Adrese teslim garantili tez hizmeti ve sahte diploma tsunamisi -Güneç Kıyak-
Kaç üniversitenin bilim üretecek uluslararası ölçekte laboratuvarı var, kaç bilim insanı yetişmiş, kaç patent alınmış? Teknolojide sınıfta kaldık, çünkü bilim üretemiyoruz. Bilim üretemiyoruz, çünkü eğitim sistemimizde sorun var.

Aşağıdaki yazı, 1 Aralık 2019'da yayınlanmış olup nasıl bir girdabın içine sürükleniyor olduğumuzun habercisi gibi. Bu nedenle yazının bir cümlesine bile dokunmadan tümünü ilginize sunuyorum.
Türkiye'nin küresel ölçekte rekabet edebilecek, katma değeri yüksek teknik ürün oluşturma, yeni ürün ve süreç tasarımı ile teknoloji geliştirme alanlarında hedeflediği başarıya ulaşamaması büyük hayal kırıklığı yaratıyor.
Tartışmalar, "nasıl yüksek teknolojiye sahip olabiliriz?" sorusuna odaklanmış durumda.
Popüler deyimiyle, nasıl milli marka yaratabiliriz?
Çeşitli çözümler mümkün: Satın alır ve onun üzerinden ilerlersiniz; yap-işlet-devret modeli başka bir seçenek. Ya da kendiniz üretirsiniz. Bu yaklaşımlar geçmişte de uzun uzadıya tartışıldı, görüldü ki ilk iki seçenek sorunu çözmüyor.
Küresel anlamda teknoloji üretmenin yolu Ar-Ge'den geçmekte; adı üzerinde "Araştırma ve Geliştirme".
İşin en zor tarafı ise "araştırma"; burada araştırma ile kastedilen bilimsel araştırmalar.
Günümüzde Ar-Ge, küresel rekabet ve pazar gereksinimleri tarafından tetiklense de, onun lokomotif gücü ve temel besin kaynağı tartışmasız bilimsel çalışmalardır. Bu çalışmaların çıktısı da bilimsel yayınlar.
Dünya genelinde, teknolojik olarak önde olan ülkelerin bilimsel yayınlarda da aynı sıralamayı koruduğu görülüyor. Bu alanda Çin, 426 bin ve ABD, 409 bin makale ile açık ara önde iki ülke. Sırasıyla Almanya, Japonya, Güney Kore gibi Ar-Ge üretimine büyük yatırımlar yapan ülkeler, bilimsel ve teknik makale sayısında da ilk 10’da yer alıyorlar.
Peki, bizde durum nedir? Bilimsel faaliyetler ve bilimsel çıktılarımız ne durumda?
Önce bilimin adresini belirlemeliyiz. Yanıt belli "üniversiteler".
Türkiye'de 200'ü aşkın üniversite bulunuyor, bunların 73'ü Vakıf Üniversitesi.
Birkaç üniversite (ama kesinlikle yüzde 5'in üzerine değil) dışında bilime katkı yapmayı ilk sıraya koyan bir üniversite bulursak kendimizi mutlu ve bahtiyar hissetmeliyiz. Bütçelerinden araştırmaya ne kadar para ayırmışlar, altyapıları ne durumda, araştırma laboratuvarları var mı?
İşte size ülkenin "bilim politikası", gerisini konuşmaya gerek yok sanırım.
Geçtiğimiz hafta bir araştırma-haber yayınlandı gazetelerde. Bilimsel araştırmaların temel kaynağı olan tezlerin özel bürolarda, içlerinde akademisyenlerin de olduğu ekipler tarafından intihalsiz ve geçme garantili olarak para karşılığı yazıldığı iddia ediliyordu. Bir büro, 300 ile 15,000 TL arasında bir para karşılığında yılda 300-400 tez yazdığını belirtiyor. Ortalama 5000 TL olsa, senede 2-3 milyon TL; görülüyor ki bir tez yazma sektörü oluşmuş durumda. Yalnızca tezler de değil, bilimsel makaleler ve hatta sıradan ödevler bile bu bürolarda yaptırılır olmuş.
Daha fazlasını aşağıdaki linkten okuyabilirsiniz.
Sözkonusu tezler, üniversitelerin araştırma alt yapısını oluşturan lisansüstü tezleri kapsıyor, içinde doktora tezleri de var. Bu fabrikasyon üretimi sahte tezlerle doktora derecesi alan, hemen anında bir öğretim üyesi oluveriyor.
Ve o da tez yaptırmaya başlıyor. Nerede ve nasıl diye artık sormayın!
Dahası YÖK, son bilgilendirme ile bir öğretim üyesinin tez danışmanlığı sayısını 14, proje danışmanlığını 16 olmak üzere 30'a çıkarmış. Sanayi işbirliği çerçevesinde bu sayı %50 artırılabilirmiş. Yani öğretim üyesi lisansta beş derse girecek, bu sayının içinde olarak ayrıca lisansüstü derslerini sürdürecek ve 10'larca tez yaptıracak ve dbilimsel makale üretecek. Ek ders olayını ise tümüyle geçiyorum.
Akademik kadroların oluşmasında bilimsel yetkinlikler temel kriterdi ama o da zamanla aşındı. Zamanı dolanlar, akademik ünvanlarına otomatik bir düzenle kavuştuğu bir düzlemde, üniversite hocalarının bilim üretmelerini isteyen bir sistem de pek kalmadı.
Bu arada hakkını verelim, YÖK zaman zaman üniversiteleri bilime katkı anlamında zorluyor. Ama sonuç yok.
CV'leri boş, ama akademik yönetime bir o kadar hevesli yöneticiler grubu ile ancak bu kadar oluyor diyebilirsiniz. Bu kadrolar bilimsel bir vizyona sahip olmadıkları alanlarda nasıl strateji üretir, nasıl karar verirler diye de sormayın, zaten veremiyorlar. Sonuç ortada.
Bir de "araştırma üniversitesi" olmamak gibi bir vizyon geliştirildi. "Bilim üretemeyen üniversitelerde, bilim üretemeyen kadroların yetiştirdiği mezunlar nasıl araştırma- geliştirme süreçlerinde yer alır" sorusu da genel resmin bir özeti gibi.
Kaç üniversitenin bilim üretecek uluslararası ölçekte laboratuvarı var, kaç bilim insanı yetişmiş, kaç patent alınmış?
Onlar da topu "temel eğitim"e atacaklardır: "Ne yapalım öğrenci bize bilgisiz, heyecansız, tüm merak duyguları törpülenmiş olarak geliyor".
Aslında haksız da değiller.
Temel eğitime gittiğinizde ise başka bir dünya karşılaşıyor sizi; yaz, yaz bitmez.
Eğitim sisteminin "sistem" kısmını zaten göremiyorsunuz. Sistem dediğimiz şey, tüm bileşenleri ile birlikte, bir amaca yönelik, birarada uyum içinde çalışır.
Bu sistemsiz sistemin tam merkezinden gelen birisi olarak, daha fazlasını yazmak içimden gelmiyor: Şimdilik!
Bu noktada sözü Barış Soydan'a bırakıyorum: 4 Ekim 2019 tarihli yazısında diyor ki:
"Türkiye teknolojide, katmadeğerde neden başarısız? Çünkü rezil bir eğitim sistemimiz var. Çünkü özgür düşüncenin olmadığı yerde yaratıcı fikirler zor çıkar. Biraz kafası çalışan yazılımcıların hepsi neden yurtdışına göç ediyor sanıyorsunuz? Sadece daha yüksek maaş için mi? Güldürmeyin."
Sonuç olarak teknolojide sınıfta kaldık, çünkü bilim üretemiyoruz.
Bilim üretemiyoruz, çünkü eğitim sistemimizde sorun var.
Eğitim sistemimizde sorun var ve herkes bunda hemfikir: Ne diyelim; en azından sorunun kaynağı konusunda hemfikiriz!
/././
E-imza soruşturmasında sanık sayısı 199’a yükseldi; kamu sistemlerine usulsüz erişim detayları ortaya çıktı

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülen sahte e-imza soruşturmasında sanık sayısı 199'a ulaştı. Şüphelilerin ZATR ve TÜRKTRUST gibi elektronik sertifika sağlayıcılar üzerinden aldığı e-imzaların çoğunda "yüz yüze kimlik tespiti yapılmıştır" onayı bulunduğu belirlendi. Soruşturma, kamu kurumlarına yönelik organize dijital sızmaları ortaya çıkardı.
Millî Eğitim Bakanlığı (MEB), YÖK, BTK, Göç İdaresi ve üniversite sistemlerine sızmalar olduğu ve sahte mezuniyet kayıtları, not değişiklikleri, sınav sonucu manipülasyonları ile kişisel veri ihlalleri gerçekleştirildiği belirtiliyor. Habertürk'te yer alan habere göre, sahte mezuniyet kayıtları Atatürk, Gazi, İnönü, Ege ve Yıldız Teknik üniversiteleri üzerinden oluşturuldu. Diploma numarası, not ortalaması ve mezuniyet tarihi eklenen kayıtların bir kısmı tek şablondan çoğaltıldı. Örneğin A.D.’nin düzenlediği belgede üç farklı şahsın adı yer aldı.
Aktarılan detaylara göre, usulsüz lise diplomaları da düzenlendi. A.S. adına çıkarılan sahte e-imza ile MEB sistemine girilerek A.Ş. (Hınıs Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi), S.A. (Açık Öğretim Lisesi), İ.C.(Cumhuriyet Anadolu Lisesi) ve M.Y. (Anafartalar Anadolu Lisesi) adına kayıt oluşturuldu. Kayıtlar 5 Kasım 2024’te silindi.
Bir diğer iddia da MEB sistemine yetkisiz erişimle Motorlu Taşıt Sürücü Kursiyerleri E-Sınav sonuçlarında başarısız notların başarılıya çevrilmesi. Bu şekilde 100’den fazla kişinin notunun değiştirildiği belirtiliyor.
Haberde aktarılana göre, “Nizam-ı Cedid Derneği” Genel Başkanı ve siyasetçi N.P., Atatürk Üniversitesi mezunuymuş gibi sisteme kaydedildi. Ancak yükseköğretim kaydı bulunmadı. Mezuniyet kaydı, Atatürk Üniversitesi Öğrenci İşleri Başkanı adına sahte e-imzayla oluşturuldu. YÖK, Perk’in sistemlerinde hiçbir kaydın olmadığını yazılı olarak bildirdi. Sorgulamalar, Nizam-ı Cedid Derneği’ne ait internet hattından yapıldı.
Belgelerin fiyatlarının 250 bin TL ile 2,5 milyon TL arasında değiştiği, bazı ödemelerin kripto para ile yapıldığı öğrenilirken, yazışmalarda “Hocam sistem aktif”, “Sorguda çıkıyor” ifadelerinin kullanıldığı görüldü.
Eylemlerin şahısların kendi GSM hatları üzerinden sisteme yaptıkları girişler, kamera kayıtları ve para transferleriyle delillendirildiği belirtiliyor. O şüphelilerden bazılarının iddia edilen eylemleri şöyle:
Z.K.: 38 farklı IP üzerinden kamu sistemlerine sızdı. Sahte diploma, not değişikliği ve kişisel veri temini eylemlerinde yer aldı.
G.C.G.: TUZEM Akademi üzerinden sahte e-imza ve diploma ağı kurdu, koordinasyon ve finans süreçlerinde rol aldı.
Z.K.: TUZEM Akademi’nin resmi sahibi. Sahte belgeler, kamera kayıtlarının silinmesi ve savunma hazırlıklarıyla bağlantılı.
H.E.: TÜRKTRUST Adana bayisinde 16 sahte e-imza başvurusuna onay verdi, ödemeleri şahsi hesaplarından yaptı.
M.Y.: 6 farklı sahte kimlik bilgisiyle e-imza başvurusu yaptı, TUZEM Akademi’de aktif rol aldı.
Y.Ö.: Üç farklı kamu görevlisi adına çıkarılan sahte e-imzaların ödemesini yaptı, 8 GSM hattı üzerinden örgütsel irtibat sağladı.
Y.B.: Sahte mezuniyet belgelerinde kendi vesikalık fotoğrafını kullandı, E-TUĞRA firmasıyla doğrudan temas kurdu.
İ.C.E.: Göç İdaresi’ne ait bir kamu görevlisinin adıyla sahte e-imza oluşturdu.
***
"Filistinlilerin yardıma ulaşma şekli, Açlık Oyunları filmini andırıyor. Hayatta kalma mücadelesi. Kim daha hızlı koşarsa, kim daha erken varırsa yardım alıyor. Bu yüzden çoğu zaman yardım alamayanlar çocuklar, kadınlar ve engelliler oluyor"

Gazze'de görev yaptığını söyleyen emekli Yarbay Tony Aguilar, yardım dağıtımında yaşananlardan dolayı 45 gün sonra istifa ettiğini açıkladı. Tanıkğına ilişkin olarak ifşaatta bulunan Aguilar, "Hamas propagandası değil, bizzat benim şahitliğim. Gazze’deki yardım dağıtımı Açlık Oyunları filmi gibi. İki ayrı olayda, birinde bir erkek birinde bir kadın, kucaklarında ölü çocuklarını taşıyordu. Bu çocuklar silahla vurularak ya da hastalıkla değil, açlıktan ölmüştü. Bunu kendi gözlerimle gördüm. Gazze’de bizzat şahit oldum” dedi.
Amerikalı Yarbay Aguilar, Gazze'de gördüklerinden sonra bir video çekerek neden istifa ettiğini anlattı. Serbesiyet'tin aktardığına göre, Aguilar, başta yaptığı işi 'asil bir görev' olarak gördüğünü bu yüzden kabul ettiğini ve Gazze'de açlıkla mücadele insanlara yardım edeceğini zannettiğini söyledi.
Aguilar, Filistinliler için yardıma ulaşmak için 'Açlık Oyunları'ndaki gibi mücadele vermek zorunda olduğunu söylerken, "Dağıtım noktalarındaki kalabalığı dağıtma yöntemi ise insanlara ateş etmek, biber gazı ve göz yaşartıcı gaz sıkmak, onlara kauçuk mermi atmak şeklinde. Bu sadece bir ya da iki kere olan bir şey değil. Her gün, her dağıtımda, her noktada oldu. Abartmıyorum. Bu Hamas propagandası değil, Gazze Sağlık Bakanlığı’nın söylediği bir şey değil. Benim gördüğüm şey" dedi.
"Bu yardımlar, açlığa çare değil; örgütlü bir ceza düzeninin sahaya indirgenmiş hâli"
Gazeteci Nihal Bengisu Karaca da HaberTürk'teki yazısında, Aguilar'in ifşasının sosyal medyada yankı bulmamasını eleştirirken, şu ifadeleri kullandı:
"Birleşmiş Milletler’in raporları, Dünya Gıda Programı’nın acil çağrıları ve yardım bölgelerinde oluşan mezar sessizliği bu tanıklığın arkasında birleşti. 900 bin çocuk akut açlıkla boğuşuyor; 70 bini ölüm çizgisinde. Fakat yardım araçları, koliler ya da çadırlar değil; hedefleme sistemleriyle donatılmış militer senaryolar sahaya iniyor. Kurşun paketleniyor, dağıtılıyor, kimi zaman babalarının omzuna oturmuş minik çocuk kafalarına atılıyor.
Ve hâlâ çocuklar, ellerinde tencerelerle yardım noktalarına gidiyor. Umdukları şey bir öğün sıcak yemek. Karşılaştıkları ise soğuk mermiler. Bu yardımlar, açlığa çare değil; örgütlü bir ceza düzeninin sahaya indirgenmiş hâli."
Yarbay'ın itirafları
Gazze’deki yardım dağıtımında 45 gün güvenlik görevlisi olarak çalışan ve şahit oldukları yüzünden istifa eden emekli Amerikalı Yarbay Tony Aguilari, Serbestiyet'tin aktardığına göre, açıklamasının tamamında şu ifadeleri kullandı:
“Bu hikâyeyi anlatmak ve ortaya çıkmak istememin sebebi siyasi değil. Sorun, yardımın dağıtılma şekli. Yardımın dağıtımı, Amerikan değerleriyle bağdaşır bir şekilde yapılmıyor.
Benim adım Tony Aguilar. Amerika Birleşik Devletleri Ordusu’nda görev yapmış emekli bir Yeşil Bereli Yarbayım. 25 yıl süren kariyerim boyunca Irak ve Afganistan’da muharebe görevlerinde ve birçok farklı operasyonel görevlendirmede bulundum. İsrail’de kaldığım 45 gün boyunca Gazze’de ciddi bir süre geçirdim. UG Solutions adlı şirketin, Gazze İnsani Yardım Vakfı’na bağlı güvenlik biriminin kontratı altında çalışıyordum. Bu işi asil bir amaç olarak gördüm. Gazze halkına yiyecek ulaştırmak iyi bir görev diye düşündüm. Bu yüzden kabul ettim ve göreve gittim.(https://www.dailymotion.com/video/x9o3es0)
"Filistinlilerin yardıma ulaşma şekli, Açlık Oyunları filmini andırıyor"
IDF (İsrail Savunma Kuvvetleri) bize, yani SRS ve UG’ye, hangi noktalardan yardım dağıtacağımızı, ne zaman dağıtacağımızı, ne kadar dağıtacağımızı, alanda ne kadar süre kalacağımızı, hangi tür yardımı vereceğimizi söyledi. Yardımın her aşamasını IDF yönetti ve kontrol etti.
İlk günden itibaren 1 Numaralı Dağıtım Noktası’nda tam bir kaos ve kargaşa hakimdi. Filistinlilerin yardıma ulaşma şekli, Açlık Oyunları filmini andırıyor. Hayatta kalma mücadelesi. Kim daha hızlı koşarsa, kim daha erken varırsa yardım alıyor. Bu yüzden çoğu zaman yardım alamayanlar çocuklar, kadınlar ve engelliler oluyor.
Dağıtım noktalarındaki kalabalığı dağıtma yöntemi ise insanlara ateş etmek, biber gazı ve göz yaşartıcı gaz sıkmak, onlara kauçuk mermi atmak şeklinde. Bu sadece bir ya da iki kere olan bir şey değil. Her gün, her dağıtımda, her noktada oldu. Abartmıyorum. Bu Hamas propagandası değil, Gazze Sağlık Bakanlığı’nın söylediği bir şey değil. Benim gördüğüm şey.
"Sanırım birini vurdun"
29 Mayıs’ta, 4 Numaralı Dağıtım Noktası’nda, bir sözleşmeli görevli kendi silahıyla kalabalığa ateş açtı. Ayaklarının dibine, kafalarının üzerinden ve doğrudan kalabalığın içine ateş etti. Bunu yaparken yaptığı şeyin eğlencesini çıkardı ve ‘Vuhuu!’ diye bağırdı. Yanımda duran başka bir görevli ‘Sanırım birini vurdun’ dedi. Ateş eden görevli ise ‘Aynen öyle, dostum’ diye karşılık verdi. Ben videoya çektim. Oradaydım, gördüm. Ateş edenin ‘Sanırım birini vurdun’ diye bahsettiği kişi, yere düşüp bir daha kalkmayan bir Filistinliydi. Benim tahminime göre o kişi öldü.
2 Haziran’da, güneydeki Refah’ta bulunan 1 Numaralı Dağıtım Noktası’nda, bir UG sözleşmelisi kalabalığın içine bir ses bombası attı. Ses bombasının metal parçası bir Filistinli kadının kafasına çarptı, kadın anında yere yığıldı, hareketsiz kaldı. Alanın liderliği talimat vererek kadının bir eşek arabasına yüklenip oradan uzaklaştırılmasını sağladı. Kadın ölmüştü. Bu olay o noktada yaşandı.
"O ölümler bizim üzerimizdedir Amerikalılar olarak, biz de bu işe ortak olduk"
28 Mayıs’ta UGS ve Safe Reach Solutions liderliğine 3 Numaralı Dağıtım Noktası’yla ilgili bir rapor sunduk. ‘Bu alan tehlikeli, önlem alınmazsa insanlar ölecek’ dedik. Ancak hiçbir değişiklik yapılmadı. Ve 16 Temmuz’da 20 kişi öldü. Çarşamba sabahı Han Yunus’taki gıda dağıtım alanında 20 Filistinli hayatını kaybetti. İnsanlar, yani insan canları, çiğnenerek öldü. Bu, bizim önleyebileceğimiz bir ölümdü. O ölümler bizim üzerimizdedir Amerikalılar olarak. Biz de bu işe ortak olduk.
Görev aldığım onlarca dağıtımda, hiçbir zaman tehdit hissetmedim, tehdit görmedim, bir silah görmedim. Tek gördüğümüz ateş, zaman zaman IDF’in bulunduğumuz konumlara açtığı ateşti.
Refah şehri tamamen yerle bir edilmiş durumda. Dağıtım alanlarının çevresinde sivil nüfus yok. İnsanlar 8 ila 12 kilometreyi tek yön yürüyerek geliyor. Araçları yok. Çoğunun ayakkabısı bile yok. Kötü kıyafetli, açlar, susuzlar. Yardım malzemeleri arasında su yok. Ve oraya varabilmek için aktif bir savaş alanının içinden yürümek zorundalar.
"Çocuklar silahla vurularak ya da hastalıkla değil, açlıktan ölmüştü"
İki ayrı olayda, birinde bir erkek birinde bir kadın, kucaklarında ölü çocuklarını taşıyordu. Bu çocuklar silahla vurularak ya da hastalıkla değil, açlıktan ölmüştü. Bunu kendi gözlerimle gördüm. Gazze’de bizzat şahit oldum.
Amerikalılar, açlıktan kıvranan bir halka yiyecek verilecekse, bu yiyeceği savaş alanının ortasına koyup, oraya yürümelerini sağlayıp, sonra onlara ateş açıp biber gazı ve ses bombası atmazlar. Bu Amerikan tarzı değil. Bu, Amerikan değerleriyle bağdaşmaz.
25 yıl boyunca hizmet ettikten sonra üniformamı çıkardım ama yeminimi bırakmadım. Benim yeminim Anayasa’ya ve bu ülkenin değerlerine. Ne bir başkana, ne bir kongreye, ne bir şirkete, sadece bu ülkeye. Ve bence çoğu Amerikalı da böyle düşünür.
Mevcut dağıtım şekli Gazze halkını doyurmuyor. Aslında, o kadar az yardım sağlanıyor ki, onları açlığa mahkûm ediyoruz. Şu anki sistem işe yaramıyor. Benim görevim, Amerikan halkının bunu bilmesini sağlamak. Çünkü bunun parası bizim vergilerimizden gidiyor.
14 Mayıs’ta işe alındım ve 21 Ağustos’a kadar sürecek bir kontrat imzaladım. 14 Haziran’a geldiğimizde artık rastgele ateş açıldığını, uygunsuz güç kullanıldığını, liderliğin görevini ihmal ettiğini defalarca görmüştüm. Her durumu liderliğe rapor ettim, çözüm önerileri sundum. Bu işin başarılı olması için elimden geleni yaptım. Ama liderlik hiçbir şey yapmayınca benim için kırmızı çizgi aşıldı. Ahlaki sınırım aşılmış oldu. Görevi bıraktım. Sözleşmemi feshettim ve eve döndüm.”
***
Stopaj, mevduata yüzde "17,5" ama hazine tahvillerinde yüzde "0"-Binhan Elif Yılmaz-
Enflasyon beklentileri düzelir, Hazinenin borçlanma maliyeti düşer ve istikrar sağlanırsa umarız bir gün sıra gelir dağılımında adaleti sağlayacak bir vergi politikasına gelir.

Gelir vergisinin konusunun kapsamında; ticari, zirai, mesleki kazançlar, ücretler, gayrimenkul/menkul sermaye iratları ile diğer kazanç/iratlar olarak bilinen 7 gelir unsuru yer alır. Hazinenin devlet tahvili, hazine bonosu gibi iç borçlanma araçlarının faizi de, kira sertifikalarının getirileri de, TL mevduat faizi de gelirin 7 gelir unsurundan biri olan menkul sermaye iradıdır.
GVK m. 75’te sahibinin ticari, zirai veya mesleki faaliyeti dışında nakdi sermaye veya para ile temsil edilen değerlerden oluşmuş sermaye dolayısıyla elde ettiği faiz, kâr payı, kira ve benzeri iratların menkul sermaye iradı olduğu hüküm altına alınmıştır.
Bu getiriler nedeniyle ödeme gücü ortaya çıktığı için de gelir vergisine tabi olmalıdır. Hatta ödeme gücüne göre vergileme ve bu çerçevede vergide adaletin sağlanması için getirisi az olanın az, getirisi fazla olanın fazla vergi ödemesi gerekir.
Ancak uygulama böyle olmuyor. Önce mevduat faizi nasıl vergilendiriliyor, onunla başlayalım, sonra da iç borçlanma araçlarının getirilerinin vergilendirilmesine bakalım:
Ekonomide kur ataklarının ve istikrarsızlıkların başlangıcı sayılabilecek 2018 yaz döneminde, dolarizasyonun önüne geçilmesi ve TL’ye güvenin sağlanması için o yıl Ağustos ayında TL mevduat faizine uygulanan stopaj oranı (menkul sermaye iradının vergilemesinde temel usul tevkifat bir başka deyişle stopaj yöntemidir) indirildi. Vadesiz ve 6 aya kadar (6 ay dahil) vadeli TL mevduat hesaplarında faiz gelirinden yüzde 15'lik gelir vergisi stopajı yüzde 5'e, 1 yıla kadar (1 yıl dahil) vadelilerde yüzde 12'den yüzde 3'e inerken, 1 yıldan uzun vadelilerde ise yüzde 10'dan yüzde 0'a indi. Ayrıca katılım bankalarının katılma hesapları karşılığı ödediği kâr paylarına vadesine göre uygulanacak stopaj oranları TL mevduattakiyle aynı oldu.
Stopaj oranındaki indirimler ile söz konusu tasarruf araçlarında dolaylı yoldan faiz geliri artarken, kur riskinin önüne geçilmesi beklendi. Ancak tam olarak beklendiği gibi olmadı.
2021 yılı sonbaharında başlayan para politikasının gevşetilmesi sürecinde ise TL'den kaçış başladı, dolarizasyon zirve yaptı. Liralaşma stratejisi kapsamında TL mevduat faiz gelirleri ve diğerlerinde indirimli stopaj oranları uygulanmaya devam etti. Bu arada hatırlarsanız KKM enstrümanı yaratıldı ve stopaj oranı "0" olarak ilan edildi.
2023 Haziran itibariyle “rasyonel” politikalara geçiş ve para politikasında sıkılaşma sonrasında enflasyonla mücadelenin başlamasının ve rezervlerin güçlenmesinin ardından 30 Nisan 2024 tarihli RG'de yayımlanan CB Kararıyla TL mevduat faizlerinde stopaj oranları arttırıldı. 31 Temmuz 2024'e kadar geçerli olacak şekilde TL mevduat faizleri ve katılım bankalarınca TL cinsi katılma hesabı karşılığı ödenen kâr paylarında; vadesiz ve ihbarlı hesaplar ile 6 aya kadar (6 ay dahil) vadeli hesaplarda yüzde 7,5, 1 yıla kadar (1 yıl dahil) vadeli hesaplarda yüzde 5, 1 yıldan uzun vadeli hesaplarda yüzde 2,5 oldu.
TL mevduat stopajında son düzenleme ise 9 Temmuz 2025 tarihli RG’de yayımlanan CB kararı ile yapıldı ve GVK geçici m. 67’deki stopaj oranları TL vadesiz ve ihbarlı hesaplar ile 6 aya kadar (6 ay dâhil) vadeli hesaplarda yüzde 17,5, 1 yıla kadar (1 yıl dâhil) vadeli hesaplarda yüzde 15 ve 1 yıldan uzun vadeli hesaplarda yüzde 10’a yükseltildi. Aynı vade ve oranlar, katılım bankaları tarafından katılma hesabı karşılığında ödenen kâr payları için de geçerli oldu.
TL mevduattaki stopaj oranı arttıkça söz konusu tasarruf araçlarında faiz getirisi de dolaylı yoldan azalmış oldu. Ancak GVK geçici m. 67’de son yıllarda değişmeyen gerçek, Hazine iç borçlanma araçlarının yani kısaca DİBS’lerin getirilerine uygulanan stopajın “0” olmasıydı.
Hazine’nin iç borçlanması, ülkenin siyasi sınırları içerisindeki bireyler, firmalar, bankalar, kamu kurumları, kurumsal tasarrufların fonlarının bir kısmının Hazineye aktarılması ya da devletin bu kesimin kaynaklarını kullanmasıdır.
Hazine’ce yurt içi piyasalarda ihraç edilen kamunun borçlanma araçları, kısaca DİBS olarak adlandırılan devlet iç borçlanma senetleridir. Vadesi 1 yıl ve daha uzun olan DİBS’lere Devlet Tahvili, vadeleri 1 hafta/aydan 1 yıla kadar değişen kısa vadeli DİBS’lere de Hazine Bonosu denir. Ayrıca varlık kiralama şirketlerince kendi nam ve sertifika sahiplerinin hesabına ve yararına, satın almak veya kiralamak suretiyle devralınan varlıkların finansmanını sağlamak amacıyla düzenlenen ve sahiplerinin bu varlıklardan elde edilen gelirlerden payları oranında hak sahibi olmalarını sağlayan menkul kıymetler de Kira Sertifikasıdır.
DİBS terimi de o nedenle; vade (kısa, uzun vade), para birimi (TL cinsi, döviz cinsi), endeks (enflasyona endeksli, dövize endeksli vb), faiz (sabit faiz, değişken faiz), sertifika yapısı, kupon ödemesi (kuponlu, kuponsuz) gibi kriterlere göre çeşitlenen tüm iç borçlanma araçları için bir üst başlık olarak kullanılır.
İç borçlanma ile ülke içinde bir kaynak transferi oluşur. Normal şartlarda ülke kaynaklarını arttıran ya da azaltan durum yok gibi ama fonların kullanıcıları değişmiş olur. Bütçeden, bu araçların faiz gelirini elde edenlere doğru bir transfer gerçekleşir.
En başta vergide adaletin sağlanması için ödeme gücüne göre vergileme gerek. Yani faiz, kâr payı gibi getiri elde edip ödeme gücü artanların vergi yükünün artması kadar normal bir durum yok.
Ancak Hazine’nin bu araçlarında stopaj “0”dı. En son 31 Temmuz 2025 tarihli RG’de yayımlanan CB kararıyla 1 Ağustos 2025 tarihinden itibaren iktisap edilen Devlet Tahvili, Hazine Bonosu ve Kira Sertifikalarından elde edilen gelirlere ilişkin yüzde “0” stopaj uygulaması, 31 Aralık 2025 tarihine kadar uzatıldı.
Alternatif tasarruf araçlarına oranla Hazine’nin DİBS’leri daha düşük vergilendirilince, Hazine tasarrufların kendisine yönlendirilmesi ve kendisine borç olarak verilmesi konusunda bir adım öne geçmiş durumda. Özellikle uzun vadeli borçlanmayı hedefleyerek de bütçeden ödenecek faizi enflasyonist ortamda azaltmak istiyor.
Hazine iç borç stoku ise 8 trilyon TL’ye yaklaştı. Dış borçlanma sınırlanınca iç borç stoku dört yıl içinde dörde katlandı.
Ancak sonuçta bütçedeki faiz yükü giderek artıyor. Bütçeden ilk 6 ayda 1,1 trilyon TL borç faiz ödemesi yapıldı. Borç faiz ödemelerinin yüzde 80’ini iç borç faiz ödemesi oluşturuyor.
Borç faizleri aracılığıyla devlete borç veren kesime bütçeden önemli miktarda kaynak transfer edildiği, böylelikle bütçe aracılığıyla belli bir kesime kaynak aktarma mekanizmasının çalıştığı anlaşılıyor.
Hazine Ağustos ayında 339,1 milyar TL iç borç ödemesi gerçekleştirecek ve bu tutarın 151,8 milyar TL’si iç borcun faiz ödemesi. Ayrıca bu 339,1 milyar TL’lik iç borç ödemesini gerçekleştirmek için Ağustos ayında 440,8 milyar TL iç borçlanma yapacak. Bunu da bir ay önce beyan ettiğinden farklı olarak, daha fazla sayıda ihaleyle ve döviz cinsi borçlanmaya başvurarak yapacak.
Devlete borç verenlerin getirileri üzerinde stopaj “0” iken, vergisini ödeyenler, özellikle yüzde 40’a varan oranlarda gelir vergisi ödeyen ücretliler için vergide adalet arayışı anlamını yitiriyor. Aynı getiri türünde farklı stopaj oranları, mükelleflerin vergi ödeme isteklerini azaltıcı etki yapar, ki mali tarihimiz bu örneklerle dolu.
Enflasyon beklentileri düzelir, Hazinenin borçlanma maliyeti düşer ve istikrar sağlanırsa umarız bir gün sıra gelir dağılımında adaleti sağlayacak bir vergi politikasına gelir.
/././
Ölmek sıradan; Sinem yaşatılamadı, Eyüp korunamadı!-Candan Yıldız-
Toplu ölümlerin (Kartalkaya vs.) normalleştiği bir coğrafyada yaşamak çok zor!

Son 24 saatte üç kadın, iki çocuk öldürüldü.
Failler yine erkekler…
Öldürülen kadınlardan biri kaptan, henüz 28 yaşında olan Sinem Topaloğlu.
Öldüren erkek Ali Eren Somuncu… Sosyal medyasına bakınca erkekliğin kara tonları üzerinde. Futbol ve motosiklet tutkunu. Verdiği pozlarla ‘güçlüyüm’ mesajı veren, gücünün temsilci olarak Sedat Peker’i seçen, silaha olan tutkusunu Yeşilçam replikleriyle anlatan bir erkek.
Denizcilik gibi zorlu bir dünyada kaptanlık yapan Sinem Topaloğlu’na pusu kuracak kadar korkak olmalı ki Ali Eren Somun, bu satılar yazıldığında hâlâ yakalanmamıştı. Zira kaçmış.
Sinem’in annesi diyor ki “Ben yandım, başka anneler yanmasın. Girer çıkar, onlar para öder yine çıkarır oğlunu.”
Bir annenin yüreğinden filtresiz dökülen bu cümleler milyonların duygusu. Çünkü adalet yok!
Mesela, 10 yıl önce boşandığı Şenay Öz'ü, kızının gözleri öldüren Ali Kapu, “sürekli hastalık” gerekçesiyle affedildi! Oysa ağırlaştırılmış müebbet cezası almıştı. Kapu, Şenay Öz’ü boynundan ve göğsünden vurduktan sonra silahın kabzasıyla darp edecek kadar erkekti!
Sinem de bu erkekliği sorgulayan bir genç kadındı. Mor Çatı’dan uzman bir psikoloğun şu sözlerini yoksa neden paylaşsın ki…
“Şiddetin nedeni erkeklerin öfke kontrolü sorununa, madde kullanımına, ruh sağlığı problemlerine indirgeniyor. Kadına yönelik şiddet kadınlar üzerinde güç kullanmak, kadınları kontrol etmek ve bir iktidar meselesidir. Erkekler kime şiddet uygulayacağını seçer. O nedenle kadın ve çocuklara yöneliyor. Şiddeti madde kullanımına, psikolojiye indirgemek meşrulaştırmak oluyor. Çünkü suç ve sorumluluk ortadan kalkar."
Sinem belli ki kadınlara yönelik şiddetin bir iktidar meselesi olduğunu bilecek kadar bilinçli. Bu yüzden uzaklaştırma kararı aldırmış. Eski polis Cemil Koç’un öldürdüğü Ayşe Tokyaz’ı paylaşmış.
Sinem’in paylaştığı insanlık tarifinde de “Hayvanları öldürmemek, ormanları yakmamak, kadınlara ve çocuklara zarar vermemek” vardı.
Ve bir gerçek ki öldürmenin, yakmanın, zarar vermenin faillerinin çoğu erkekler.
Trabzon Beşikdüzü’den Mersin Anamur’a gidelim. 12 yaşındaki bir çocuk da çalıştığı iş yerinden evine dönemedi.
Eyüp Can 12 yaşındaydı. Biyolojik babasından daha babalık yapan İbrahim Can ve anne Güllü Can’la konuştum.
Babasının arkadaşının döner/tantuni dükkanında 17-01.00 saatleri arasında çalışan Eyüp Can’ın nasıl öldüğü belirsiz.
Görüntülere göre Eyüp Can’ın arkasından terliklerini çıkararak koşan kişi Necmettin U… 24 yaşında olan bu genç de yaz sezonu nedeniyle Adana’dan Mersin’e iş bulduğu için gelmiş.
Yaz sezonu demek güvencesiz iş demek. Yevmiye usulü çalışmak demek. Bekar evlerinde kalmak demek.
24 yaşında bir genci Mersin’e sürükleyen güvencesizlik Eyüp Can’ın canına mal olmuş olabilir mi, henüz bilmiyoruz. Çünkü olay gecesi Eyüp Can’ın Necmettin U’dan kaçmasına neden olan olayı aydınlatılmadı.
Baba İbrahim Can’ın iddiasına göre, o gece Necmettin U., Eyüp Can’ın çalıştığı döner/tantuni dükkanına geliyor ve çay istiyor. Eyüp Can da o saatte çay olmadığını söyleyince “Sen benim yanımda çalışsaydın seni döverdim” diyor.
Belli ki senden küçük olanı dövmek meşru… Belki de öyle güçlü olduğunu hissetmek istiyor 24 yaşında güvencesiz çalışan bir genç.
Eyüp Can’ın tam olarak nasıl öldüğü belirsiz. Necmettin U’dan kaçarken sığındığı pasajda düştü de mi öldü, itildi de mi hayatını kaybetti, vücudundaki kesiklere ne neden oldu, hepsi kapsamlı adli tıp raporundan sonra netleşecek.
Zehra Marulyalı İlköğretim Okulu’nda öğrenci olan Eyüp Can için “Ortaokuldan sonra okutmayın bunu, meslekte çalışsın” diyen eğitimciler olmasaydı, ya da kendisi gibi 12 yaşında oto sanayide çalışan arkadaşlarının olduğunu görmeseydi, bunu normalleştirmeseydi ya da tekinsiz, çeteleşmenin cirit attığı mahallerde çocuklarını kontrol etmek için geçici işlerde çalışmasına izin veren aileler olmasaydı ya da ailelerin sosyo ekonomik durumu nöbetleşe olarak bir sonraki kuşağa aktarılmasaydı durum farklı olabilir miydi, evet…
Ama yine de anne Güllü Can’ın sözlerini aktarmak istiyorum. Çünkü bir çocuk öldüğünde sadece aileyi suçlamak kolay. Çocuk işçiliği parantezine alıp öyküyü duymak istememek konforlu…
“Ben Eyüp Can’ı ne zorluklarla büyüttüm. Gitme oğlum dedim. Oğlumun çalışmaya ihtiyacı yoktu. Ben de çalışıyordum. Ama çalışmak için bazen evden kaçıyordu, hatta bir gün onu sokak sokak aradım, gece 2’de geldi. Böyle olunca bari tanıdık birinin yanında çalışsın, gözümüz üstünde olur diye çalışmasına izin verdim. Ben oğlumun çalışmasını istemedim. Benim oğlum gitti, adaletin yerini bulmasını istiyorum.”
Sinem yaşatılamadı, Eyüp korunamadı…
Toplu ölümlerin (Kartalkaya vs) normalleştiği bir coğrafyada yaşamak çok zor!
/././
Filistin’i tanımak -Hasan Göğüş-
Eminim Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas da ülkesinin 150 devlet yerine bir tek ABD tarafından tanınmış olmasını tercih ederdi. Filistini kaç ülke tanırsa tanısın, sonunda İsrail’e dur diyecek tek bir ülke varsa o da Amerika

Bu İsrail hinoğluhin bir devlet. Neyi ne zaman yapacağını gayet iyi hesaplıyor. Geçtiğimiz 13 Haziran’da İran’a saldırarak başlattığı savaşla tüm Dünya’nın dikkatlerinin İran’a çevrilmesini sağladı. Ardından Süveyda’da dürzileri kullanarak Suriye’yi karıştırdı. Böylece uzun bir süre Gazze’de yapmakta olduğu soykırımı gözlerden kaçırarak unutturmayı başardı.
“Aç bırakarak ölüme terk etmek” savaş suçu
İsrail’in Gazze’de son iki senede 60 bin dolaylarında masum sivili katlettiği tahmin ediliyor. Korkarım öldürülenlerin gerçek sayısını öğrenmek hiçbir zaman mümkün olamayacak. Hayatlarını kaybedenlerin çoğu da kadın ve çocuk.
Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Netanyahu için geçen yıl çıkarttığı 21 Kasım tarihli tutuklama kararında, savaş suçu olarak isnat edilen suçlar arasında aç bırakarak ölüme terk etmek de var. Maalesef açlığın bir silah olarak kullanılması Gazze’de son günlerde vaka-i adiye haline geldi. Bugüne kadar İsrail’in ambargoları sonucunda açlıktan hayatlarını kaybedenlerin sayısı 89’u çocuk olmak üzere 159’a yükselmiş.Çocukların dramına sonunda Trump bile isyan etti. Ama ara sıra insan hakları savunucularının düzenlediği ambargoyu delme girişimlerinde kendi vatandaşları bulunmasa “medeni” diye nitelendirilen ülkelerden çıt çıkacağı yok.
Fransa ve İngiltere’nin Filistin’i tanımaları ne anlama geliyor?
Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un geçen hafta Filistin Devlet Başkanı Abbas’a hitaben kaleme alıp kamuoyu ile paylaştığı mektupta önümüzdeki eylül ayında Birleşmiş Milletler Genel Kurul Toplantısı için New York’a gittiğinde ülkesinin Filistin’i tam bir devlet olarak tanıyacağını açıkladı. Ardından da İngiltere’nin İşçi Parti’li Başbakanı Starmer, kendi milletvekillerinden gelen baskılara daha fazla dayanamadı, belirli koşullar ortaya koyarak Fransa’yı izleyeceğini söyledi.Filistin’i tanıyacak ülkeler arasında sırada Malta, Portekiz ve Kanada var. Filistin’in tanınması vesilesiyle İsrail’in Gazze’deki insanlık dışı uygulamaları bir nebze olsun yeniden kamuoyunun gündemine taşındı.
Cumhurbaşkanı Macron’un sözlerine ABD neredeyse İsrail’den daha sert tepki verdi. ABD Başkanı Trump, Macron’a cevaben, ”Çok iyi bir çocuktur, kendisini severim ama ne dediğinin hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur” sözleriyle adeta dalga geçti. İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Sa’ar ise sanki bir Dışişleri Bakanı değil de terör örgütü lideriymiş gibi Paris sokaklarını kana bulamakla açıktan tehdit etti.
Bir devletin tanınması uluslararası hukukta herhangi bir şekil şartına bağlanmış değil. Tanıma yazılı yapılabileceği gibi tek taraflı sözlü bir irade beyanı da yeterli olabiliyor. Türkiye 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin resmen dağılmasından bir hafta önce yaptığı bir açıklama ile Sovyet ardılı cumhuriyetlerin tümünü ayrım gözetmeden tanıdı.
Filistin’in Birleşmiş Milletler’deki statüsü
Filistin’in 2011 yılında Birleşmiş Milletler'e yaptığı üyelik başvurusu Güvenlik Konseyi’nden geçmedi. 2012 yılında BM Genel Kurulu’nda Filistin yönetiminin bu kez üye olmayan gözlemci devlet statüsü için yaptığı başvuru oylamayla kabul edildi. Filistin halen BM’nin gözlemci üyesi. Toplantılara katılabiliyor ancak oy hakkı yok.
Filistin bugün itibarıyla Birleşmiş Milletler’e üye 193 devletten, aralarında 11 Avrupa Birliği ülkesinin de yer aldığı 148 ülke tarafından tanınıyor. Fransa ve İngiltere’nin Filistin’i tanımasıyla bu sayı 150’ye çıkacak.
Peki Fransa’nın Filistin’i tanıması Gazze’de neyi değiştirecek? Bu soruyu rahmetli sefir-i kebirlerimizden Çoşkun Kırca’dan bir alıntıyla yanıtlayayım. Kıvrak zekâsı ve hazır cevaplığıyla bilinen Büyükelçi Çoşkun Kırca’nın BM Daimi Temsilcisi olarak görev yaptığı yıllarda, toplantıların birinde GKRY Temsilcisi BM kürsüsünden yaptığı bir konuşmada uzun uzun Türkiye’yi suçlayarak KKTC’nin tek bir ülke haricinde hiçbir devlet tarafından tanınmadığını söyler. Büyükelçi Kırca sataşma nedeniyle cevap hakkı için söz ister. Herkes çok da iyi bir hatip olan Büyükelçi Kırca’dan uzun bir konuşmayla Kıbrıs Temsilcisi'nin ağzının payını vermesini beklerken, Kırca tek bir cümleyle cevap verir:
"Her şey iyi hoş da KKTC’yi tanıyan o tek bir ülke Türkiye.”
Eminim Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas da ülkesinin 150 devlet yerine bir tek ABD tarafından tanınmış olmasını tercih ederdi. Filistini kaç ülke tanırsa tanısın, sonunda İsrail’e dur diyecek tek bir ülke varsa o da Amerika.
Türkiye’nin tepkisi
Maalesef Gazze’de yaşanan insanlık dışı vahşete tepki göstermek Türkiye’de bazı tarikatların kontrolündeki radikal İslamcı çevrelerin tekeline bırakılmış. Yandaş medya savunma sanayi alanında kaydedilen gelişmeleri öne çıkararak Hükümeti pohpohlamakla, muhalif kesim ise ana muhalefetin tutuklu Belediye Başkanlarını cezaevinden kurtarmakla meşgul.
Hükûmetin de saman alevi gibi parlayıp sönen öfkesi haricinde İsrail’e ciddi bir tepki gösterdiği yok.15-16 Temmuz tarihlerinde Bogota/Kolombiya’da İsrail’in soykırımına karşı çıkan ülkeleri bir araya getiren “Lahey Grubu” toplantısı sonunda ortaya çıkan eylem planını Türkiye’nin neden imzalamadığını anlamak zor. Dışişleri Bakanlığı gelen tepkiler üzerine vaziyeti kurtarmak için bir hafta içerisinde iki kez üst üste açıklama yapmak zorunda kaldı. Her ikisinde de serdedilen mazeretler inandırıcı değil. Gerekçelerden biri olarak öne sürüldüğü gibi, Türkiye esasen İsrail’e eylem planında kayıtlı önlemlerden daha ileri yaptırımlar uyguluyorsa, Bogota’da eylem planına imza atmakta ne sakınca vardı? Bir başka neden olarak dile getirilen Türkiye’nin taraf olmadığı BM Deniz Hukuku Sözleşmesi ilk defa karşımıza çıkmıyor. Ayrıca uluslararası hukukta sık sık atıfta bulunulan taraf olmadığımız çok sayıda başka anlaşmalar var. Çok taraflı diplomaside bu tür durumlarda pozisyonunuza halel getirmeden bir belgeyi imzalayabilmek için çekince koymak, yorum beyanı yapmak, ad-hoc imzalamak gibi türlü çeşitli yöntemler vardır.Dışişleri Bakanlığının üst yönetim kadrolarında hâlâ çok taraflı diplomasiyi çok iyi bilen diplomatlar var. Mutlaka yol gösterici telkinlerde bulunmuşlardır.
Filistin’i tanıyacağını açıklayan Fransa ve İngiltere, İsrail’in önde gelen silah tedarikçisi ülkeleri arasında. Fransa İsrail’in meşhur demir kubbesinin oluşturulmasında kullanılan bazı teknoloji ürünlerini, İngiltere de bombaları sivil halkın üzerine yağdıran F-35 savaş uçaklarının yedek parçalarını satıyor.
Filistin’i devlet olarak tanımazdan önce, İsrail’e silah satışlarını yasaklasalar daha iyi olmaz mı?
/././
Uçkuruna düşkün ABD Başkanı Trump ve Epstein skandalı-Mehmet Ali Çiçekdağ-
Cinsel ilişki nedir, ne değildir? Devletin derinliklerinde bir Epstein gizemi. Hakkındaki her türlü suçlamayı savuşturan kısmetli ve teflon kaplı Trump bu kez Epstein zokasını yutar mı? Epstein olayının farkı: Çocuk istismarı. Bazen en güçlü delil kimsenin konuşmamasıdır. Bir sıçrarsın çekirge, iki sıçrarsın çekirge...
ABD Başkanlarının seks skandalları
Amerikan siyasi hayatı seks skandallarına hiç de yabancı değildir. Ben ABD'de yaşarken kamuoyunun ve medyanın ABD Başkanı Bill Clinton'la Monica Lewinsky arasındaki cinsel ilişkinin boyutlarını, neyin cinsel ilişki sayılıp neyin sayılmayacağını uzun süre tartışmasından sıkıldığımı hatırlıyorum.
Clinton çoğu evli erkek gibi eşi Hillary'den korktuğu için yalan söyledi. Ancak bunu Senato komitesi önündeki yeminli ifadesi sırasında yaptığı için başı belaya girdi ve hakkında Temsilciler Meclisi tarafından azil işlemi başlatıldı. Senato'daki Demokrat çoğunluk sayesinde kovulmaktan paçayı kurtardı.
Tabii daha önceki nesillerin zamanında işlerin daha gizli yapıldığını, örneğin basının Jack ve Robert Kennedy kardeşlerin Marilyn Monroe ile olan maceralarını görmezden geldiğini biliyoruz. Franklin Roosevelt'in eşi Eleanor Roosevelt'in lezbiyen olduğu ve 19. yüzyıl başkanlarından James Buchanan'ın Başkan yardımcısı William Rufus King ile eşcinsel bir beraberlik yaşadığı da bilinen ama fazla dillendirilmeyen gerçeklerdir.
Donald Trump'ın herhalde Kennedy'nin yanı sıra en uçkuruna düşkün ABD başkanı olduğu şüphe götürmez. Başkanlığı döneminde en az 25 kadın onu cinsel tecavüz ve tacizle suçladı.
Seçim kampanyası fonlarını beraber olduğu seks işçisi Stormy Daniels'e sus payı vermek için kullandı ve bu arada çok sayıda yasayı çiğnedi. Kamuoyu kadının TV'de yayınlanan ifadelerinden Trump'ın cinsel organının değişik şeklini ve neye benzediğini öğrenmek zorunda kaldı.
New York Eyalet Mahkemesi Donald Trump'ı tam 34 evrakta sahtecilik suçundan suçlu bulup mahkum etti. Bunların arasında Stormy Daniels'e verilen 130 bin dolar sus payının gizlenmesi de vardı. Kısmetli ve teflonla kaplanmış Trump'ın ikinci kez başkan seçilmesi üzerine davaların çoğu düştü.
Stormy Daniels
Jeffrey Epstein kimdir?
Jeffrey Epstein Amerikalı bir finansör, iş insanı ve suçlu bir mahkum olarak tanınan bir figürdür. 1953 yılında New York’ta doğan Epstein Wall Street’te bir yatırımcıydı, ancak hayatındaki zengin iş insanları, ünlüler, politikacılar ve diğer elitlerle kurduğu güçlü bağlantılarla tanınıyordu.
Başta New York ve Florida olmak üzere lüks mülkleri ve adasındaki partilerle ünlendi. En bilinen mülklerinden biri Florida’daki Palm Beach'teki büyük malikanesiydi. Epstein aynı zamanda kendi finansal şirketini kurarak zenginlere yatırım danışmanlığı yaptı. Bunun yanı sıra Princeton, Harvard gibi üniversitelerde de bağışçılarla ilişkiler geliştirdi ve genellikle elitlerin bulunduğu davetlerde boy gösterdi.
Jeffrey Epstein en küçüğü 14 olmak üzere 18 yaş altındaki onlarca kız çocuğuna cinsel istismarda bulunmak ve fuhuş ağı oluşturmak suçlamasıyla yargılandı.
Açıklanan Epstein dava dosyalarında aralarında Prens Andrew, eski ABD başkanları Bill Clinton ve Donald Trump, eski İsrail Başbakanı Ehud Barak, eski ABD Başkan Yardımcısı Al Gore, aktör Kevin Spacey, şarkıcı Michael Jackson, illüzyonist David Copperfield, avukat Alan Dershowitz ve eski New Mexico Valisi Bill Richardson gibi ünlü isimler yer almıştı.
2005 yılında polis Florida’da bir küçük kızın Epstein tarafından cinsel saldırıya uğradığı iddiası üzerine soruşturma başlattı. Bu dava sonunda Epstein’in 2008’de reşit olmayan bir kızı fuhuşa zorlamak suçundan suçlu bulunmasına yol açtı. Epstein o dönem Florida'da sadece 13 ay hapis cezası aldı. Ancak cezayı çok rahat bir şekilde geçirdi ve şartlı tahliye altında serbest kaldı. Bu kamuoyunda büyük bir öfke uyandırdı, çünkü Epstein’in cezası yaptığı suçların büyüklüğüyle orantısızdı.
Epstein’in suçları 2019’da FBI tarafından yeniden ele alınarak uluslararası boyuta taşındı. Epstein New Jersey’de tekrar tutuklandı ve bu sefer daha ciddi suçlamalarla karşı karşıya kaldı. Bu suçlamalar, reşit olmayan kızlara cinsel istismarda bulunma, onları zengin ve ünlü iş insanları ve politikacıların bulunduğu seks partilerine katılmaya zorlamak gibi bir dizi ciddi suçlamayı içeriyordu.
10 Ağustos 2019'da Epstein New York'taki Metropolitan Cezaevi'nde hücresinde ölü bulundu. Resmi açıklamalara göre intihar ettiği iddia edildi, ancak bu durum birçokları tarafından şüpheyle karşılandı. Birçok kişi ölümünün onu susturmak isteyen yüksek düzeydeki kişiler tarafından organize edilmiş olabileceğini iddia etti.
Geçen hafta CNN'de Senato Adli İşler Komitesi başkanı Dick Durbin Epstein'in ölü bulunduğu gece hapishanedeki video kayıtlarının bir kısmının gizemli bir şekilde karartıldığını söyledi.
2019 yılında ABD'nin Başkanı yine Trump'tı.
Trump: Epstein de kim? Hiç tanımam kendisini
Trump ve Epstein'ın geçmişte sosyal çevreleri nedeniyle kesişen yolları olduğu biliniyor. 1990'larda ve 2000'lerin başında aynı sosyal çevrede dolaşan ikilinin fotoğrafları ve Trump'ın Epstein hakkındaki eski övgü dolu sözleri şimdi muhaliflerinin elinde koz haline geldi. Trump Epstein'ın suçları ortaya çıktıktan sonra onunla bağlarını kopardığını ve hatta onu korkunç bir adam olarak nitelendirdiğini söyleyerek kendini savundu.
2002'de Trump New York Magazine'de Epstein hakkında yayımlanan yazıda Epstein'i "harika bir adam" olarak tanımladı ve kendisini 15 yıldır tanıdığını söyledi.
ABD basınında o döneme ait incelenen uçuş kayıtlarına göre Trump'ın Palm Beach ile New York arasında Epstein'a ait jetlerle en az yedi kez uçtuğu bildirildi.
Epstein 1987-2007 yılları arasında Victoria's Secret'ın kurucusu Yahudi milyarder Leslie Wexner'ın muhasebe işlerini yönetmişti. Victoria Secret mankenlerinin Epstein'in partilerinde sık sık boy gösterdiği bilinirdi.
Trump ve Yurtiçi Güvenlik Bakanı Kristi Noem
Trump'ın Epstein'e doğum günü mektubu gönderdiği iddiası
"Jeffrey Epstein'ın arkadaşları 50. doğum günü albümü için ona müstehcen mektuplar gönderdi. Bunlardan biri Donald Trump'tan gelmişti" başlıklı haberinde Wall Street Journal Epstein'ın kız arkadaşı Ghislaine Maxwell'in onun 50. doğum günü vesilesiyle arkadaşlarından ona yönelik bir mektup yazmasını istediğini, gönderilen müstehcen mektuplardan birinin de Trump'a ait olduğunu iddia etti.
Trump'ın adının yazılı olduğu iddia edilen mektupta onun imzasının olduğunu öne süren WSJ kalemle çizilmiş çıplak bir kadın figürünün içerisinde Trump ile Epstein arasında hayali olduğunu belirttiği bir konuşmanın da varlığını ileri sürdü.
WSJ bu konuşmanın Trump'ın "Bir dost harika bir şeydir. Doğum günün kutlu olsun ve her günün başka bir harika sır olmasını dilerim" sözleriyle sonlandığını öne sürdü.
ABD Federal Soruşturma Bürosu (FBI) da ABD Adalet Bakanlığı ile son günlerde kamuoyunda Epstein dosyaları olarak bilinen belgelere yönelik yürüttüğü incelemeyle gündeme geldi. Adalet Bakanı Pam Bondi Epstein'e ait binlerce videonun incelendiğini aktardı.
İnceleme sonucunda ünlü isimlerden oluşan bir müşteri listesinin bulunduğuna dair herhangi bir kanıta ulaşılamadığı, aralarında hükümet yetkilileri, ünlüler ve iş adamlarının da suçuna dahil olduğu gerekçesiyle örtbas amaçlı öldürüldüğü düşünülen Epstein'ın aslında hücresinde intihar ettiği sonucuna varıldığı açıklanmıştı.
New York Times gazetesi Adalet Bakanı Pam Bondi'nin mart ayında Trump'a adının Epstein belgelerinde olduğunu söylediğini, ama hangi bağlamda olduğunu bilmediklerini yazdı.
Trump ve Ulusal İstihbarat Bakanı Tulsi Gabbard
Jeffrey Epstein krizi Trump'ı devirebilir mi?
Son zamanlarda yeniden alevlenen Jeffrey Epstein skandalı ABD siyasetinde derin sarsıntılara yol açma potansiyeli taşıyor. Epstein'ın üst düzey bağlantıları, özellikle de Başkan Donald Trump'la olan geçmiş ilişkisi ABD'de medya ve kamuoyunda bir numaralı tartışma konusu haline geldi. Peki bu kriz Trump'ın siyasi kariyerini bitirebilir mi? Yoksa Trump her zaman olduğu gibi bu fırtınayı yine hasarsız atlatmayı başarabilir mi?
Trump'ın muhalifleri Epstein dosyasını onu zayıflatmak için bir fırsat olarak görüyor. Özellikle Demokratlar ve liberal medya Trump'ın Epstein'la olan bağlantılarını sürekli gündeme getirerek onun ahlaki ve siyasi meşruiyetini sorguluyor.
Trump'ın destekçileri ise bu durumu derin devletin ya da liberal medyanın bir komplosu olarak nitelendirip küçümsüyor.
Trump'ın sadık MAGA seçmen kitlesi onun daha önceki skandallarını (Access Hollywood kaydı, Rusya soruşturması, 6 Ocak olayları) fazla önemsememişti. Ancak bu kez Epstein skandalıyla çok ilgili gözüküyor ve belgelerin açıklanması için baskı yapıyor.
Tarih Trump'ın skandallardan etkilenmeme konusundaki şaşırtıcı yeteneğini çok kez gösterdi. Epstein dosyası şu anki haliyle onu doğrudan vurabilecek bir silah gibi görünmüyor. Ancak yeni deliller veya şok edici ifşaatlar olursa durum değişebilir.
Epstein krizi Trump'ı devirmek için şimdilik yeterli olmayabilir. Ancak onun siyasi rakiplerine yeni bir saldırı fırsatı sunuyor. Trump'ın geleceği büyük ölçüde bu skandalın ne kadar büyüyeceğine ve Amerikan kamuoyunun konuya nasıl tepki vereceğine bağlı olacaktır.
Trump ve Beyaz Saray Sözcüsü Karoline Leavitt
Trump, Epstein ve bataklığın gerçek sahipleri
Trump bir zamanlar “Washington bir bataklık. Onu kurutacağım” demişti. Oysa şimdiki görüntü o bataklığın daha da derin ve beter hale geldiğidir.
Epstein vakası Amerikan siyasetinin yıllardır sümen altına tıktığı skandal koleksiyonunun en değerli mücevheri gibi duruyor. Ama bu mücevherin üzeri çamurla kaplı. Hiç kimse onu çamuru eline yüzüne bulaştırmadan temizleyemiyor. Trump skandalın tam ortasında gibi duruyor. Yanında eski fotoğraflar, küçük yaşta kızların katıldığı partiler, kinayeli laflar, paylaşılmayan sırlar ve yıllarca süren dostluklar var.
Jeffrey Epstein skandalı sadece bir kişinin üstüne yıkılamaz. Bu kirli güç ilişkilerinin ve elitlerin dokunulmazlık fantezisinin bir tezahürüdür. Trump’ın bu hikâyedeki rolü ise hâlâ tam belirli değil. Fotoğraflar, alıntılar, tanıklıklar var ama somut kanıt yok deniyor. Oysa bazen en güçlü delil kimsenin konuşmamasıdır.
Bir zamanlar “Kızları seviyor, özellikle genç olanları” diyerek Epstein’a selam gönderen Trump için bu sözler artık sadece uygunsuz değildir, muhtemelen bir delil değeri taşımaktadır. Özellikle küçük yaşta kızları fuhuşa teşvik suçundan 20 yıl hapis cezasını çekmekte olan Epstein'in kız arkadaşı Ghislaine Maxwelldavasından sızacak yeni bilgiler 2026 ara seçim kampanyasını etkileyebilir ve demokratların Kongre'yi ele geçirme şansını artırabilir.
Geçen hafta ABD Adalet Bakanı YardımcısıTodd Blanche Maxwell'i hücresinde uzun süre ziyaret etti. Ghislaine Maxwell'e konuşması için kısıtlı bir dokunulmazlık verildiği söylendi.
Kamuoyunun ve medyanın en büyük endişesi Trump'ın Ghislaine Maxwell'i tüm suçlarından affetmesi ve bunun karşılığında onun kendi aleyhine konuşmamasını sağlamasıdır.
Trump ve Adalet Bakanı Pam Bondi
Tucker Carlson: Epstein İsrail istihbaratı için çalışıyordu
Gazeteci ve Fox TV'nin eski moderatörü Tucker Carlson, "Esas konu Jeffrey Epstein'ın muhtemelen Amerikan istihbaratı adına değil, yabancı istihbarat servisleri adına çalıştığıdır. Ama şimdiye kadar hiç kimse yabancı hükümetin İsrail olduğunu söyleyemedi, çünkü bir şekilde bunun kötü bir şey olduğunu düşünmeye ikna edildik" ifadelerini kullandı.
Epstein'in bir şantaj operasyonu yürütmüş olabileceğini de ileri süren Carlson "Asıl soru şu; bunu neden ve kimin adına yapıyordu ve para nereden geliyordu?" diye sordu.
Trump’ın zırhı delinir mi?
Trump’ın siyasi kariyerindeki her skandal sanki ona takılmış birer madalya gibi görünüyor. Onu yere devirmeyen her skandal zırhını kalınlaştırıyor ve onu güçlendiriyor.
Katılımcılara yaptığı cinsel tacizleri övünerek anlattığı Access Hollywood kaseti çabuk atlatıldı. 18 yıl boyunca devlete bir cent vergi vermediği umursanmadı.
Seçimlerin sonucunu değiştirmek için eyaletlere baskı yapması, yandaşlarını Kongre'yi basmaya teşvik etmesi, Ulusal Muhafızları görevlendirmeyi reddetmesi, tüm senatörlerin ve milletvekillerinin bodrumdaki sığınakta korkudan titremesi çabuk unutuldu. Trump ikinci kez başkan olunca saldırganların hepsini affetti, saldırıyı araştıran adalet bakanlığı görevlilerini işlerinden kovdu.
Epstein skandalının farkı: Çocuk istismarı
Trump şimdiye kadar başına gelen bütün belalardan kurtulmayı becerdi. Ancak Epstein skandalı farklı gibi gözüküyor. Çünkü burada sorun yalnızca ahlaki değil, cezaidir. Reşit olmayan çocuklardan insan kaçakçılığına kadar uzanan bir suç örgüsü söz konusudur.
Amerikan halkı çoğu zaman politikacıların yolsuzluklarına göz yummuştur. Ama çocuk istismarı başka bir boyuttadır. Üstelik bu istismarın üzeri siyasi elitler tarafından örtbas ediliyorsa o zaman ortada bir sistem krizi var demektir.
Devletin derinliklerinde bir Epstein hikâyesi
Bu skandalla ilgili en ironik şey pek çok kişinin her şeyi bilmesi ama kimsenin konuşmamasıdır. Belki Clinton da İngiliz prensleri de MIT’den Harvard’a akademi dünyası da bu batağa batmıştır. Ancak herkesin ağzı kilitlidir ve krizi örtbas etme peşindedir. Çünkü eğer biri batarsa, hepsi batacaktır.
Trump da bunu bilmektedir. Onun asıl gücü paradan ya da medyadan değil, suç ortaklarının sayısından ve nüfuzlu olmalarından gelmektedir. Kimi zaman suçun kendisinden daha korunaklı olan şey suçun ortaklaşa olmasıdır.
Trump’ı Epstein meselesi tek başına devirebilir mi? Belki hayır. Ama bu skandal Trump’ın inşa ettiği “ben sistem dışıyım” illüzyonunu paramparça edebilir. Çünkü bu defa onu halk değil, istismar edilen küçük kızlar yargılamaktadır. Bu mahkemenin jürisi halkın vicdanıdır.
Trump bu krizden de sıyrılır mı? Muhtemeldir. Ama belki ilk kez sıyrılsa bile lekelenmiş olarak kalacaktır. Çünkü bu kez bataklık biraz fazla kokmaya başlamıştır.
Umarım küçük bir iyi haber topal ördek Trump'ın bundan sonra anayasanın sınırlarını zorlayıp üçüncü bir başkanlık döneminden bahsetmekten vazgeçmesi olacaktır.
Son söz
Bir sıçrarsın çekirge, iki sıçrarsın çekirge,
Sonunda inşallah yakalanırsın çekirge!
/././
BDDK verileri gelir eşitsizliğini ortaya koydu: Türkiye'deki toplam mevduatın yüzde 80'i sadece 2.2 milyon kişinin hesaplarında
166 milyon hesapta ortalama sadece 793 Lira var!
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun (BDDK) son verileri Türkiye’deki gelir adaletsizliğine işaret etti. Buna göre, Türkiye'deki toplam mevduatın yüzde 80'i sadece 2.2 milyon kişinin hesaplarında.
ODA TV’nin aktardığına göre, hesabında 1 milyon liranın üzerinde mevduat bulunan 2.2 milyon kişi, toplam 17.1 trilyon liralık bir serveti kontrol ediyor. Bu tutar, toplam mevduatın yüzde 80'ini oluşturuyor. Bu grupta kişi başına düşen ortalama mevduat yaklaşık 7.4 milyon lira seviyesinde.
Buna karşılık, nüfusun çok daha geniş bir kesiminin banka hesaplarındaki bakiye düzeyleri oldukça düşük. Hesabında 10 bin liraya kadar mevduatı olan 166.4 milyon kişinin toplam mevduatı 131.9 milyar lira ile sınırlı kalıyor. Bu, toplam mevduatın sadece yüzde 0.62'sine denk geliyor. Bu grupta kişi başına ortalama mevduat sadece 793 lira olarak kaydediliyor.
***
T-24
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder