Yargılama etkinliğinin duruşma/tartışma aşamasının baş oyuncuları olan ve bütün yargılama, dolayısıyla duruşma boyunca dürüst olacakları ve hukuk içinde kalacakları konularında ŞEREFlerini ortaya koyarak ant içen sayın yargıçlara diyeceklerimi tek yazıda özetlemek elbette olanaksızdır.
Dolayısıyla bu son yazımda, meslektaşlarımın ve okurların izinleriyle ilkin yargıçlara, daha sonra da avukatlık mesleğiyle ilgili kuruluşların başkanlarına ve de yargılamalarda, duruşmalarda bulunan herkese seslenmek istiyorum.
Evet, sayın yargıçlar, duruşma, sürekli anımsattığım doğru çeviriyle tartışma aşamasıyla ilgili olarak sizlere ilkin iki örnek sunmak isterim.
Birincisi, Petersburg’da dinlediklerimdir.
Başkanlık görevimi yürütürken özellikle yanımdaki meslektaşlarım duysunlar ve öbür meslektaşlarıma aktarsınlar diye, akşam yemeğinde bizi ağırlayan İstinaf Mahkemesi Başkanı'na, vereceği yanıtı kolayca kestirmeme karşın, soruyorum:
-Duruşma yargıcı, duruşma sırasında karar vermeden hastalanırsa ya da ölürse ne yaparsınız?
-Elbette yeni bir yargıçla yeni baştan duruşma yapılır ve karar verilir.
-Peki, böyle bir durum yaşandı mı ülkenizde?
Önce anımsamadığını söylüyor, Başkan. Ancak birkaç dakika sonra:
-Evet, evet. Bir hukuk mahkemesi yargıcı, duruşma yaptığı gün, baktığı 5-6 davada karar vermiş, kararlarını da açıklamıştı (tefhim etmişti). Ancak bu kararlarını yazıya dökemeden ölmüştü.
-Peki, ne yaptınız?
-Elbette yeni bir yargıçla yeni baştan duruşmalar yapıldı, yeni kararlar verildi.
İyi ki, bu durumda bizde neler yapıldığını sormamıştı, başkan.
Belki de anlamıştı ya da biliyordu, kim bilir!?
Yeni yargıcın yeni baştan duruşma, yani tartışma yapmaksızın “eski tutanaklar okundu” türünden hukuk ve de yasa dışı, kendini aldatan, yalnızca gözleri ve kulakları değil, insan aklını da dışlayan yöntem saptırmalarıyla kararlar verebileceklerini, yargıçlarımızın duruşmadan edindikleri izlenimleri ve (vicdanî) kanıyı birbirlerine tutanaklarla ciro ettiklerini ya da daha sonraları, yani 24 Kasım 2016 tarihinden bu yana, yeni yargıcın “tefhim edilen (açıklanan) hükme uygun olarak gerekçeli kararı bizzat yazarak,” toplu mahkemelerde ise,“mahkemedeki öbür yargıçların durumu açıklayıp kararı imzalayacaklarını” (24.11.2016, 6763 sayılı Yasa, m. 31) söyleseydim kim bilir neler düşünürdü, Petersburg İstinaf Mahkemesinin Başkanı!?
Geliniz, Petersburg İstinaf Mahkemesinin Başkanının neler düşüneceğini bizler düşünüp kestirmeye çalışalım. Başkaları söylemesin, yaptıklarımızı gözeterek kendimiz itiraf edelim: “Türkler de, Türkler adına yasa çıkaranlar da, yargılama, özellikle de duruşma (tartışma) kavramlarını, kurumlarını hiç mi hiç anlamamışlardır, bilmemektedirler.”
Evet. Artık kendimize gelmeliyiz, sayın yargıçlar! Çünkü bunu yalnızca ben söylemiyorum. 1993 yılında Bergama’da yapılan bilimsel bir toplantıya katıldığı sırada Türk mahkemelerinde yapılan duruşmaları izledikten sonra Alman yargıç Dr. Klaus Wiese ve bu arada bir Türk ortaklıkları ile yabancı ülke ortaklıkları arasında yapılan sözleşmelerde (HMK, m. 17) uyuşmazlık durumunda Londra, Paris vb. yabancı mahkemelerin yetkili olacağını belirten yabancılar ve Türk mahkemelerini küçük düşüren böyle sözleşmeleri imzalamayı göze alan Türk firmaları da söylemektedir, söylemekle de yetinmemekte, bütün bunları sözleşmelere, belgelere bağlamaktadırlar.
Yaşanan bu olaylar bizleri uyandırmaya yetmez mi sayın yargıçlar, sayın Türk hukukçuları?
Artık uyanalım ve doğru duruşmalar yaparak ve güven sağlayarak mahkemelerimizin, yargıçlarımızın şereflerini kurtaralım, sayın yargıçlar ve Türk hukukçuları!
Evet, sözün kısası, biz Türk yargıçları, evcilik oynar gibi, hiç okunmadığı halde “Eski tutanaklar okundu” diyerek, itiraf edelim ki, şeffaflığı dışlayarak, körleşmeyi kışkırtarak, yargılamayı kangrenleştiren gerçeğe aykırı belgeler düzenleyerek duruşmaları yasalara uygun biçimde yaptığımızı, böylelikle de duruşmanın olmazsa olmaz ilkelerine uyarak onları aştığımızı sanıp hem kendimizi aldatmakta, hem de yıllardan bu yana, bütün dünyaya ve de hukuka inat yalanlarla, yine kendimizi avutarak kandırmakta, aldatıp durmaktayız.
Evet, hep birlikte düşünelim ve soralım, hukukun değerli dostları: Bir ülkede duruşma, hızı kesilmiş, alevi sönmüş, tartışma eşiğinden içeri hiç girememiş ve de katılanların varlığını yansıtan sessiz bir tutanağa dönüşerek gerçek anlamından ve özünden saptırılmışsa, doğru anlamda duruşma yapması gereken yargıçlar, artık yargıçlık yapmıyorlarsa, tutanak okumanın ne yararı, ne anlamı var ki?
Biz hukukçular, geliniz, hem gerçekçi olalım hem de bilimden asla ödün vermeyelim. İtiraf edelim ki, bugün artık apaçık ortaya çıkan ve yadsınması olanaksız durum şudur: Türk hukuk yargılamasında, “insanların alınyazıları”nı belirleyen en önemli aşama, yani “tartışma” aşaması, yanlış Türkçeleştirdiğimiz “duruşma” terimiyle birlikte başlamış, “yargıç değişikliği nedeniyle eski tutanaklar okundu” yalanlarıyla, kendini kandırmacasıyla, safsatasıyla da yerle bir edilmiştir.
Sayın Yargıçlar,
Sizler, söylemeye gerek yoktur ki, yargılamanın duruşma, sık sık anımsatma pahasına belirteyim ki, doğru anlatımla “TARTIŞMA” (Debatte, débat, dibattito, debate) aşamasında önünüze taşınan uyuşmazlığın alınyazısını yazılı hukuk çerçevesinde, hukuk bilimine göre ve adalet ölçütü içinde belirleyecek, son sözü söyleyecek en yetkili görevlilersiniz.
Ancak daha önceki yazımda değinilen Mecelle’nin o ünlü maddesine, bildiğim kadarıyla uygar ülkelerin hemen hiçbirinde yer verilmemiş de, acaba benim ülkemde buna neden gerek duyulmuştur?
Gerek duyulmuştur, çünkü benim ülkemde “duruşma” diye adlandırılan “tartışma” aşaması, karşı karşıya, yüz yüze olmaktan çoktan çıkmış, bir tutanak fetişizmine dönüşmüştür. Gerçekten bu türden tutanaklar, daha önceleri duruşmada hiç bulunmayan yargıçlara hiç okunmadığı halde “eski tutanaklar okundu, duruşmaya devam edildi” yalanıyla, saçmalığıyla aktarılmış, bu beriki yargıçlar da, bütün duruşma ilkelerine ve de edinilen izlenimlere kıyma pahasına, kendi kendilerini aldatan kararlar vermişlerdir.
Demek, benim ülkemde duruşma, hiçbir dönemde asla canlı ve hukuka uygun bir tartışma olarak yaşanmamıştır.
Özetle, sayın yargıçlar, yasa yapıcıları da, yasa uygulayıcısı yargıçlar da, doğru etkinlik sandıkları bu yaşananlardan esinlenerek ve kendilerinden önceki hukukçulara öykünerek “eski tutanaklar okundu” aldatmacasına, daha doğrusu hile-i şeriyesine (imla kılavuzuna göre, hileişeriye) sığınmışlar, bütün duruşma / tartışma ilkelerini yerle bir ederek kendilerini aldatmışlardır.
Kendimizi aldatmayı lütfen bırakalım artık efendiler.
Mecelle’de yer alan o ünlü yargıç tanımını benimseyen yasa yapıcısı bile aslında yukarıdaki o maddeyle bile yetinmemiş, daha sonraki maddelerde de etik hükümlere yer vermek gereğini duymuş ve sizlere şunları söylemek istemiştir: “Bu hükümleri asla unutmayınız sayın yargıçlar, her kararı verirken bunları yeniden ve yeniden okuyunuz!”
Lütfen çok iyi düşününüz, sayın yargıçlar. Sizler, asla sıradan bir iş yapmıyorsunuz. Adalet ve hakkaniyet içinde haklı olanın kim olduğunu belirlemektesiniz. Bu yüzden her yargıç, olayı ve uygulayacağı hukuku ve de önüne gelen hukuksal sorunu (questia juris) iyice kavradıktan sonra, adalet ve nasfet ölçütleri içinde, yukarıdaki nitelikleri özümseyerek ve varlığında duyumsayarak bilgece kararını vermek zorundadır.
Karar verirken dosyadaki bilgileri bile bilmeyen, bildiklerini dahi unutan, hatta vereceği kararın ne olacağını, dosyada yer alan bir duruma, nota bakarak daha duruşma bitmeden çoktan kararlarını vermiş olan yargıçlar gördüm, ben.
Böyle biri ise, elbette bir yargıçta aranan nitelikleri taşımadığından asla yargıçlık yapamaz.
Yapamamalıdır da.
Unutmayınız ki sayın yargıçlar, “Adaletsizliği işleyen, çekenden daha sefildir!” (Platon).
Ancak deneyimlerime ve gözlemlerime dayanarak, tam da bu noktada kanıtlarla doğrudan iletişim kurma (doğrudanlık, aracısızlık) ilkesinin önemini sergileyen çarpıcı bir örneği, yineleme pahasına, bir kez daha vermek isterim.
Sokaktaki insanımız, biri hakkında çoğu kez “Haneme tecavüz etti” diye yakınmada bulunur. Bunun üzerine çoğu kez uygulamada o kişi hakkında yeterince inceleme yapılmaksızın “konut dokunulmazlığını bozma” suçundan kamu davası açılır.
Ancak bilimin buyruğu doğrultusunda kanıtlarla beş duyusuyla doğrudan iletişim kurma ilkesini keşif yaparak gerçekleştiren bir yargıç, keşif yerine gittiğinde girildiği ileri sürülen yerin hukuksal anlamda bir “konut”un ya da çevrilmiş bir “konutun eklenti”sinin dahi olmadığına tanık olur, sık sık.
İşte böyle bir durumu yaşayan yargıç, bu kez bilimin dediğine uyarak, kanıtlarla ve suçun maddi konusunu görmekle, kısaca doğrudan iletişim kurma ilkesi gereğince keşfe gitmekle çok iyi yaptığını, gitmeyip konut denilen nesneyi yerinde görmeseydi yanlış karar vereceğini düşünmeye başlar. Çünkü keşif, özellikle karar yargıcının, araya hiçbir araç girmeksizin, görerek, işiterek, duyarak, dokunarak, gerektiğinde koklayarak, tadarak, kısaca kanıtlarla doğrudan ilişki kurarak yaptığı, bu açılardan da çok çarpıcı bir yargılama işlemidir.
Bundan çıkarılacak dersler ise elbette çoktur. Ancak en önemlisi şudur: Karar yargıcı, görmediği, dinlemediği, duymadığı, dokunmadığı, koklamadığı, hatta gerektiğinde tatmadığı bir kanıtı, sözgelimi, bir tanığı ve söylediklerinin doğruluğunu asla ve kata değerlendiremez. Duruşma (tartışma) ve keşif de, aslında işte bu yetersizliği aşmak için yapılmaktadır. Bu yüzdendir ki, duruşma yapan ve yapılan bu duruşma ışığında hüküm kuran yargıç, hiçbir ülkede asla değişmez, değiştirilemez. Çünkü kanıtlarla doğrudan ilişkiye geçen yargıç, ancak duruşma, keşif vb. işlemleri yapan yargıçtır. O keşif vb. işlemler ise, çoğu kez, aslında kurulacak hükümde sanığın yaşantısını, toplumsal durumunu çarpıcı biçimde iddia makamında oturan savcıya ya da karar makamında oturan yargıca anlatan işlemlerdir.
Bugün bile gözlerim yaşararak anımsıyorum. Kış mevsiminin tam ortasıydı; hava çok soğuktu. İlçeye uzak köylerin birinde ocak ateşinde bir bebeğin yandığını bildirmişlerdi. “Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez” inancıyla yaşayan kadıncağızın eşi, İstanbul’da nerede iş bulursa orada çalışan bir işçiydi, mesleksizdi. Üstü başı yırtık ayakları yalın, iplik çekilse kırk yama dökülen dağ başında kalmışların, ormanlarda yaşayan binlerce insanımızın bir örneği, çok yoksul bir ailenin kadınıydı, bu yurttaşımız. Evet, bizim yurttaşımızdı. Yüzyıllardır alınyazısına boyun eğmişlerin bir kızıydı. Yaşadığı ev ise, güzel halkımızın deyişiyle ortasına fare düştüğünde başı yarılacak bir yerdi. Parası olmadığı için de pencerelerin camları takılmamıştı. Bu koşullar altında elleri böğründeki anne, çocuğuyla yattığı odayı ısıtabilmek için ormandan çalı çırpı toplamak amacıyla dışarı çıkmış, dönüşünde çocuğunun ateşte yandığını görmüş, yüreği parçalanmıştı, elbette.
İşte o anne, gözyaşları içinde yanan çocuğunun çığlıklarını duymadığını söylüyordu.
“Zorda kalma” hükmünü (TCY, m. 25/2) değerlendirecek olan bir hukukçu, bu çaresizliği elbette gözden uzak tutamaz.
Kısaca bu ve benzeri olaylarda karar vermek durumunda olan bir hukukçunun yerinde keşif yapmasının ne denli önemli olduğu, bu olayda görüldüğü üzere, elbette çok açıktır, çarpıcıdır, kısaca hukuk açısından çok önemlidir. Böyle durumlarda özellikle de yalnızca ve sadece o yargıç, kurulacak hükmün yargıcı olabilir; buna karşılık duruşmaya katılmamış bir başka yargıç, asla o hükmün yargıcı olamaz. Çünkü doğru hüküm kurmak için gereken bilgilere, izlenimlere sahip değildir, o yargıç, sayın yargıçlar. Bütün yargılama yasalarında “yedek yargıç” (CMK, m. 188/2) kurumuna yer verilmesinin nedeni de aslında işte budur. Dolayısıyla kanıtlarla doğrudan iletişim kurma ilkesine göre kotarılan ve duruşmadan edinilen izlenimler ve oluşan vicdani kanı, konuşmayan, kekelemeyen, yüzü kızarmayan ölü dava dosyası incelenerek, tutanaklar okunarak ve doğa yasalarına aykırı olarak başka bir yargıca asla aktarılamaz, ciro edilemez. Eğer aktarılırsa, ciro edilirse, kesinlikle sağlıklı bir yargı (hüküm) kurulamaz. Yinelemek gerekir ki, eğer kurulabilseydi, kör ya da sağır bir yargıç da duruşma yargıcı olabilirdi. Ancak olamaz. Nedeni de, “kanıtlarla doğrudan iletişim kurma ilkesi”ni yaşama geçirme açısından yetersiz bulunmasıdır
Buna karşılık kör ya da sağır bir hukukçu, dosya üzerinden inceleme yapan Yargıtay’da yargıçlık da yapabilir, üyelik de, sayın yargıçlar.
Özetle sizler, sayın yargıçlar, elbette dış dünyanın, sözgelimi, görsel basındaki yersiz ve zamansız hukuksal ya da siyasal tartışmaların, bazen de boşboğazlıkların asla etkisi altında kalmaksızın ve insanların iç dünyalarına asla girmeksizin, yalnızca yazılı hukuka ve de önünüze gelen bilgilere göre, yansız ve nesnel değerlendirmelerin ışığında kararlar vermek durumunda ve zorundasınız.
Çünkü sizler, Roma hukukundan bu yana, iki bin yıldır geçerli olan bir temel ilkeyi, yani “Yargıç, saikleri yargılayamaz” (De internis non judicat praetor) ilkesini hiç unutmaksızın kararlar vermesi gereken bir mesleği seçmiş bulunmaktasınız. Anımsayınız ve asla unutmayınız ki, Eski Türk Ceza Yasası’nın kaynağı olan 1889 tarihli İtalyan Ceza Yasası’nın 1887 tarihli Zanardelli Raporu’nun çoğu batılı yazarlarca bilinen ve sık sık dile getirilen ünlü on dördüncü paragrafında bu ilke özellikle vurgulanmıştır: “Suç (ceza) hukuku, insanların iç dünyalarıyla ilgilenemez.”
Suç hukukunda bile böyleyse, hukukun öbür dallarında da yargıç, tarafların iç dünyalarına asla giremez, girememelidir, sayın yargıçlar.
Ayrıca sizlere, sadece hukuk bilgileriniz, yasalar değil, sizleri sürekli uyaran, hatta zaman zaman da kamçılayan vicdanınız da durmadan yol gösterecektir, göstermektedir, bu konularda, sayın yargıçlar.
Zira yineleme pahasına anımsatalım ki, tıpkı Âşık Veysel gibi “Benim edindiğim tüm bilgiyi herkes edinebilir, ancak yüreğim yalnızca benimdir” diyen Goethe’nin düşünceleri doğrultusunda, hem özel hukuk, hem de suç ve ceza adaleti kesinlikle insanın iç ve inanç dünyasıyla, Kant’ın terimleriyle numenal, görünemez (invisible) dünya ile değil, yalnızca ve yalnızca fenomenal, görünebilir (visible), olaya dayanan gerçeğin (réalité) parçası olan, duyularla algılanıp öğrenilebilen dünya ile ilgilidir.
Kısaca sayın yargıçlar, asla amaçlarla, güdülerle uğraşarak her taşın altında bir şeyler aramaz, arayamaz, hukuk ve dolayısıyla yargıç.
Böyle dünyalarda dolaşan bir yargıç, elbette bir yargıç değil, olsa olsa bir büyücüdür, aslında.
Unutulmamalıdır ki, hukuk, vicdanının sesini dinleyen insan beyninin yalandan, dolandan, kirden ırak adalet değeri ve ölçütüyle yine aynı vicdanlara kazınan insancı bir çağrıdır.
Yine unutulmamalıdır ki, bu insancı çağrıya, dileğe boş verenler, bırakınız hukukçu, yargıç olmayı, “insan” olma katına bile çıkamazlar.
Ayrıca yargıçlar, çıkar çatışmalarının oyuncağı olmadan adaleti çabuk gerçekleştirmek zorundadırlar.
Bu bilgilerin ışığında hukuk uygulamamıza baktığım zaman, inanınız, çok kahroluyorum, sayın yargıçlar.
Bildiğiniz üzere Hz. Muhammed, yargıçlara “Çabuk karar verin. Çabuk ve doğru karar karar verirseniz on sevap, yanlış karar verseniz bile bir sevap kazanırsınız” demişti.
Ancak bu ünlü hadis, sanki Hristiyanlara söylenmiş gibidir. Zira Batı ülkelerinde tek oturumda bitirilen duruşma (tartışma) bizim ülkemizde aylarca değil, yıllarca sürmektedir.
Sözgelimi, Papa'yı “öldürmeye kalkışma” eylemi dolayısıyla yargılanan Mehmet Ali Ağca davasının duruşması, Roma’da üç gün gibi kısa sürede bitmiştir. O dönemde davanın kısa sürede bitmesi, bizi koşullandıran hukuka aykırı duruşma anlayışımıza göre değerlendirilerek ülkemizde utanç verici biçimde bilgisizce ve günlerce eleştirilmiştir. Gerçekten Türk basını ve, ne yazık ki, kimi bilgi yoksunu hukukçular, bu davada duruşma aşamasının ara verilmeksizin üç gün gibi kısa bir süre içinde bitirilmesi ve kararın verilmesi üzerine, yaşanan bu duruşma, doğru mu, değil mi sorusunu soracak ve bundan ders çıkaracak yerde, tam tersini yapmışlar, kendimizin ürettiği çarpık yargılama ve duruşma uygulamamızı ölçüt almış, bunlar doğruymuş gibi bütün dünya hukuk kamuoyunda, ağabeylerimiz, ablalarımız, kısaca bizden önce üstatlar “böyle buyurdu”lar (ipse dixit) diyerek geçen yüzyılda kıyameti koparmış, “derya içre olup deryayı bilmeyen”lerin tutumuyla Koca Ragıp Paşa’nın dediği gibi, “Şecâat arz ederken merd-i kıptî sirkatin söyler” kabilinden öfkelerimizi, dolayısıyla bilgisizliğimizi bütün dünyaya duyurmuş, bu yüzden de “hem kel, hem fodul” bir duruma düşmüştük.
Yine, sözgelimi, Sivas katliamı davası yıllarca sürmüş, zamanaşımına uğramıştır.
Bu arada bir profesörümüz, dedesinden kalan bir hukuk davasının 65 yıldır sürdüğünü söylemektedir.
Türk yargılaması açısından elbette yüz kızartıcıdır, bu durumlar.
Bunların dışında sözgelimi, açılan bir hukuk ya da ceza davasında, yargıcın reddi, harcın eksik yatırılmış olması, bilirkişi dinlenmesi, keşif yapılması vb. işlemler elbette gerekebilir. Ancak bütün bunlar, duruşma (tartışma) aşamasından önce yapılıp çözülecek sorunlardır.
Aslında duruşma / tartışma yargıcı, Batı ülkelerinin hemen hemen hepsinde önyargı oluşmaması kaygısıyla önceden dosyayı bile incelemez, inceleyemez. Dosyayı, duruşma / tartışma kâtibi inceler ve yargıca bilgi verir.
Batı ve Batı'dan aldığımız ya da esinlenerek benimsediğimiz yasalarda tutanak yazıcısının reddedilebilmesinin nedeni, işte bu ağır sorumluluktur.
Oysa ülkemizde tutanak yazıcısı, ancak yargıcın ağzından çıkanı yazan biridir. O kadar.
Öyleyse neden reddedebiliyor?
Çünkü o yasa, Batı yasasının kopyasıdır da ondan.
Yasalar ise, her zaman düzenlediği konunun nedenini açıklamaz. Bu sorun, bilimin işidir.
Kopyacılıkta ise, düşünme payı, hemen hemen hiç yoktur.
Özetle yukarıdaki konular ve sorunlar bittikten sonra gerçekleştirilecek duruşma aşamasında tezler, karşı tezler, yapılan işlemler, elbette yeterince TARTIŞILACAK, dolayısıyla da tek oturumda karar verile(bil)ecektir.
Ancak ülkemiz uygulamasında bunların her biri için, yani yargıcın reddi, bilirkişi dinlenmesi, keşif vb. işlemler yapılması ve bu konularda kararlar verilmesi için gereksiz yere duruşma oturumları açılmakta, bu yüzden de davalar aylarca, hatta yıllarca sürmekte, bundan ise çoğu kez iki olumsuz sonuç ortaya çıkmaktadır, sayın yargıçlar.
Birinci sonuç, Batı ülkelerinde en çok üç ayda biten bir dava, ülkemizde bazen yıllarca sürmektedir.
Nitekim aynı nedenlerle on iki yıl Yargıtay hukuk dairelerinden birinde daire başkanlığı yapmış olan bir meslektaşım, bir lokantada akşam yemeği parası karşılığında oturan kiracısına karşı dava açmasını önerdiğim zaman bana hiç unutamadığım şu yanıtı vermişti: “Açsam ne yararı olacak, verdiği zararından başka? Davalı, duruşmayı elinden geldiğince uzatacak, benim ölümümü bekleyecek. Avukatıyla birlikte davayı uzatmanın hilelerine başvuracak. Duruşma, aylarca değil, belki yıllarca sürecek Sinir sistemimi alt üst edecek. Olasılıkla böyle bir dava, doksan yaşımda, hatta öldükten sonra bile sürecek, çocuklarımın başın dert olacak.”
Neden?
Çünkü duruşmaların tek oturumda bitirilemediğini o da biliyordu.
Evet, SON SÖZLERİM, elbette ilkin duruşmaları tek oturumda bitirmekle yükümlü sizleredir, SAYIN YARGIÇLAR.
Unutmayınız ki, duruşma, doğru hukuk terimiyle “TARTIŞMA” kural olarak tek oturumda biten bir işlemler bütünüdür.
Dolayısıyla bu gerçeği anlamayan bir yargıç, duruşma kavramını bilmiyor demektir.
Duruşmalar tek oturumda ya da ertesi günlerde ilk oturum izleyen oturumlarda bitmediği, yargıçlardan yargıçlara aktarıldığı, birkaç ay sonrası oturumlara ertelenerek kararlar verildiği takdirde adli yanılgılardan kaçınmak olanaksızdır, sayın yargıçlar.
İkinci sözlerim, sizleredir, SAYIN SAVCILAR.
Sizler, iddia organı olarak kamu adına davaları açıp izleyen görevlilersiniz. İşiniz, iddia etmektir. Asla kararlar veren özneler değilsiniz. Olamazsınız da.
Öyleyse bu sınırlar içinde kalınız, yetkilerinizin dışına asla çıkmayınız.
Üçüncü sözlerim, herkesten önce sizleredir, SAYIN AVUKATLAR.
Sadece hukuka değil, aynı zamanda ahlaka ve dürüstlüğe de dayanan size özgü yasanıza göre, mesleğinizi yürütürken şerefiniz üzerine içtiğiniz andınıza attığınız her adımda bağlı kalınız, davayı uzatmak gibi yapay sapık amaçlarla hukuku ve de kendinizi araç kılarak küçük düşmeyiniz, hukuku ve şerefinizi asla kirletmeyiniz, sayın avukatlar.
Öğrencilik yıllarımı da katarsam tam yetmiş bir yıldır hukukun içinde dolu dolu yaşayan biri olarak son sözlerim de sizleredir Barolar Birliğinin ve baroların SAYIN BAŞKANLARI.
Avukatların görevleri, altını çizerek ve yüksek sesle söylüyorum, bağlı bulundukları kendi yasalarına göre, bütün boyutlarıyla “HUKUKUN DOĞRU UYGULANMASI”nı evet, yanılmıyorsunuz, doğru uygulanmasını sağlamaktır.
Bu yüzden siz avukatlar, bunu sağlamak, yerine getirmek konusunda şereflerinizi ortaya koyarak ant içmiş bulunmaktasınız.
Şerefe dayanan bu söz verişler doğru ve içten iseler, davaları uzatmak vb. gibi hukuku çarpıtan nedenlere asla göz yumamazsınız. Öyleyse yummayın. Aslında yummamak görevinizdir, sayın avukatlar, sayın başkanlar.
Bunu sizlere anımsatmakla yetiniyorum.
O kadar.
Çünkü sizler, hukukun şerefini de ilgilendiren bu şeref yolundan sapanlara, ahlakilik temeline dayanan bu mesleği asla yaptıramazsınız, sayın başkanlar.
Kesinlikle de yaptırmamalısınız.
Çünkü ancak böylesine kararlı bir duruşladır ki, sizler, hem ahlaki ödevinizi ve hem de hukuki görevinizi yerine getirmiş olursunuz.
Bu ödevinizi, görevinizi yerine getirirken sadece sakın haklara, hukuka sığınmaya kalkışanlara değil, kalkışmaya kalkışanlara bile asla izin ve ödün vermemelisiniz, vermeyiniz de.
Vermeyiniz ki, anayasal boyuttaki “HAKKINI ARAMA ÖZGÜRLÜĞÜ” (Anayasa, m. 36) ülkemizde tam anlamıyla ve bütün boyutlarıyla gerçekleşebilsin.
Gerçekleşebilsin ki, sokaktaki insanlar ve yargılamadaki görevliler, sizlere, evet, sizlere, yani ayrıksız bütün avukatlara tam anlamıyla inansınlar ve de güvensinler.
Unutmayınız ki, sayın başkanlar, sayın avukatlar, bu inancı, bu güveni sağlamak, sizlerin temel hukuksal göreviniz, hatta ahlaksal ödevinizdir.
Böyle olmadığını düşünüyorsanız sayın başkanlar, bizler, yirmi birinci yüzyılda bile, hâlâ bu görevleri, ödevleri yerine getirmenin çok güç olduğu bir tarım toplumunda yaşıyoruz demektir.
Eğer bu konuda yanılıyorsam, lütfen beni uyarınız.
Uyarınız ki, ben de sizler gibi, çaresiz, boynu bükük ve de yaşananlar karşısında sessiz kalayım.
Ancak kalamıyorum işte.
Kim ne derse desin, şu noktaları asla unutmayınız, sayın başkanlar: Anayasa’nın değiştirilmesi bile yasaklanan ikinci maddesine göre, günümüzde bile hâlâ “Türkiye Cumhuriyeti,… bir HUKUK DEVLETİDİR.”
Üstelik bu maddenin değiştirilmesi bile yasaktır (Anayasa, m. 4) ülkemizde.
Eğer böyle değilse, bu madde son yıllarda değiştirilmişse ve de benim gibi kara cahillerin bundan haberleri yoksa, o zaman ben de sizler gibi, elbette susma hakkımı kullanır, rahatlarım, sayın başkanlar!?
Ya sizler, gerçekten rahat mısınız!?
Gerçekten toplumumuzda özneler, erklerini ve ödevlerini hukuk içinde uygulamaya yansıtabiliyorlar mı?
Toplumumuz, kullar değil, hak ve özgürlükler bilincini özümsemiş şerefli hukuk kişilerinden, yani bütün devlet gücünün saygı göstermek ve korumakla yükümlü olduğu şeref değerine sahip hukuk kişilerinden oluşan bir toplum düzeyini yakalamışlar mıdır?
Biz hukukçular, insana özgü “şeref” değerinin değerlerin başında geldiğini gözeten Federal Almanya Anayasasının hemen ilk maddesinde “İnsanın şeref (özsaygı) ve saygınlığına dokunulmaz. Bütün devlet erki, ona saygı göstermek ve onu korumakla yükümlüdür” gibilerden bu değeri neden koruma altına aldığını hiç düşünüyor muyuz?
Ayraç içinde belirtmek gerekir ki, bu şeref, özsaygı (amour-propre), İncil’imsi anlatımla her şeyden önce, elbette alçakgönüllülere bağışlanacaktır.
Acaba bizler bu durumumuzla bunu hak ediyor muyuz, sayın başkanlar?
Schopenhauer’ın belli bir toplumu bütünüyle gözetmeksizin -ki bu yanlış olurdu- “şeref kavramının doğu toplumlarında hiçbir değeri ve anlamı yoktur” biçimindeki değerlendirmesi, ana dilinin sözlüğünde “şeref” sözcüğünün ve kavramının bulunmadığı bizler için elbette çok ilginç, çok önemli, çok düşündürücü ve de çok üzücüdür.
Sözgelimi, görevini yürütürken Fransız Başbakanı Bérégovoy, kendisi gibi işçi kökenli, ancak daha sonraları çok zengin olan eski ve yakın bir dostundan bir daire satın almış; dostu kendisinden faiz almayı kabul etmemişti.
Ne var ki, bunu öğrenen bir kesim basın, olayı bir çıkar sağlama olarak değerlendirmişti.
Bunun üzerine Başbakan, 1 Mayıs 1993 tarihinde bir ara korumasından ve şoföründen kendisini yalnız bırakmalarını istemiş, onlar uzaklaşınca da, Renault, yani yerli resmi arabasının torpido gözünde bulunan güvenlik görevlisinin tabancasıyla kafasına ateş etmişti.
Görevliler, başbakanı çeyrek saat sonra akşamüstü baygın olarak bulmuşlardı.
Ancak bütün çabalara karşın Başbakan Bérégovoy, kurtarılamamıştı.
Şimdi hep birlikte şu soruyu soralım ve yanıtlayalım, sayın avukatlar: Şerefleri üzerine ant içen bizlerin arasında neden bir Bérégovoy hiç çıkmamış, şimdilerde bile çıkmıyor?
Acaba Anayasa’mızda Alman Anayasası’nın birinci maddesinin birinci fıkrasında olduğu gibi “İnsanın şerefine (özsaygı, saygınlık) dokunulamaz. Bütün devlet gücü, bu değere saygı göstermek ve onu korumakla yükümlüdür” diye bir madde olmadığından mı yoksa “şeref “ sözcüğünün kavram olarak ana dilimiz Türkçemizde bulunmadığından mı?
Ancak şunu hiç unutmayınız, sayın hukukçular, sayın avukatlar, sayın başkanlar, insan, “yanakları kızaran bir yaratıktır.”
Çünkü insan denilince akla önce şeref gelir. Zira her insan, şereflidir.
Bu nedenle Eski Roma hukukunda, “şerefli yaşa, başkalarına zarar verme, herkese hakkını ver” (juris praecepta sunt haec: honeste vivere, alterum non laedere, sunum cuique tibuere) denilmiştir.
Anımsatırım.
Demek, hepimiz şerefli yaşamak zorundayız.
Çünkü bizler, sıradan bir canlı değil, her şeyden önce insanız; başka canlılarda bulunmayan şeref değeriyle birlikte doğup birlikte ölen insanız insan, efendiler.
/././
Mastodon, T24'e açıkladı: Next Sosyal için Selçuk Bayraktar'a neden mesaj attılar?-Eray Özer-
Selçuk Bayraktar ve ekibinin geliştirdiği Next Sosyal uygulaması kullanıma açılmasıyla birlikte bir tartışmaya neden oldu. Uygulamanın temel aldığı Mastodon yazılımının sosyal medya hesabı Bayraktar'ı etiketleyerek kendileriyle iletişime geçilmesini talep etti. Mastodon'a ulaştım ve neden Selçuk Bey'le iletişime geçmek istediklerini sordum. Ayrıca neden başka yolla değil de X üzerinden iletişime geçmeyi tercih etmişlerdi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder