T-24 "Köşebaşı + Gündem" -1 Ağustos 2025 -

Madımak Oteli katliamının sanıklarından Adem Kozu’nun kalan cezası kaldırıldı.

Sivas Katliamı'nın 31. yılında Madımak'tan geriye kalanlar...

Madımak Oteli'nin yakılarak 33 kişinin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan katliamın sanıklarından ağırlaştırılmış müebbet hapis hükümlüsü Adem Kozu’nun kalan cezası "sürekli hastalık hali" gerekçesiyle kaldırıldı. Cumhurbaşkanı Erdoğan ayrıca 8 kişinin daha cezasını kaldırdı. 

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın imzasıyla Resmi Gazete'de yayımlanan Cumhurbaşkanı Kararı ile, Sivas Madımak katliamı hükümlüsü Adem Kozu’nun kalan cezası "sürekli hastalık hali"gerekçesiyle kaldırıldı.                                         *** 

Adli Tıp 'kocama' raporu verdi, Erdoğan FETÖ'den 'ağırlaştırılmış müebbet' alan kişinin cezasını kaldırdı.


15 Temmuz 2016'da İBB’de Sivil Savunma Sekreteri olarak görev yapan Mehmet Tunç’un "anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs" suçundan aldığı ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının kalanı Adli Tıp Kurumu'nun raporu gerekçe gösterilerek Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın imzasıyla kaldırıldı.

15 Temmuz 2016'da İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nde (İBB) Sivil Savunma Sekreteri olarak görev yapan Mehmet Tunç, "anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs" suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasıyla cezalandırıldı. Resmi Gazete'de yer alan Cumhurbaşkanlığı Kararı'nda Tunç'un kalan cezası 'affedildi'.

                                                           ***

Diyanet "yangınlardan korunmak için" dua okuyacak

Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, bu akşam yatsı ezanından önce 90 bin camide "yangınlardan korunmak, kuraklıktan kurtulmak ve afetlerden muhafaza" için dualar okunacağını açıkladı.

Ali Erbaş, sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada bu akşam yatsı ezanından önce 90 bin camiden dualar okunacağını duyurdu.

Erbaş, paylaşımında şu ifadeleri kullandı:"Bu akşam yatsı ezanından önce 90 bin camimizin minarelerinden dualar yükselecek. Yangınlardan korunmak, kuraklıktan kurtulmak, her türlü afetten, musibetten devletimizin ve milletimizin muhafazası için ve şehitlerimiz için yapılacak dualara camilerimizde ve evlerimizin balkonlarında hep birlikte Âmin diyelim. Allah kabul etsin."

                                                       ***

YAŞ öncesinde TSK’da dikkat çeken görevden alma! -Tolga Şardan-

Kara Kuvvetleri Komutanlığı bünyesinde görevli bir “Başkan” geçen günlerde aniden görevden alındı. Bu Başkan, yine KKK’ya bağlı Eğitim ve Doktrin Komutanlığı kadrosuna gönderildi. Başkan’la ilgili "FETÖ" bağlantısı bulunduğu iddiası ortaya çıktı. Ayrıca, TSK’nın en önemli kurulu YAŞ'ın ön hazırlık yönetiminde görev alan önemli isimlerden biri. Kurulda özlük hakları değerlendirilecek tüm TSK personelin dosyaları,  Başkan’a bağlı birimin görev ve sorumluluk alanında. Hatta bu Başkan, Erdoğan’ın başkanlığında gelecek hafta toplanacak YAŞ’ın asil kurul üyesi olmamakla beraber çalışmalara doğrudan katılan bir isim...

Devletin, FETÖ’yle mücadele çalışmaları çerçevesinde Türk Silahlı Kuvvetleri’nde (TSK) 2020’de ortaya çıkan “Serdar Atasoy Vakası” halen akıllarda.

Şimdinin Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler’in Genelkurmay Başkanı, Emekli Orgeneral Ümit Dündar’ın Kara Kuvvetleri Komutanı olduğu dönemde ortaya çıkan skandalın merkezindeki isimlerdendi Serdar Atasoy.

2020’deki Yüksek Askeri Şur’a (YAŞ) kararları sonrasında Kara Kuvvetleri Komutanlığı İstihbarat Başkanı görevine atanan Atasoy’un FETÖ bağlantısı bulunduğunun tespit edilmesiyle ilgili süreci, o tarihte ilk kez Büyüteç okurları öğrendi.

Atasoy’un adı, meşhur TSK’daki ankesör soruşturmalarında çıkınca hakkında hem adli hem de idari jet soruşturmalar başlatıldı. Atasoy’un KKK İstihbarat Başkanlığı gibi son derece önemli göreve nasıl getirildiği, kimlerin referans olduğu o günlerde epeyce tartışıldı.

Beş yıl önceki skandalı hatırlatmamın gerekçesi, bugünlerde yine Kara Kuvvetleri Komutanlığı çatısı altında benzerinin yaşanmış olması.

TSK’nın her birimi elbette çok kritik olmakla birlikte diğerlerine göre biraz daha fazla öneme sahip birimler arasında yer alan KKK bünyesinde görevli bir “Başkan” geçtiğimiz günlerde aniden görevden alındı.

Bu Başkan, yine KKK’ya bağlı Eğitim ve Doktrin Komutanlığı (EDOK) kadrosuna gönderildi.

Başkan’la ilgili FETÖ bağlantısı bulunduğu iddiası ortaya çıktı.

Ayrıca söz konusu Başkan’ın, TSK’nın en önemli kurulu Yüksek Askeri Şur’a’nın (YAŞ) ön hazırlık yönetiminde görev alan önemli isimlerden olduğuna dikkati çekeyim.

Kurulda özlük hakları değerlendirilecek tüm TSK personelin dosyaları, söz konusu Başkan’a bağlı birimin görev ve sorumluluk alanında.

Hatta bu Başkan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başkanlığında gelecek hafta toplanacak YAŞ’ın asil kurul üyesi olmamakla beraber çalışmalara doğrudan katılan bir isim.

Tahmin edeceğiniz üzere, söz konusu üst düzey askeri yöneticinin kimliğine sahibim.

Ancak, mesleki uygulama gereği, konuyu pazartesi günü Milli Savunma Bakanlığı’nın iletişim birimine resmi olarak ulaştırdım.

Kuruma yönelttiğim iki soru vardı. Atamanın gerekçesi ve gerekçenin FETÖ soruşturması olup olmadığıydı.

Büyüteç’i yayına hazırladığım dün öğle saatlerine kadar Milli Savunma Bakanlığı’ndan olumlu ya da olumsuz herhangi bilgilendirme ulaşmadı, maalesef.

Büyük olasılıkla, YAŞ öncesindeki yoğun çalışma temposu içinde gözden kaçmış veya yanıtlamaya gerek duyulmamış olsa gerek.

Belki Büyüteç’in yayınından sonra, doğru / yanlış bir açıklama yapılır.

Söz konusu askeri yetkilinin konumuyla ilgili en önemli bilgiyi sona sakladım!

Bu Başkan, Kara Harp Okulu’ndaki kılıç çatma dosyasının görüşüldüğü kurulun üyesiydi. Ve teğmenlerin TSK’dan ihraç edilmesini sağlayan kararda “ihraç” yönünde oy kullandı.

Aynı zamanda AKP’li eski bir milletvekilinin de yakını olduğu yine kaynaklarca ifade edildi.

Bakanlık’tan resmi açıklama gelmesi halinde duyuracağım.

İstanbul’un polis ve jandarma karakollarına denetim

İstanbul’da Ayşe Tokyaz’ın eski polis sevgilisi Cemil Koç tarafından katledilmesi, her kadına ve çocuğa şiddet olayında olduğu gibi kamuoyunda büyük tepki topladı.

Olayın vahameti bir yana, en az bu kadar vahim olan diğer yanı ise, adli soruşturmayla ilgili Tokyaz’ın polise yaptığı bilgilendirmenin eski polis Koç tarafından öğrenilmesi!

Yani, polis merkezinde görevli polislerin eski meslektaşları Koç’a, hakkındaki şikâyeti bildirmesi. Peşinden, Koç’un bu bilgilerle Tokyaz’ı aleni biçimde tehdit etmesi.

Ve, her şeyden önce gizli kalması gereken kişisel verilerin yasa dışı biçimde kullanılması.

Tokyaz’ın katledilmesinin süreci de böyle başlıyor zaten. Olayı soruşturan savcılığın tutukladığı görevdeki polisler var. İdari soruşturma yapan İçişleri Bakanlığı müfettişlerinin, polisleri açığa alması işlemi var, ayrıca.

Vahim olayın ardından İçişleri Bakanlığı, farklı bir çalışma için harekete geçti. Bakanlık, İstanbul il sınırları içindeki polis merkezleri ve jandarma karakollarının denetimi için heyetler oluşturdu.

İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, geçen hafta Ankara’da özel bir toplantı yaptı. Toplantıya Mülkiye Teftiş Kurulu’nun yanı sıra Emniyet Genel Müdürlüğü Teftiş Kurulu ile Jandarma Genel Komutanlığı Denetleme Başkanlığı’ndan yetkililer katıldı.

Toplantıda, sadece İstanbul’daki polis merkezleri ile jandarma karakollarının denetimi için özel ekipler oluşturulmasına karar verildi.

Bilindiği üzere, mülki idare sınırları nedeniyle İstanbul’un büyük bölümü polis teşkilatının görev sorumluluğunda. Kentin bazı kırsal bölgelerinde polisle jandarma birlikte görev yapıyor.

Bu çerçevede bakanlık, kentteki 143 polis merkezi ile 32 jandarma karakolunu mercek altına alacak.

Polis merkezlerinde 12 binden fazla, jandarma karakollarında ise, bin 400 dolayında personel görev başında.

Yapılan denetim planlamasına göre, kentin 39 ilçesindeki polis bölgeleri 7 ayrı gruba dağıtıldı. Her grupta bir Mülkiye müfettişinin başkanlığında 8 polis müfettişi çalışacak. Kentteki 10 ilçedeki jandarma denetiminde ise, bir Mülkiye müfettişi başkanlığında 3 jandarma müfettişi denetimleri gerçekleştirecek.

Peki müfettişlerin denetleme konu başlıkları nedir?

“Fiziki ve idari alt yapı, yönetim ve personel dağılımı, kişisel verilerin korunması, hizmet içi eğitim ve mesleki gelişim, kolluk – vatandaş ilişkileri, hizmet kalitesi ve mevzuata uygunluk, personel çalışma koşulları, ihbar ve şikayet süreçleri, aranan kişilerin yakalanması durumu, psikolojik destek ve rehberlik, beşeri ilişkiler ve sosyal medya kullanımı, habersiz denetim ve yerinde gözlem, bekçilerin hizmet performansı, hizmet etkinliği için paydaş görüşmeleri, okul güvenliği, gözaltı uygulamaları ve nezaretler, başvuru ve dilekçelerin işleme alınması.”

Müfettişler, işte bu konu başlıklarında denetleme yaparak özel inceleme raporu hazırlayarak bakanlığa sunacak.

Bu denetimin diğer bir amacı ise, İstanbul Emniyeti’nin en tepesindeki isim Emniyet Müdürü Selami Yıldız ile İstanbul İl jandarma Komutanı Tümgeneral Yusuf Kenan Topçu’nun mesleki performansı. Gerçi Tümgeneral Topçu dün yayımlanan kararnameyle korgeneralliğe terfi etti. Yine İstanbul’da göreve devam edecek.

Özellikle polisle ilgili hazırlanacak raporların sonucunda İstanbul Emniyet Müdürü Yıldız’ın mesleki konumu masaya yatırılabilir. Zira daha önce Büyüteç’te aktardığım üzere, İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya ile Emniyet Genel Müdürü Mahmut Demirtaş’ın, Yıldız’la yıldızı barışmıyor bir süredir.

Raporlar doğrultusunda Yıldız’ın görevden alınmasının önü açılabilir. Tabii Yerlikaya ile Demirtaş, bulundukları makamda kalmaya devam ederlerse.

Denetleme uygulamasıyla ilgili bir tespitle yazıyı sonlandırayım.

Her zaman olduğu gibi, olumsuzlukları ortadan kaldırmak için önleyici çalışma yapılmayıp, tepki çeken olaylar veya gelişmeler yaşandıktan sonra işe başlamanın devlette usül haline geldiğini belirtmeden geçemeyeceğim bir kez daha.

Tokyaz’ın başına bunlar gelmeseydi, İçişleri Bakanlığı, İstanbul özelinde böyle bir süreci başlatacak mıydı acaba?

Genç kadına yönelik şiddetin yarattığı infiale gelinceye kadar, kent adeta Teksas’a dönmüş durumda. Kentte her gün yaşanan onlarca olayın görüntüleri sosyal medyaya yansıyor.

Yaşayanlar bıkmış, polis bıkmış kentte. Yurttaş devletin varlığını neredeyse unutmuş durumda. Sorunlarının çözümünü yasa dışı yollarda arıyor epey zamandır.

Bu denetlemede ortaya çıkacak aksaklıkların tespitlerinin, İstanbul başta ülkenin yakın geleceği için faydalı olacağını düşünelim hep birlikte.

Zira, bakanlığa göre denetimin sloganı “İstanbul’un huzuru, Türkiye’nin huzurudur” olmuş!                                               /././

Otokrasi ortamında altın -Ercan Uygur-

Altın rezervleri birçok ülkede değişmiyor, bazılarında azalıyor. İki ülkede ise hızla artıyor; bunlardan birisi ve birincisi Türkiye

Otokrasi ortamında altın

Bir yanda yangınlar var; yemyeşil kocaman ağaçlar, ormanlar, içlerindeki diğer tüm canlılar yanıyor. Yangın yerlerinden ağlama, feryat, çığlık karışımı sesler geliyor. Bunlara, evleri yananların ağlamaları ve yakarışları karışıyor.

Diğer yanda bir komisyon tartışması yaşanıyor; yangının ve tüm sorunların önüne geçmiş. Şaşırıyoruz. Bu ortamda komisyon mu tartışılır? Hem de iktidarın iktidarını sürdürmek için bulduğu, daha doğrusu kendilerine dışarıdan verilen bir tür oyun gibi.

Biraz bununla uğraş demişler; içinde Osmanlı olsun, Arapları da içine alan etnik gruplar olsun, sonra bunları bir araya getiren ümmet olsun. Mezhepleri de ihmâl etme; onlara da görevler dağıt, böylece dikkatleri de dağıt.

Bu iki konunun arasında, daha çok da yangınla ilgili birçok ekonomik konu, sorun var. Birisi, uğruna çok bedel ödediğimiz TCMB’nin resmî rezervleri. 19 Mart'tan bu yana ne kadar azaldı, arttı; 19 Mart öncesi düzeyine geliyor, gelmiyor tartışmaları var.

Geçen hafta resmî döviz rezervlerinin seyrinden ve her yerde geçerli (konvertibil) paralar itibarıyla bileşiminden bahsetmiştim. Bu bileşimde ABD Doları'nın payının giderek azaldığını söylemiştim.

Şimdi Merkez Bankalarının resmî altın rezervlerinin seyrini ve nasıl oluştuğunu açıklamak istiyorum. Şunu belirteyim: Altın rezervleri birçok ülkede değişmiyor, bazılarında azalıyor. İki ülkede ise hızla artıyor; bunlardan birisi ve birincisi Türkiye.

Türkiye’nin altın rezervleri neden çok hızlı yükseldi? Sorunun yanıtı iki yönlü; bir yönü iyi görünüyor, ama başka bir yönü endişe verici.

Altın arz ve talebi

Altın dünyada sınırlı miktarda belli ülkelerde üretiliyor. Yeni (maden) altın üretiminin en yüksek olduğu ülkeler Tablo 1’de yer alıyor. Yeni üretim 2024 yılında tüm dünyada 3673 ton. Buna geri dönüştürülmüş (recycled) altın da eklenince toplam üretim tabloda görüldüğü gibi 4987,5 ton oluyor.

Tablo 1’de altının talep yanı da yer alıyor. Altın en çok mücevher yapımında kullanılıyor. Sonra sırasıyla yatırım, Merkez Bankası rezervi ve bilgisayarlar dahil olmak üzere teknolojik üretim amaçlı kullanılıyor.

Yeni altın üretimi çok da hızlı artmıyor. 2024’te 3 bin 673 ton olan yeni üretim; 2023’te 3647,1 ton, 2022’de 3638,2 tondur. Buna karşılık talep daha hızlı artıyor ve bu nedenle altın fiyatı son üç yılda hızlı yükselmiş durumdadır.

Tabloda görüldüğü gibi, altın üretimi en çok Çin’de yapılıyor. Burada birkaç noktayı belirtmek uygun olacak:

1) Çin’deki en önemli altın madenlerinden birisi Doğu Türkistan’daki (Xinjiang eyaleti) Hatu madenidir. Bu madenin çoğunluk hissesi Kanadalı Dynasty Gold Corporation (DGC) şirketindedir. Azınlık hissesi Çinli bir şirkettedir.

Bu madende Uygur Türklerinin zorla çalıştırıldığı anlaşılmış ve Kanada resmî kuruluşları bu DGC hakkında soruşturma başlatmışlardır. Soruşturma sonucunda DGC’nin önemli bir ceza alacağı anlaşılmıştır.

2). Her ne kadar Çin en büyük altın üreticisi ise de üretimi azaltmayı planlamıştır. Çünkü cıva veya siyanür ile yapılan altın üretimi çevreye büyük zarar vermektedir.

Ancak 2024 Kasım ayı sonunda Hunan eyaletinin kayalık yapıya sahip bir bölgesinde büyük bir altın damarı bulunmuştur. Anlaşılıyor ki Çin bu madenin işletilmesine izin verecektir ve en büyük altın üreticisi olmaya devam edecektir.

Tablodaki ülkeler dışında diğer büyük altın üreticileri, büyüklük sırasına göre Gana, Meksika, Endonezya, Kazakistan, Uzbekistan ve Peru’dur. Tüm bu ülkeler yılda 100 ton üzerinde üretim yapıyorlar.

Merkez Bankalarının altın rezervleri

Şimdi Merkez Bankalarının altın rezervine bakalım. Tablo 2’de 2025 sonunda ve 2025 başında merkez bankalarının altın rezervleri ton (birinci sütun) ve Milyar Dolar (ikinci sütun) olarak yer alıyor. Üçüncü sütunda altın ve döviz rezervleri toplamı var.

Tablodan şu gözlemleri yapabiliriz:

1) Tabloyu çok uzatmamak adına Almanya, Fransa ve İtalya'yı birlikte topam olarak aldım. Aynı nedenle yalnızca 2005'in 4. çeyrek ve 2025'in 1. çeyrek verilerini gösterdim.

2) ABD, Almanya, İtalya, Avustralya gibi ülkelerin altın rezervleri miktar olarak fazla değişmemiştir. Fransa, İsviçre ve Kanada’nın altın rezervleri azalmıştır. Japonya’nın altın rezervi ise bir miktar artmıştır. Sonuç olarak gelişmiş Batı ülkelerinin döviz rezervlerinde miktar olarak önemli bir değişiklik yok, diyebiliriz.

3) Buna karşılık bu gelişmiş ülkelerin altın rezervi değerleri, altının özellikle son yıllarda hızlı fiyat artışıyla uyumlu olarak oldukça yükselmiştir.

4) Kanada, önemli bir altın üreticisi olmakla birlikte altın rezerlerini 2000’lerin başlarında sıfırlamıştır. Bunun nedeni, Merkez Bankası açıklamasına göre rezervlerini getirisi olan finansal varlıklarda tutmak istemesidir. Benzer şekilde, Avustralya da önemli bir altın üreticisidir ama altın rezervleri çok düşüktür.

5) Çin, Rusya, Hindistan, Türkiye, Polonya gibi gelişmekte olan ülkelerin altın rezervleri miktar olarak önemli ölçüde artmıştır. Elbette bu ülkelerin altın rezervlerinin Dolar değeri de hızlı biçimde yükselmiştir.

TCMB’nin altın rezervleri neden hızlı arttı?

Altın rezervleri miktar olarak ve elbette değer olarak hızla yükselen iki ülke var. Birisi 20025’ten 2025’e rezervleri miktar olarak artan Polonya. Polonya’nın bu hızlı yükseliş için açıklaması şöyle: 2020’den başlayarak faizler görece düşük kaldı ve daha önemlisi 2022’de Rusya-Ukrayna savaşı başladı. Bu belirsizlik ortamında, altın fiyatları da yükselirken, altın rezervlerini arttırmak anlamlı göründü.

Yine de toplam rezervleri içinde Polonya'nın altın rezervleri değerinin payı yüzde 21’dir ve IMF’nin bu konudaki yüzde 20 önerisi ile uyumludur.

Peki Türkiye’ye ne diyeceğiz? Altın rezervlerinin toplam rezervler içinde payı 2025 birinci çeyreğinde Çinde yüzde 6,5, Rusya’da yüzde 26,5, Türkiye’de ise yüzde 43,7 ve oldukça yüksek. Bu pay, 19 Mart 2025 sonrasında 2025 Mayıs başında yüzde 58’e kadar çıktı.

Geriye doğru baktığımızda, Türkiye’nin altın rezervlerinin 2017 yılı ikinci çeyreği sonrasında yükselmeye başladığını görüyoruz. Bunun nedeni bir yasa ile TCMB’ye Türkiye’de üretilen altını satın alma önceliği verilmesi.

TCMB içeride üretilen tüm altını piyasa fiyatlarından alabiliyor. Dolayısıyla banka altın üreticilerine bir talep garantisi veriyor. İkincisi, Türkiye'deki altın üreticilerinin devlete ödediği pay diğer ülkelere göre çok düşük.

Türkiye’deki altın üretim ruhsatları 2000 yılı sonrasında verildiği için görece yeni ve altın daha yüzeyde; çok derinlere inmek gerekmiyor. Bu açıdan da maliyeti daha düşük olabiliyor.

Önemli bir konu daha var:Türkiye’de altın üreticilerinin çevresel zararları düşünmeleri gerekmiyor. Örneğin ağaçları ve ormanları istedikleri ölçüde kesebiliyorlar. Suları kirletebiliyorlar. Kimseler bir şey demiyor.

Türkiye’de altın arayan Kanadalı birçok şirket var. Kendi ülkelerinde çevreyi kirletme cezası o kadar yüksek ki bu nedenle bu şirketler Türkiye gibi ülkelerde altın arayıp maden işletiyorlar.

Örnek olarak Kaz Dağları'na, Muğla ve özellikle Milas çevresine ve Artvin'e bakabiliriz. Ormanlık çok geniş araziler dümdüz edilmiştir. Çünkü altın aramak için toprağa inmek gerekir.

Altın üreticileri ayrıcalıklı malî işlemler ve vergi işlemleri de yapabiliyor. Örneğin zaten çok düşük verdikleri vergileri affedilebiliyor.

İşte bu nedenlerle Türkiye’de altın aramak için ruhsat almak isteyen ve de alan yabancı şirket sayısı çok fazladır. Şimdiye kadar altın ve maden arama ruhsatı verilen şirket sayısı binlerle ifade edilmektedir.

Sonuç olarak TCMB’nin Türkiye’de üretilen altını alıp altın rezervine eklemesi bir yanıyla iyi görünüyor. Ancak diğer yandan TCMB diğer ülkelerin menkul kıymetlerinden elde edebileceği faizlerden vazgeçiyor. Ayrıca altın fiyatı riski de alıyor ki bu zaman zaman zarar da yazdırabilir.

Ama asıl endişe verici yanı, Türkiye’nin şöyle bir izlenim vermesidir; altın madeni işletenlerin cıva veya siyanür ile elde ettikleri altınların çevre kirliliği olsa bile önemli değildir. Ayrıca yeşil ormanları kesmeleri de önemli değildir. Yeter ki altın rezervlerimiz için altın getirsinler.

Bu tür kararları kimler nasıl alıyor? Neden halkın uzun vadeli çevresel zararları dikkate alınmıyor?

Son bir soruyu bir arkadaşım sordu: Türkiye’deki bazı orman yangın alanları ile verilen altın arama ruhsatlarının bir ilişkisi var mı acaba? Arkadaşıma göre altın ruhsat alanları ile bazı yangın alanları örtüşüyor. Kendisine şöyle dedim: Ruhsat alanları o kadar geniş ki, yanan alanlar ile ruhsat alanları kaçınılmaz olarak örtüşecektir.

                                                              /././

Serdal Bey futbolcular at değil..!-Asena Özkan-

Beşiktaş Kulübü’ne başkanlık yapmak ayrı futbolcu transferi yapmak ise oldukça farklı. Kuşkusuz Serdal Adalı futbol topunu ‘bomba’ diyerek karakola götürecek kadar futbol cahili değil. Ne var ki kadro oluşturmak için transfer yapacak bilgi ve birikime sahip olmadığı da gayet açık ve de net.

Beşiktaş

Beşiktaş Kulübü Başkanı Serdal Adalı aynı zamanda Türkiye Jokey Kulübü’nde de başkanlık görevini yürütüyor. Serdal beyin yarış atlarından iyi anladığı bilinen gerçek. Ayrıca inşaat, servis, lojistik, catering ve enerji alanlarında faaliyet gösteren Adalı Holding'in sahibi. Duyduğum kadarıyla da çalışanlarının hakkını yemeyen saygın ve güvenilir bir iş insanı…

Ancak tüm meziyetleri futboldan ve futbolcudan anlayacağı anlamı taşımıyor. Beşiktaş Kulübü’ne başkanlık yapmak ayrı futbolcu transferi yapmak ise oldukça farklı. Kuşkusuz Serdal Adalı futbol topunu ‘bomba’ diyerek karakola götürecek kadar futbol cahili değil. Ne var ki kadro oluşturmak için transfer yapacak bilgi ve birikime sahip olmadığı da gayet açık ve de net. Herkes Ali Koç olamaz ki! Kişi kendini bilmeli ayrıca dizginlemeyi de becerebilmeli. Daha anlaşılır mı yazayım? Peki!

Sevgili Serdal Adalı sen ne anlarsın futboldan ve futbolcudan? Hiçbir özelliği olmayan Orkun Kökçü’yü bir sezon için 5 milyon Euro garanti ücretle nasıl ve niye transfer edersin? Bu transfer için Beşiktaş’ta futbolu bilenlere hiç danıştın mı? (Danışmazsınız zira hepiniz her şeyi çok iyi bilirsiniz, futbolu da!) Kadroya kattıkların ‘yarış atı’ olsa kimse seni eleştiremez ama durum farklılık içeriyor. Bunlar at değil ki düşünebilen daha önemlisi konuşabilen canlılar! Başkan olduğunda “Ciro İmmobile’nin yıllık net maaşı 6 milyon Euro, takımda dengesizlik var” açıklamasını yaparak doğru teşhisi koyuyorsun ardından da ‘sıradan’ bir futbolcuya 5 milyon Euro ödüyorsun. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu? Üstelik bunun mantıklı bir açıklaması da yok. Orkun Kökçü ile her fotoğraf karesinde yer alan Serdal Bey, şimdi sizden beklenti, Orkun yedek kulübesinde otururken de birlikte bir fotoğraf paylaşmanız…

Yeter artık abartısız yoruldum; gideni yermekten geleni eleştirmekten. Bir yönetim de doğru transfer politikası belirleyemez mi? Herkes her şeyi bilemez ayrıca bilmek zorunda da değil. Kişisel reklamları peşinde koşuşturanlar kulüp başkanı olmamalı diyeceğim ancak aklıma Slaven Biliç’in o muhteşem teşhisi geliyor:  

"Türkiye'de sorun şu; Bilgili olanların yetkisi yok. Yetkili olanların da bilgisi yok."

Bir de sahada koşuşturanlar mevcuttu elbette. Sahadakilere bakıyorsun Demir Ege Tıknaz, Emirhan Topçu, Kartal Yılmaz, Joao Mario… Bu oyuncularla maç başlamadan yitirilir üstelik rakip kim olursa olsun. Bunun tam adı; İş bilmezliktir. Bu dört futbolcu Beşiktaş’tan gayrı hangi takımın kadrosunda yer alabilir? ‘Bütçemiz yok’ demeyin zira olan bütçeyi saçma sapan kullanmak ayrı bir beceri ister. Beşiktaş ilk maçta 4-2 yenildiği Shakhtar Donetsk'e Polonya’daki rövanş maçında da 2-0 yenildi ve UEFA  Avrupa Ligi’ne veda etti. Yoluna UEFA Konferans Ligi’nde devam edecek demek ise mantıklı değil. Niye mi? Orada da üçüncü eleme turu maçı oynayacak oturmuş bir takım St. Patrick's ile de ondan!

Kuşkusuz bu kulvarda da aynı şey yaşanacak ve lig başlayacak. Beşiktaş o kadar çaresiz ve içler acısı durumda ki bu kadro ve oyunla ligde maç kazanması sadece hayal. Tüm Beşiktaşlılar kaos dolu günlere hazır olmalı, yönetim de protestolara…  

                                                            /././

Dışişleri'nin bitmeyen fethi ve Avrupa diplomasisinin pespayeliği -Hakan Okçal-

Eski bir yazımda AKP’nin bitmeyen İstanbul’u fetih mücadelesinden bahsetmiştim. Dışişleri de İstanbul gibi, burcuna bir türlü fetih bayrağı çekilemeyen bir kale niteliği taşıyor.

Dışişleri'nin bitmeyen fethi ve Avrupa diplomasisinin pespayeliği

Bu hafta içinde uluslararası alanda çok sayıda çarpıcı gelişme yaşandı. Gazze’deki soykırımda açlığın silah olarak kullanılması ve İsrail’e yönelik tepkilerin daha yüksek sesle dillendirilmesi, Trump’ın İskoçya çıkarması, HTŞ ile SDG arasındaki temaslarda yaşanan kopukluk başta olmak üzere bu önemli gelişmelerin her biri ayrı birer makaleyi hak ediyor.

Ama benim zaviyemden hafızama kazınan en dikkat çekici gelişmeler Tel Aviv’de pedofil bir Türk Dışişleri mensubunun küçük kızların plajda çıplak resimlerini çekerken polis tarafından suçüstü yakalanması ve Trump’ın İskoçya’daki özel golf tesislerinde Birleşik Krallık Başbakanı “Sir” Keir Starmer’ı ve AB Komisyon Başkanı Bayan Ursula von der Leyen’i birbiri ardı sıra huzuruna kabul edişi oldu.

Türk Dışişleri'nde pedofillerin ne işi var?

Tel Aviv’de polisin tutukladığı röntgenci pedofil meğer 15 Temmuz gazisiymiş ve Dışişleri'ne özel tertipten alınmış. Bunu zamanın Dışişleri Bakan Yardımcısı Yavuz Selim Kıran’ın gururla yaptığı bir paylaşımdan anlıyoruz. O paylaşımda Bakan Yardımcısı Kıran, “Bakanlığımızda birlikte görev yapmaktan onur duyduğumuz 15 Temmuz Gazilerimizle” diye dört kişiyle birlikte makam odasında çektirdiği bir fotoğrafı gururla yayımlamış. Bu tür fotoğrafları en çok yayımlayanlardan birinin çok soylu sabık İçişleri Bakanı'mız olduğu hatırlanacaktır. 40 yıl Dışişleri'nde hizmet etmiş bir diplomat olarak benim çok şükür böyle bir fotoğrafım hiç olmadı.

Kıran'ın paylaşımı

Bakan Yardımcısı Kıran’ı bilmem hatırlayanınız çıkar mı? Bu genç arkadaş AKP’den milletvekili seçilemeyince Mevlüt Çavuşoğlu döneminde Bakan Yardımcılığı'na getirilmiş, daha sonra gözden düşünce Zagrep Büyükelçiliği'ne atanmış, ancak orada da dikiş tutturamayınca apar topar geri alınarak, değerli hizmetlerinden Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nda yararlanılmasına karar verilmişti.

Onun yerine ise yine onun kadar genç ama ondan daha meşhur olan Yasin Ekrem Serim, Bakan Yardımcılığı'na getirilmişti. Hem Kıbrıs’ta hem de babasından dolayı devletin içinde derin ilişkileri bulunduğu anlaşılan Yasin Ekrem Serim’in değerli hizmetlerinden bir süre sonra Lefkoşa’da Büyükelçi olarak yaralanılmasına karar verilmiş ama çok geçmeden hem kendisi hem babası görevlerinden alınarak buharlaştırılmışlardı. Meraklı okuyucular internette bu konuda heyecan dolu maceralar bulabilirler.

Dışişleri'nin bir türlü bitmeyen fethi

Yavuz Selim Kıran ve Yasin Ekrem Serim’in hikâyeleri devletin en güzide kurumu Dışişleri'ne AKP tarafından reva görülen muamelenin tipik bir özeti gibi. Ama hikâye ne onlarla başlıyor ne de onlarla bitiyor. Eski bir yazımda AKP’nin bitmeyen İstanbul’u fetih mücadelesinden bahsetmiştim. Dışişleri de İstanbul gibi, burcuna bir türlü fetih bayrağı çekilemeyen bir kale niteliği taşıyor. Dışişleri'nin fetih akınları esas olarak stratejik derinlikçi Ahmet Davutoğlu döneminde başladı. Ondan önce Abdullah Gül ve Ali Babacan pek âlâ Dışışleri Bakanlığı’nın “monşerleri” ile çalışabiliyorlardı. Ve onlar sayesinde, fırtınalı denizlerde gemiyi kazasız belasız yürütebiliyorlardı.

Davutoğlu ile beraber dış politikaya sadece ideoloji mikrobu bulaştırılmadı, aynı zamanda Dışişleri'nde FETÖ’cü kadrolaşma da başladı. Çalınmış KPSS soruları sayesinde FETÖ’cü kifayetsizler ayrıcalıklı olarak Dışişleri sınavına kabul edilirken, sınav komisyonu Davutoğlu döneminde Personel ve İdarî İşlerden Sorumlu Bakan Yardımcısı'na bağlı birimlerin temsilcilerinden oluşturularak kıdemli bakanlık temsilcileri bu süreçten dışlandı. Çoğu daha sonra FETÖ mensubu olmaktan dolayı hapis cezalarına çarptırılan personelci komisyon üyeleri, Bakanlığın üst yönetiminin kariyer kaygısıyla, olan bitene ses çıkarmamasının da verdiği cesaretle, diledikleri gibi at koşturabildiler. Dışişleri, daireleri ve dış misyonları dolduran FETÖ’cü kadrolardan ancak 15 Temmuz’dan sonra kurtulabildi.

Ama Dışişleri'nin fetih çabası hiçbir zaman sona ermedi. Davutoğlu’ndan sonra golf oynamaktan ve Bakanlık mensuplarına höt-zöt yapmaktan başka marifeti olmayan Çavuşoğlu döneminde bu kez dışarıdan atanan kadrolarla Dışişleri'nin eli kolu bağlanmaya çalışıldı. Yukarıda adını verdiğim iki Bakan Yardımcısı onun döneminde bu makamlara atandılar. Ama esas fırtına Hakan Fidan’la beraber geldi. Şu anda Dışişleri Bakanlığı'nın tüm sinir uçları dışarıdan atananların elinde. Dışişleri ile alakasız bu kişilerin tamamı liyakat yerine biat kriterine göre seçiliyorlar. Tel Aviv’de yaşanan pedofili olayına o yüzden hiç şaşırmadım. Bu çarpık karakterli kişinin önceliğinin Gazze’de yaşananan acılar değil de başka şeyler olmasının tasasını onu işe alanlar düşünsün.

Dışişleri'nde ona benzer kim bilir daha kimler var? Mesela onunla beraber atanan diğer üç kişi şu anda neredeler ve ne yapıyorlar? Onların da vukuatları oldu mu? Dışişleri bu kişinin oraya bina taşınmasına yardımcı olmak için gönderildiğini açıklayarak sorumluluktan kurtulamaz. Büyük olsun, küçük olsun, yurtdışına gönderilen her personelin sorumluluğu başta Bakan olmak üzere Dışişleri'ne aittir.

Bir suikasta kurban giden mafya babası Halil Falyalı’nın ortağı Yasin Ekrem Serim’i Dışişleri Bakan Yardımcısı yaparsanız o kurumdan hayır gelir mi? Ya şimdiki kurum dışı bakan yardımcıları? Onların liyakata göre atandığını iddia etmek mümkün mü? Bırakın bakan yardımcılarını ve diğer dışarıdan atananları, Dışişleri'nin profesyonel kadrolarını dışlayan Hakan Fidan’ın liyakatından ne kadar emin olabiliriz?

Bu konuda ibret verici küçük bir örnek Bogota’da imzalanmayan İsrail karşıtı eylem planı. Belli ki İsrail’i rencide etmemek için baştan imza atılmadı. Gerekçe ise çocukları güldürecek kadar komikti! Bildiride taraf olmadığımız BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne (UNCLOS) atıf yapılıyormuş da vs… Sayın Fidan UNCLOS’u bilmeyebilir, çünkü bu konuda uzmanlığı yok. Bu bir zaaf da değil. Zaaf olan, bilenlerin fikrini almaması. Sayın Bakan mahiyetindeki herhangi bir başkâtibe sorsaydı, Türkiye’nin Ege’de sorun teşkil eden bazı özel hükümleri nedeniyle UNCLOS’u imzalamamakla beraber genel hükümleri itibarıyla uygulamada anlaşmayı esas kabul ettiğini (örneğin Ege dışında karasuları için 12 milin kabul edilmesi) ona söylerdi.

Nitekim gelen eleştirilerden sonra geri adım atılıp bildiri bir Bakan Yardımcısı (neden kendisi değil?) tarafından bal gibi imzalanabildi. Maalesef Türkiye’de her alanda olduğu gibi Dışişleri'nde de işler böyle yürüyor.

Türk diplomasinin hâli pür melâli böyleyken dışarıdan da iyi sinyaller gelmiyor.

Trump karşısında Batı diplomasisinin pespayeliği

Bu hafta beni en çok rahatsız eden konulardan biri Trump’ın İskoçya’daki temasları oldu. Malum Trump iç politikada Epstein dosyalarında kendisini zora sokabilecek ayrıntılar ortaya çıkabileceği endişesiyle oldukça sıkıntıda. O da çareyi dikkatleri başka yerlere çekmek için beş günlük bir İskoçya seyahatine çıkmakta buldu. Seyahatin gerekçesi İskoçya’da kendine ait yeni bir golf tesisini açmak ve bir diğerini ziyaret etmekti. Ama gitmişken ev sahibi Birleşik Krallık'ın Başbakanı'nı ve AB Komisyon Başkanı'nı kendi mülkü olan tesislerde kabul ederek resmî işler de gördü.

Önce AB Komisyon Başkanı Ursula von der Leyen’in ziyaretinden başlayalım. Bu hanımefendi Trump’ın huzuruna tüm AB’nin üyelerini ilgilendiren çok önemli bir gümrük tarife anlaşmasını imzalamak üzere çıktı. Madem AB adına önemli tavizler vermek için Trump’ın ayağına kadar gidiyordu, hiç olmazsa anlaşmayı tarafsız bir mekanda imzalasaydı bari. Bu sayede bir de Trump’ın yeni golf tesisinin bedava reklamını yapmasına gerek yoktu. Demek ki AB’de bu tür hassasiyetler kalmamış veya Trump’ın korkusu dağları sarmış.

Ama Birleşik Krallık Başbakanı Keir Starmer’in davranışları von der Leyen’inkinden fersah fersah vahimdi. Bu beyefendi, kendi ülkesine gelmiş olmasına rağmen, kendisini ziyaret etme nezaketini göstermeyen Trump’la buluşmak için özel golf tesisinde ayağına kadar giderek büyük bir gafa imza attı. Üstelik bir de Melania’nın olmamasına rağmen eşini yanında götürdü. Ondan sonra ne oldu diye sorarsanız, Trump İşçi Partili Londra Belediye Başkanı'na basının önünde hakaret (nasty person-berbat herif) ederek meşhur nezaketini ortaya koyunca, İşçi Partisi'nin Başkanı Keir Starmer bu sözlere ancak gülerek yanıt verebildi!

Sonra olanlar daha da garipti. Trump, Starmer ve eşini ABD Başkanlarının resmi uçağıyla (Air Force One) İskoçya içinde bir yerden bir yere uçurduktan sonra, önünde ABD deniz piyadelerinin çakı gibi bekledikleri ABD’nin askerî bir helikopteri ile kendine ait ikinci golf tesisine götürdü. Bunlar dünyanın en iddialı diplomasi geleneklerinden birine sahip Birleşik Krallık için karizmayı fena halde çizen davranışlar. Demek ki Birleşik Krallık’ta Trump gelince diplomasi gelenekleri ve egemenlik gösterileri çöpe atılıyormuş.

Starmer ve Trump, İskoçya'da

Starmer açısından karizmayı çizdiren bir başka olay da Avrupa Kupası'nı kazanan İngiliz kadın futbol takımını (lionesses-dişi aslanlar) kutlama görevinin Başbakan yerine Başbakan Yardımcısı tarafından yerine getirilmesi oldu. Londra’da İngiliz kızların başarısı nedeniyle yer yerinden oynarken, Starmer tercihini onlardan değil, Trump’tan yana kullandı.

Bu davranışlar NATO Genel Sekreteri Mark Rutte’nin Trump’a yaptığı şaklabanlıklar kadar alçaltıcıydı bence.

Bu arada, Starmer’in Gazze’de bir an önce ateşkes sağlanmazsa eylülde Filistin Devleti'nin tanınacağını açıklaması da hayli ilginçti. Bu açıklamanın hükmü bir aslan kükremesinden ziyade ancak bir kedi miyavlaması kadar olabilir. Aynen Almanya’nın ve Fransa’nın miyavlamaları gibi. Şimdiye kadar Filistin Devleti'ni tanıyan 148 ülkenin Filistinlilere ne kadar faydası olduysa bu yeni tanımaların da o kadar faydası olacak.

                                                              /././

Duruşma/tartışma aşamasını doğru algılayan baş oyunculara sesleniyorum: Son sözlerim sizleredir, Sayın yargıçlar ve başkanlar -(B)-Sami Selçuk-

Gerçekten toplumumuzda özneler, erklerini ve ödevlerini hukuk içinde uygulamaya yansıtabiliyorlar mı? Toplumumuz, kullar değil, hak ve özgürlükler bilincini özümsemiş şerefli hukuk kişilerinden, yani bütün devlet gücünün saygı göstermek ve korumakla yükümlü olduğu şeref değerine sahip hukuk kişilerinden oluşan bir toplum düzeyini yakalamışlar mıdır?

Duruşma/tartışma aşamasını doğru algılayan baş oyunculara sesleniyorum: Son sözlerim sizleredir, Sayın yargıçlar ve başkanlar - B

Yargılama etkinliğinin duruşma/tartışma aşamasının baş oyuncuları olan ve bütün yargılama, dolayısıyla duruşma boyunca dürüst olacakları ve hukuk içinde kalacakları konularında ŞEREFlerini ortaya koyarak ant içen sayın yargıçlara diyeceklerimi tek yazıda özetlemek elbette olanaksızdır.

Dolayısıyla bu son yazımda, meslektaşlarımın ve okurların izinleriyle ilkin yargıçlara, daha sonra da avukatlık mesleğiyle ilgili kuruluşların başkanlarına ve de yargılamalarda, duruşmalarda bulunan herkese seslenmek istiyorum.

Evet, sayın yargıçlar, duruşma, sürekli anımsattığım doğru çeviriyle tartışma aşamasıyla ilgili olarak sizlere ilkin iki örnek sunmak isterim.

Birincisi, Petersburg’da dinlediklerimdir.

Başkanlık görevimi yürütürken özellikle yanımdaki meslektaşlarım duysunlar ve öbür meslektaşlarıma aktarsınlar diye, akşam yemeğinde bizi ağırlayan İstinaf Mahkemesi Başkanı'na, vereceği yanıtı kolayca kestirmeme karşın, soruyorum:

-Duruşma yargıcı, duruşma sırasında karar vermeden hastalanırsa ya da ölürse ne yaparsınız?
-Elbette yeni bir yargıçla yeni baştan duruşma yapılır ve karar verilir.
-Peki, böyle bir durum yaşandı mı ülkenizde?

Önce anımsamadığını söylüyor, Başkan. Ancak birkaç dakika sonra:

-Evet, evet. Bir hukuk mahkemesi yargıcı, duruşma yaptığı gün, baktığı 5-6 davada karar vermiş, kararlarını da açıklamıştı (tefhim etmişti). Ancak bu kararlarını yazıya dökemeden ölmüştü.
-Peki, ne yaptınız?
-Elbette yeni bir yargıçla yeni baştan duruşmalar yapıldı, yeni kararlar verildi.

İyi ki, bu durumda bizde neler yapıldığını sormamıştı, başkan.

Belki de anlamıştı ya da biliyordu, kim bilir!?

Yeni yargıcın yeni baştan duruşma, yani tartışma yapmaksızın “eski tutanaklar okundu” türünden hukuk ve de yasa dışı, kendini aldatan, yalnızca gözleri ve kulakları değil, insan aklını da dışlayan yöntem saptırmalarıyla kararlar verebileceklerini, yargıçlarımızın duruşmadan edindikleri izlenimleri ve (vicdanî) kanıyı birbirlerine tutanaklarla ciro ettiklerini ya da daha sonraları, yani 24 Kasım 2016 tarihinden bu yana, yeni yargıcın “tefhim edilen (açıklanan) hükme uygun olarak gerekçeli kararı bizzat yazarak,” toplu mahkemelerde ise,“mahkemedeki öbür yargıçların durumu açıklayıp kararı imzalayacaklarını” (24.11.2016, 6763 sayılı Yasa, m. 31) söyleseydim kim bilir neler düşünürdü, Petersburg İstinaf Mahkemesinin Başkanı!?

Geliniz, Petersburg İstinaf Mahkemesinin Başkanının neler düşüneceğini bizler düşünüp kestirmeye çalışalım. Başkaları söylemesin, yaptıklarımızı gözeterek kendimiz itiraf edelim: “Türkler de, Türkler adına yasa çıkaranlar da, yargılama, özellikle de duruşma (tartışma) kavramlarını, kurumlarını hiç mi hiç anlamamışlardır, bilmemektedirler.”

Evet. Artık kendimize gelmeliyiz, sayın yargıçlar! Çünkü bunu yalnızca ben söylemiyorum. 1993 yılında Bergama’da yapılan bilimsel bir toplantıya katıldığı sırada Türk mahkemelerinde yapılan duruşmaları izledikten sonra Alman yargıç Dr. Klaus Wiese ve bu arada bir Türk ortaklıkları ile yabancı ülke ortaklıkları arasında yapılan sözleşmelerde (HMK, m. 17) uyuşmazlık durumunda Londra, Paris vb. yabancı mahkemelerin yetkili olacağını belirten yabancılar ve Türk mahkemelerini küçük düşüren böyle sözleşmeleri imzalamayı göze alan Türk firmaları da söylemektedir, söylemekle de yetinmemekte, bütün bunları sözleşmelere, belgelere bağlamaktadırlar.

Yaşanan bu olaylar bizleri uyandırmaya yetmez mi sayın yargıçlar, sayın Türk hukukçuları?

Artık uyanalım ve doğru duruşmalar yaparak ve güven sağlayarak mahkemelerimizin, yargıçlarımızın şereflerini kurtaralım, sayın yargıçlar ve Türk hukukçuları!

Evet, sözün kısası, biz Türk yargıçları, evcilik oynar gibi, hiç okunmadığı halde “Eski tutanaklar okundu” diyerek, itiraf edelim ki, şeffaflığı dışlayarak, körleşmeyi kışkırtarak, yargılamayı kangrenleştiren gerçeğe aykırı belgeler düzenleyerek duruşmaları yasalara uygun biçimde yaptığımızı, böylelikle de duruşmanın olmazsa olmaz ilkelerine uyarak onları aştığımızı sanıp hem kendimizi aldatmakta, hem de yıllardan bu yana, bütün dünyaya ve de hukuka inat yalanlarla, yine kendimizi avutarak kandırmakta, aldatıp durmaktayız.

Evet, hep birlikte düşünelim ve soralım, hukukun değerli dostları: Bir ülkede duruşma, hızı kesilmiş, alevi sönmüş, tartışma eşiğinden içeri hiç girememiş ve de katılanların varlığını yansıtan sessiz bir tutanağa dönüşerek gerçek anlamından ve özünden saptırılmışsa, doğru anlamda duruşma yapması gereken yargıçlar, artık yargıçlık yapmıyorlarsa, tutanak okumanın ne yararı, ne anlamı var ki?

Biz hukukçular, geliniz, hem gerçekçi olalım hem de bilimden asla ödün vermeyelim. İtiraf edelim ki, bugün artık apaçık ortaya çıkan ve yadsınması olanaksız durum şudur: Türk hukuk yargılamasında, “insanların alınyazıları”nı belirleyen en önemli aşama, yani “tartışma” aşaması, yanlış Türkçeleştirdiğimiz “duruşma” terimiyle birlikte başlamış, “yargıç değişikliği nedeniyle eski tutanaklar okundu” yalanlarıyla, kendini kandırmacasıyla, safsatasıyla da yerle bir edilmiştir.

Sayın Yargıçlar,

Sizler, söylemeye gerek yoktur ki, yargılamanın duruşma, sık sık anımsatma pahasına belirteyim ki, doğru anlatımla “TARTIŞMA” (Debatte, débat, dibattito, debate) aşamasında önünüze taşınan uyuşmazlığın alınyazısını yazılı hukuk çerçevesinde, hukuk bilimine göre ve adalet ölçütü içinde belirleyecek, son sözü söyleyecek en yetkili görevlilersiniz.

Ancak daha önceki yazımda değinilen Mecelle’nin o ünlü maddesine, bildiğim kadarıyla uygar ülkelerin hemen hiçbirinde yer verilmemiş de, acaba benim ülkemde buna neden gerek duyulmuştur?

Gerek duyulmuştur, çünkü benim ülkemde “duruşma” diye adlandırılan “tartışma” aşaması, karşı karşıya, yüz yüze olmaktan çoktan çıkmış, bir tutanak fetişizmine dönüşmüştür. Gerçekten bu türden tutanaklar, daha önceleri duruşmada hiç bulunmayan yargıçlara hiç okunmadığı halde “eski tutanaklar okundu, duruşmaya devam edildi” yalanıyla, saçmalığıyla aktarılmış, bu beriki yargıçlar da, bütün duruşma ilkelerine ve de edinilen izlenimlere kıyma pahasına, kendi kendilerini aldatan kararlar vermişlerdir.

Demek, benim ülkemde duruşma, hiçbir dönemde asla canlı ve hukuka uygun bir tartışma olarak yaşanmamıştır.

Özetle, sayın yargıçlar, yasa yapıcıları da, yasa uygulayıcısı yargıçlar da, doğru etkinlik sandıkları bu yaşananlardan esinlenerek ve kendilerinden önceki hukukçulara öykünerek “eski tutanaklar okundu” aldatmacasına, daha doğrusu hile-i şeriyesine (imla kılavuzuna göre, hileişeriye) sığınmışlar, bütün duruşma / tartışma ilkelerini yerle bir ederek kendilerini aldatmışlardır.

Kendimizi aldatmayı lütfen bırakalım artık efendiler.

Mecelle’de yer alan o ünlü yargıç tanımını benimseyen yasa yapıcısı bile aslında yukarıdaki o maddeyle bile yetinmemiş, daha sonraki maddelerde de etik hükümlere yer vermek gereğini duymuş ve sizlere şunları söylemek istemiştir: “Bu hükümleri asla unutmayınız sayın yargıçlar, her kararı verirken bunları yeniden ve yeniden okuyunuz!”

Lütfen çok iyi düşününüz, sayın yargıçlar. Sizler, asla sıradan bir iş yapmıyorsunuz. Adalet ve hakkaniyet içinde haklı olanın kim olduğunu belirlemektesiniz. Bu yüzden her yargıç, olayı ve uygulayacağı hukuku ve de önüne gelen hukuksal sorunu (questia juris) iyice kavradıktan sonra, adalet ve nasfet ölçütleri içinde, yukarıdaki nitelikleri özümseyerek ve varlığında duyumsayarak bilgece kararını vermek zorundadır.

Karar verirken dosyadaki bilgileri bile bilmeyen, bildiklerini dahi unutan, hatta vereceği kararın ne olacağını, dosyada yer alan bir duruma, nota bakarak daha duruşma bitmeden çoktan kararlarını vermiş olan yargıçlar gördüm, ben.

Böyle biri ise, elbette bir yargıçta aranan nitelikleri taşımadığından asla yargıçlık yapamaz.

Yapamamalıdır da.

Unutmayınız ki sayın yargıçlar, “Adaletsizliği işleyen, çekenden daha sefildir!” (Platon).
Ancak deneyimlerime ve gözlemlerime dayanarak, tam da bu noktada kanıtlarla doğrudan iletişim kurma (doğrudanlık, aracısızlık) ilkesinin önemini sergileyen çarpıcı bir örneği, yineleme pahasına, bir kez daha vermek isterim.

Sokaktaki insanımız, biri hakkında çoğu kez “Haneme tecavüz etti” diye yakınmada bulunur. Bunun üzerine çoğu kez uygulamada o kişi hakkında yeterince inceleme yapılmaksızın “konut dokunulmazlığını bozma” suçundan kamu davası açılır.

Ancak bilimin buyruğu doğrultusunda kanıtlarla beş duyusuyla doğrudan iletişim kurma ilkesini keşif yaparak gerçekleştiren bir yargıç, keşif yerine gittiğinde girildiği ileri sürülen yerin hukuksal anlamda bir “konut”un ya da çevrilmiş bir “konutun eklenti”sinin dahi olmadığına tanık olur, sık sık.

İşte böyle bir durumu yaşayan yargıç, bu kez bilimin dediğine uyarak, kanıtlarla ve suçun maddi konusunu görmekle, kısaca doğrudan iletişim kurma ilkesi gereğince keşfe gitmekle çok iyi yaptığını, gitmeyip konut denilen nesneyi yerinde görmeseydi yanlış karar vereceğini düşünmeye başlar. Çünkü keşif, özellikle karar yargıcının, araya hiçbir araç girmeksizin, görerek, işiterek, duyarak, dokunarak, gerektiğinde koklayarak, tadarak, kısaca kanıtlarla doğrudan ilişki kurarak yaptığı, bu açılardan da çok çarpıcı bir yargılama işlemidir.

Bundan çıkarılacak dersler ise elbette çoktur. Ancak en önemlisi şudur: Karar yargıcı, görmediği, dinlemediği, duymadığı, dokunmadığı, koklamadığı, hatta gerektiğinde tatmadığı bir kanıtı, sözgelimi, bir tanığı ve söylediklerinin doğruluğunu asla ve kata değerlendiremez. Duruşma (tartışma) ve keşif de, aslında işte bu yetersizliği aşmak için yapılmaktadır. Bu yüzdendir ki, duruşma yapan ve yapılan bu duruşma ışığında hüküm kuran yargıç, hiçbir ülkede asla değişmez, değiştirilemez. Çünkü kanıtlarla doğrudan ilişkiye geçen yargıç, ancak duruşma, keşif vb. işlemleri yapan yargıçtır. O keşif vb. işlemler ise, çoğu kez, aslında kurulacak hükümde sanığın yaşantısını, toplumsal durumunu çarpıcı biçimde iddia makamında oturan savcıya ya da karar makamında oturan yargıca anlatan işlemlerdir.

Bugün bile gözlerim yaşararak anımsıyorum. Kış mevsiminin tam ortasıydı; hava çok soğuktu. İlçeye uzak köylerin birinde ocak ateşinde bir bebeğin yandığını bildirmişlerdi. “Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez” inancıyla yaşayan kadıncağızın eşi, İstanbul’da nerede iş bulursa orada çalışan bir işçiydi, mesleksizdi. Üstü başı yırtık ayakları yalın, iplik çekilse kırk yama dökülen dağ başında kalmışların, ormanlarda yaşayan binlerce insanımızın bir örneği, çok yoksul bir ailenin kadınıydı, bu yurttaşımız. Evet, bizim yurttaşımızdı. Yüzyıllardır alınyazısına boyun eğmişlerin bir kızıydı. Yaşadığı ev ise, güzel halkımızın deyişiyle ortasına fare düştüğünde başı yarılacak bir yerdi. Parası olmadığı için de pencerelerin camları takılmamıştı. Bu koşullar altında elleri böğründeki anne, çocuğuyla yattığı odayı ısıtabilmek için ormandan çalı çırpı toplamak amacıyla dışarı çıkmış, dönüşünde çocuğunun ateşte yandığını görmüş, yüreği parçalanmıştı, elbette.

İşte o anne, gözyaşları içinde yanan çocuğunun çığlıklarını duymadığını söylüyordu.

“Zorda kalma” hükmünü (TCY, m. 25/2) değerlendirecek olan bir hukukçu, bu çaresizliği elbette gözden uzak tutamaz.

Kısaca bu ve benzeri olaylarda karar vermek durumunda olan bir hukukçunun yerinde keşif yapmasının ne denli önemli olduğu, bu olayda görüldüğü üzere, elbette çok açıktır, çarpıcıdır, kısaca hukuk açısından çok önemlidir. Böyle durumlarda özellikle de yalnızca ve sadece o yargıç, kurulacak hükmün yargıcı olabilir; buna karşılık duruşmaya katılmamış bir başka yargıç, asla o hükmün yargıcı olamaz. Çünkü doğru hüküm kurmak için gereken bilgilere, izlenimlere sahip değildir, o yargıç, sayın yargıçlar. Bütün yargılama yasalarında “yedek yargıç” (CMK, m. 188/2) kurumuna yer verilmesinin nedeni de aslında işte budur. Dolayısıyla kanıtlarla doğrudan iletişim kurma ilkesine göre kotarılan ve duruşmadan edinilen izlenimler ve oluşan vicdani kanı, konuşmayan, kekelemeyen, yüzü kızarmayan ölü dava dosyası incelenerek, tutanaklar okunarak ve doğa yasalarına aykırı olarak başka bir yargıca asla aktarılamaz, ciro edilemez. Eğer aktarılırsa, ciro edilirse, kesinlikle sağlıklı bir yargı (hüküm) kurulamaz. Yinelemek gerekir ki, eğer kurulabilseydi, kör ya da sağır bir yargıç da duruşma yargıcı olabilirdi. Ancak olamaz. Nedeni de, “kanıtlarla doğrudan iletişim kurma ilkesi”ni yaşama geçirme açısından yetersiz bulunmasıdır

Buna karşılık kör ya da sağır bir hukukçu, dosya üzerinden inceleme yapan Yargıtay’da yargıçlık da yapabilir, üyelik de, sayın yargıçlar.

Özetle sizler, sayın yargıçlar, elbette dış dünyanın, sözgelimi, görsel basındaki yersiz ve zamansız hukuksal ya da siyasal tartışmaların, bazen de boşboğazlıkların asla etkisi altında kalmaksızın ve insanların iç dünyalarına asla girmeksizin, yalnızca yazılı hukuka ve de önünüze gelen bilgilere göre, yansız ve nesnel değerlendirmelerin ışığında kararlar vermek durumunda ve zorundasınız.

Çünkü sizler, Roma hukukundan bu yana, iki bin yıldır geçerli olan bir temel ilkeyi, yani “Yargıç, saikleri yargılayamaz” (De internis non judicat praetor) ilkesini hiç unutmaksızın kararlar vermesi gereken bir mesleği seçmiş bulunmaktasınız. Anımsayınız ve asla unutmayınız ki, Eski Türk Ceza Yasası’nın kaynağı olan 1889 tarihli İtalyan Ceza Yasası’nın 1887 tarihli Zanardelli Raporu’nun çoğu batılı yazarlarca bilinen ve sık sık dile getirilen ünlü on dördüncü paragrafında bu ilke özellikle vurgulanmıştır: “Suç (ceza) hukuku, insanların iç dünyalarıyla ilgilenemez.”

Suç hukukunda bile böyleyse, hukukun öbür dallarında da yargıç, tarafların iç dünyalarına asla giremez, girememelidir, sayın yargıçlar.

Ayrıca sizlere, sadece hukuk bilgileriniz, yasalar değil, sizleri sürekli uyaran, hatta zaman zaman da kamçılayan vicdanınız da durmadan yol gösterecektir, göstermektedir, bu konularda, sayın yargıçlar.

Zira yineleme pahasına anımsatalım ki, tıpkı Âşık Veysel gibi “Benim edindiğim tüm bilgiyi herkes edinebilir, ancak yüreğim yalnızca benimdir” diyen Goethe’nin düşünceleri doğrultusunda, hem özel hukuk, hem de suç ve ceza adaleti kesinlikle insanın iç ve inanç dünyasıyla, Kant’ın terimleriyle numenal, görünemez (invisible) dünya ile değil, yalnızca ve yalnızca fenomenal, görünebilir (visible), olaya dayanan gerçeğin (réalité) parçası olan, duyularla algılanıp öğrenilebilen dünya ile ilgilidir.
Kısaca sayın yargıçlar, asla amaçlarla, güdülerle uğraşarak her taşın altında bir şeyler aramaz, arayamaz, hukuk ve dolayısıyla yargıç.

Böyle dünyalarda dolaşan bir yargıç, elbette bir yargıç değil, olsa olsa bir büyücüdür, aslında.

Unutulmamalıdır ki, hukuk, vicdanının sesini dinleyen insan beyninin yalandan, dolandan, kirden ırak adalet değeri ve ölçütüyle yine aynı vicdanlara kazınan insancı bir çağrıdır.

Yine unutulmamalıdır ki, bu insancı çağrıya, dileğe boş verenler, bırakınız hukukçu, yargıç olmayı, “insan” olma katına bile çıkamazlar.

Ayrıca yargıçlar, çıkar çatışmalarının oyuncağı olmadan adaleti çabuk gerçekleştirmek zorundadırlar.

Bu bilgilerin ışığında hukuk uygulamamıza baktığım zaman, inanınız, çok kahroluyorum, sayın yargıçlar.

Bildiğiniz üzere Hz. Muhammed, yargıçlara “Çabuk karar verin. Çabuk ve doğru karar karar verirseniz on sevap, yanlış karar verseniz bile bir sevap kazanırsınız” demişti.

Ancak bu ünlü hadis, sanki Hristiyanlara söylenmiş gibidir. Zira Batı ülkelerinde tek oturumda bitirilen duruşma (tartışma) bizim ülkemizde aylarca değil, yıllarca sürmektedir.

Sözgelimi, Papa'yı “öldürmeye kalkışma” eylemi dolayısıyla yargılanan Mehmet Ali Ağca davasının duruşması, Roma’da üç gün gibi kısa sürede bitmiştir. O dönemde davanın kısa sürede bitmesi, bizi koşullandıran hukuka aykırı duruşma anlayışımıza göre değerlendirilerek ülkemizde utanç verici biçimde bilgisizce ve günlerce eleştirilmiştir. Gerçekten Türk basını ve, ne yazık ki, kimi bilgi yoksunu hukukçular, bu davada duruşma aşamasının ara verilmeksizin üç gün gibi kısa bir süre içinde bitirilmesi ve kararın verilmesi üzerine, yaşanan bu duruşma, doğru mu, değil mi sorusunu soracak ve bundan ders çıkaracak yerde, tam tersini yapmışlar, kendimizin ürettiği çarpık yargılama ve duruşma uygulamamızı ölçüt almış, bunlar doğruymuş gibi bütün dünya hukuk kamuoyunda, ağabeylerimiz, ablalarımız, kısaca bizden önce üstatlar “böyle buyurdu”lar (ipse dixit) diyerek geçen yüzyılda kıyameti koparmış, “derya içre olup deryayı bilmeyen”lerin tutumuyla Koca Ragıp Paşa’nın dediği gibi, “Şecâat arz ederken merd-i kıptî sirkatin söyler” kabilinden öfkelerimizi, dolayısıyla bilgisizliğimizi bütün dünyaya duyurmuş, bu yüzden de “hem kel, hem fodul” bir duruma düşmüştük.

Yine, sözgelimi, Sivas katliamı davası yıllarca sürmüş, zamanaşımına uğramıştır.

Bu arada bir profesörümüz, dedesinden kalan bir hukuk davasının 65 yıldır sürdüğünü söylemektedir.

Türk yargılaması açısından elbette yüz kızartıcıdır, bu durumlar.

Bunların dışında sözgelimi, açılan bir hukuk ya da ceza davasında, yargıcın reddi, harcın eksik yatırılmış olması, bilirkişi dinlenmesi, keşif yapılması vb. işlemler elbette gerekebilir. Ancak bütün bunlar, duruşma (tartışma) aşamasından önce yapılıp çözülecek sorunlardır.

Aslında duruşma / tartışma yargıcı, Batı ülkelerinin hemen hemen hepsinde önyargı oluşmaması kaygısıyla önceden dosyayı bile incelemez, inceleyemez. Dosyayı, duruşma / tartışma kâtibi inceler ve yargıca bilgi verir.

Batı ve Batı'dan aldığımız ya da esinlenerek benimsediğimiz yasalarda tutanak yazıcısının reddedilebilmesinin nedeni, işte bu ağır sorumluluktur.

Oysa ülkemizde tutanak yazıcısı, ancak yargıcın ağzından çıkanı yazan biridir. O kadar.

Öyleyse neden reddedebiliyor?

Çünkü o yasa, Batı yasasının kopyasıdır da ondan.

Yasalar ise, her zaman düzenlediği konunun nedenini açıklamaz. Bu sorun, bilimin işidir.

Kopyacılıkta ise, düşünme payı, hemen hemen hiç yoktur.

Özetle yukarıdaki konular ve sorunlar bittikten sonra gerçekleştirilecek duruşma aşamasında tezler, karşı tezler, yapılan işlemler, elbette yeterince TARTIŞILACAK, dolayısıyla da tek oturumda karar verile(bil)ecektir.

Ancak ülkemiz uygulamasında bunların her biri için, yani yargıcın reddi, bilirkişi dinlenmesi, keşif vb. işlemler yapılması ve bu konularda kararlar verilmesi için gereksiz yere duruşma oturumları açılmakta, bu yüzden de davalar aylarca, hatta yıllarca sürmekte, bundan ise çoğu kez iki olumsuz sonuç ortaya çıkmaktadır, sayın yargıçlar.

Birinci sonuç, Batı ülkelerinde en çok üç ayda biten bir dava, ülkemizde bazen yıllarca sürmektedir.

Nitekim aynı nedenlerle on iki yıl Yargıtay hukuk dairelerinden birinde daire başkanlığı yapmış olan bir meslektaşım, bir lokantada akşam yemeği parası karşılığında oturan kiracısına karşı dava açmasını önerdiğim zaman bana hiç unutamadığım şu yanıtı vermişti: “Açsam ne yararı olacak, verdiği zararından başka? Davalı, duruşmayı elinden geldiğince uzatacak, benim ölümümü bekleyecek. Avukatıyla birlikte davayı uzatmanın hilelerine başvuracak. Duruşma, aylarca değil, belki yıllarca sürecek Sinir sistemimi alt üst edecek. Olasılıkla böyle bir dava, doksan yaşımda, hatta öldükten sonra bile sürecek, çocuklarımın başın dert olacak.”

Neden?

Çünkü duruşmaların tek oturumda bitirilemediğini o da biliyordu.

Evet, SON SÖZLERİM, elbette ilkin duruşmaları tek oturumda bitirmekle yükümlü sizleredir, SAYIN YARGIÇLAR.

Unutmayınız ki, duruşma, doğru hukuk terimiyle “TARTIŞMA” kural olarak tek oturumda biten bir işlemler bütünüdür.

Dolayısıyla bu gerçeği anlamayan bir yargıç, duruşma kavramını bilmiyor demektir.
Duruşmalar tek oturumda ya da ertesi günlerde ilk oturum izleyen oturumlarda bitmediği, yargıçlardan yargıçlara aktarıldığı, birkaç ay sonrası oturumlara ertelenerek kararlar verildiği takdirde adli yanılgılardan kaçınmak olanaksızdır, sayın yargıçlar.

İkinci sözlerim, sizleredir, SAYIN SAVCILAR.

Sizler, iddia organı olarak kamu adına davaları açıp izleyen görevlilersiniz. İşiniz, iddia etmektir. Asla kararlar veren özneler değilsiniz. Olamazsınız da.

Öyleyse bu sınırlar içinde kalınız, yetkilerinizin dışına asla çıkmayınız.

Üçüncü sözlerim, herkesten önce sizleredir, SAYIN AVUKATLAR.

Sadece hukuka değil, aynı zamanda ahlaka ve dürüstlüğe de dayanan size özgü yasanıza göre, mesleğinizi yürütürken şerefiniz üzerine içtiğiniz andınıza attığınız her adımda bağlı kalınız, davayı uzatmak gibi yapay sapık amaçlarla hukuku ve de kendinizi araç kılarak küçük düşmeyiniz, hukuku ve şerefinizi asla kirletmeyiniz, sayın avukatlar.

Öğrencilik yıllarımı da katarsam tam yetmiş bir yıldır hukukun içinde dolu dolu yaşayan biri olarak son sözlerim de sizleredir Barolar Birliğinin ve baroların SAYIN BAŞKANLARI.

Avukatların görevleri, altını çizerek ve yüksek sesle söylüyorum, bağlı bulundukları kendi yasalarına göre, bütün boyutlarıyla “HUKUKUN DOĞRU UYGULANMASI”nı evet, yanılmıyorsunuz, doğru uygulanmasını sağlamaktır.

Bu yüzden siz avukatlar, bunu sağlamak, yerine getirmek konusunda şereflerinizi ortaya koyarak ant içmiş bulunmaktasınız.

Şerefe dayanan bu söz verişler doğru ve içten iseler, davaları uzatmak vb. gibi hukuku çarpıtan nedenlere asla göz yumamazsınız. Öyleyse yummayın. Aslında yummamak görevinizdir, sayın avukatlar, sayın başkanlar.

Bunu sizlere anımsatmakla yetiniyorum.

O kadar.

Çünkü sizler, hukukun şerefini de ilgilendiren bu şeref yolundan sapanlara, ahlakilik temeline dayanan bu mesleği asla yaptıramazsınız, sayın başkanlar.

Kesinlikle de yaptırmamalısınız.

Çünkü ancak böylesine kararlı bir duruşladır ki, sizler, hem ahlaki ödevinizi ve hem de hukuki görevinizi yerine getirmiş olursunuz.

Bu ödevinizi, görevinizi yerine getirirken sadece sakın haklara, hukuka sığınmaya kalkışanlara değil, kalkışmaya kalkışanlara bile asla izin ve ödün vermemelisiniz, vermeyiniz de.

Vermeyiniz ki, anayasal boyuttaki “HAKKINI ARAMA ÖZGÜRLÜĞÜ” (Anayasa, m. 36) ülkemizde tam anlamıyla ve bütün boyutlarıyla gerçekleşebilsin.

Gerçekleşebilsin ki, sokaktaki insanlar ve yargılamadaki görevliler, sizlere, evet, sizlere, yani ayrıksız bütün avukatlara tam anlamıyla inansınlar ve de güvensinler.

Unutmayınız ki, sayın başkanlar, sayın avukatlar, bu inancı, bu güveni sağlamak, sizlerin temel hukuksal göreviniz, hatta ahlaksal ödevinizdir.

Böyle olmadığını düşünüyorsanız sayın başkanlar, bizler, yirmi birinci yüzyılda bile, hâlâ bu görevleri, ödevleri yerine getirmenin çok güç olduğu bir tarım toplumunda yaşıyoruz demektir.

Eğer bu konuda yanılıyorsam, lütfen beni uyarınız.

Uyarınız ki, ben de sizler gibi, çaresiz, boynu bükük ve de yaşananlar karşısında sessiz kalayım.
Ancak kalamıyorum işte.

Kim ne derse desin, şu noktaları asla unutmayınız, sayın başkanlar: Anayasa’nın değiştirilmesi bile yasaklanan ikinci maddesine göre, günümüzde bile hâlâ “Türkiye Cumhuriyeti,… bir HUKUK DEVLETİDİR.”

Üstelik bu maddenin değiştirilmesi bile yasaktır (Anayasa, m. 4) ülkemizde.

Eğer böyle değilse, bu madde son yıllarda değiştirilmişse ve de benim gibi kara cahillerin bundan haberleri yoksa, o zaman ben de sizler gibi, elbette susma hakkımı kullanır, rahatlarım, sayın başkanlar!?

Ya sizler, gerçekten rahat mısınız!?

Gerçekten toplumumuzda özneler, erklerini ve ödevlerini hukuk içinde uygulamaya yansıtabiliyorlar mı?

Toplumumuz, kullar değil, hak ve özgürlükler bilincini özümsemiş şerefli hukuk kişilerinden, yani bütün devlet gücünün saygı göstermek ve korumakla yükümlü olduğu şeref değerine sahip hukuk kişilerinden oluşan bir toplum düzeyini yakalamışlar mıdır?

Biz hukukçular, insana özgü “şeref” değerinin değerlerin başında geldiğini gözeten Federal Almanya Anayasasının hemen ilk maddesinde “İnsanın şeref (özsaygı) ve saygınlığına dokunulmaz. Bütün devlet erki, ona saygı göstermek ve onu korumakla yükümlüdür” gibilerden bu değeri neden koruma altına aldığını hiç düşünüyor muyuz?

Ayraç içinde belirtmek gerekir ki, bu şeref, özsaygı (amour-propre), İncil’imsi anlatımla her şeyden önce, elbette alçakgönüllülere bağışlanacaktır.

Acaba bizler bu durumumuzla bunu hak ediyor muyuz, sayın başkanlar?

Schopenhauer’ın belli bir toplumu bütünüyle gözetmeksizin -ki bu yanlış olurdu- “şeref kavramının doğu toplumlarında hiçbir değeri ve anlamı yoktur” biçimindeki değerlendirmesi, ana dilinin sözlüğünde “şeref” sözcüğünün ve kavramının bulunmadığı bizler için elbette çok ilginç, çok önemli, çok düşündürücü ve de çok üzücüdür.

Sözgelimi, görevini yürütürken Fransız Başbakanı Bérégovoy, kendisi gibi işçi kökenli, ancak daha sonraları çok zengin olan eski ve yakın bir dostundan bir daire satın almış; dostu kendisinden faiz almayı kabul etmemişti.

Ne var ki, bunu öğrenen bir kesim basın, olayı bir çıkar sağlama olarak değerlendirmişti.

Bunun üzerine Başbakan, 1 Mayıs 1993 tarihinde bir ara korumasından ve şoföründen kendisini yalnız bırakmalarını istemiş, onlar uzaklaşınca da, Renault, yani yerli resmi arabasının torpido gözünde bulunan güvenlik görevlisinin tabancasıyla kafasına ateş etmişti.

Görevliler, başbakanı çeyrek saat sonra akşamüstü baygın olarak bulmuşlardı.

Ancak bütün çabalara karşın Başbakan Bérégovoy, kurtarılamamıştı.

Şimdi hep birlikte şu soruyu soralım ve yanıtlayalım, sayın avukatlar: Şerefleri üzerine ant içen bizlerin arasında neden bir Bérégovoy hiç çıkmamış, şimdilerde bile çıkmıyor?

Acaba Anayasa’mızda Alman Anayasası’nın birinci maddesinin birinci fıkrasında olduğu gibi “İnsanın şerefine (özsaygı, saygınlık) dokunulamaz. Bütün devlet gücü, bu değere saygı göstermek ve onu korumakla yükümlüdür” diye bir madde olmadığından mı yoksa “şeref “ sözcüğünün kavram olarak ana dilimiz Türkçemizde bulunmadığından mı?

Ancak şunu hiç unutmayınız, sayın hukukçular, sayın avukatlar, sayın başkanlar, insan, “yanakları kızaran bir yaratıktır.”

Çünkü insan denilince akla önce şeref gelir. Zira her insan, şereflidir.

Bu nedenle Eski Roma hukukunda, “şerefli yaşa, başkalarına zarar verme, herkese hakkını ver” (juris praecepta sunt haec: honeste vivere, alterum non laedere, sunum cuique tibuere) denilmiştir.

Anımsatırım.

Demek, hepimiz şerefli yaşamak zorundayız.

Çünkü bizler, sıradan bir canlı değil, her şeyden önce insanız; başka canlılarda bulunmayan şeref değeriyle birlikte doğup birlikte ölen insanız insan, efendiler.

                                                               /././

Mastodon, T24'e açıkladı: Next Sosyal için Selçuk Bayraktar'a neden mesaj attılar?-Eray Özer-

Selçuk Bayraktar ve ekibinin geliştirdiği Next Sosyal uygulaması kullanıma açılmasıyla birlikte bir tartışmaya neden oldu. Uygulamanın temel aldığı Mastodon yazılımının sosyal medya hesabı Bayraktar'ı etiketleyerek kendileriyle iletişime geçilmesini talep etti. Mastodon'a ulaştım ve neden Selçuk Bey'le iletişime geçmek istediklerini sordum. Ayrıca neden başka yolla değil de X üzerinden iletişime geçmeyi tercih etmişlerdi?

next sosyal

Kısa süre önce Baykar Yönetim Kurulu Başkanı ve TEKNOFEST Yönetim Kurulu üyesi Selçuk Bayraktar "yerli ve millî" sosyal medya uygulaması olarak tanıttığı Next Sosyal'i kullanıma açtıklarını duyurdu.

Tıpkı X'e (eski Twitter) benzeyen bu uygulamanın kısa süre içinde 500 bin kullanıcıya eriştiği açıklandı.

Özellikle iktidar cenahından pek çok isim Next Sosyal'e katıldıklarını birer birer açıklamaya başladı.

Devlet Bahçeli dahi bu furyaya katılanlar arasındaydı. Next Sosyal'e katıldığını açıkladı, Selçuk Bayraktar'a bu hizmet için teşekkür etti.

Derken Next Sosyal'in açık kaynaklı, yani yazılım kodlarının herkesle paylaşıldığı bir uygulama olan Mastodon yazılımı üzerinden hazırlanmış olması tartışılmaya başlandı.

Bayraktar, açık kaynaklı Mastodon'u alıp "yerli ve millî" uygulama olarak, sanki kodları dahil her şeyiyle kendileri tarafından hazırlanmış gibi sunmakla eleştirildi.

Burada bir noktayı vurgulamak isterim. Kamuoyuna yansıyan bilgilerin aksine Selçuk Bey Next Sosyal'in Mastodon yazılımı üzerine inşa edildiğini daha önce dile getirmişti.

4 Temmuz tarihli X gönderisinde uygulamanın "Mastodon temelli" olduğunu belirtmişti.

Tartışmayı başka bir boyuta taşıyan ise Mastodon'un resmi hesabının X'te Selçuk Bayraktar'ı alıntılayarak herkesin görebileceği bir şekilde "Merhaba, direkt mesajlarından bizimle iletişime geçer misiniz" şeklinde bir mesaj atması oldu.

Konu birden büyüdü, sosyal medyada tartışılmaya başladı.

Peki, Selçuk Bey 4 Temmuz'da Next Sosyal'in Mastodon temelli bir uygulama olduğunu belirtmesine rağmen şirket neden kendisiyle temasa geçmek istemişti?

Next Sosyal'in bir eksiği, Mastodon'un kullanım şartları arasında ihlal ettiği bir kural mı vardı?

İşte bu soruların yanıtı almak için Mastodon'un tepe yöneticilerinden birine, İletişim Başkanı Andy Piper'a ulaştım.

Piper sorularımı büyük bir nezaketle yanıtladı.

Gelin, Mastodon neden Selçuk Bayraktar'a ulaşmak istemiş, birlikte bakalım:

Piper, Next Sosyal'den birkaç hafta önce haberdar olduklarını ifade ediyor ve konuyu T24'ün haberinde olduğu gibi lisans meselesine getiriyor: "İlgili site, GNU Affero Genel Kamu Lisansı (AGPL) kapsamında lisanslanan Mastodon yazılımını çalıştırıyor gibi görünüyor. Ancak, yazılım değiştirilmiş gibi görünüyor ve Mastodon koduna ve telif haklarına yapılan atıflar kullanıcı arayüzünden ve siteden büyük ölçüde kaldırılmış. Ayrıca, mobil uygulamaların kendi uygulama kodumuza dayanıyor gibi göründüğü konusunda da bilgilendirildik."

Yani Mastodon burada öncelikle kendi kodlarına ve telif haklarına yapılan atıfların Next Sosyal'in bazı sayfalarında/arayüzünde eksik olmasından rahatsız olmuş. Aynı şekilde mobil uygulamada da bu atıfların eksikliği tespit edilmiş.

Lakin Pinker'ın açıklamasının devamında Next Sosyal'le iletişime geçmeyi talep etme sebepleri bununla sınırlı değil. Bir mesele daha var. Şöyle devam ediyor Andy Piper: "GNU Affero Genel Kamu Lisansı, normal GNU GPL sürüm 3'ün değiştirilmiş bir sürümüdür. Ek bir gereksinimi vardır: Bir sunucuda değiştirilmiş bir program çalıştırır ve diğer kullanıcıların programla iletişim kurmasına izin verirseniz, sunucunuz da kullanıcıların programda çalışan değiştirilmiş sürüme karşılık gelen kaynak kodunu indirmelerine izin vermelidir. Bir Mastodon sunucusunun, en azından hizmetin ana sayfasında yazılımın kaynak koduna görünür bir bağlantısı olmalıdır."

Bu kısmı da özetlemek gerekirse diyor ki; eğer siz Mastodon yazılımının üzerine bir şeyler eklerseniz o eklediğiniz kısmın kodlarını da açık kaynak yapmak zorundasınız. Uygulamanızın ana sayfasına bir link koyacaksınız ve isteyen o kodları kullanabilir olacak. Tıpkı Mastodon'un yaptığı gibi.

Peki, şirket bu taleplerini dile getirmek için neden Next Sosyal'le doğrudan iletişime geçmemiş de, X'den mesaj göndermeyi tercih etmiş?

Aslında geçmiş. Daha doğrusu geçmeye çalışmış ama başarılı olamamış.

Piper'a göre 8 Temmuz'dan bu yana Next Sosyal'in hizmet sahibiyle iletişime geçmeye çalışıyorlarmış.

Bu çabalarını da şöyle dile getiriyor: "Lisans yükümlülüklerini hatırlatmak ve bilgilendirmek için ilk olarak 8 Temmuz'da hizmet sahibiyle e-posta yoluyla iletişime geçmeye çalıştık. O zamandan beri, hizmet sahibiyle iletişime geçmek için birkaç girişimde daha bulunduk, ancak e-postalar ya geri döndü ya da görmezden gelindi. 27-28 Temmuz hafta sonu boyunca halktan gelen birkaç ek mesajın ardından, 29 Temmuz'da resmi X hesabımız, hizmet sahibiyle iletişime geçmek için bir başka çaba olarak Next Sosyal'e atıfta bulunan önemli bir gönderiye yanıt verdi."

Yani Mastodon ne yaptı ne ettiyse bir türlü Next Sosyal yönetimine ulaşamamış.

E-posta yoluyla ulaşmak mümkün olmayınca son çare olarak X'ten mesaj atma yoluna gitmişler.

Piper son olarak yaşanan bu gelişmelerin ardından Next Sosyal'in AGPL lisansına uygun olarak tam kaynak kodunun kullanıma sunulmasını "dört gözle" beklediklerini dile getiriyor bana verdiği yanıtta.

Durum bu.

Şimdi Next Sosyal'in Mastodon atıflarını eksiksiz hale getirmesi ve ana sayfasında kodların değiştirilmiş haline erişim sağlaması gerekiyor.

Keşke tüm bu tartışma yaşanmadan önce Selçuk Bey'in ekibi Mastodon'un e-postalarına yanıt vermiş ve gerekli düzenlemeleri yerine getirmiş olsaydı.

Belki e-postaları görmediler, belki de gördüler ama böyle bir tartışmaya dönüşeceğini tahmin etmedikleri için önemsemediler.

Bilemiyorum.

Her halükârda şu eleştirimi dile getireyim: Açık kaynaklı bir yazılımı kullanıp, sonrasında bazı eklemeler yapıp bu eklemeleri kapalı tutmanın bu işin mantığıyla temelden çeliştiğini tüm yazılımcıların bilmesi gerekiyor.

Ayrıca madem Selçuk Bey 4 Temmuz'da açıkça Next Sosyal'in Mastodon temelli olduğunu dile getirmiş, niçin sitenin her yerine bu bilgi sonradan, konu gündeme gelince eklendi?

Telif hakları meselesi bu ülkede niçin hemen herkes tarafından görmezden geliniyor?

Telif hakları ihlaline en çok maruz kalan mesleklerden birinin mensubu olarak bu türden duyarsızlıklar en çok bizim canımızı acıtıyor.

                                                              /././

T-24

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

Kamçatka’da 8.8’lik deprem: Hiç can kaybı yok, binalar ayakta + Kamçatka’da 8.8’lik deprem: Sovyet mühendisliğinin zaferi mi? -EVRENSEL

Kamçatka’da 8.8’lik deprem: Hiç can kaybı yok, binalar ayakta - Merve Tur- 30 Temmuz’da Kamçatka açıklarında meydana gelen 8.8 büyüklüğündek...