Kozak Yaylası’ndan Meral Yıldırım: Dağları taşı makinalar öğütüyor, ağaç küsüp ağlıyor(VII)
“Çamlar ağlıyor, taşlar kuru artık. Eskiden yosun vardı, şimdi toz ve dev çukurlar. Ağaç küser mi? Küser.” Türkiye’nin en güzel yerlerinden olan Kozak Yaylası’nda taş ocaklarının gölgesinde yaşayan Meral Yıldırım, doğa ile kurulan kadim bağın nasıl parçalandığını anlatıyor

“Ağaç küser mi? Evet, küser” diyor Meral Yıldırım. 39 yıllık Kozak gelini, Okçular Köyü sakini ve bir doğa savunucusu.
Kozak Yaylası antik dönemlerden beri uygarlığın ve doğanın iç içe yaşadığı etkileyici bir coğrafya. İzmir ve Balıkesir arasında yer alan bölge, ilgi çekici doğal dev granit taşları ve kaliteli fıstık çamları ile kaplı ormanlık bir alan. Son yıllarda verilen ruhsatlarla taş ocaklarının hüküm sürdüğü bu eşsiz alan ekolojik ve toplumsal doku açısından giderek çölleşme eğiliminde.
Bir taş ocağının zaman çizelgesi aşağıdaki gibi:
Kozak Yaylası’nda yaygınlaşan taş ocakları, doğayı ve insan hayatını da geri dönüşü olmayacak biçimde dönüştürüyor. Kozalakları dünyaca ünlü çam ağaçları uzun süredir fıstık vermiyor. Gördüğünüzde insanı etkileyen asimetrik dev granit taşlar neredeyse yok olmak üzere. Meral Yıldırım’ın içi, ormanların yerini aldığı ocaklarla dolu bu bereketli topraklara baktıkça, acıyor.
-Siz bu topraklarda yaşıyorsunuz. Eskiden nasıldı oralar?
Ben 39 yıllık Kozak geliniyim. Kozak yaylası ile ilk tanıştığımda doğa o kadar mükemmel ötesi bir şeydi ki anlatamam. Ağaçlar, taşlar, canlılar. Oturup o taşları seviyordum. O taşları severken içlerindeki suları görüyordum. Taşların içleri yaştı ama şimdi maalesef kurudu, yosun diye bir şey kalmadı. Açıkçası doğanın, taşların içindeki enerjiyi ve güzelliği aldılar.
-Ne zamandan beri o enerji ve güzellik yok?
Ortalama 20-25 yılından beri o güzellik yok oldu.
-Taş ocakları o zaman mı açıldı?
Taş ocakları daha önceden de vardı ama bu kadar sayıda değildi ve makine yoktu. Çalışmalar daha çok kol gücü ile yapılıyordu. Şimdi maalesef hep makine gücüne dönünce hiçbir şey kalmadı. Resmen dağı, taşı makinalar öğütüyor. Bir gelip görmenizi isterim. Ben ağlıyorum, görenler de ağlıyor.
-Sayıları arttı mı taş ocaklarının?
Sayıları arttı. Bazıları da kaçak çalışıyor. Benim bildiğim bu bölgede 20 tane ocak var ama hangisi resmiyete geçti bir bilgim yok.
-Dağlardaki bu granit taşların yörede özel bir ismi var mı?
Burada aslen yumurta taşı olarak geçiyor. Katmanlı oldukları için bu isim verilmiş. Bunların volkanik patlamadan oluştuğu söyleniyor. Yöre halkı bunları taş olarak görüyor, ocak sahipleri ise bu taşları para olarak görüyor. Yöremize birkaç kişi dışında kimse sahip çıkmıyor.
-Oradaki yaşam nasıl değişti? Eskiden doğanın şimdi ise taş ocaklarının olduğu yerlerde artık ne var?
Sadece toz ve devasa çukurlar var. Bu çukurların başında bir taş ocağı sahibiyle tartıştım. Ona, “Bunları neden böyle bırakıyorsunuz, sizin çevreyi düzenleme mecburiyetiniz yok mu” diye sordum. “Hayır, bizim düzenleme zorunluluğumuz yok” dedi. “Devlet bize nereyi gösterirse, biz orada kazım yaparız” diyor. Ve artı bunları sorduğum için arkamdan kavanoz bile atıldı. O ocakta çalışanlar attı.
-Çalışanlar o bölgenin insanı değil mi?
Bölgenin insanı ama orada çalıştıkları için onları savunan kişiler. Bugün için bir dilim ekmek yiyor ama yarın için hiçbir şey bulamayacak bu şahıslar.
-Taş ocağı açıldığı için boşalan evler oldu mu?
Köylerde artık insan yok. Ocaklar artık köyün içine girdiği için köylüler yerini ocak sahiplerine satıyor. Şehirdeki hayat çok mükemmel diye gidiyorlar. “Şehirde bir daire ve araba aldılar mı tamam” diyorlar. Geneli böyle.
-Köyün genel tavrı nasıl taş ocaklarına?
Kozak’ta halk biraz uyanıyor ama halkın geneli para ile uyutulmuş. YouTube'a girdiğiniz zaman mutlaka Okçular’daki taş ocakları eylemlerini görürsünüz. Buradaki eylemlere dışarıdan gelen insanlar katkıda bulundu. Yöre halkı da az sayıda olsa katıldı.
“Çamlar ağlıyor”
- Oradaki doğal yaşamının değiştiğini de gözlemliyor musunuz?
Çamlar var ya onlar ağlıyor. Ağaçlar gerçekten ağlıyor. O kadar küstüler ki, 17-18 yıldan beri ürün vermiyor. “Siz bizi katlediyorsunuz” diye küstüler. Ağaç küser mi? evet, küser. Ağaç bir canlı ve küser.
-Torunlarınıza bugünleri anlatacak olsanız neler söylerdiniz onlara?
“Yavrularım sizden çok özür dilerim. Biz sizin hakkınızı çok kötü şekilde yedik. Size gözyaşından başka bırakacak hiçbir şeyimiz yok,” derdim.
Kadın emeği ve zeytin
Ege’nin bereketli topraklarında kadınlar da zeytin ağaçları gibi elleri ile kök salar. Zeytin üretimi, kırsal kadın emeğinin omurgasını oluşturan en yaşamsal uğraşlardan biri. Ancak son yıllarda art arda çıkarılan düzenlemelerle zeytinliklerin taşınması ve tarım alanlarının madencilik faaliyetlerine açılması, kadınların emeğini, yaşam alanlarını ve toplumsal yerini de derinden sarsıyor.
Prof. Dr. Meltem İnce Yenilmez, kadın çalışmaları alanında çalışmalar yapan bir akademisyen. Yenilmez, zeytin ve kadın ilişkisini aşağıdaki cümleler ile anlatıyor:
“Kırsal alanda, özellikle de Ege bölgesi kırsalında, kadın emeği için zeytin üretimi önemli bir gelir kaynağıdır. Bu sektörde meydana gelen değişiklikler, kadınların mevcut iş potansiyellerini etkileyebilir. Zeytin ağaçlarının taşınması, kadınların gücüyle yerel kalkınmayı destekleyen emeğin sürdürülebilirliğini olumsuz etkileyebilir.
Zeytin ağaçlarının taşınması ile ilgili düzenlemeler, Türkiye'nin kırsal bölgelerinde kadın emeği üzerinde uzun vadeli bir etkiye sahip olabilir. Kırsal bölgelerde kadınlara istihdam sağlayan sektörlerden biri zeytinciliktir. Zeytin üretiminin her aşamasında, dikimden hasada, işlenmeden pazarlamaya kadar, kadınlar önemli rol oynar. Yalnızca zeytinin kendisi değil, aynı zamanda zeytin yağı, sabun, kolonya, krem, reçel ve diğer değerli ürünlerin üretimi de kadınlar tarafından yapılmaktadır. Bu durum kadın istihdamını azaltabilir ve bölgedeki kadınların aktif işgücü piyasasından ayrılmasına neden olabilir. Kadınların üretim dışına itilmesi, alternatif istihdam alanlarının sınırlı olduğu bu bölgelerde sosyal eşitsizlikleri daha da derinleştirebilir.
Ülkemizde tarım alanlarında meydana gelen bu değişiklikler, su kaynaklarını ve doğal dengeyi bozarak göçe neden olabilir. Sürdürülebilir tarımı korumak, kadınların zeytin ve yan ürünlerini işleyerek ekonomiye katkıda bulunmasını sağlamak ve kırsal kalkınmayı güçlendirmek için gerekli adımlar atılması önem taşımaktadır.”
/././
CHP Grup Başkanvekili Gökhan Günaydın: "Zeytinlik yasası" iki ayrı santralin kömür ihtiyacı için yapıldı, tüm boyutları ile sorunlu (VI)
Temmuz ayında TBMM’de kabul edilen ve kamuoyunda “zeytinlik yasası” olarak bilinen düzenleme, tarım ve orman alanlarında enerji faaliyetlerinin önünü açıyor. CHP Grup Başkanvekili ve Ankara Milletvekili olan Gökhan Günaydın’a göre şirketler doğa tahribatı yapmadan kapalı işletme yöntemi ile yer altına inerek maden çıkartabilir

Temmuz ayında Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde kabul edilen, 24 Temmuz’da Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren ve kamuoyunda "Zeytinlik Yasası" olarak bilinen torba yasa, çevre örgütlerinden sivil topluma, muhalefet partilerinden köylülere uzanan geniş bir kesimde tepki çekti.
Yasa, kömür santrallerinin ihtiyaçlarını gerekçe göstererek zeytinlik alanlarda madencilik yapılmasının önünü açıyor. Ancak sadece doğa tahribatı ile sınırlı kalmayan bu düzenleme, kamu kurumlarının şirketlere yönelik denetim yetkilerini de büyük ölçüde zayıflatıyor. CHP Grup Başkanvekili ve Ankara Milletvekili Gökhan Günaydın, bu yasa için “Yasa tüm boyutları ile sorunlu” ifadesini kullanıyor.
Günaydın’la yasaya dair yürütülen politik mücadelenin detaylarını ve Anayasa Mahkemesi sürecini konuştuk.
- Gökhan Bey, bu yasa ile ilgili olarak neler söylersiniz?
Twitter sayfamda gerekli açıklamaları yaptım. Bu iki ayrı santralin kömür ihtiyacı için yapılan bir iş. Bu çerçevede fosil yakıtlardan hâlâ kömür işletilmesinin, enerji üretilmesinin ne denli primitif bir iş olduğunu bütün dünya fark ediyor. Dünyada fosil yakıtlar terk ediliyor. İkinci söyleyeceğim pekâlâ bu şirketler kapalı işletme yöntemiyle yani üst yapı da floraya ve faunaya, zeytin ağaçlarına zarar vermeden yer altına inerek bir işletmecilik yapıp madeni çıkartabilir. Ancak bunun doğuracağı ek maliyete katlanmak istemedikleri için zeytin ağaçlarının katline yönelik bir yasaya Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne alet ettiler. Bunun da ifade edilmesi gerekiyor. Üçüncüsü, sosyal medyada dekarını dönümünü, dönümünü vermiştim. Burası 26 köyü de kapsayan bir alan. Dolayısıyla flora ve fauna ile ekosistemin insan ve insan yerleşimlerini de hedef alan bir boyut. Nihayetinde de şunu söyleyeyim. Daha evvel çıkan iklim yasasını biz 3 hafta boyunca engelleyebilmiştik. Sonra 14. günde Anayasa Mahkemesi’ne götürdük. Türkiye’nin en önemli konularına hiç değinmeyen daha görece bazı önemli yasalarda yoklama veremeyen AKP’nin bu düzenlemede tam kadro mecliste olmasını halkın takdirine sunarım. Cumhuriyet Halk Partisi olarak bu yasaya muhalefet ettiğimizi hem içerik itibariyle ortaya koyduk hem de mecliste engellemelerimizle bunu ortaya koyduk.
CHP Grup Başkanvekili ve Ankara Milletvekili Gökhan Günaydın
“Bu yasanın diğer partilerin de katılımıyla beraber götürülmesine yönelik bir talep var”
- Konuyu Anayasa Mahkemesi’ne taşımak için neler yapıyorsunuz?
Anayasa Mahkemesi’ne konuyu taşımak için 60 günlük bir hakkımız var. İklim kanunu 14. günde götürdük. Zeytin ve madeni ilgilendiren yasada da ilk 15 gün içerisinde Anayasa Mahkemesi’ne götüreceğimizi ön görüyoruz. Şu anda hazırlığımız devam ediyor. Son olarak bu yasanın diğer partilerin de katılımıyla beraber götürülmesine yönelik bir talep var. Biliyorsunuz Anayasa Mahkemesi bu yetkiyi, ana muhalefet partisine ve yeter sayıda milletvekiline tanıyor. Biz dilekçemizi bitirirken diğer partileri de imza ve teslim sürecine dahil edeceğiz. Onların takdirlerine göre şekillenecek.
- Onay veren vekillerle, oylanmadan önce birebir görüşmeler yaptınız mı? İçeriği konusunda onları ikna etmeye dönük herhangi bir girişiminiz oldu mu?
Onlar herhangi bir konunun içeriğini öğrenmek gibi bir kaygı duyan vekiller değiller. Bakanlıktan kanun metni gelir. Onların görevi o metni komisyondan, genel kuruldan hasarsız geçirmektir. Dolayısıyla beyhudedir onlarla içerik tartışmak. Mecliste böyle bir usul yok. Genel Kurul üzerinden tartışılıyor zaten her şey.
- Yasanın kamu denetimi konusunda yaklaşımı hakkında neler söylemek istersiniz?
Süper izin yasası sadece koordinatları belirlenmiş bir alan üzerinde tahripkâr etki yaratmıyor. Bundan sonra bütün bu izin yetkilerinin kamunun gerçek bir denetleme gücünü kıran ve denetim için gerekli olan süreleri kısaltan bir boyutu da var. Dolayısıyla tüm boyutlarıyla zaten sorunlu. Sadece Muğla, Milas ve Yatağan için değil…
“Karşımızda kural tanımaz bir iktidar var ve maalesef meclis çoğunluğu onlar”
- Genel anlamda yeterli derecede itiraz edildiğiniz düşünüyor musunuz? Hem toplumsal ölçekte hem de muhalefet açısından?
Ben yapılabilecek her şeyin yapıldığını düşünüyorum. Muğla'dan ve Türkiye'nin her tarafından köylüler, çevre aktivistleri geldiler. Günlerce parklarda yattılar. Biz de onlarla kaldık. Beraber meclise girmelerini, komisyona katılmalarını ve genel kurulu izlemelerini sağladık. Ayrıca muhalefet de içtüzükte kendisine verilen bütün hakları kullanarak engellemek için her şeyi yaptı. Sadece CHP değil Cumhur İttifakı dışındaki tüm siyasal partilerin bu engelleme çalışmalarına fedakârca katıldığımı söyleyebilirim. Yapılabileceklerin tamamı yapıldı. Karşımızda kural tanımaz bir iktidar var ve maalesef meclis çoğunluğu onlar.
- Anayasa Mahkemesi’nde yapılan çalışmalar sonucu vermez ise sonrası için nasıl bir planlamanız var?
Akbelen’de bir ağaç kesimi olursa geçmişte olduğu gibi bugün de Cumhuriyet Halk Partisi’nin milletvekilleri orada olacaklar. Doğanın yanında olmaya devam edeceğiz.
/././
Ecehan Balta: Gıda ve su krizi herkesi vurur, bu yasa sömürgeleştirme pratiğidir!(V)
Araştırmacı ve İklim Adaleti Komisyonu aktivisti Ecehan Balta’ya göre torba yasa doğayı tahrip etmenin yanında kırsal hafızayı, kadın emeğini ve müşterek yaşam alanlarını da görünmez kılıyor.

İklim krizini yaratan nedenler ile mücadeleyi kapitalizm ile mücadeleden ayrı düşünmek imkansız. James O’Connor, sermayenin yok etmek pahasına doğayı metalaştırmasını, kapitalizmin ikinci çelişkisi olarak tanımlar. Kapitalizmin bu arsızlığı elbette üzücü. Ancak bu durumun, antikapitalizm ile mücadele alanında alan açması da anlamlı. Bu sayede oluşan sistemle mücadele, ekolojik farkındalık gibi zorunlu bir temel üzerinden daha verimli sonuçlar elde etmemizi sağlayabilir. Özellikle kadınların ve gençlerin antikapitalizme karşı mücadelede, çevre hareketlerinde örgütlenmeleri umut verici. Ancak ekolojik politikalar üretmek konusunda daha fazla çaba gösterilmesi gerektiği aşikar.
Ecehan Balta, çıkan torba yasanın salt doğaya yönelik bir yıkım politikası içermediğini, “Toplumsal dayanışma, topluluk temelli üretim ve kırsal yaşamın sürdürülebilirliğine yönelik de bir saldırı” olduğunun belirterek sorularımızı yanıtladı:
- Kapitalizmin ikinci çelişkisi olarak tarif edilen, sistemin kendi doğal ve toplumsal yeniden üretim koşullarını tahrip etmesi bağlamında bu yeni çevre yasası ne ifade ediyor?
Kapitalizmin ikinci çelişkisi, sistemin kendi üretim koşullarını tahrip ederek kendi sürdürülebilirliğini imkânsızlaştırmasıdır. Yeni maden yasası tam da bu çelişkinin güncel bir örneğini sunuyor. Yasa, maden alanlarını genişletmek ve sermayenin “kritik” ya da “stratejik” maden ihtiyacını karşılamak adına, doğayı geçim kaynaklarını ve toplumsal yaşamı hızla ve yoğun biçimde tahrip edecek bir düzenleme getiriyor. Bu, yalnızca doğaya yönelik değil, aynı zamanda toplumsal dayanışma, topluluk temelli üretim ve kırsal yaşamın sürdürülebilirliğine yönelik de bir saldırı.
- Yasanın, kırsal alanları sürekli "kalkındırılması gereken", "boş", "verimli hale getirilmeyi bekleyen" alanlar olarak kurgulaması sizce nasıl bir ideolojik izdüşüme neden oluyor? Sonuçları ne olacak?
Bu yasa, kırsal alanları “verimli hale getirilmeyi bekleyen boşluklar” olarak yeniden tanımlarken modern zamanların “terra nullius” (boş toprak) ideolojisini yeniden üretiyor. Her şeyden önce söylemek lazım ki, bu kalkınma falan değil; yerli halkları, köylüleri ve doğanın kendisini görünmez kılan bir sömürgeleştirme pratiğidir. İdeolojik olarak kırsalı yalnızca sermaye için kullanılabilir alan olarak kodlar; insan ve diğer hayvanların, cansız varlıkların, toplulukların yurt hakkı, yaşam hakkı ve kültürel varlığı bu söylemle silinir. Sonuç olarak zorunlu göçler, ekolojik yıkım ve kırsal kültürlerin ortadan kalkması gündeme gelir. Yeni maden yasasında da bunu görüyoruz; hatta sadece tarım arazileri ve meralardan oluşan kırsal alanlar değil, SİT alanları, arkeolojik alanlar da bu “boş toprak” anlayışıyla değerlendiriliyor.
"Gıda ve su krizi herkesi vurur"
- Madenlerin yoğunlaştığı bölgelerde, kadınların üretici ve kadın olarak konumlandığı kırsal yapı nasıl etkileniyor? Bu yasa, kadınların emeğini ve gündelik hayatını hangi açılardan tehdit ediyor?
Kadınlar, kırsalda hem gıda üretimi hem tohum saklama hem de bakım emeği yoluyla üretimin ve yaşamın sürdürücüsüdür. Maden-yoğun bölgelerde yeni hafriyatçı politikalarla birlikte kadınların yerinden yurdundan edildiğini, üretimden koparıldığını, toplumsal yeniden üretim emeklerinin yoğunlaştığını deneyimledik. Bu yeni süper talan yasası ile zeytinliklerin, meraların ve tarım alanlarının madenciliğe açılması, kadınların geçim kaynaklarını doğrudan etkileyecek, kadınların üretimden kopuşu anlamına gelecek. Şunu ayırt etmek çok önemli: İster gri, ister yeşil madencilik olsun, madencilik faaliyetleri sadece kendi bulunduğu çevreye zarar vermez. Karbon emisyonlarının artması, ormansızlaştırma, iklim krizinin derinleşmesi, dolayısıyla daha fazla kuraklık, daha fazla orman yangını, daha az gıda ve su demektir. Ama maden kendi içinde bulunduğu çevre için de çok kısa bir vadede su kaynaklarının kuruması demek. Suya erişimin kısıtlanması, sadece su kaynaklarının azalması değil, gıdanın da azalması anlamına gelir. Bu da bakım emeği yükünü omuzlayan kadınların daha fazla çalışması demektir. Bu durum, sadece maden çevresinde yaşayan kadınlar için değil, bütün toplum için böyledir. Ormansızlaştırmadan ve kuraklıktan herkes etkilenir. Gıda ve su krizi herkesi vurur. O yüzden maden yasasını sadece maden izni verilen yerlerdeki insanların etkileneceği bir süreç olarak düşünmeyin. Bu yasanın sonuçlarından herkes, ama herkes, özellikle kadınlar ve çocuklar etkilenecek. Son olarak, şimdilik Akbelen’de ama Cumhurbaşkanı kararıyla önümüzdeki günlerde her yerde karşılaşacağımız acele kamulaştırmalar yoluyla köy boşaltmaları yurt hakkının gaspıdır. Kadınları güvencesizliğe, şehirleri göçe ve toplumsal cinsiyete dayalı şiddete daha açık hale getirecektir.
- Ekolojik anarşist bir perspektiften bakıldığında doğaya dayatılan tahakküm, toplumsal hiyerarşi açıdan nasıl sonuçlar doğurur?
Ekolojik anarşizm, doğa üzerinde kurulan tahakkümün insan toplumundaki hiyerarşilerle doğrudan bağlantılı olduğunu savunur. Ben ekolojik anarşist değilim. Ancak patriarkanın da bu hiyerarşi mekanizmasıyla ilişkili olduğunu düşünüyorum. Aklın, fennin, erkeğin, ilerlemenin; sezgiden, kadından, doğadan, döngüden üstün olduğu bir ikili karşıtlık üzerine kurulu bir sistemde yaşıyoruz. Kadının ve doğanın sömürgeleştirilmesi, daha doğrusu doğa ile ilişkili görülen her şeyin; bu yerel halk da olabilir, hayvanlar da, kadınlar da... Sömürgeleştirilme ile karşı karşıyayız. Bu iki kamp kurulan hiyerarşi, aynı zamanda toplumsal eşitsizliklerin derinleşmesi ve toplulukların parçalanması anlamına geliyor.
- Yerel ekoloji mücadeleleri bu yasa sonrasında nasıl bir strateji izlemeli?
Yasa, yalnızca hukuki değil, aynı zamanda siyasal ve ideolojik düzlemde de mücadele edilmesi gereken bir düzenleme. Burada devlet-sermaye ittifakı dışındaki herkese çok iş düşüyor. Yerel ekoloji mücadeleleri Türkiye’de 1990’lardan beri çok ciddi bir direniş repertuvarına sahip, bundan sonra ne yapılacağı hep beraber alacağımız kararlara bağlı. Ama kişisel fikrimce; kolektif saldırıya kolektif bir yanıt üretmek en önemlisi. Hareketin saldırı planının bütüncül olduğunu görmek ve buna bütüncül bir yanıt üretmek gerekiyor. Bunun ekseninde de bence şunlar olmalı:
*Yurt hakkını ve müşterekleri savunmak.
*Kadınların ve köylülerin direniş hafızasını görünür kılmak.
*Hak temelli, agroekolojik, feminist alternatifler inşa etmek.
* Uluslararası kampanyalarla GIAHS, UNESCO gibi yapıları baskı altına alarak uluslararası görünürlük sağlamak.
* Sivil toplumun daraltılan hareket alanı karşısında, daha yatay, yerel odaklı, gönüllü ağlara dayalı direniş biçimleri geliştirmek.
* Ve nihayetinde, bu yasa ile boyutlarını net biçimde bir kez daha gördüğümüz politik-ekonomik düzene karşı hem kırda hem kentte toplumsal öz örgütlenmeleri güçlendirmek.
/././
Çevre mühendisi Deniz Gümüşel: Kamu denetimi ortadan kalkıyor, kurda kuzuyu teslim ettiler (IV)
Çevre mühendisi ve “Toprağımızı Vermiyoruz” kampanyasının bileşenlerinden Deniz Gümüşel, TBMM’den geçen torba yasa ile ekosistem bütünlüğünün parçalanacağını ve gıdaya, suya erişimin giderek zorlaşacağını söylüyor.

Dünya Meteoroloji Örgütü'nün 2023’te yayınladığı rapor, 1,5 santigrat derecelik sıcaklık artışının 2027 yılına dek aşılacağını gösteriyor. Yani beklenen felaket çeyrek asır erken gelecek. Farkındalığı yüksek ülkeler, bu tehdit karşısında uzun süredir sivil toplum baskısıyla ekolojik düzenlemelere yöneliyor. Türkiye ise bu konuda yeterli önlemleri alabilmiş değil.
Çevre mühendisi ve “Toprağımızı Vermiyoruz” kampanyasının bileşenlerinden Deniz Gümüşel, durumu şöyle özetliyor: “Bu seferki yalnızca bir yasal kolaylaştırma değil, topyekun bir saldırı. Kurda kuzuyu teslim eden, denetimi ortadan kaldıran, yaşamı şirketlere devreden bir yapıdan söz ediyoruz.” Deniz Gümüşel, konuyu tüm boyutlarıyla anlatıyor.
Aslında sorunun içinde cevabını verdiniz. Pek çok yerde ekosistem bütünlüğünü bozacak. Orman ekosistemleri madencilik ile parçalanacak, tarım alanları yapay ekosistemleri olarak geçiyor ama onların da mutlaka doğal döngüde yerleri var. Onlar parçalanacak yok edilecek. Dolayısıyla en önemlisi ekosistem bütünlüğünün ortadan kaldırılması. Bu biyolojik çeşitliliğin azalmasına yol açacak. Sistemin ayrılmaz parçası olan su havzaları ortadan kalkacak ya da kirletilecek. Su havzalarının bütünlüğü kalmayacak. İklim krizine yol açan bir sürece girilecek. Doğal alanların hepsi aslında atmosferdeki fazla karbonu tutan mekanizmalar. Hem ormanlar hem meralar inanın bozkırın dahi karbon tutma potansiyeli var. Sadece ağaç gibi düşünmeyelim. Tarım alanlarında yetiştirilen bitkilerin karbon tutma potansiyeli var. Bu alanlar yok edildiği için bizim negatif emisyon dediğimiz yani havadan tekrar toprağa bağlanan karbon miktarında çok büyük bir düşüş olacak. Bu önemli bir başlık. Özellikle bugünlerde çok ciddi yangın afetleri ile karşı karşıya kalıyoruz. Türkiye'nin korunması gereken alanları ortadan kalktıkça yangın, sel, kuraklık gibi ya da aşırı sıcaklar, fırtınalar, hortumlar, don gibi zararlı olan pek çok hava olayına maruz kalacak. Böyle bir zincirlenme içerisinde düşünürsek bunların hepsi birbirini tetikleyen süreçler. Nihayetinde insan toplumu açısından düşündüğümüzde tarım ve su varlıklarının yok edilmesiyle paralel olarak çok ciddi tarımsal üretimde, su varlıklarında azalma olacak. İçilebilir taze suya erişimde sorun yaşanacak. Bu hem gıdaya hem temiz suya erişim hakkının ihlali anlamına geliyor. Kent yoksulluğu artacak köylüler üretim araçlarından, topraklarından olacaklar çok ciddi bir yoksullaşma yaşayacaklar. Bu işin kente yansıyan kısmı olacak tarım alanlarımız azaldıkça tarım ürünlerinin fiyatı yükselecek. Bu da enflasyonu etkileyecek.
"Kamu denetimi ortadan kalkıyor"
- Bu yasa, Türkiye'deki çevre mücadelesi açısından nasıl bir eşik yaratıyor?
Bugüne kadar da pek çok şirket için kolaylaştırılmış süreçler, mevzuattan muaf olmalarını sağlayacak istisnalar yapıldı. Daha az çevresel önlem almaya zorlayacak düzenlemeler vardı. Ama bu sefer ki gerçekten topyekun bir saldırı ve büyük küçük demeden ulusal ya da uluslararası şirketin, kontrolsüz bir şekilde, kamu denetimi olmadan doğal varlıklara saldırısını kolaylaştırıyor. Saldırı kelimesini özellikle söylüyorum. Çünkü şirketler kapitalist sistem içerisinde kar etmek için kurulmuş yapılardır. Bunu dengeleyecek olan devletin düzenlemeleri ve denetimidir. Bunlar ortadan kaldırılıyor. Düzenleme yapma ve denetleme yetkileri kurumların ellerinden alınıyor. Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü (MAPEG) ve Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu (EPDK) sayesinde her şey şirketler yararına kolaylaştırılıyor. Yatırımcı devlet kurumlara doğal varlıkların yönetimi teslim edilmiş oluyor. Biz bunu kurda kuzuyu teslim etmek olarak tanımladık. Bir kamu idaresi yapısı içerisinde Orman Genel Müdürlüğü’nün olması ormanları her türlü baskıya karşı korumak olduğu için anlamlı. Ama siz altında maden olan ormanları üstelik hiçbir maddi külfeti de olmadan MAPEG’e veriyorsunuz o da şirketlere verecek çok net bir şekilde. Neoliberal düzen bu demek. Kurumları etkisizleştirmek, yasal düzenlemeleri şirketlerin yararına tırpanlamak ve şirketler üzerindeki kamu yönetimi denetimini azaltmak bu neoliberal politikaların artık aslında ABC’si. Bunu hiçbir sınır tanımadan yapan bir yasayla karşı karşıyayız.
- Yerel hareketlerin yaklaşımı nasıl olmalı?
Öncelikle nerelerden saldırı gelebileceğine dair bir araştırma yapmak gerekiyor. Her yerel kendi bölgesi için neyle karşı karşıya kalacağına dair bir ön araştırma yapmak ve buna hazırlanmak durumunda. Çünkü yerel mücadeleler hem doğrudan eylem hem hukuki süreçleri içeriyor hem de aslında yerel karar vericileri de etkileyebilecek şekilde bir donatıya sahip olmaları lazım. Çevre Şehircilik Bakanlığı’ndan, valiliğe ÇED gereklidir ya da değildir kararı ulaştığı zaman bunu analiz edecek alt yapıyı sahip olmaları gerekiyor. İkincisi bence en önemlisi bu. Ağlar aracılığıyla bir dayanışmanın parçası olmaları gerekiyor. Çünkü hiçbir bölge tek başına o mücadelenin altından kalkamaz.
Toprağımızı Vermiyoruz
- Bu yasaya karşı, çağrısı yapılan “Toprağımızı Vermiyoruz” oluşumu da bu nedenle oluşturuldu değil mi?
Evet, Toprağımızı Vermiyoruz bütün Türkiye coğrafyası içerisindeki yerel hareketleri hem birbirlerinden haberdar etmek hem de bu yıkıcı yasaya karşı ortak hareket etmek konusunda bir araya getiriyor. Bundan sonra nasıl ilerleyeceğimizi, bu yasa yürürlüğe girerse olabileceklere dair yerelde halkı nasıl güçlendireceğimizi konuşacağız. Bu dayanışma ve bilgi paylaşımı bizim en büyük silahımız.
- Yasanın Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası çevre anlaşmaları nezdinde durumu ne?
Türkiye'nin taahhütlerini hatırlatmaya yönelik bir çalışma yapmaya dair planımız var. Örneğin bu, az önce anlattığım karbon yutak alanlarının ortadan kaldırılması Paris İklim Anlaşması'nı hiçe sayan bir durum. Yine Türkiye’nin on yıllardır taraf olduğu biyolojik çeşitlilik sözleşmesi var. Buna tamamen aykırı bir düzenleme. Dolayısıyla aslında Türkiye uluslararası düzlemde verdiği sözleri de göz ardı ediyor. Örneğin bu sözleşmelerin çatı örgüt olan Birleşmiş Milletler (BM) çerçevesinde girişimlerde bulunabiliriz. Yasanın getireceği yakıcı etki aktarılır. Raportörlerin Türkiye’ye uyarıda bulunması sağlanabilir. İç Hukuk tükendiğinde eğer Anayasa Mahkemesi’nden beklediğimiz iptal kararı çıkmazsa Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gibi uluslararası mahkemelere başvurulabilir. Bunların kanalları nelerdir diye araştırıyoruz bir taraftan.
- Felsefi olarak baktığımızda doğanın korunması gereken bir kaynak olarak görülmemesinden kaynaklanıyor belki de bizim eksikliğimiz. Aslında doğa kendi varlığı üzerinde bir hak sahibi.
Bence çok temel bir eksiğimiz var. Temel ekoloji bilgisine sahip değiliz. Doğaya yaptığımız tüm müdahaleler aynı zamanda bizim yaşam ve varlığımıza yönelik müdahaleler. Bu işin, insan perspektifi ile baktığımız yararcı kısmı. Bunu anlatmaya çalışıyoruz henüz bu aşamadayız. Doğaya yaptığınız her müdahale bir bumerang gibi dönüp gelip sizi de vuracaktır diyoruz. Dediğiniz şey çok doğru. Daha ekoloji felsefesi üzerine düşündüğümüzde doğayla insanı ayrı düşünmemek lazım. Evet birincisi bu ama bunun ötesinde burası üzerinde yaşadığımız gezegen insanın varlığı için ona bahşedilmiş bir varlıklar bütünü değil. İnsan bu yaşamın merkezinde diye öğretile geliyor. Bu da doğaya bir kendisinin hak sahibi olduğu bir varlık olarak tanımlamak konusunda düşünsel becerilerimizi sınırlıyor. Onun için doğa felsefesi eğitimleri olmalı. Gerçek bir felsefe eğitimi olmalı. İnsan varlığının ne olduğuna dair de tartışma yürütebileceğimiz zeminler olmalı. Bolivya'nın anayasasında Toprak Ana Hakları bildirgesi var. Buna yönelik bir anayasa hazırlamışlar. Hindistan'da bir nehir kendi başına bir hak sahibi bir varlık olarak tanındı. Böyle güzel düzenlemeler var. Biz Türkiye’de henüz o noktada değiliz.
- Doğa koruma çalışmalarında kendinizi nasıl hissediyorsunuz?
Benimki öyle biraz daha sorumluluk duygusu. Yaşama, doğaya karşı ve birlikte yaşadığımız diğer insanlara karşı olan sorumluluk duygusu. Eğer bir bilgi varsa bende onu paylaşmam gerektiğini düşünüyorum. Çünkü o bilgi de aslında başkalarının bilgisi ve ben onlardan aldım, bana aktarıldı. Bunu bilginin demokratikleştirilmesi diye düşünüyorum. Yapmaya çalıştığım şeyin paylaşımcı bir topluma doğru bir adım olduğunu düşünüyorum. Var olma sürecimiz boyunca zaten çok ciddi bir etkimiz var yaşam üzerinde, bunu en aza indirmenin bir yolu olarak aslında bu mücadelenin içerisindeyim. Kendi varlığımın sorumluluğunu üstlenmeye çalışıyorum. Sartre’e gider bu. Yaşar Kemal'in çok güzel bir lafı var “mecbur insan” diyor. Toplumda değişime yönelik çaba gösteren, kendisini bu anlamda sorumlu hisseden insan anlamında söylüyor bunu. Sanırım ekoloji mücadelesinin içindeki çoğu arkadaşımız için bir “mecbur insan olma” durumu var. Başka türlü başka türlü bu hayatın içerisinde var olmak çok da mümkün değil. Bunca haksızlık, adaletsizlik, eşitsizlik bunca yıkım varken yapabileceğimiz elimizden gelen ne varsa onu geri topluma ve doğaya vermek bir sorumluluk.
/././
Halime Şaman zeytinlikleri madencilik sektörüne açmayı öngören torba yasayı anlattı: Hiçbirimizin hayatı bugünkü gibi olmayacak, bunun adı sosyal çürüme!(III)
Muğla Çevre Platformu ve “Toprağımızı Vermiyoruz” gönüllüsü Halime Şaman, Temmuz 2025’te Meclis’ten geçen yeni torba yasayı, “halkın hafızasına, mülkiyet hakkına ve yaşam alanlarına karşı bir sistem müdahalesi” olarak tanımlıyor. Yasanın toplumsal sözleşmeyi ve kamu duygusunu da hedef aldığını söylüyor

Meclis’ten geçen torba yasa, zeytinlikleri, ormanları ya da sulak alanlar ile bir toplumu ayakta tutan temel değerleri de hedef alıyor. Doğa koruma statülerinin kaldırıldığı, muhafaza ormanlarının madenlere açıldığı, insanları göçe zorlayacak yeni düzenlemeyi Muğla Çevre Platformu’ndan Halime Şaman ile konuştuk. Şaman’a göre bu yasa bir sistem değişikliği.
- Bu yasayı çok genel olarak nasıl yorumluyorsunuz?
Bu yasa aslında tarihsel sürece baktığımızda da 2 Mayıs 1920’de yapılmak istenenin şimdi hayata geçirilmesi. O dönemde Tarım ve Orman İşleri, İktisat Vekaleti’ne bağlanmıştı. Ülkenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarının tamamını, doğa koruması olmadan, oradaki insanların yaşam hakkının, geçmişini ve geleceğini dikkate almadan şirketlere teslim edilmesi.
- Bu yeni torba yasa, çevre ve mülkiyet hakkı gibi anayasal hakları nasıl etkiliyor genel olarak baktığımızda?
Bunların hepsini sakatlayıcı, bizlerin toplumsal mutabakatını sağlayan anayasanın güvencesini ortadan kaldırıcı ve aslında bir sistem bozucu, düzen bozucu bir yasa.
- Biraz açabilir misiniz? Özellikle gelecekle ilgili neye karşılık geliyor?
Bu düzen şuna karşılık geliyor. Biliyorsunuz toplumların bir arada yaşaması oluşturdukları anayasa ve anayasaya bağlı kanunlarla belirlenir. Bu onların o barış içinde yaşamalarının güvencesidir. Bu güvenceler arasında da en temel olanları yaşama, mülkiyet ve temiz bir çevrede yaşam haklarıdır. Şimdi bu yasadaki ‘acil kamulaştırma’ maddesi ile mülkiyet hakkı insanların elinden alınıyor. Savaş dönemlerinde ancak kullanılabilecek bir karar bu. Bu kullanılarak insanların elindeki mülkler Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü’nde (MAPEG) toplanıyor. Ama sembolik. Davul MAPEG’in elinde tokmak şirketlerin elinde. MAPEG eli ile kamudaki, halktaki servetin şirketlere transferi gerçekleşecek.
- Bu yasanın hazırlanıp hayata geçirilmesine nasıl bir anlam yüklemeliyiz?
Aslında bunun adı sosyal çürüme. Geldiğimiz süreçte belki en zor tamir edeceğimiz şey sosyal çürüme. Gerçeklik algısının değişmesi ve bireysel çıkarların toplum çıkarının önüne geçmesi olarak tanımlayabiliriz. Kamusallıktan yarışmacı bir hayata geçirilmesi, herkesin birbirinin rakibi olduğu ve pastadan kopardığı payla hayatını sürdürdüğü bir yaşama evirdiler bizi.
Körlük hali
- İklim krizi kapıda. Sürekli su ve enerji kesintileri yaşanıyor. Psikolojik olarak bunu nasıl yorumlamalıyız?
Bunu en iyi anlatan şeyin ‘Yukarı Bak’ filminin olduğunu düşünüyorum. Yine Jose Saramago'nun ‘Körlük’ romanı anlatıyor. Bir körlük hali bu. Bunun sosyolojik karşılığı nedir bilmiyorum. O komisyon çalışmasında körlük halinin en somut iki ifadesi vardı. Bir biyolog olarak ziraat mühendisi olan üniversite ders veren kişinin söylediğinden utandım. Üç bin yıllık zeytin ağacının taşınacağını söyledi. O hoca hayatında kaç defa üç bin yıllık zeytin ağacı görmüş acaba? Bu bir anıt ağaç, korunması zorunlu. Maden fakültesinin hocası da “maden hayattır” dedi.
- Bunca yıl doğayı savunan birisi olarak bu yasayla ilk karşılaştığınızda ne hissettiniz?
Bu yasa ekolojik değil bu yasa bir sistem değişikliği. Mülkiyet hakkının tebalaşma noktasına indirildiğini gördüm. Temelden sistemi değiştiren, hakları geriye götüren bir yasa.
- Kamu duygusunun da kırılmasına şahit oluyor muyuz?
Acıyı ötekinin acısı üzerinden seyrediyoruz biz. İçselleştirmiyoruz. Acıya yabancılaşma hali bu. Çünkü hayatlarımız bizim de çok acı ve yeni bir acı yüklenmesine tahammülümüz yok. TEMA’nın yaptığı çalışma çok kıymetli. 24 ilde maden arama ruhsatı olan alan oranı yüzde 67. Sadece Muğla’da şu nüfusun yüzde 3’ü zorunlu göçe maruz kalacak. Bunu lütfen 24 ildeki temanın verileriyle karşılaştırın. Bu kadar insan ne olacak? Bunlar ciddi toplumsal çöküşlere neden olabilir.
“Muhafaza ormanlarını madenciliğe açıyorlar”
- Koruyucu olması gereken devletin, yurttaşla devlet arasında denge kurması gerekiyor…
Zorunlu göçle bu insanlar kente ya da kasabaya gelecekler. Orada iş ihtiyacı duyacaklar dolayısıyla da işgücü fazlalığı olacak. Toplam ücret politikasında yaratacağı etkiyi düşünün. Bulgaristan'dan göç olduğunda bir anda Türkiye’deki ücret politikasının nasıl dibe vurduğunu anımsayın. Bu yasa cidden çok boyutlu tartışılmak ve kamuoyuna anlatılmak zorunda. En acısı da ilk kez yasada koordinat verilmesi ile karşılaştık. Adrese teslim bir yasa. Yasanın tamamı bütün korunan alanların üzerindeki zırhı kaldırıyor. Sadece Muğla'ya özgü değil. Yasanın sulak alanından milli parka, muhafaza ormanına kadar olumsuz etkisi var. Muhafaza ormanı milli parktan daha yoğun korunan bir alandır. Muhafaza ormanlarını bile madencilik ya da enerji sektörüne açacaklar.
- Kurulda neler konuşuldu?
Yasayı dayandırdıkları en önemli iki neden var. Bir tanesi madenlerin gayrisafi milli hasıladaki yüzde 1.7 olan yerini yüzde 2’ye çıkaracakmış. Bir de İspanya’da elektrik kesilmiş bunu görmüşler yani bu ülkedeki enerji açığını tamamlayacaklarmış. O bölümü Deniz Gümüşel çok güzel yanıtladı. İspanya'daki kesintinin enerji azlığından değil altyapıdan yetersizliğinden kaynaklandığını söyledi. Bizim ülkemizde kurulu gücün sadece yüzde 50’sini kullandığımızı yüzde 50’sinin atıl durduğunu belirtti. Bir enerji ihtiyacımız olmadığını vurguladı. Ben de Mustafa Varank’a “2003’te gayrisafi hasılada yüzde 10.3 olan tarımın ki payının günümüzde yüzde 5.7’ye düşmesini nasıl açıklıyorsunuz ve gıda krizi varken derdimizin bu olması gerektiğini düşünmüyor musunuz” diye sordum.
- Bellek maalesef uçucu. Nasıl bir duygu ile hareket etmek lazım? Siz ne öneriyorsunuz?
Zoru başaracağız ve başarmak zorundayız. Yoksa hc. Bakın dün demiyorum, bugün diyorum. Yasaların halkta karşılığının olmasıdır onlara işler ve geçerli kılan. Eğer siz halkta karşılık bulmayacak, halkın kendisine ait olmadığını düşündüğü bir yasa çıkarırsanız halkın da yaşam alanlarını savunmak gibi bir anayasal hakları doğar. Bunu yapmaya çalışacağız.
/././
Süheyla Doğan, “zeytinlik yasası”nı anlattı: Sermayenin taşeronluğunu yapıyorlar, gelmiş geçmiş en tehlikeli yasa!(II)
Kazdağları Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği’nden Süheyla Doğan, doğal sit alanlarından ormanlara, sulak alanlardan arkeolojik mirasa kadar nerdeyse tüm koruma statülerini kaldıran düzenlemeyi “topyekun bir işgal planı” olarak ifade ediyor
Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi adı altında TBMM'den 255 milletvekilinin oyu ile geçen ve kamuoyunda “zeytinlik yasası” olarak bilinen düzenlemeler, Türkiye’nin doğa koruma tarihinde yeni bir dönemin habercisi. Yeni yapılan değişiklikler ile milli parklar, zeytinlikler, sulak alanlar, sit bölgeleri ve hatta ormanlar artık maden ve enerji faaliyetlerine açılabilecek. Enerji ve maden şirketlerine neredeyse sınırsız yetkiler tanıyan yasa, ÇED süreçlerini etkisiz hale getiriyor, kamu kurumlarını işlevsizleştiriyor, acele kamulaştırmalar mülkiyet hakkını tehdit ediyor.
Tüm bu gelişmeleri Kazdağları Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği’nden Süheyla Doğan ile konuştuk. Doğan, bu yasanın “bugüne kadar gelmiş geçmiş en tehlikeli” yasa olduğunu söylüyor ve herkesi, doğayla birlikte var olmanın onurlu sorumluluğuna davet ediyor.
- Öncelikle çok genel olarak bu yasayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ülkemizin bütün doğal ve kültürel varlıklarını sermayenin kullanımına açıyor. Ülkenin her tarafını enerji ve maden şirketlerinin kullanımına açıyor, tahsis ediyor. Bu anlamda da sanıyorum bugüne kadar gelmiş geçmiş en tehlikeli, en kötü yasalardan bir tanesi diyebiliriz. Kısaca bir işgal yasası olarak tanımlayabiliriz.
- Madenciliği kolaylaştırarak doğanın dokunulmazlığını fiilen ortadan kaldıran bir yasa olarak mı görüyorsunuz?
Yalnız madencilik değil aynı zamanda enerji de. Bu yasa beş tane yasayı değiştiriyor. Bir tanesi enerji ile ilgili, bir tanesi maden, biri çevre yasası gibi çok kritik, önemli yasalarımızı değiştiren bir yasayla karşı karşıyayız.
“Yasanın hızla geçmesine ihtiyaçları vardı”
- İdeolojik bir hamle de olarak okumak mümkün mü?
Evet. Sanırım o kadar çok ciddi ihtiyaçları vardı ki belli yerlerde de tıkanmışlar. Özellikle kömür sektörünün Muğla civarındaki ihtiyaçları konusunda, termik santrallerin yakacağı kömürde artık zeytinliklere dayanmışlardı. Bir yandan da onu da çok hızlıca çıkarmak için bütün süreçleri jet hızıyla yürüttüler. Değişikliği bir an önce yasalaştırmak için ellerinden gelen bütün girişimleri yerine getirdiler. Meclise geldikten sonra hemen iki gün içerisinde komisyona gönderilmesi, komisyonda hemen iki gün içerisinde üyelere dağıtıp toplantıların başlatılması, sabahlara kadar 26 saat aralıksız süren bir çalışma temposuyla komisyondan geçirilmesi... Yine hemen arkasından Genel Kurul'a getirilmesi... Yani çok hızlıca bu yasanın geçmesine karar vermişlerdi. Bu konuda da ellerinden geleni yaptılar.
- Evet 255 oyla kabul edildi. 21 maddeden oluşan kanun teklifi ve 11 madde değiştirildi…
Yalnız 11’i de çok ufak bir değişiklikle geçti. Bütün kritik eleştirilerden hiçbir sese kulak vermediler. Diğer maddeler, 19. madde olduğu gibi geçti. Muhalefetin verdiği hiçbir önergeye de bakmadılar, dikkat etmediler. Hiçbir itirazı dikkate almadılar.
"Sermayenin taşeronluğu..."
- Sermaye tarafına dair neler var?
Her türlü hem yabancı sermaye hem yerli sermaye için çıktı. Zaten birlikte çalışıyorlar. Birbirlerinin taşeronluğunu yapıyorlar. Ülkemizdeki bir sürü şirket zaten uluslararası şirketlerin de taşeronluğunu yaptığı için el ele diyebiliriz. Hepsinin birlikte ihtiyaç duyduğu bir düzenleme idi.
“Doğa MAPEG’in emrinde”
- Bu yasanın kısa vadede ve uzun vadede sonuçlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ülkemizin çok büyük bir bölümü maden ruhsatları ile kaplanmış durumda. Kazdağları için yüzde 79 gibi çok yüksek bir rakamda. Onun dışında diğer bölgelerde de yüzde 50-60’lara varan oranda maden ruhsatları verildi. Zaten her yerde maden ruhsatı vardı. Uygulamada biraz sıkıntı çekiyorlardı. Örneğin Kazdağı Milli Parkı’nda maden rezervi var diyelim. Daha önce Milli Park Yasası orada madencilik yapılmasını engelliyordu. Şimdiki düzenleme, bu yasa ile bütün korunan alanlar, sulak alanlar, Milli Parklar, birinci derece antik kentler, tarihi sit alanları, doğal sit alanları, muhafaza alanları madencilik ve enerji faaliyetlerine açıyor. Bütün bu alanların korunan alanların ruhsatlarını, koordinatlı bilgilerini ilgili bakanlıklar Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na göndermek zorunda. Diyelim ki Kazdağı Milli Parkı'nın koordinatlarını Milli Parklar Genel Müdürlüğü, Enerji Bakanlığı’na gönderecek. Eğer burada bir madencilik rezervi var ise o zaman Maden Petrol İşleri Genel Müdürlüğü (MAPEG), Doğa Koruma Milli Parklara yazı yazacak. “Ben burada maden çıkartıyorum, ne dersiniz” diye soracak ve üç ay cevap bekleyecek. Süre dolduğunda kurum cevap vermemişse olumlu görüş verilmiş sayılacak. Bu kadar absürt bir düzenleme herhalde dünyada görülmemiştir. Aynı şekilde bütün sulak alanlar, tarihi sit alanları için de geçerli.
“ÇED formalite”
- MAPEG üst kurum olarak mı görev yapacak?
Evet. Yani Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, MAPEG’i bütün kurumlar üzerinde bir kurum haline getirecek. Yine ormanlar konusuna bir örnek veriyorum. Mevcut uygulamaya göre, ormanlarda maden rezervi var ise şirketler Orman Bakanlığı'na başvuruyor ve tahsis istiyordu. Orman Bakanlığı tahsisi uygun gördüyse tahsis emri düzenliyordu ve şirket orayı kullanmaya başlıyordu. Şimdi daha baştan eğer bir ormanlık alanda maden rezervi var ise ormanlık alanlar doğrudan MAPEG’e devrediliyor. Bütün diğer işlemler var MAPEG tarafından yönetiliyor. Şirketlerin yaptığı tahsis başvuruları falan artık ormanlar MAPEG’in olduğu için MAPEG’e yapılmak zorunda kalıyorlar. Orman Bakanlığı tamamen yetkisizleştiriliyor. Korunan alanları koruyacak olan bütün kurumlar yetkisizleştiriliyor. Türkiye'nin her tarafında maden ve enerji çıkartabilmek için bütün gerekli izinler artık oradan Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na bırakılmış oluyor.
- Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) raporları ne durumda?
Bu düzenleme yine ÇED süreçleriyle ilgili. Şu anda iyi kötü yürüyen bir süreç vardı. Her ne kadar zaman zaman yanlış uygulamayla karşılaşsak da uluslararası normlara biraz uygun bir ÇED süreci, mevzuatı vardı. Bunu da daha kolaylaştırmak istiyorlar. Şu andaki uygulama onlara yetmiyor. ÇED süreçlerini kolaylaştırmak, kısaltmak da var düzenlemede. Bir yandan da bir maden yatırımı yapacağınız zaman işletme projenizi hazırlayıp, işletme ruhsatınızı alırsınız. Ondan sonra da ÇED raporunuzu hazırlarsınız ve Çevre Şehircilik Bakanlığı’na başvurursunuz. Kararınız eğer olumlu çıktıysa ondan sonra çalışabilmek için çalışma ruhsatı satın almışsınız ve alana girersiniz.
Şimdi diyorlar ki işte ÇED süreci daha devam ederken çalışma ruhsatı, iş yeri açma ve işletme izni gibi bütün izin süreçleri de ÇED süreci içinde yapılabilir. Bu da acayip bir üst düzenleme. Bunun arkasında Türkiye'nin bazı ülkelerle imzaladığı uluslararası anlaşmalar var. Mesela Birleşik Arap Emirlikleri ile enerji anlaşması imzalamış. Şimdi bütün bu düzenlemeler bir yandan da bu ülkelerin de ülkemizde daha kolay daha hızlı yatırım yapmalarını sağlamak için. Yine ÇED ile ilgili bir düzenlemede, eskiden ÇED raporunu şirketler hazırlar ve bakanlığa şirket başvururdu. İşlemleri şirket takip ederdi. Şimdi şirketler adına bütün bu işlemleri ile MAPEG yapacak.
“Şirketlere ruhsatlar...”
- Tüm bunlar doğayı yok etmenin yanında hafızaya, yurttaşlık haklarına da zarar veriyor mu?
Haklara gelirsek diğer bir konuda acele kamulaştırma işlemleri. Yasaya eklenen iki haritayla beraber termik santrallerin ihtiyaç duyduğu kömür rezervinin bulunduğu alanlar kamulaştırılıyor. Oradaki tüm tarlalar, zeytinlikler, yaşam alanları kamulaştırılıyor. Şirketlere doğrudan teslim ediliyor. Bu çok önemli bir mülkiyet gaspı. Bir yandan da yine enerji yatırımları içinde benzer düzenleme var. Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu (EPDK) aynı şekilde acele kamulaştırma yetkisiyle donatılıyor. Cumhurbaşkanın acele kamulaştırma yetkisi. Normal kamulaştırmaları da bakanlıklar yapardı. EPDK hemen kolaylıkla arazide kamulaştırma kararı verebilecek.
- Kısa sürede ne kadar bir tahribat bekliyoruz?
Türkiye’nin her yanını açıyorlar. Peyderpey her yere girecekler. Kısıtlayan, koruma öngören kanunlar vardı. Bunları işlevsiz hale getirerek korunan her alana girebilme hakkı doğuyor.
- Bir de kritik ve stratejik madenler konusu var değil mi?
Türkiye'de kritik ve stratejik madenler diye nokta var yasada. Madenler sınıflandırılarak kritik ve stratejik madenler belirlenecek. O madenlerle ilgili özel yetkili bir kurul oluşturuluyor. Enerji Bakanlığı’nın da üstünde olacak. Bu kurul Cumhurbaşkanlığı’na bağlı birkaç bakanlığın olduğu bir kurul olarak faaliyet gösterecek. Orman Bakanlığı o kurulda yok mesela. Mesela Enerji Bakanlığı’nı Sayıştay denetler. Bu tür kurulların yapacağı hiçbir şey denetime tabi olmayacak.
- Sizin eylem planınızda ne var?
Şimdiki süreç muhalefetin yasayı 60 gün içinde Anayasa Mahkemesi’ne götürmesi süreci var. CHP birinci ana muhalefet partisi olarak bu hakka sahip. Ayrıca kanunun iptali için yine meclisten 120 vekil bir araya getirip gelip Anayasa Mahkemesi’ne başvurabiliyor. Bu süreç işleyecek. Biz de süreçte Anayasa Mahkemesi’ni etkilemek için kanunu reddedilmesi konusunda kamuoyu oluşturmak için çalışacağız. “Toprağımızı Vermiyoruz” diye bir kampanya grubu oluştu. Türkiye’nin her yanından yerel hareketler, köylüler, bilim insanları, gazeteciler de var.
- Anayasa Mahkemesi kanunu iptal etmezse ne olacak?
Diyelim ki olumlu karar çıktı biz de bu kanunun uygulanmaması için meşru direnme hakkımızı kullanacağız.
“Vicdanınız varsa bu yasayı uygulamayın”
- Siz kamu çalışanlarına hem bir aktivist hem de bir vatandaş olarak nasıl seslenmek istersiniz?
İçinizde en ufak bir vicdan kırıntısı kaldıysa uygulamaları doğru düzgün yapın. Halkı, toprağı, tarımı ve ormanı düşünün.
Oy çokluğuyla ekosistem değişikliği(I)
24 Temmuz’da Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren "zeytinlik yasası", tüm toplumsal kesimleri aynı ölçüde savunmasız bırakacak bir düzenlemeyi yürürlüğe soktu. Eşitlik kavramını hiç böyle düşünmemiştiniz, değil mi?

Doğanın insana tabi olduğu inancı, modern dünyanın en tehlikeli yanılgılarından biri. Bu inanç, doğanın bir varlık olarak yaşam hakkına sahip olduğu gerçeğini çok uzun süre görmezden geldi. Kapitalizmi besleyen bu kibirli yaklaşım, sözde göz kamaştırıcı bir medeniyeti inşa ederken, yaşamın sonunu da sessizce hazırlamaya başladı.
Hırsın anatomisi
Evet, kapitalizm, beslendiği krizlerle uzun zamandır insanlığın başına bela. Patronların bitmek bilmeyen kâr hırsı, doğayı ve sonunda da gezegeni yok etmeye yönelik bir kararlılıkla çalışıyor. Earth.org 2023 verilerine göre, her yıl üretilen 100 milyar giysinin 92 milyon tonu çöpe atılıyor. Avrupa Çevre Ajansı ise okyanus diplerinde biriken 14 milyon ton plastik atığın, deniz ekosistemini zehirlediğini bildiriyor. Çevre dostu sandığımız birçok şirket, çevreci olmayan uygulamalarını “yeşil aklama” (greenwashing) yöntemleriyle maskeleyerek, sistematik ve bilinçli biçimde gezegene zarar veriyor.
Sadece bu birkaç veri bile, insan soyunun yok oluşunu kavramsal düzeyde sempatik kılabilir. Ancak halkların kavramlarla işi olmaz. Bitiş düdüğüne kadar geçen süreç, gezegenin yoksulları için yavaş ve acı verici bir yıkım anlamına geliyor. Dünyanın en tehlikeli canlı grubu olan zenginler, kendilerini iklim korunaklarına kapatırken, insanları kıtlık ve yerinden edilme ile baş başa bırakıyor.
Tam da bu nedenle, bugün her karış doğa için mücadele etmek yalnızca politik değil, aynı zamanda ahlaki bir zorunluluk.
Ekolojik göç
24 Temmuz’da Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren "zeytinlik yasası", tüm toplumsal kesimleri aynı ölçüde savunmasız bırakacak bir düzenlemeyi yürürlüğe soktu. Eşitlik kavramını hiç böyle düşünmemiştiniz, değil mi?
Yürürlüğe giren yasa ile muhafaza ormanlarından zeytinliklere, sulak alanlardan bozkırlara kadar her türlü doğal yaşam alanı, maden ve enerji şirketlerinin kullanımına açıldı.
Maden ve benzeri işletmelerin çevreye vereceği zararı tespit edip önlemeye yarayan Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) raporları neredeyse tamamen işlevsizleştirildi.
Üstelik şirketlere, istedikleri bölgelerde acele kamulaştırma hakkı tanındı. Artık hem akıllı evlerden oluşan lüks siteler hem de düz damlı köy evleri aynı tehdit altında: istimlak. Yaşam alanları ellerinden alınacak insanlar, zorunlu göç süreciyle karşı karşıya.
Üç bin yıllık anıt ağaçlar da koruma altındaki habitatlar da bu yeni düzenlemenin hedefinde. Dünyanın en güzel ormanları, ovaları, nehirleri birer şantiye sahasına dönüştürülerek sermayenin hizmetine açılıyor, hem de halkın vekillerinin oylarıyla.
Üst kurul
Yasa teklifini alelacele hazırlayanlar o kadar kararlı ki, olası itirazları bertaraf edebilmek için, içinde Orman Bakanlığı’nın bile yer almadığı, yetkileri son derece geniş bir “üst kurul” oluşturdu. Gayrisafi milli hasılayı artırma ve enerji ihtiyacını karşılama gibi kendilerince çok önemli gerekçeleri var.
Oysa görünen köy kılavuz istemiyor. 199 ret oyuna karşılık 255 milletvekilinin kabulüyle geçen bu yasa, şirket çıkarlarına fayda sağlayacak. Ve Türkiye tarihinin en sert ekolojik yıkımı olarak kayıtlara geçti. Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi adı altında oylanan teklife imza verenler ile oylamaya katılmayan vekillerin listesine buradan ulaşabilirsiniz.
Kapitalizm, krizin kendisi
Yasa, kamuoyunda büyük tepkiyle karşılandı. Çevre örgütleri ve baskı altındaki köy sakinleri, itirazlarını hemen yükseltmeye başladı. Özellikle “acele kamulaştırma” adı altında yapılacak tahliyelerin, kısa sürede ciddi toplumsal yaralar açacağı açıkça görülüyor.
Kapitalizmin bitmek bilmeyen çelişkisi
Kısacası kapitalizmin ikinci çelişkisi olarak tanımlanan, sistemin kendi doğal ve toplumsal yeniden üretim koşullarını tahrip ederek krize yol açması bu yasa ile ete kemiğe bürünmüş oldu. Doğayı koşulsuzca sermayeye açmayı hak sayan bu anlayış, ekosistemde yarattığı tahribatı olağanlaştırarak gücü yıkımda arıyor.
İşte bu nedenle, Anayasa Mahkemesi’nin bu yasaya ilişkin iptal başvurusuna vereceği yanıt tarihsel bir yol ayrımı olarak algılanmalı. Çünkü doğa sömürüsünü yalnızca çevresel ya da etik bir sorun olarak görmek yetersiz. Bu sömürü, kökten politik bir yıkım için hareket eden sistemin kendisi. Ve bu yıkıma karşı mücadele organik, örgütlü ve sürekli olmalı. Köylünün, kadının, çocuğun, hayvanın ve ağacın iradesini yok sayan bu düzenlemelere karşı çıkmak, her zamankinden daha yaşamsal.
Bugün Kazdağları’nda, İkizdere’de, Akbelen’de ve Munzur’da yükselen direnişler, bu yasaya verilecek cevabın yalnızca başlangıcı olabilir. Çünkü doğa bir varlık. Onu korumak ve onurlu bir yaşam hakkı için adım atmak zorundayız.
Ancak bu yasanın ne kadar tahripkâr olduğunu tartışmadan önce, TBMM’den rahatça geçebilmesini mümkün kılan yapıyı da ısrarla sorgulamak önemli. Gerçek mücadele, yasa metninden ziyade onu mümkün kılan hegemonik düzenin kendisine karşı verilmeli.
Bu nedenle Süheyla Doğan, Ecehan Balta, Deniz Gümüşel, Halime Şahan, MeralYıldırım ve Gökhan Günaydın'a kulak veriyoruz. Çünkü doğayı savunmak artık varoluşsal bir mücadele.
Aslı Atasoy /T24
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder