günlerde, yangınlarla ilişkili olaylar dizisi bizi bir kere daha çevre adaletini sorgulamaya itiyor.
Orman yangınlarının bu coğrafyada tarihsel ve ekolojik bir olgu olduğu biliniyor, öte yandan son yıllarda giderek sıklığının, etkilediği bölgenin ve şiddetinin arttığı ve sistem zafiyetleriyle beraber birer felakete dönüştüğü de ortada. Bu noktada ‘sıklık ve şiddet artışı’ yalnız orman yangınları için değil, ülkenin ardı ardına sınandığı diğer afet türlerinde de gözlemlenen bir durum. Bu durumun mevcut çağın yeni normali olduğunu söyleyenler de bulunuyor.
Neden daha sık, neden daha yaygın ve neden daha şiddetli sorusuna verilecek onlarca cevap arasından en çarpıcıları kentlerle ormanlar arasında kaybolan sınırlar, insan orman etkileşiminin artması, denetlenmeyen ve düzenlenmeyen elektrik hatları altyapıları, risk yönetimine dayanmayan afet politikaları oluyor.
Öte yandan, çevre adaletiyle iç içe bir diğer unsuru yani iklim adaletini ve iklim krizini de unutmamak gerekiyor. Daha sıcak, daha kuru ve daha uzun sıcak dönemleri getiren ve yağmacı enerji politikaları nedeniyle hızı kesilemeyen insan kaynaklı iklim krizi, orman yangınlarının felakete dönüşmesinde en belirgin nedenlerden biri. İklim değişikliği orman yangınlarını ilk başlatan neden olmasa da sıcak ve kuru hava rüzgarla birleştiğinde yangının hızını ve yayıldığı alanı artırıyor, aynı anda onlarca yangının görülmesine neden oluyor, bu bakımdan “yangına körükle gidiyor”.
İklim kriziyle beraber giderek daha fazla tartıştığımız konulardan biri ise, afetler söz konusu olduğunda birleşik olaylar veya zincirleme olaylar görülmesi. Yani birbirini tetikleyen, eş zamanlı ya da ardı ardına oluşan, peşi sıra aşırı hava olayları. Örneğin aşırı sıcak havanın ve kuraklığın ortaya çıkan yangınların şiddetini artırması, yangın sonucunda artan hava kirliliği, yangından sonra gelen sağanak yağışların toprağın tutma kapasitesinin yok olması nedeniyle ani sel ve heyelanlara dönüşmesi çarpıcı örnekler olarak karşımıza çıkıyor. Bu olayların peşi sıra ve birleşik etkileri bir araya geldiğinde, ekosistemler ve toplumlar üzerinde tekli afetlerin ayrı ayrı toplamlarından daha büyük bir yıkıma neden oluyor. Bu birleşik ve/veya zincirleme olay dizisinin mekanizmalarını ve olası etkilerini tüm çerçevesiyle anlamaktan henüz uzak olduğumuz bir gelecek bizi bekliyor.
Bir afetler sarmalında olduğumuz bugünlerde ve gelecekte hazırlıklı olmanın ne anlama geldiğini de yine çevre adaleti üzerinden sorgulamak gerekiyor. Çağın yeni normalini kabul etmek, yeni normale karşı bireyi ‘apansız’ afetlerin ‘çaresiz ve pasif’ bir nesnesi haline getirmek zorunda değil. Haftalardır orman yangınlarıyla mücadele için dört bir yandan yükselen sesler, bize yurttaşların bu çaresizlik rolünü kabul etmekten uzak olduğunu da gösteriyor. Orman yangınları söz konusu olduğunda yağma ve talan politikalarına kurban edilen doğanın yıkımını saklamak mümkün olmuyor. Alevler ve dumanlar arasında dakika dakika canlı izlenen felaketin büyüklüğü, bize suçluyu arama işini bırakmıyor, doğrudan gözler önüne seriyor.
Çoklu afetler, bütünleşik ve kapsamlı bir afet risk yönetim sistemi gerektiriyor. Artık orman yangınlarını yalnızca orman yangını olarak ele almak mümkün değil, bu yüzden doğayı ve yurttaşı merkeze alan politikalar olmaksızın mücadele etmek de mümkün olmuyor. Bugün ne yangınları önlemek ne de söndürmek konusunda başarılı olmayan ve haftalardır süren felakete tablosu, bundan ne kadar uzak olduğumuzun bir yansıması.
Tüm bu süreçlerde toplumun bilgi edinme hakkı ise yeni bir anlam buluyor. Afetlerden korunma ve mücadele noktasında en kritik uygulamalardan biri iyi çalışan, etkili uyarı sistemleri. Riskin etkili izlenmesi ve toplumun uyarılması için bir erken uyarı sistemi kurulması artık göz ardı edilemeyecek bir gereklilik, afet hazırlık çalışmalarının sıfır noktası oluyor.
Afet risk yönetiminin kamunun bir görevi olduğu aşikar, bu sorumluluk neoliberal politikalara kurban edildiğinde ortaya çıkan sonuç ise yangın örneğinde saklanamayacak kadar göz önünde. Birleşik veya zincirleme aşırı olaylar çağında, doğamızı ve dünyamızı korumak için örgütlü ve güçlü mücadeleyi sürdürmek, her canlı için çevre adaletini haykırmaya devam etmek gerekiyor.
/././
İklim krizi: Sorumlular belli, bedeli halklar ödüyor -Suzan Şönger - Ekolog-
Devletler ve çok uluslu şirketler, bu krize yapısal çözümler getirmek yerine, “karbon yakalama ve depolama” (CCS) gibi yöntemleri sübvansiyonlarla ayakta tutmaya çalışıyor. Kanadalı ekososyalist Ian Angus ise karbon yakalama istasyonlarının iddia edildiği gibi verimli olmadığını, hatta yakaladıkları karbon miktarından daha fazlasını çalışırken atmosfere salacaklarını söylüyor.
İklim krizi artık geleceğe dair bir tehdit veya bir komplo teorisi değil, bugünün ve dünyanın her bir yanının sert gerçeği. Salgın hastalıklar, her yıl mevsim normallerinin üstüne çıkan sıcaklıklar, artan doğal afetler, doğayı, tarımı ve sağlığı tehdit eden zararlı türler…
İklim krizinin boyutunu anlayabilmek için bilimsel verilere değil, günlük hayatımıza bakmamız yeterli hale geldi. Bu krizin sorumlusu kim, faturayı kim ne ile ödüyor?
FOSİL YAKITLAR
BBC’nin haberine göre, dünyanın en büyük enerji şirketlerinden biri olan ExxonMobil’in özel araştırma şirketi fosil yakıtların küresel ısınmaya sebep olacağını 70’li yıllarda ortaya koyduğu, fakat şirketin bu haberi gizlediği iddia ediliyor. Benzer biçimde petrol devi Shell’in ise 1991 yılında iklim değişikliğine yönelik raporlar hazırladığı biliniyor. Bu veriler, iklim krizinin “öngörülemez bir felaket” değil, sermaye tarafından yıllardır bilinen ama kâr uğruna gizlenen bir yıkım olduğunu gösteriyor.
KARBON YAKALAMA PROJELERİ
İklim krizinin başlıca nedeni olan karbon salımı, fosil yakıt kullanımıyla ortaya çıkıyor. Ancak devletler ve çok uluslu şirketler, bu krize yapısal çözümler getirmek yerine, “karbon yakalama ve depolama” (CCS) gibi yöntemleri sübvansiyonlarla ayakta tutmaya çalışıyor. Kanadalı ekososyalist Ian Angus1 ise karbon yakalama istasyonlarının iddia edildiği gibi verimli olmadığını, hatta yakaladıkları karbon miktarından daha fazlasını çalışırken atmosfere salacaklarını söylüyor.
Bir diğer karbon yakalama stratejisi olarak ağaçların ve diğer bitkilerin kullanımı ise başka soru işaretleri doğuruyor: ağaçların ekiminde ve bakımında harcanacak enerjinin oldukça yüksek olması, bu stratejinin suistimal edilmesi ve karbon yakalama bahanesi ile sermayenin ele geçirebileceği araziler. Afrika’da karbon yakalama bahanesiyle elde edilen tarım arazileri var olan gıda krizini daha da derinleştiriyor.
G20 ülkeleri, 2022 yılında fosil yakıt sübvansiyonlarına 1 trilyon dolardan fazla kaynak aktardı. Devletler, kamu bütçelerini kullanarak doğayı tahrip eden sektörleri ayakta tutuyor. Bu miktar, fosil yakıt endüstrisinin hâlâ ne kadar güçlü desteklendiğini ve karbon teknolojilerinin aslında bu endüstrinin ömrünü uzatmak için kullanıldığını açıkça ortaya koyuyor.
KİM KİRLETİYOR, KİM BEDEL ÖDÜYOR
İklim krizinin sorumluluğu açıkça belirli bir kesime ait: Dünyanın en zengin %1’lik nüfusunun karbon ayak izi, en yoksul %50’nin toplam karbon ayak izinin neredeyse iki katı. Hatta 36 fosil enerji devi tüm dünyanın karbon salınımının yarısından fazlasından sorumlu. Buna karşın, küresel ısınmanın etkilerini en sert şekilde yaşayanlar, tarihsel sorumluluğu neredeyse yok denecek kadar az olan küresel güney halkları.
Mozambik’te art arda gelen siklonlar, üç milyondan fazla insanı etkilerken; Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da “yeşil büyüme”, “net sıfır”, “karbon ticareti” gibi kavramlarla kriz bir tür sermaye fırsatına çevriliyor. Pakistan’daki 2022 sel felaketinde 33 milyon insan evinden olmasına rağmen; ülkenin toplam tarihsel karbon salınımındaki payı yalnızca %0,4. Bangladeş’te her yıl binlerce kişi, yükselen deniz seviyesi ve artan fırtınalar yüzünden yaşadığı yeri terk etmek zorunda kalıyor. Bu halklar, sermayenin ve devletlerin hırsının bedelini öderken, göz göre göre yaratılan bu felakette “iklim göçmeni” adı altında ötekileştiriliyor.
ZEHİRLENEN MAHALLELER
Küresel Güney’in yaşadığı felaketler kadar görünür olmayan ama aynı derecede yapısal bir başka gerçeklik de işçi sınıfının dünyanın dört bir yanında zehirli bölgelerde yaşamaya zorlanması. Türkiye’deki termik santrallerin çoğu işçi sınıfının yoğun yaşadığı bölgelerde yer alıyor. Dilovası’nda hava kirliliği, suya karışan kimyasallar ve endüstriyel atıklar nedeniyle kanser oranları ülke ve Avrupa ortalamasının çok üstüne çıkmış durumda. İzmit Körfezi’nde, kirlilikten dolayı balık popülasyonları yok oluyor. Bu tür bölgelerde çocukların astım oranı ve erken yaşta ölüm riski dramatik biçimde artarken, sermayenin yatırımları halka “kalkınma” olarak sunuluyor. Oysa bu kalkınma, işçilerin soluduğu havaya, içtiği suya ve çocuklarının geleceğine mal oluyor.
BİREYSEL ÖNLEM İLÜZYONU
İklim krizinin sorumluları bu kadar açıkken, yıllardır medya, şirketler ve bazı devlet kurumları krizi bireysel “tercihlere” indirgemeye çalışıyor. “Karbon ayak izi” terimi bile petrol devi BP’nin sorumluluğu topluma yüklemek amacıyla 2003 yılında hazırladığı bir reklam kampanyasına dayanıyor.
Bu yaklaşım yalnızca bir aldatmaca değil; aynı zamanda politik sorumluluğun üstünü örten bir araç. Karbon borsaları, çevreci etiketli ürünler ve “net sıfır” vaatleri, yalnızca çevreci bir göz boyama işlevi görüyor. Bu esnada dünyanın en zengin %1’i 2025 yılında kişi başına düşmesi gereken yıllık karbon bütçesinden paylarına düşeni yılın ilk 10 gününde tüketmiş durumda.
İklim krizi, yalnızca bilimsel ya da teknik bir mesele değil; kolektif mücadelemizi ve politik irademizi gerektiren yapısal bir sorun.Kâr üzerine kurulu bu sistem içinde iklim krizinden çıkmanın yolu, ancak bilimsel ve kolektif mücadeleden geçiyor.
1https://climateandcapitalism.com/2025/06/29/can-carbon-dioxide-removal-save-the-climate
100 TL’nin 75’i şirketlere aktı -Mustafa Bildircin-
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın 6 aylık harcamasının 4’te 3’ü elektrik şirketlerine ödendi. Ocak-Haziran döneminde toplam 15,2 milyar TL harcayan Bakanlığın, sokak aydınlatmaları için şirketlere 11,4 milyar TL aktardığı öğrenildi.
Elektrik dağıtımında özelleştirmenin yarattığı acı tabloyu ortaya koyan bir yeni veri daha açığa çıktı. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın 2025 yılının ilk yarısına yönelik açıkladığı veriler, çarpıcı tabloyu gözler önüne serdi. AKP iktidarlarında eğitimden sağlığa, ulaşımdan enerjiye kadar kritik çok sayıda alan sermayenin kucağına bırakıldı. Hoyrat özelleştirmelerden, elektrik dağıtım işi de payını altı. İktidar, 2013 yılında elektrik dağıtım işini tamamıyla özel sektöre devretti.(BÜTÇE ALTÜST) Elektrikte özelleştirmelerin ardından yurttaşlar fahiş faturalar ile karşı karşıya kalırken kamu bütçesi de altüst oldu. Elektrik dağıtım şirketleri, sokak ve caddelerin aydınlatılması karşılığında Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’ndan da fahiş ödemeler aldı. Bakanlığın 2025’in ilk yarısında imza attığı harcamaların detaylarının paylaşıldığı Mali Durum ve Beklentiler Raporu’na göre, elektrik dağıtım şirketlerine altı ayda aktarılan para, 10 milyar TL'yi aştı.(FATURA KABARIK) 2025 yılında Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na, 45 milyar 332 milyon 20 bin TL ödenek tahsis edildi. Bakanlığın toplam 45,3 milyar TL’lik bütçeden 2025’in ilk yarısında 15 milyar 252 milyon 138 bin TL harcadığı belirtildi. Toplam 15,2 milyar TL’lik harcamanın yüzde 75’inin, elektrik dağıtım şirketlerine, “Genel Aydınlatma Ödemesi” adı altında aktarılan paradan kaynaklandığı bildirildi. Buna göre, sokak ve caddelerin aydınlatılması karşılığında elektrik dağıtım şirketlerine bakanlık kasasından, altı ay için 11 milyar 455 milyon 416 bin TL aktarıldı.(ÇARPICI ARTIŞ) Yalnızca 2025’in ilk yarısı için 11,4 milyar TL aktarılan elektrik dağıtım şirketlerine 2021-2024 döneminde yapılan ödemeler ise yıllara göre şöyle sıralandı: *2021: 2 milyar 961 milyon 630 bin TL, *2022: 10 milyar 471 milyon 504 bin TL, *2023: 23 milyar 627 milyon 763 bin TL, *2024: 32 milyar 515 milyon 775 bin TL
Bir dağ, 423 proje, sınır tanımayan talan -İlayda SORKU -
Madencilerin hücum ettiği Kazdağları’nda son on yılda 423 maden ve enerji projesi için başvuru yapıldı. Her 3 maden projesinden 2’si onaylandı. Ülkenin en önemli ekosistemlerinden birisi olan Kazdağları’nın yüzde 79’u maden şirketlerine ruhsatlı halde
AKP iktidarının doğayı sermayeye açan politikaları, ülkenin oksijen deposu olarak nitelendirilen Kazdağları’nı son on yılda ağır bir tahribatla karşı karşıya bıraktı. Biyolojik çeşitliliği ve su varlıklarıyla Türkiye’nin en önemli ekosistemlerinden birisi olan Kazdağları’nın yüzde 79’u maden şirketlerine ruhsatlı halde. Bölgedeki orman ve tarım alanları, su kaynakları maden ile enerji projeleriyle kuşatılmış durumda.
Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın çevresel etki değerlendirme (ÇED) kararları, madencilik ve enerji projelerinin önünü açarken, Kazdağları yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya.
BİR ÖMRE BEDEL ON YILLIK TAHRİBAT
Son on yılda Kazdağları’nda maden ve enerji alanında toplam 423 projenin önü açıldı. Bunların yaklaşık yüzde 85’i ya detaylı bir incelenmeye tabi tutulmadan ya da ÇED olumlu kararıyla onaylandı. Bölgenin ekosistemi ve su havzaları hızla yok oluşa sürüklenirken CVK Truva, TÜMAD, EnerjiSA ve Koza gibi büyük şirketler en geniş ve en tartışmalı projelerin sahibi oldu, doğa talanıyla servetine servet kattı.
MADENCİLİKTE PATLAMA
Balıkesir’in Burhaniye, İvrindi, Balya, Havran ve Edremit ilçeleri ile Çanakkale’nin Ayvacık, Çan, Yenice ve Bayramiç ilçelerini kapsayan Kazdağları’nda 1 Ocak 2015’ten bu yana toplam 314 maden, petrol ve doğalgaz projesi için başvuru yapıldı:
• 209’una ÇED gerekli değildir,
• 27’sine ÇED olumlu,
• yalnızca 8’ine iptal kararı verildi.
Bu tablo, başvuru yapılan projelerin yaklaşık yüzde 75’inin herhangi bir ayrıntılı inceleme yapılmadan veya olumlu raporla ilerlediğini gösterdi.
Aynı dönemde bölgede 109 enerji projesi için başvuru yapıldı:
• 46’sına ÇED gerekli değildir,
• 38’ine ÇED olumlu,
• yalnızca 2’sine iptal kararı çıktı.
Enerji projelerinde de her 3 projeden 2’si herhangi bir engelle karşılaşmadan ilerledi.
***
ÇANAKKALE
Çan: 32 maden, petrol, doğalgaz ve 10 enerji olmak üzere toplam 42 proje.
Yenice: 43 maden, petrol, doğalgaz ve 5 enerji olmak üzere toplam 48 proje.
Ayvacık: 34 maden, petrol, doğalgaz ve 34 enerji olmak üzere toplam 68 proje.
Bayramiç: 46 maden, petrol, doğalgaz ve 16 enerji olmak üzere toplam 62 proje.
BALIKESİR
İvrindi: 51 maden, petrol, doğalgaz ve 12 enerji olmak üzere toplam 63 proje.
Balya: 66 maden, petrol, doğalgaz ve 13 enerji olmak üzere toplam 79 proje.
Edremit: 4 maden, petrol, doğalgaz ve 2 enerji olmak üzere toplam 6 proje.
Burhaniye: 8 maden, petrol, doğalgaz ve 7 enerji olmak üzere toplam 15 proje.
Havran: 30 maden, petrol, doğalgaz ve 10 enerji olmak üzere toplam 40 proje.
***
İktidarın sunduğu gündem büyük yıkımı saklıyor: Oyun Cumhur’un sahasına yıkılmalı -Yaşar Aydın-
Tüm ülke yangın yeri, herkes mutsuz, yorgun ve öfkeli. Buna rağmen memlekette sadece iktidarın dayattığı gündem konuşuluyor. Muhalefet kısır döngüyü aşmak için halkın gündemiyle buluşmak zorunda.
Binlerce yurttaş Artvin Şavşat’ta rejime karşı mücadele etme kararlılığını vurgulamıştı. (Fotoğraf: BirGün)Aylardır gündem bombardımanı altında yaşıyoruz. Her gün “İsrail saldıracak, Ortadoğu’da büyük oyun var, Türkiye yüzyılı başlıyor, yeni anayasa lazım, komisyon kuruldu kimler girdi kim girmedi, İmralı iyi Kandil kötü, CHP’ye kayyım atanacak mı, İBB’ye yeni operasyon ne zaman” gibi onlarca başlığı kucağımızda buluyoruz. Memleket gerçek anlamda yangın yeri ve ülkede bunlar konuşuluyor.
Son 100 yılın en kötü, en başarısız, en zalim, en emek ve doğa düşmanı iktidarının yönettiği bir ülkenin gündeminin yukarıdaki başlıklar olması akıl alır gibi değil. Bununla birlikte kabul edilmeli ki bu fotoğraf bir iktidar başarısıdır. Ama yine biliyoruz ki bu başarının mimarı tek başına Saray’da oturanlar da değil. Ülkeye istikamet biçen emperyal güçlerin iktidara çok fazla destek attıklarını Saray şürekası bile itiraf etmiş durumda. Öyle ya da böyle, siyaset ve ülkenin gündemi onların belirlediği başlıklar üzerinde dönüyor. Futbol terimiyle söylersek top bir türlü Erdoğan’ın sahasına geçmiyor.
TABLO ÇOK VAHİM
Memleketin hali ve ülke insanın konuştukları yukardaki başlıklardan çok farklı. Tek adam rejimi Trump’ın yarattığı konfor alanının keyfini sürerken, ülkenin yüzde 80’in canıyla boğuşuyor.
Eğitim, sağlık çökmüş durumda. LGS skandalı bile tek başına herhangi bir ülkede hükümet düşürür. Enflasyon durmuyor. İstanbul Temmuz ayında 12 ayın zirvesini yaşadı.
Tarımı öldürdüler. Buğday, fındık, çay, patates üreticisi hepsi birden “yandık” diye feryat ediyor. Aynı anda marketlerde incirin tanesi 25 liraya satılıyor. Çocuklar birçok meyvenin tadını bilmeden büyüyor.
İşçilerin elindeki tek silah olan grev Erdoğan’ın imzasıyla yasaklanıyor. İktidarın önerdiği rakamın kabul edilmesi için sendikalara baskı yapılıyor. Memurlara sadaka gibi toplu sözleşme öneriliyor.
Bir memleket düşünün çalışabilir durumda olan her üç kişiden biri işsiz olsun ve bu rakam 12 milyonu aşsın. Her doğa olayı afete dönüşüyor. Ormanlar yangınlarda yok ediliyor. Yangından kurtulan ağaçlar (zeytinlikler dahil) iktidarın rant iştahına kurban gidiyor.
Askerler ölüyor ve anne babaları nedenini bile öğrenemiyor. Çocuklarımızı kaybetmiş durumdayız. Son dört yılda suça sürüklenen çocukların oranı yüzde 80 arttı.
MAKAS DEĞİŞTİRMEK
Adaletten, yargının geldiği durumdan bahsetmiyoruz bile. Bu ağır tabloda iktidarın gündem belirlemesi Cumhurbaşkanı Erdoğan, bir yandan İBB dolayımlı operasyonlarla muhalefeti tek bir noktaya hapsederken diğer yandan Bahçeli ve Öcalan’ın desteği ile gündemi çözüm süreci üzerine yıkmaya devam ediyor. Anlaşılan o ki iktidar ortakları deyim yerindeyse işim suyunu çıkarana kadar bu çizgiyi sürdürecekler. Bu kurulan oyun ancak bir yolla bozulabilir. Halkın gündemi, talebi ve amacıyla siyasetin yolunu çakıştırmak.
CHP, haftada iki kez yaptığı halk buluşmalarıyla muhalefetin enerjisini bir yere kadar yukarıda tutmayı başardı. Ama artık CHP’li kurmaylar da yeterli olmadığının farkında ve yollar arıyor.
Muhalefet içinde SOL Parti’nin sürdürdüğü eğitim kampanyası ve Doğu Karadeniz’de iki yerde gerçekleştirdiği mitingler böyle bir arayış için yol gösterici nitelikte. Çok açık ki muhalefet iktidarın dayattığı gündemden değil memleketin acil sorunları üzerinden inşa edilen mücadele çizgiden ilerlemek durumunda.
YOL AYRIMINDAYSAK...
Yaklaşık bir aydır cumhuriyetin ikinci yüzyılında Türkiye’nin yeniden inşası üzerinden bir tartışma yürüyor. Trump ve sözcülerinin yaklaşımı ile, Bahçeli, Erdoğan ve Öcalan’ın değerlendirmeleri kuşkusuz tesadüf değil. Türkiye, içinde Erdoğan’ın yeniden seçilmesini de içeren Ortadoğu merkezli bir iktidar yönelimiyle karşı karşıya.
Bu durum görülmeden ve karşısına geçilmeden muhalefet etmek, başarıya ulaşmak imkânsız. Bir yandan memleketin gerçek meselelerinin çözümüne ilişkin mücadele yükseltirken diğer yandan da yeni bir cumhuriyet çağrısının at başı sürdürülmesi gerekiyor.
Gençlerin memlekete dair umudunu artıracak, kadınları cesaretlendirecek, üreticinin direncini yükseltecek, emekçiyi büyük bir cüretle öne çıkaracak bir muhalefet çizgisi ülke iklimini topyekûn değiştirecektir.
Halkın talepleri üzerinden kendini ifade ettiği her eylem iktidarın kâbusu oldu. Tek adam rejimin Aşil topuğu tam da burasıdır.
İşe siyaseti yukarıdan dizayn etmeye alışık, halktan korkan bu iktidarın gündemini yerle bir etmekle başlamak gerekiyor.
Faşizme Karşı Beleştepe!-Berkant Gültekin-
Aslında bildiğimiz Beleştepe’yi anlatan çok iyi bir slogan ya da kitap ismi olabilirdi. Stadın dışında bulunmasına rağmen eski İnönü’nün en meşhur tribünlerinden biriydi Beleştepe.
Deniz tarafının karşısında, yeni açık ile numaralının birleştiği yerin arkasına denk düşen bir noktada bulunan Beleştepe, çok konforlu şartlarda olmasa da, bir grup taraftarın bilet satın almadan futbol heyecanını yaşayabilmesine imkân verirdi.
Beleştepe küçük bir alandı belki ama endüstriyel futbola ve stadyumların mutenalaştırılmasına karşı özel bir anlam taşırdı. Halka ait olanı, kamusallığı simgelerdi. Paranın hükmünü yitirdiği bir ara bölge gibiydi. Stat yenilendikten sonra ise ne Beleştepe kaldı ne de çay-tost parasına tribün koltuğu…
Gelgelelim yazıya başlığını veren Beleştepe, bilinen hikâyenin değil bir yanlış anlaşılmanın, hem de oldukça trajikomik bir yanlış anlaşılmanın ürünü.
22 Şubat’ta HDK soruşturmasından tutuklanan gazeteci Ercüment Akdeniz’in ilk duruşması, önceki gün İstanbul 26. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü. 5 ayı aşkın süredir cezaevinde tutulan Akdeniz, böylece nihayet hakim karşısına çıkabildi.
Akdeniz savunmasının başında gözaltına alındığı güne dair ayrıntıları anlattı. 18 Şubat’ta erken saatte evinden çıktıktan sonra gözaltına alındığını, evinin basılacağı saate kadar sivil polis otosunda bekletildiğini söyledi. “Anahtarım var, kapıyı açayım” dese de kâr etmemiş; polisler levyeye davranmış.
Savunması boyunca hakkındaki suçlamaların ne kadar temelsiz olduğunu gözler önüne seren Akdeniz, iddianamenin garabetini ve ne denli ciddiyetten uzak yazıldığını anlatmak için geçmişte yaptığı telefon görüşmelerine ait dinleme kayıtlarından alıntılar yaptı. Daha doğrusu bunların iddianameye nasıl girdiğinden söz etti.
Savcının hazırlayıp mahkemenin kabul ettiği iddianamede öyle tuhaf detaylar vardı ki duruşmayı izlemek için gelenler bile mahkeme salonunun o kasvetli havasına rağmen kendilerini gülmekten alamadı.
Bunlardan belki de en “yok artık” dedirteni, “Faşizme Karşı Birleşik Cephe” kitabının iddianamede yer alan versiyonuydu. Komünist Bulgaristan’ın ilk başbakanı Georgi Dimitrov’un yazı ve konuşmalarından derlenen sosyalist düşüncenin bu kült kitabı, meğer iddianamede şu isimle yer alıyormuş: Faşizme Karşı Beleştepe!
“Acaba neymiş bu kitap” diye düşünülerek internette küçük bir tarama yapmaya bile gerek duyulmamış. Polis yazmış, savcı bakmış, mahkeme onaylamış. Dimitrov’un, Hitler ve Mussolini gibi diktatörleri durdurabilecek tek güç olarak tanımladığı sol, demokrat ve yurtsever güçlerin birleşik cephesi, olmuş size “beleştepe”… Demek ki yargının siyasallaşması, yargı üyelerinin siyasi literatüre hâkim olduğu anlamına gelmiyormuş!
Sadece bu değil, iddianamede bir yığın falso var. Örneğin bir diğeri, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin kısaltılmasıyla ilgili. Yine dinlenen konuşmalardan birinde SBKP’nin ismi geçmiş, bu kısaltma iddianameye ise şöyle aktarılmış: MLKP! İllegal örgüt dururken niye başka bir örgüt yazılsın, değil mi!
Akdeniz’in savunmasında da vurguladığı gibi iddianame adeta bir örgüt fobisiyle hazırlanmış. Savcı her “örgüt” kelimesini “terör örgütü”ne yormuş. Oysa iddianamede yer alan konuşmalarda bahsedilen örgüt, Akdeniz’in bir dönem genel başkanlığını da yaptığı Emek Partisi’nden başkası değil. Yasal, meşru ve seçimlere katılan bir siyasi parti yani. Ama maksat “örgüt-örgüt” diyerek algı oluşturmak tabii… Üstelik bunların tümü 10-12 yıl önceki konuşmalarda geçiyor.
Aslında iddianamenin en çürük tarafı, başlı başına kendisi. Akdeniz, HDK davasından tutuklu yargılanıyor ama HDK Eş Sözcüsü Meral Danış Beştaş, Meclis’te salı günü iş başı yapacak “süreç” komisyonunda DEM Parti adına görev yapacak milletvekillerinden biri. Kaldı ki resmi izinle gerçekleştirilen bir panele katılmak dışında Akdeniz’in HDK adına herhangi bir çalışma yapmışlığı da yok.
İşte bu tel tel dökülen iddianameyle Ercüment Akdeniz’in haksız tutukluluğu en az 3 ay daha uzatılarak dava 23 Ekim’e ertelendi. Karar, adli tatilde esas mahkeme başkanının yerine bakan, geçici mahkeme başkanı tarafından verildi.
Devlet sözcülerinin Öcalan’ı “kurucu önder” olarak nitelendirdiği, Meclis’e çağırıp konuşma yapmaya davet ettiği süreçte, bir gazetecinin hakkında hiçbir bir delil olmaksızın “terör” davasından aylarca hapiste tutulmasını hukuken anlamak bir yana siyaseten anlamak da zor. Belki gördüğü her mikrofona “Türkiye hukuk devletidir” diyen Adalet Bakanı’nın buna dair bir açıklaması vardır.
Ercüment Akdeniz’in yanı sıra gazeteciler Furkan Karabay ve Fatih Altaylı da hâlâ hukuksuz bir şekilde cezaevinde. İddianamesi kabul edilen Altaylı’nın davası 3 Ekim’de görülmeye başlanacak. Bu davanın da adresi 26. Ağır Ceza Mahkemesi… Ancak tutuklanması 5 dakika süren ve neredeyse 3 aydır cezaevinde olan Furkan’ın iddianamesi henüz yazılmış değil.
Eğer yazılabilirse, Furkan’ın iddianamesinin de nitelik bakımından Akdeniz’in iddianamesinden farklı olmayacağı kesin gibi. Çünkü AKP Türkiye’sinde mesele hukukun neyi gerektirdiği değil, siyasetin neye ihtiyacı olduğu ve strateji odalarında ne tür hesapların yapıldığıdır. Akla ziyan iddianamelerin türemesinin nedeni de tam olarak bu.
Bitirirken bir kez daha altını çizelim: Hukuk devletlerinde gazetecilerin yeri cezaevi koğuşları değildir. Gazeteciler cezaevindeyse, orası hukuk devleti değildir. Yazdıklarından ve söylediklerinden dolayı tutuklanan tüm gazeteciler serbest bırakılmalıdır.
Orman satarak mı yanarak mı biter?-Özgür Gürbüz-
İstanbul Havalimanı’nın yapımı için ÇED raporuna göre 2,5 milyon ağaç kesildi. Kuzey Ormanları Savunması bu rakamın taşocakları, Kuzey Marmara Otoyolu da hesaba katıldığında 13 milyonu bulduğunu söylemiş, 6 bin 500 hektar diye de belirtmişti. 2014, 2015 ve 2018’de tüm Türkiye’de yanan orman alanını miktarı her yıl için 6 bin hektarın altındaydı. İstanbul Havalimanı için kesilen ağaç sayısı o yıllarda yangınlarda kaybettiğimizden fazlaydı.
Yanan ormanlara üzülüyoruz, kahroluyoruz ancak yıktığımız ormanlarla aynı duygusal bağı kuramıyoruz. İnsanlar bu ilişkiyi kurabilseydi bugün İstanbul Havalimanı, önünde milyonların gözyaşları içinde ağıt yaktığı bir türbeye dönerdi. Yeşil bir mezarlık misali. Tam tersine, milyonlarca ağacın kesildiği bu havalimanı, yanından geçen otoyol, o yolu Anadolu’ya bağlayan üçüncü köprü birçok insana ‘icraat’ diye anlatıldı ve insanlar bu ‘icraatlara’ oy verdiler. Çağımızda ne gördüğümüz bize ne anlatıldığına bağlı.
MDF ve Yonga Levha Sanayicileri Derneği bir sunumunda mobilya ve ağaç satışıyla Türkiye’nin 6 milyar dolarlık ihracata ulaştığından bahsederek övünüyor. 2000 yılında 2 milyon metreküp olan üretim kapasitesi 7 kat artarak 15 milyona çıkmış. Üretim kapasitesi artıyorsa kesilen ağaç sayısı da artıyordur. Zaten, “Orman Genel Müdürlüğü’nün üretimini artırması mobilya ve ağaç sektörlerinin büyümesinin arkasındaki en büyük itici güçtür” diyorlar. Orman yangınlarıyla kaybın giderek arttığı ve iklim krizi nedeniyle de artmasının beklendiği bu dönemde ağaçları kesip ihraç etmek sizce de yanlış bir politika değil mi?
Prof. Dr. Doğanay Tolunay, 1984-2024 yılları arasında verilen izinlerle (maden, enerji ve turizm tesisleri gibi) 932 bin hektarlık orman alanının kaybedildiğini, 40 yıldaki izinlerin yarısının da 2021-2024 arasında verildiğini belirtmişti. Doğayı bir hiç, üstüne koyduğumuz her betonu yatırım gören anlayışı yıkmadıkça gerçekte ne kaybettiğimizi de anlayamayacağız.
Prof. Dr. Erdoğan Atmış da birkaç gün önce BirGün’deki yazısında bütçe kısıntısının orman yangınlarıyla mücadele gücünü nasıl azalttığını kalem kalem yazdı. Türkiye’nin bütçesini nerelere harcadığını hepimiz biliyoruz. Makam arabaları, ne işe yaradığı belli olmayan kurumlar, arpalıklar… Yangınla mücadele mevsimsel ve masraflı bir iş olsa da sorun kaynak sorunu değil; hepimiz bunun farkındayız. Hem gerekli önlemleri almak hem de yukarıda örneklerdeki yanlış olumlu algıyı kırmak zorundayız.
İklim değişikliğinin orman yangınlarının sayısını ve şiddetini artıracağını biliyoruz. 2050’ye kadar artış oranı yüzde 30’u bulabilir. Yılda 100 orman yangını görüyorsak 130’a çıkabilir. İklim krizi nedeniyle yanmaya daha hazır hale gelen ormanlarda yangın başlama olasılığı (ister ihmal ister kasıt) artıyor. İklim değişikliğini durdurmadan sadece uçak, arazöz veya orman işçisi alarak sorunu çözemeyiz çünkü durmaya niyeti olmayan ve devamlı hızlanan bir aracın önüne ne kadar engel koyacağımızı bilmiyoruz. Bugün yeterli olan yarın yetersiz olacak. Kömürden, petrolden ve gazdan vazgeçmezsek ormanlardan vazgeçmek zorunda kalacağız. Bu bağlantıyı görmezden gelerek sorunu çözemeyiz.
Orman yangınlarıyla mücadelede en az konuştuğumuz ama belki de en önemli konu ormanla kurduğumuz ilişki. Ormanların bu kadar risk altında olduğu bir dönemde insanı ormanı tüketmekten de vazgeçirmemiz gerekiyor. Orman manzaralı ev, ağaçların arasındaki turistik tesis, parka çevrilmiş ormanlık alan kavramları tarih olmalı. İnsan ormanda yerleşik oldukça elektrik kabloları, sigara izmaritleri, mangal külleri de ormanla tanışıyor. Madenler gibi sanayi tesislerine ormanda çalışma izni vermeyeceğimiz bir döneme girmeliyiz. Özellikle de ihracat amaçlı açılan madenler kırmızı listede olmalı. Endüstriyel hayatın bir parçası olmayı kabul etmiş de olsak gezegenin sınırları olduğu gerçeğini göz ardı ederek yaşayamayız. Kapitalizmin sınırsız tüketimi bizi yok oluşa götürüyor. Yanana üzülüp sattığımıza ve kestiğimize sevinecek bir durumumuz yok.
/././
BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder