Akbelen’in dört yanı kuşatıldı: Gözaltına alınanlar serbest bırakıldı
Sabah saatlerinde kamyonlar, kesim ekipleri ve çok sayıda jandarma sevk edilen Muğla’nın Milas ilçesine bağlı İkizköy yakınlarındaki Akbelen Ormanı’nda direniş başladı. Giriş çıkışların kapatıldığını ve köylülerin engellendiğini belirten yaşam savunucuları acil yürütmeyi durdurma istedi. Zeytinliklerin kesimini engellemek üzere alana giden yurttaşlar gözaltına alınmaya başladı. Gözaltına alınan Nejla Işık, Halil Şallı, Seçil Şallı ve Serpil Şallı serbest bırakıldı.
Muğla Milas’a bağlı İkizköy yakınlarındaki Akbelen Ormanı’nda sabah erken saatlerde zeytinliklere yönelik yeni bir müdahale başlatıldı.
Bölgeye kamyonlar ve kesim ekipleriyle birlikte çok sayıda jandarma personeli sevk edildi. Köylüler, “Zeytinlerimiz için buradayız, kıyıma izin vermeyeceğiz” dedi.
İkizköy Muhtarı Nejla Işık tarafından yapılan açıklamada şu ifadelere yer verildi: “Tüm Türkiye’ye çağrımızdır: şu an İkizköy’de, Akbelen’in kenarında, içinde sabahın erken saatlerinde zeytin sökümü başladı. Zeytinleri üzerindeki meyve ağaçlarıyla birlikte söküyorlar. Şu an bu kıyımı göstermek için alana gidiyoruz. Alana gitmeye çalışıyoruz, arkamızda bir sivil araç bizi takipte. Akbelen civarı her yer jandarma. Herkese çağrımızdır, zeytini olan, zeytinden geçinen bizler yeni yasayla birlikte bunun olacağını biliyorduk. Bu yasayı bu yüzden çıkardılar. Ama 10 köyden 72 köylü bu zeytinlere dokunulmaması için dava açtık biz. Bakın bu zeytinler hepimizin geleceği. Bunu yapmayın ülkemize. Bunu bizlere yapmayın. Tek bir zeytin ağacına dokundurtmayacağız. Gerekirse hepimizi alın gözaltına, tek bir ağaca dokundurtmayacağız. Tüm herkesi dayanışmaya çağırıyoruz!”
JANDARMA KUŞATMASI
Öte yandan köylüler açtıkları davada acil yürütmeyi durdurma talep etti.
Konuya ilişkin açıklamalarda bulunan Esra Işık, “Meclisten geçen torba yasadaki zeytinliklerle ilgili olan maddeye, zeytinlerin taşınması konusuna karşı Muğla’da yaklaşık 10 farklı köyden 77 kişi açmış olduğumuz davaya dair avukatlarımız acil yürütmeyi durdurma talebinde bulundu. Köylüler bir şekilde sökümün yapıldığı alana ulaşmaya çalışıyor fakat Akbelen’in tüm tepeleri, dağları jandarmalar tarafından tutulmuş, kuşatılmış durumda. Şu an zeytinlerin söküldüğü alana gizlice varıp oturmuş durumdalar köylüler. Her taraf sarılmış durumda” dedi.
Zeytinliklerin kesimini engellemek üzere alana giden yurttaşlar gözaltına alınmaya başladı. Akbelen Yuvamız Vermeyeceğiz adlı X hesabı üzerinden yapılan açıklamada, “Akbelen’de tüm tepeler jandarmalar tarafından kuşatılmış durumda. Zeytinlerin kesildiği alana ulaştık. Bu katliam bitene kadar gitmeyeceğimizi söyledik, gözaltındayız” denildi.
Gözaltına alınan yurttaşların Milas Jandarma Komutanlığı'na götürüldüğü öğrenildi.
Gözaltına alınanların isimleri şu şekilde: •Halil Şallı , •Seçil Şallı , •Serpil Şallı , •Nejla Işık
GÖZALTILAR SERBEST
Gözaltına alınan İkizköylülerden Nejla Işık, Halil Şallı, Seçil Şallı ve Serpil Şallı ifadelerinin alınmasının ardından serbest bırakıldı.
"ŞİRKETLERE YEDİRMEYİZ"
Yapılan açıklamada, “Köylülerimizi gözaltından aldık. Biz suçlu değiliz. Asıl suçlu köyümüzde zeytinleri kesen şirkettir. Köyümüz, topraklarımız, zeytinlerimiz bize atalarımızdan kaldı. Asla bu aç gözlü şirketlere vermeyiz, yedirmeyiz. Sonuna kadar mücadeleye devam edeceğiz” denildi.
İZMİR BAROSU'NDAN AÇIKLAMA
İzmir Barosu’ndan yaşananlara ilişkin yapılan yazılı açıklamada, Zeytincilik Yasası'na işaret edilerek, yapılan işlemin suç teşkil ettiği belirtildi.
Baro tarafından yapılan açıklamada, şu ifadelere yer verildi:
"Akbelen direnişinin sembol ismi Zehra Nine’nin ölümünün ertesi günü, şafak vakti jandarma eşliğinde Akbelen’e girilerek zeytin ağaçları kökünden kesilmeye başlanmıştır. Bu vahim müdahale, yalnızca doğaya değil, hukuka ve toplumsal vicdana da yapılmış ağır bir saldırıdır. Üstelik bugün yapılan işlem, zeytin ağaçlarının sökülüp yeniden dikilmesine uygun olmayan bir dönemde gerçekleştirilmiş, böylece 'yeniden dikeceğiz' söyleminin bir yalandan ibaret olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır. Mahkeme süreci beklenmeden, köylünün ve halkın iradesi hiçe sayılarak gerçekleştirilen bu katliam, doğa, hukuk ve vicdan katliamıdır. Zehra Nine’nin mirasına, köylülerin iradesine ve toplumun geleceğine yönelmiş bu saldırı asla kabul edilemez.
Üstelik Akbelen’de yaşanan bu hukuksuzluk sırasında Milas Jandarma Komutanlığı tarafından Nejla Işık, Halil Şallı, Seçil Şallı ve Serpil Şallı gözaltına alınmıştır. Zeytin ağaçlarını savunan köylülerin susturulmaya çalışılması, yaşanan doğa kıyımına bir de hukuk dışı baskı eklemiştir.
Zeytin, bu toprakların bereketi ve yaşam kaynağıdır. Onu yok etmek; köylünün ekmeğini, halkın geleceğini yok etmektir. İzmir Barosu olarak altını çiziyoruz: Anayasa’nın 56. ve 169. maddeleri ile 3573 sayılı Zeytincilik Yasası hiçe sayılarak yapılan bu yok ediş, suçtur. Doğaya, köylünün iradesine ve hukuka yönelen bu saldırının karşısında durmaya; hem yargı önünde hem kamuoyu nezdinde mücadele etmeye devam edeceğiz."
***
Sit alanına tatil köyü -Aycan Karadağ-
Muğla Bodrum’da hazineye ait 204 bin 569 metrekarelik denize sıfır arazi, beş yıldızlı tatil köyü projesi için tahsis edildi. Bölge, “doğal sit alanı” statüsünde.
Ülkenin kıyıları yeni projelerle birer birer yapılaşmaya açılıyor. Bu kez adres Muğla’nın Bodrum ilçesi, Kızılağaç Mahallesi. Mülkiyeti hazineye ait 204 bin 569 metrekarelik denize sıfır arazi, İSPA İnşaat Sanayi ve Pazarlama A.Ş.’ye 49 yıllığına tahsis edildi. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 23 Temmuz 2024’te verdiği ön izinle şirket proje için ilk adımı attı.
ÖNEMLİ DOĞA ALANI
Ön izin sürecinin ardından firma, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na başvurarak çevresel etki değerlendirme (ÇED) sürecini başlattı. 978 milyon TL maliyetle planlanan projede, toplamda 248 oda ve 1200 yatak kapasiteli bir tatil köyü yapılması planlandı.
Kuaför, lokanta, çok amaçlı salon, balık restoranı, 250 kişilik oturma salonu, kapalı yüzme havuzu, çocuk havuzu, bilardo oyun odası, aletli jimnastik salonu, masa tenisi, vitamin bar, kids Club, masaj odası, buhar odası, Türk Hamamı, toplantı salonu yer alacak. Projede patlayıcı madde olarak dinamit kullanılacağı kaydedildi. Alanın “önemli doğa alanı”, “makilik, fundalık-çalılık” ve “doğal sit alanı” statüsünde bulunuyor. Öte yandan İSPA İnşaat, sektörde Kalyon Grubu ile bağlantılı yöneticilerin görev aldığı bir şirket olarak biliniyor.
***
Kanalizasyonsuz binalar yükseliyor -İsmail Arı-
TOKİ’nin Kanal İstanbul bölgesindeki inşaatları hızla tamamlanıyor. Ancak İSKİ, konutlar kaçak olduğu için su ve kanalizasyon bağlantısı yapmıyor. Buna rağmen birçok konutun kaba inşaatının tamamlanması dikkat çekiyor.
İktidarın milyarlarca lira harcayarak TOKİ eliyle Kanal İstanbul güzergâhındaki Sazlıdere Barajı havzasına yaptırdığı kaçak konutlar hızla tamamlanıyor.
İnşaatlar Havza Koruma Yönetmeliği’ne aykırılığı sebebiyle İstanbul Su Kanalizasyon İdaresi (İSKİ) tarafından ‘kaçak yapılaşma’ statüsüne alındı. İSKİ şantiyeye, “25 Mayıs 2025’e kadar yapılaşmayı kaldırmazsanız yıkım kararı uygulanacak, yıkım ücreti de sizden tahsil edilecektir” şeklinde tebligat gönderdi ama buna rağmen inşaatlar devam etti. TOKİ’nin başvurusuyla da İstanbul 14. İdare Mahkemesi İSKİ’nin verdiği yıkım kararı için yürütmeyi durdurma kararı verdi.
İNŞAATLAR SÜRÜYOR
İSKİ yetkilileri ise kaçak yapılara mevzuat gereği su verilmesinin ve kanalizasyon bağlantısı yapılmasının mümkün olmadığını vurguluyor. Buna rağmen birçok konutun kaba inşaatı tamamlandı. Konut projesinin bazı etaplarının yılsonu tamamlanacağı iddia edilse de konutların hâlâ kanalizasyon ve temiz su bağlantısı yok.
BÖYLE BİR KAPASİTEMİZ YOK
Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, TOKİ ve Devlet Su İşleri (DSİ) Genel Müdürlüğü yetkilileri ise krize karşı çözüm arıyor. İSKİ yetkilileri, bölgeye yaklaşık 75 bin konut yapılmasının planladığını, kaçak konutların atık suyunun taşınacağı bir arıtma tesisinin bulunmadığını ifade ediyor. Yetkililer 75 bin konuta verilecek temiz su kapasitelerinin bulunmadığını da vurguluyor.
MÜDAHALE EDEMEZLER
Yetkililer, “Kaçak yapılara hizmet verirsek suç işleriz. Bu yapılar kaçak olmasaydı temiz su ulaştırmak ve atık suyu arıtma tesisine taşımak için ihale şartnamesi hazırlamamız, ihaleye çıkmamız ve yüklenici firmanın da bu çalışmaları tamamlaması gerekirdi. Bu da haliyle çok uzun bir süreç. Ayrıca bu bölgedeki arıtma tesislerimizin 75 bin konuttan gelen atık suyu arıtacak kapasitesi yok. Bu nedenle bir de yeni arıtma tesisi inşa edilmesi ve bunun için yine uzun bir ihale sürecine girilmesi gerekirdi. İlgili kurumların yöneticileri bizim atık ve temiz su hatlarımıza müdahale edip bu konutlara bağlantı götüremez. Bunu yaparlarsa suç işlerler. Suç işlemeyi göze alarak bunu yaparlarsa da yeni bir krize neden olurlar. Örneğin temiz su hattımıza müdahale ederlerse birçok mahalle, binlerce insan susuz kalacak. Yani onların suyunu almış olacaklar. Atık su için kanalizasyon hattımıza müdahalede bulunma şansları ise hiç yok” diyor.
BirGün’ün edindiği bilgilere göre, Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, TOKİ ve DSİ yetkilileri bir araya geldi ancak konutlar kaçak olduğu için çözüm bulunamadı. Şantiyedeki inşaat işçileri için tankerlerle su taşındığı ve işçilerin temizlik ihtiyaçlarını su depolarındaki sular ile karşıladığı, tuvaletler için de foseptik çukurları açıldığı belirtiliyor.
∗∗∗
ÖMERLİ’DEKİ KAÇAK YAPILAR YIKILDI
İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi (İSKİ), kentin içme ve kullanma suyunu sağlayan en önemli alanlardan biri olan Ömerli Havzası’nın koruma alanındaki Pendik Kurtdoğmuş Mahallesi’nde tespit edilen 37 kaçak yapıyı yıktı. Ekipler geçen hafta da Terkos Havzası’nda 46 kaçak yapıyı kaldırmıştı. Son 6 yılda Avrupa Yakası’nda bin 406, Anadolu Yakası’nda bin 816, Melen Havzası’nda ise 59 kaçak yapı tespit edildi. Tespit edilen yapılardan bin 398 yapı kaldırıldı.
***
Köprüyü kiralatmam!-Hayri Kozanoğlu-
AKP-MHP ittifakının baskıcı ve sermaye yanlısı politikalarının temel ayaklarından olan özelleştirme, Babacan’ın geçmişe dönük itirafı ve OVP’de köprü–otoyol satış planlarının öne çıkmasıyla tekrar gündemde. Dünyada kamusal hizmetlerin yeniden kamulaştırılması örnekleri çoğalırken ülkede de demokrasi mücadelesinin yanı sıra kolektif mülkiyet-dayanışma temelli bir ekonomi programını savunma zamanı.
AKP iktidarının hukuksuzluklarını, başta CHP olmak üzere toplumsal muhalefete yönelik operasyonlarını konuşurken, özelleştirme tartışması beklenmedik bir şekilde yeniden gündemimize girdi.
Aslında bu gelişmenin isabetli olduğu da söylenebilir. Çünkü AKP-MHP ittifakının kurmaya çalıştığı yeni rejimin bir temel dayanağı baskıcı, otoriter, mezhepçi, laiklik karşıtı bir programın dayatılmasıdır. Öbür taşıyıcı kolonu da emek karşısında sermayeyi kollayan, yurtdışından gelecek fon akımlarına yani finans kapitale bel bağlayan, özelleştirmelerden medet uman, böylelikle iş çevrelerinin desteğine mazhar olan bir yaklaşımdır.
Özelleştirmelere hem insanın doğasının menfaate, kar dürtüsüne, rekabete eğilimli olduğuna inanan bir zihniyete sahip oldukları için sıkı sıkıya sarılıyorlar. Hem de özelleştirme, kamu varlıklarının bir defada satışına dayanan, büyük montanlı nakit akışı yaratan; pazarlığa, avantaya, rüşvete açık bir süreç gerektirdiği için işlerine geliyor. Ayrıca, böylelikle kamunun eğitim, sağlık, yurt, beslenme gibi sosyal sorumluluklarından sıyrılması başta gençler gelmek üzere bu hizmetlerden yoksun kalan insanların mecburen tarikatlara, cemaatlere, iktidarın yandaşlık ağlarına yönelmelerine kapı açıyor ki, bu kurgu da iktidar koalisyonunun organik kadrolarının temelini oluşturuyor.
BABACAN’IN İTİRAFI
Özelleştirme konusunun gündemde yer almasına ilk katkı beklenmedik bir yerden, “Bugünkü aklımız olsaydı, elektrik ve doğalgaz dağıtımını özelleştirmezdik” sözleriyle Ali Babacan’dan geldi. Şu ana kadarki 71,6 milyar dolar özelleştirmenin 63,4 milyar dolarının AKP döneminde gerçekleştiği Özelleştirme İdaresi’nin sitesinde yer alıyor. Türk Telekom, Erdemir, Tüpraş, Petkim başta gelmek üzere stratejik kamu işletmelerinin elden çıkarılması da büyük ölçüde Ali Babacan’ın ekonomiden sorumlu başbakan yardımcılığı dönemine denk düştü.
O zamanlar da kamucu iktisatçılar elektrik, doğalgaz, su dağıtımı, iletişim, demiryolu, denizyolu, metro taşımacılığı gibi doğal tekel niteliği taşıyan alanlarda özelleştirmeye gitmenin sakıncalarına dikkat çektiler. Ancak, “Özel sektör neylerse güzel eyler” saplantısının geçerli olduğu, “küresel trendler”, “ekonominin gerçekleri” gibi ezberlere sığınıldığı bir dönemde dinozorlukla suçlandılar. Tüm bunlara karşın, Ali Babacan’ın sağ cenahta alışmadığımız tarzda bir öz eleştiri yapması, bugünkü kamuculuk savunusuna destek olacak cephane sağlaması önemlidir.
OVP’DE ÖZELLEŞTİRME ATAĞI
Derken 8 Eylül günü Orta Vadeli Program (OVP) açıklandı. Tahminlerde 2026-2028 dönemi için sırasıyla 185, 70,30 milyar TL özelleştirme gelirine yer verilmesi dikkat çekti. Çünkü 2024 yılı OVP’sinde 2026 ve 2027 yılları için sadece 30 milyar TL özelleştirme geliri öngörülmüştü. Böyle belirgin bir artışın arkasında otoyol ve köprü satışlarından medet umulması bulunduğu değerlendirmesi yapıldı. 8 otoyol ve 2 köprünün satılacağı iddiasını, İletişim Başkanlığı, “15 Temmuz Şehitler Köprüsü, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü satılıyor iddiası kamuoyunu yanıltamaya yönelik bir dezenformasyondur. Yalnızca belirli bir süreyle işletme ve bakım hakkının özel sektöre devri söz konusu olabilmektedir” açıklamasıyla, aslında doğruladı. Çünkü uzun süreli kullanım hakkı fiili bir özelleştirme anlamına geliyor, mülkiyeti kamuda kalsa bile özel sektör bu kamu varlıklarını “kârını maksimize etme” amacıyla uzun yıllar dileği gibi işletebiliyor. Haliyle kamu çıkarını gözetmek gibi bir yükümlülük de hissetmiyor.
FAİZ BÜTÇESİ
Bu arada bütçede faiz giderlerinin önceden planlananın çok üzerine çıkması dikkat çekiyor. 2026-2028 dönemi faiz giderleri sırasıyla 2742, 3040 ve 3346 milyar TL’yi buluyor. Geçen yılki OVP’de 2026 ve 2027 için 2,321 ve 2,561 milyar TL faiz harcaması tahmini yapılmıştı. Demek ki, 2026’de 421, 2027’de 479 milyar TL, fazladan toplam 900 milyar TL sapma ortaya çıkmış. Özelleştirme gelirlerinin beklendiği gibi 2026’da 155, 2027’de 40 milyar TL artması halinde, ancak 195 milyar TL’lik fazladan bir gelir elde edilecek. Bu faiz giderlerindeki 900 milyar TL’lik sıçramanın dörtte birine bile ulaşamayacak. Bu olgu, faize karşı olduğunu açıkça beyan eden bir iktidar için ciddi bir ayıp oluşturuyor.
KAMUCULUĞUN TAM ZAMANI
Muhalefetin bu dönemde demokrasi, özgürlük, adalet, laiklik mücadelesine ekonomik konuları, bunlar arasında kamuculuğa sahip çıkma misyonunu da eklemesi büyük önem taşıyor. Bugün kamuculuğu canlandırmanın tam zamanıdır. Ekonominin temel amacının insanlığın temel ihtiyaçlarının sağlanması olduğu saptamasından yola çıkarak; toplumda kolektif değerlere, paylaşmaya, dayanışmaya dayalı bir anlayışı egemen kılma olanağımız bulunuyor. Neoliberal politikalardan şikayetçi geniş halk kesimlerinin bu emek egemen politikalara destek vereceğinden kuşku duyulmamalıdır.
NEOLİBERALİZM HEGEMONYASINI KAYBETTİ
Tüm dünyada, gelir ve servet uçurumlarına yol açması yoksulluğun yaygınlaşması, gençlerin önceki kuşakların refahını bile yakalama umutlarını köreltmesi nedeniyle neoliberal ekonomi politikalarının inandırıcılığı zaten çok zayıflamış durumda. Covid salgını, özellikle sağlık ve bakım hizmetlerindeki özelleştirmeler kaynaklı olarak büyük insani kayıplara yol açtı. Kamunun bu en yaşamsal sorumluluklarını terk etmesinin yanlışlığını bir kez daha hatırlattı. Birçok metropol kentte yerel yönetimler “yeniden belediyecilik” (remunicipalisation) adı altında kamu hizmetlerini yeniden üstlenme çabası içindeler. Fransa’da Paris ve Rennes’de su dağıtımının kamulaştırılması, Birleşik Krallık’ta Plymouth Belediyesi’nin elektrik dağıtımını yerel yönetim eliyle gerçekleştirmesi, New York’ta Demokrat Partisi’nin belediye başkanı adayı Mamdani’nin parasız kreş hizmeti vermeyi, kent içi ulaşımdan ücret almamayı, kiracıların haklarını korumayı içeren emek yanlısı bir programla çıkması ilk akla gelen örnekler.
SOSYAL BELEDİYECİLİK İKTİDARI PANİKLETTİ
Hatırlarsak CHP’li yerel yönetimlerin kent lokantaları, gündüz bakım evleri, öğrenci yurtları, kültür merkezleri, indirimli ulaşım kartları benzeri sınırlı sosyal belediyecilik uygulamaları dahi toplumda büyük destek buldu. Başta İBB, yerel yönetimlere yönelik mesnetsiz operasyonları tetikleyen başlıca nedenler arasında bu başarıdan duyulan rahatsızlık yer aldı. Örneğin belediyelerin kreş hizmeti sunmasının yasaklanması da iktidarın bu korkusunun sonucudur.
Kamuculuk derken, yerine göre ulusal, yerine göre belediyeler bünyesinde yerel veya kooperatif mülkiyetinin geçerli olacağı, kolektif mülkiyet biçimlerinin bir arada bulunacağı karma bir modeli anlamalıyız. Bu asla bürokratik devletçi bir anlayışı sahiplenmek değil, aksine çalışanları özne yapacak, işletmenin yönetim ve denetiminde söz, yetki , karar sahibi kılacak bir özlemi yansıtıyor. Ayrıca, yöre halkını, verilen hizmetlerden yararlanan yurttaşları, konunun uzmanlarını da kapsayan demokratik karar süreçlerine tüm paydaşları kazandırma çabasını da içeriyor.
Not: Vakti olanların bu satırları, Güldem Atabay ve Özgür Orhangazi’nin aynı konuda kaleme alınmış tamamlayıcı nitelikteki köşe yazılarıyla birlikte okumalarını öneririm. (Güldem Atabay, Özelleştirme Çıkması, BirGün 8 Eylül 2025; Özgür Orhangazi, Satılık Köprü, Evrensel, 13 Eylül 2025).
/././
Enerjide plan yok, çorba var -Özgür Gürbüz-
Yazın güneş çarpması nedeniyle bir gün evde yatınca kadim dostlarımdan Yaşar Kanbur o akşam kapımı çalmış, yanında da kendi elleriyle yaptığı muhteşem ayran aşı çorbasını getirmişti. Yaşar klasik formüle ‘mısır’ gibi farklı eklemeler de yapmıştı. Yaptığı ayran aşının tadı damağımda kaldı. Yemekle hiç işim olmamasına rağmen “öğrensem mi yapmayı” diye düşündüm. Ben malzemeleri öğrenene kadar Enerji Bakanlığı Türkiye’nin enerji planlarını çorbaya döndürecek tarifini açıkladı. Ayran aşı sıcak havalara bire bir ama konu enerji olunca kâseye bu kadar birbirine benzemez malzeme atmak çok iyi sonuç vermez. Üstelik ayran aşı serinletirken, Enerji Bakanlığı’nın çorbası hem ülkeyi hem de dünyayı daha da ısıtacak.
Enerji Bakanı Alparslan Bayraktar, 5 Eylül’de yerli kömürle çalışan termik santrallarda üretilen elektriğin, 2030 yılına kadar kilovatsaatine 7,5 sent verilerek satın alınacağını açıkladı. Yeni yapılan yerli kömürle çalışan termik santrallarda bu teşviğin süresi 2045 yılına kadar da uzayacakmış. Ömrünü tamamlamış kömür santrallarının yerine yenileri yapılacakmış. Bugün kolları sıvayıp beş yıl sonra kömürlü termik santral kuran bir şirket yaşadı; 15 yıllık alım garantisini kapacak. Kömürlü santralların çalışma süresinin 30-40 yıl olduğunu düşünürsek, 2060 veya 2070 yılına kadar çalışabilecek santrallardan bahsediyoruz. Özetle bu politika ve teşviklerle Türkiye yarım asır daha kömür külü yutacak, isini soluyacak ve iklim krizini coşturmaya devam edecek.
Bir gün sonra Bakan Bayraktar Teknofest’te konuştu. “Türkiye'nin en az 15 bin megavatlık konvansiyonel nükleer güce sahip olması lazım. Akkuyu, Sinop ve Trakya'da en az 12 tane büyük ve küçük nükleer reaktöre sahip olmamız lazım” dedi. Çok değil 11 ay önce de 2035 yılına kadar Türkiye’nin mevcut rüzgar ve güneş kurulu gücünü de 2035’e kadar 120 bin megavata çıkarma hedefini açıklamıştı. Halihazırda rüzgar ve güneş kurulu gücü 37 bin megavat. Umarım hükümetin genetik çalışmaları elektrikle beslenen insan üzerinde çalışmalarını hızlandırmıştır. Meraları ve zeytinlikleri santrallarla, havayı ve suyu radyasyonla zehirleyeceğimize göre bize elektrik yemekten başka bir seçenek kalmıyor.
Türkiye’nin elbette bu kadar santrala ya da elektriğe ihtiyacı yok. Enerjiyi verimli kullanmaya, daha iyi iletim hatlarına ve yenilenebilir enerjiden üretilen elektriği depolayacak makul bir batarya kapasitesine ihtiyacı var. Her şeyden önce de enerji talebini belirleyecek çevreci sanayi, ekonomi, ulaşım ve kentleşme politikalarına gereksinimimiz var. Talebi kontrol etmeden yapacağınız her santral boşa harcanan para, yok edilen doğa demek. Almanya gibi bir sanayi devinin 1990’dan bu yana birincil enerji talebini yüzde 20 azaltıp, aynı dönemde Gayri Safi Hasılası’nı yüzde 50 oranında artırmayı başardığını birilerinin Enerji Bakanlığı’na anlatması gerek.
Türkiye’nin “2053 net sıfır hedefi”nin de kömür santrallarına verilen teşviklerle artık bir efsaneye dönüştüğü de ortada. Net sıfır hedefinin diğer planlarla örtüşmediğini sanırım ilk kez BirGün Pazar’daki 7 Kasım 2021 tarihli, “Hayaller Net Sıfır Gerçekler Yerli Kömür” başlıklı yazımda belirtmiştim. Yeni termik santrallara yeşil ışık yakan teşviklerle de 2053 yılında Türkiye’de kömürden elektrik üreten santral görme şansımız iyice arttı. Türkiye’nin seragazı emisyonlarının yüzde 71’i enerji kaynaklı. Kömürün toplam emisyonlardaki payı yüzde 20, karbondioksit emisyonları içindeki payı yüzde 40’ı buluyor. Kömürden vazgeçmeden Türkiye’nin değil net sıfıra ulaşması, ciddi bir emisyon azaltımı yapması mümkün değil.
Bir yıl sonra düzenlenecek COP 31’e (BM gözetiminde her yıl tüm ülkeleri bir araya getiren en önemli iklim toplantısı) ev sahipliği yapmak isteyen, iklim kriziyle mücadele fonlarının hepsinden pay almak için sıraya giren Türkiye, bir yandan Akbelen’de zeytin ağaçlarını köklüyor bir yandan da yeni kömür santrallarına teşvik yağdırıyor. Ayran aşı hatta aşurenin içine farklı onlarca malzeme koyabilirsiniz. Bir yere kadar kaldırır. Ama enerjideki gibi, tutarsızlık ve plansızlıkta ısrar ederseniz hem malzemeyi ziyan eder hem de çorbayı içeni daha beter hasta edersiniz.
/././
İktidar mahallesinde Bilal Erdoğan sıkıntısı -Yaşar Aydın-Kayyumdan, yargı üzerinden yaşanan kavgaya oradan muhalefetin nasıl şekilleneceğine kadar iktidar cenahında devam eden kavganın önemli bir ayağı da Erdoğan sonrası dümene kimin geçeceğine dair.
Fırtına gibi bir 15 gün yaşadık. Yaşananlar ana muhalefet partisi CHP’nin üzerinde şekillense de arkasında "nasıl bir Türkiye" kavgası vardı. Üstelik bu kavganın içinde sadece iktidar-muhalefet değil, aynı zamanda iktidar içi kavganın taraflarını da görmek mümkün.
Öyle ki Ankara kulislerinde, CHP kurultay davasından Can Holding meselesine, oradan Avukat Rezzan Epözdemir-Fahrettin Altun hattına kadar tüm gelişmeleri iktidar içi kavgaya yoranlar var. İşin özeti; Bahçeli ve Erdoğan arasında kusursuza yakın bir ilişki mevcut olsa bile, bir kat aşağıda başlayan itişme ve kavga gürültüsü sokaktan duyulmaya başladı.
Yandaş medyada ve bazı eski AKP’li yöneticilerin açıklamalarında bu durumun izini sürmek mümkün. Düne kadar muhalefet cenahında dillendirildiğinde ortalığı birbirine katanlar, artık çok rahat şekilde “Erdoğan sonrası” kavramını kullanmaya başladı.
ERDOĞAN SONRASI VAR MI?
Türkiye’nin kaderini belirleyen isimler, hem siyaseten hem de biyolojik olarak yorgun ve yıpranmış durumda. En iyimser tahminde bulunan AKP’liler bile Erdoğan için “2028 son” diyor. Yani her şey onların istediği gibi gitse bile 5-6 yıldan bahsediyoruz. İnsan ömrü için belli bir anlamı olan bu rakam, söz konusu ülke olunca üzerine yatırım yapılmaya uygun olmaktan çıkıyor.
Ulusal ve uluslararası yatırım için iki önemli faktöre ihtiyaç var: Bu iktidar biçimini devam ettirecek bir rejimin kalıcı olarak kurulması,
Bu rejimi devam ettirecek isim ve kadroların bulunması. Bu da, en iyi ihtimalle 5-6 yıl sonra olacak değişim için şimdiden işe koyulmayı gerektiriyor. İşte kavganın başladığı yer de tam burası. Erdoğan sonrası dümene geçeceklerin bugünden taşları döşemiş, kendi tabanlarından başlayarak ülke kamuoyunu buna hazırlamış, buna uygun düzenlemelerin yapılmış olması gerekir.
Rejimi nereye taşımak istediklerini çok konuştuk. Seçimlerin ve Meclis’in göstermelik olduğu, etnik ve dinsel kimlik üzerinden tellendirilen otoriter bir düzen hayal ediyorlar. Bu düzen içinde CHP’yi ve Kürt hareketini konumlandırıyorlar. Yerini beğenmeyenleri de cezalandırmaya kalkıyorlar. Bu işin ifşa olmuş, daha doğrusu çok yazılan-çizilen tarafı.
Bir de çok konuşulmayan tarafı var ki, iktidar için bu alan en az birincisi kadar netameli ve kriz potansiyeli barındırıyor.
Soru çok tehlikeli: “Bu değişim kiminle yapılacak, Erdoğan sonrası dümene kim geçecek?”
Bu soru sorulmaya başlandığından itibaren hem Cumhur İttifakı’nda hem de AKP içinde huzursuzluk gözle görünür biçimde arttı. İktidarın eli bu kadar güçlü iken bile yaşadıkları panik, Erdoğan sonrasının onlar için çok mümkün olmayacağını gösteriyor.
BİLAL ERDOĞAN’DA ‘UZLAŞILDI’ ALGISI
Erdoğan’ın kendinden sonraki isim için “aileden” birini düşündüğü çok söylendi. Berat Albayrak ve Selçuk Bayraktar damat kadrosundan zaman zaman liste başı da oldu. Ama artık Bilal Erdoğan neredeyse tek aday olarak kabul ediliyor.
Birkaç yıl öncesine kadar ortalıkta çok fazla görünmeyen, daha çok vakıf ve spor işleriyle ilgilenen Bilal Erdoğan, artık devletin en tepesinde, her işin tam merkezinde yer alıyor. Ama daha da önemli gelişme AKP içinde yaşandı.
AKP’nin devam eden parti kongrelerinde, il-ilçe yönetimlerine kadar her konuda ağırlığını koyduğu, partiyi kendine göre yeniden dizayn ettiği artık sır olmaktan çıktı. Hatta artık “AKP’nin başkanı Bilal Erdoğan” diyenler bile var. Kongrede partinin üst kademesinin de buna göre şekillenmesi kaçınılmaz. Berat Albayrak, Süleyman Soylu, eski isimler gibi güç odaklarının parti içinde bir etkisi kalmadı.
Bazı sembol isimlere görev verilmesi dışında, Bilal Erdoğan’ın neredeyse tek yetkili olacağı konuşuluyor. Anlaşılan o ki, aile ve yakın çevre içinde Bilal Erdoğan ismi üzerinde uzlaşı sağlandı. Ama parti, bürokrasi ve ittifak noktasında uzlaşıdan oldukça uzak olduğunu söylemek mümkün.
MHP NEDEN İKNA DEĞİL?
Önce Devlet Bahçeli’nin Sabah gazetesinde çıkan yazısını okuduk. Mırıldanarak da olsa hafif bir sıkıntının varlığına işaret eder gibiydi. CHP kurultay davasıyla ilgili tam anlaşılamayan cümleler kurmakla birlikte, Erdoğan’ın 2028 adaylığının altını bir kez daha çiziyordu. Ama bunu satır aralarında, şartlarının olduğunu hatırlatarak yapıyordu.
Sonra, dün MHP’ye yakınlığıyla bilinen Türkgün gazetesinde Yıldıray Çiçek “Paralel Yapılanma Rahatsızlığı” diye bir yazı kaleme aldı. Yazıdaki referans Bahçeli’ydi ve açıkça MİT ve İçişleri Bakanı’na mesaj veriliyordu.
Hiç kuşkusuz bu açıklamayı tetikleyen nedenlerden biri, Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle 37 ile emniyet müdürünün atanması olmuştu. Görevden alınanların özellikle MHP’ye yakın isimlerden oluşması, bu yazıyı yazdıran önemli motivasyon kaynaklarından biridir. Ama Erdoğan’ın atamasıyla oluşan yeni durumu “paralel yapı” olarak dillendirmek sanırım bir ileri aşama olarak okunmalı.
Son günlerde yaşananlara bir yandan rejimin inşası, diğer yandan da yeni rejimin dümenine kimin geçeceğine dair mücadelenin parçası olarak bakınca fotoğraf biraz daha netleşebilir.
Güç kavgasında Bilici gibi arada kaybolanlar, Uçum’a takan AKP’li isimler, yargı üzerinden devam eden savaş, Bahçeli’nin Hikmet Çetin üzerinden CHP ile teması... Liste uzun.
Ama bu alametlerin tamamının gelip dayandığı tek bir soru var: Erdoğan sonrası ne olacak?
Bu kavganın kendisi bile, ülkenin en acil işinin bu iktidardan kurtulmak olduğunu göstermeye yeter de artar bile.
AKP ve MHP rejimi, kişisel ve partisel ikbalin her şeyin, memleketin bile çok önünde olduğu bir hikâyeye dönüştü. Milyonların hiçbir önemi yok.
O zaman bu planları yapanlara hatırlatmakta fayda var:
Hiçbiriniz bu ülkede yaşayan milyonlarca insan için zerre kadar önem taşımıyorsunuz. Düşün bu halkın yakasında
/././
‘Deli işi’-Gözde Bedeloğlu-
TÜİK tarafından yapılan Hanehalkı Bütçe Araştırması’nın 2024 sonuçlarına göre; Türkiye’de hanehalkının tüketim amaçlı yaptığı harcamalar içinde en yüksek payı %26 ile konut ve kira, %21 ile ulaştırma, %18 ile gıda ve alkolsüz içecek harcamaları alıyor. Listenin alt sıralarında ise eğlence, spor ve kültürle ilgili tüketim harcamaları var (%2,3). En düşük gelir grubu ve en yüksek gelir grubunun eğlence, spor ve kültür harcamalarına ayırdığı paya baktığımızda arada %0.9 ve %2.9 ile yaklaşık üç kata kadar bir fark çıkıyor. Türkiye’deki en yüksek gelir grubunun kültür sanat faaliyetine ayırdığı pay bile Avrupa ortalamasının gerisinde. Bu da meselenin ekonomiden ibaret olmadığını gösteriyor. Ancak toplumsal refahın artışında devletin kültür-sanata verdiği önem ve özenin etkisi de gözardı edilemez. Ne yazık ki biz oralarda değiliz.
***
Tiyatro Kooperatifi, yaşadığımız ekonomik ve toplumsal zorluklar karşısında sahne sanatlarının dayanışma gücünü büyütmek amacıyla 2025 yaz sezonunda ‘Bu yaz sahnelerimizi kapatmıyoruz’ kampanyası düzenlemişti. ‘Askıda bilet’ uygulamasıyla da öğrencilerin ücret ödemeden oyun seyredebilmesine imkân tanındı. Benzer bir destek İBB Kültür AŞ ve kültür sanat sektörü işbirliğiyle hayata geçirilmiş ve 24 yaş altı gençlere, bir kişinin ayda üç kez yararlanabileceği ‘koltuk senin’ uygulamasıyla ücretsiz konser ve tiyatro oyunu izleme imkânı sunulmuştu. Bunlar kuşkusuz önemli ve kıymetli çabalar ama soruna kalıcı çözüm getirmenin de oldukça uzağında. Dayanışma anlamlıdır ama bu halkın bütçesinden, Anayasal sorumluluğu olmasına rağmen, sanata ve sanatçıya gerekli desteği vermeyen, verdiğini de neye göre paylaştırdığı şeffaf olmadığı için bilinemeyen, devlet tiyatrolarını ideolojik baskı altında tutan, bağımsız/kamusal tiyatroları ise görmezden gelen bir yönetime itiraz ve talepleri de içermeli.***
Tiyatrolar bu ay yüksek vergiler, kabarık enerji faturaları, kiralar, maaşlar ve bilimum daimi giderlerle birlikte olası sansür ve hedef gösterilme riski altında perdelerini birer birer açacak. Yeni dönemin hemen öncesinde Sosyal Fayda İçin İletişim Derneği (SoFİ), İstanbul’daki bağımsız tiyatroları merkezine aldığı önemli bir rapor yayınladı. Gazeteci ve sahneden.net yayın yönetmeni Mustafa Kara ve sosyolog Ayşegül Algan tarafından hazırlanan ‘Tiyatro Sahnelerinin İletişim Alışkanlıkları’ başlığını taşıyan araştırmada ekonomik sorunlarla mücadele eden 68 bağımsız tiyatro sahnesinin bir yandan da görünürlük krizi içinde olduğu ve mekân, finansman, insan kaynağı ve seyirciyle bağ kurmada ciddi sorunlar yaşadığı ortaya konmuş.
***
Bağımsız sahnelerin, kurucu ve ekiplerin fedakârlıkları, tutkusu ve olağanüstü direnciyle ayakta kalabildiğinin vurgulandığı raporda öne çıkan bulgulardan bazıları şu şekilde sıralanmış: “Ruhsat sorunları ve fiziki koşulların yetersizliği nedeniyle açılan ve bir süre sonra kapanmak zorunda kalan sahnelere sıkça rastlanıyor. Yıl boyunca aralıksız temsil veren sahnelerde, bu tercihin temel nedeni olarak ekonomik sürdürülebilirlik ihtiyacı öne çıkıyor. Genel tabloda, sahnelerin sadece %21’i yılda 10 bin seyircinin üzerine çıkabildi, %57’sinin yıllık seyirci sayısı 5.000’in altında kaldı. Bu tablo, nüfusu 20 milyonu aşan İstanbul’daki bağımsız sahnelerin büyük bölümünün oldukça sınırlı ve kırılgan bir izleyici ölçeğiyle faaliyet gösterdiğini ortaya koyuyor.”
***
Raporda, tiyatrolar ve medya arasındaki ilişkinin zayıflığına da dikkat çekilmiş: 52 sahnenin %61,5’i kendilerini düzenli olarak takip eden en az bir gazeteci veya yayın mecrası olduğunu belirtirken, sahnelerin %38,5’i bu tür düzenli bir medya ilişkisine sahip değil. Düzenli bir medya takibinden yoksun olmak, bu sahnelerin yeni ve daha geniş kitlelere ulaşma potansiyelini önemli ölçüde kısıtlıyor. Birçok sahne, düzenli medya takibini ancak gazetecilerle kurulan kişisel bağlar üzerinden sağlayabildiğini, aksi takdirde davetlerin ve basın bültenlerinin çoğunlukla yanıtsız kaldığını ifade ediyor. Dikkat çeken bir diğer eleştiri ise, medyada yer bulabilen oyunların bile çoğunlukla sadece duyurusunun yapıldığı, ancak oyunun sanatsal içeriğini veya derdini anlatan derinlikli analizlerin yer almadığı yönünde. Birçok sahne için sosyal medya, (Instagram) artık birincil değil, neredeyse tek iletişim kanalı konumunda.
***
Bağımsız tiyatrolar, olağanüstü çaba ve hatta ‘delilik’ olarak tanımladıkları bir inatla ayakta kalmaya çalışırken, merkezi ve yerel yönetimlerden hakları olan desteği almakta o derece güçlük çekiyorlar ki, artık konu ‘gölge etmesinler yeter’ dedikleri bir seviyeye gelmiş. Ne yazık ki, kültürel fakirlik bizi her gün daha fazla maddi yoksunluğa sürüklüyor.
Rapor: https://www.sofi.org.tr/sahnelerin-iletisim-aliskanliklari
/././
İki Kemal -Hüseyin Aygün-
2014 yılında, henüz masa devrilmeden, mecliste bir komisyon kurulmuştu. İnsan Hakları Komisyonu içinde bir alt komisyon kurulmuş, bir masa etrafında mağdurlar dinleniyordu. Kızı, Yeşil kod adlı JİTEM’ci Mahmut Yıldırım tarafından işkence ile öldürülen Hıdır Öztürk’ün dokunaklı konuşması, masadan bir şeyler çıkacağı yönünde iyimser bir beklenti yaratmıştı.
Masa, sadece Hıdır amca gibi ağır yaralıları değil, baroları, sivil toplum örgütlerini, insan hakları örgütlerini, diğer kuruluşları dinlemişti. Dinlenenler arasında Kemal Burkay da vardı.
Kemal Burkay’ı komisyona –hemşerisi olarak- davet ettim. Avrupa’dan çıktı, geldi. Komisyon o oturumda çok kalabalıktı. Herkes Kemal Burkay’ı dinlemeye gelmişti.
O sakin, saygılı, içten sözlerle Kürt sorununu anlatmaya başladı. Konuşması devam ettikçe Kürkçü ve Sakık da salona girdiler. Hatta Ertuğrul yarı alaylı sorular sordu, Kemal Burkay onları sabırla cevapladı.
Toplantı bitti, kalktık, kapıya doğru yürüdük, biz onu yemeğe almak istemiştik. Bizi nazikçe reddetti. “Bakan beye söz vermiş”ti; “çok üzgün”dü, “bizimle olamaz”dı. Konuk edemediğimiz için –o kalabalık grup- üzüldük tabii. Ama konu burada bitmiyor, asıl bundan sonra başlıyor.
Kemal Burkay bu oturum sonrası –daha medyanın tamamen AKP’ye geçmediği o dönemde- tüm televizyon kanallarını, gazeteleri dolaştı. CNN Türk’ten A Haber’e, ATV’den Kanal D’ye, Cumhuriyet’ten Milliyet’e her yerde ağırlandı.
Ve neredeyse her konuşmasında, “AKP’nin Kürt sorununu çözebilecek potansiyeli”ne dikkat çekiyor, muhalif güçleri eleştiriyordu. Kemal beyin, geçmişten gelen politik kızgınlıkları, AKP öncesindeki Türkiye’nin egemen güçleriyle halen kapanmamış hesapları vardı. Muhtemelen bu siyasal geçmiş, onu AKP’nin yanında yer almaya zorladı.
Bu birinci Kemal’in hikâyesi Mazgirt Dırvan’dan başlarken, ikincisinin, Kılıçdaroğlu’nun hikâyesi Nazımiye’de Düzgün Baba Dağı’nın karşısındaki bir köyde başlıyordu. Birincisine benzer başarılı üniversite hayatını –birincisi gibi hapishane ve sürgün hayatı değil- parlak bir kariyer bekliyordu. Uzun yıllar süren başarılı kamu görevini, SGK genel müdürlüğü izliyor, Demirel ve Özal gibi isimlerin güven ve himayesinde işine devam ediyordu. Dürüstlük, yolsuzluğa karşı savaş, bu yolda onun en önemli karakteriydi.
Emeklilik ile başlayan siyaset hayatı, önce milletvekilliği, ardından grup başkan vekilliği ve sonra –sürpriz şekilde- CHP genel başkanlığına evriliyordu. Komplo teorisyenlerine taş çıkartan bir kariyerdi bu. Nazmiye dağındaki yoksul ailenin mazlum evladı, şimdi Atatürk’ün koltuğunda oturuyordu.
13 yıllık –her lidere nasip olmayan linç ve suikast girişimleri de dâhil- büyük fedakârlıklar ve mücadeleler sonunda, devlet başkanlığı için girdiği son seçim mücadelesinin kaybından sonra, “dönemin ruhu” artık çekilmesini -“halkın babası”, “partinin ruhani lideri” olmasını gerektirirken-, inatla partisinin başında kalmak için girdiği –barda, pavyonda, hotellerde dağıtılan akıl almaz paraların da açık etkisiyle- parti genel kurulu seçimini de kaybedince, bu onda öylesine bir travmaya yol açtı ki, son iki yılında tüm enerjisini, adeta kendi partisiyle mücadeleye adadı.
Bir zamanlar, “oğlum” dediği, ülkenin en büyük şehrinin belediye başkanının hapse atılmasına, diğer belediye başkanlarının her gün toplanmasına, kayyum atamalarına sessiz kaldı. Partisinin başına yeniden dönmek için AKP cephesindeki tüm oyunları sanki sineye çekti; hatta bu oyunların bir parçası olarak hareket etti.
Sene 2025, bugün yine -yalancı- bir “açılım” süreci, yine bir “masa”, yine tutuklamalar ve yine kayyumlar var. İki Kemal’in öyküsündeyse –epeyce- öğretici dersler var.
/././
Özelleştirme çıkmazı: Köprüler, otoyollar ve kamu yararı -Güldem Atabay-
Türkiye bir kez daha köprü ve otoyol özelleştirmesi hazırlığında. İktidar, Boğaz köprüleri ve dokuz otoyolu anlaşıldığı kadarıyla paket halinde piyasaya sürmeye hazırlanıyor. “Tarihin en büyük özelleştirmesi” diye lanse edilen bu hamle, aslında kısa vadeli bütçe gelirine dayalı bir tercih. Ama mesele yalnızca finansal bir manevra değil; ekonomi politikasının özüne, yani kamusal varlıkların yönetiminde devlet-özel sektör dengesine dair bir tartışma. Ama şu basit soruyu sormadan geçemeyiz: Köprüler satılır mı? Özelleştirme dendiğinde ilk akla gelen şey “devletin kasasına para girmesi” oluyor. Peki sonra?
Köprüler ve otoyollar birer ticari mal değil, kamusal hizmet. Tıpkı su gibi, elektrik gibi, ulaşım da toplumsal yaşamın omurgası. Özel şirketin kâr güdüsüyle yöneteceği, fiyatını belirleyeceği bir hizmet değil, kamunun ortak çıkarıyla planlanması gereken bir alan. Köprü ve otoyollar yalnızca nakit akışı üreten varlıklar değil; lojistik zincirin, üretim ve ticaretin en kritik halkaları. Bunların uzun vadeli imtiyazlarla özel konsorsiyumlara verilmesi, devletin stratejik altyapı üzerindeki doğrudan kontrolünü zayıflatır. Bu durum, enerji hatlarının veya limanların özelleştirilmesiyle aynı mantıksal sorunları taşır: kamu egemenliği uzun vadeli sözleşmelere sıkışır, politika esnekliği daralır.
Özelleştirmeyle ilgili ekonomi politikanın bir boyutu da toplumsal eşitlik. Otoyollar ve köprüler, halkın günlük yaşamında doğrudan etkili. Özel sektör kâr maksimizasyonu güderken, geçiş ücretleri hızla artar. Devletin fiyat düzenleme gücü kâğıt üzerinde vardır ama uzun vadeli sözleşmelerin “tazminat riskleri” bu müdahaleyi fiilen zorlaştırır. Sonuç, ulaşım maliyetlerinin doğrudan hane halkı bütçesine yüklenmesi olur.
Türkiye’nin bugüne kadar uyguladığı birçok KÖİ modelinde, gelir garantileri özel yatırımcı lehine, riskler ise kamu üzerine yıkıldı. Otoyol ve köprü özelleştirmeleri de benzer bir risk taşıyor. Beklenen trafik gerçekleşmezse farkı devlet ödüyor. Yani özelleştirme, bütçeye kısa vadeli nakit sağlarken orta vadede yeni yükler doğuruyor. Uzun vadede kamu harcamalarını artıran bu modellerin enflasyonu yapısal şekilde yüksek tuttuğunu da eklemek gerekir. 1980’lerden bu yana yaşanan iflas örnekleri, bu mekanizmanın kırılganlığını gösteriyor.
Fransa, 2000’lerde otoyollarının büyük kısmını özel şirketlere devretti. Vinci ve Eiffage gibi devler işletmeyi aldı. Fiyatlar yükseldi, kamuoyu tepkisi arttı; hükümet hâlâ sözleşmeleri geri alma ihtimalini tartışıyor. İspanya’da ise özelleştirilen bazı otoyollar trafik beklentilerini karşılamadı, şirketler iflas etti ve devlet tekrar devralmak zorunda kaldı. Bu, özelleştirmelerin kamuya “mali kurtuluş” değil, çoğu zaman yeni maliyet yarattığını gösterdi.
ABD’de Chicago Skyway 2005’te 99 yıllığına özel konsorsiyuma devredildi. Ancak borçlanma yapısı sürdürülemedi, imtiyaz birkaç kez el değiştirdi. Indiana Toll Road’da da benzer bir tablo yaşandı: yüksek borç nedeniyle konsorsiyum iflas etti, kamu ve yatırımcılar arasında maliyet tartışmaları çıktı. Kanada’da 407 ETR özelleştirildiğinde kısa vadede gelir sağlandı, fakat 99 yıllık sözleşmenin özel şirket lehine hükümleri, kullanıcılar için sürekli artan geçiş ücretleri anlamına geldi.
Şili, Latin Amerika’nın en çok otoyol özelleştiren ülkesi oldu. 1990’larda imtiyaz modeliyle birçok otoyol özel sektöre geçti. Bugün ülke, kullanıcıların ağır ücret yükü altında kaldığı bir ulaşım sistemine sahip. Brezilya’da da bazı otoyol imtiyazları, kamuoyunda “yüksek fiyat–düşük hizmet” eleştirilerinin hedefi.
Japonya 2005’te “Japan Highway Public Corporation”ı özel şirketlere böldü. Ama bu şirketlerin tamamı yine devlet etkisinin güçlü olduğu yapılar olarak kaldı. Yani Japonya bile özelleştirmeyi tam bir serbest piyasa devri olarak yapmadı; stratejik kontrolünü elinde tuttu. Hindistan ve Endonezya’da KÖİ modeliyle yapılan otoyol ve köprü projelerinde ise trafik tahminleri sık sık tutmadı, kamu ek maliyetlerle karşı karşıya kaldı. Uluslararası örnekler köprü ve otoyol özelleştirmelerinin çoğu zaman kısa vadeli nakit yaratmak dışında sürdürülebilir bir fayda sağlamadığını gösteriyor. Bu örneklerin mesajı tek: Stratejik altyapı projeleri piyasa mantığına bırakıldığında kamu yararı geri planda kalıyor.
ALTERNATİF FİNANSMAN YÖNTEMLERİ
Almanya, İskandinav ülkeleri ve İngiltere’nin tercih ettiği yöntem farklıydı. Otoyolları satmak yerine, kamu finansmanı ya da devlet tahviliyle yatırım yapıldı. Bu modelde devlet, stratejik kontrolünü korurken, uluslararası kalkınma bankaları veya yeşil tahvil gibi yeni finansman araçlarıyla bütçe yükünü yönetti. Böylece özelleştirmenin yarattığı uzun vadeli bağımlılıklardan kaçınıldı.
Köprü ve otoyol özelleştirmeleri, Türkiye’de bugünkü haliyle önemli bir ekonomi politik açmaz. Kısa vadede sıcak para, uzun vadede stratejik kontrol kaybı ve toplumsal maliyet demek. Daha birkaç gün önce Ali Babacan, AKP’nin ilk döneminde gerçekleştirilen özelleştirmelere ilişkin özeleştiri yaparak, özellikle enerji şirketlerinin kamudan özel sektöre devrinin yarattığı zararları ve kendi pişmanlığını dile getirdi. Oysa o dönemde yapılan uyarıları dikkate almamış, kulak ardı etmişti.
Asıl mesele, Şimşek’in amaçladığı şekilde bütçeyi kapatmak için kamusal varlıkları satmak değil; sorumlu bir devlet insanı olarak kamu yararını, stratejik kontrolü ve sosyal adaleti koruyacak finansman modellerini geliştirmek. Aksi halde “sattık, kurtulduk” mantığıyla yapılan her hamle, geleceğin borçlarını ve bağımlılıklarını büyütmekten başka bir işe yaramaz.
Türkiye’nin önünde iki yol var: Kısa vadeli gelir için köprülerini ve otoyollarını satmak veya uzun vadeli kamu yararını koruyacak, şeffaf ve sürdürülebilir finansman modellerini geliştirmek. Dünya örnekleri kinci yolun daha akılcı olduğunu gösteriyor. Ancak AKP hükümetinin mevcut KÖİ facialarına bakarak kamu yararı sağlayan yolu seçmeyeceği de açıkça görünüyor.
/././
Diyanet rahat harcıyor: Günde 360,3 milyon TL -Mustafa Bildircin-
2025 yılına 130,1 milyar TL bütçe ile başlayan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Ocak-Ağustos 2025 döneminde gerçekleştirdiği toplam harcama paylaşıldı. Başkanlığın 2025’in sekiz ayında yaptığı harcama 85 milyar TL’yi aştı. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ölçüsüz harcama geleneği, 2025 yılında da bozulmadı. Hemen her ay milyarlarca lira harcama yapan Diyanet’in Ocak-Ağustos 2025 dönemi toplam harcaması, çok sayıda bakanlığın harcamasını geride bıraktı.
ÖĞÜTÜLEN PARALAR
Kamu idarelerinin harcamalarını ortaya koyan mali verilere göre, Ocak 2025’te 13 milyar 430 milyon 10 bin TL’lik kaynak kullanan Diyanet İşleri Başkanlığı, Şubat 2025’te ise 9 milyar 450 milyon 731 bin TL’lik kaynak tüketti. Başkanlık, milyarlarca lira harcama geleneğini mart ve nisan ayında da sürdürdü.
Başkanlığın mart ayı harcaması kayıtlara, 9 milyar 659 milyon 779 bin TL olarak geçti. Diyanet, Türkiye’deki ekonomik krizin giderek derinleştiği nisan ayında ise 9 milyar 943 milyon 341 bin TL’lik harcama gerçekleştirdi. Diyanet’in, mayıs ayında kullandığı kaynağın 9 milyar 826 milyon 369 bin TL haziran ayında kullandığı kaynağın ise 9 milyar 966 milyon 96 bin TL olduğu bildirildi.
AĞUSTOS’TA REKOR
Genel bütçe kapsamındaki kamu idarelerinin aylık harcamalarını içeren mali raporlarına göre, başkanlığın temmuz ayında yaptığı harcama ise 11 milyar 492 milyon 326 bin TL ile ifade edildi. Başkanlık, ağustos ayında yaptığı harcama ise 12 milyar 704 milyon 427 bin TL olarak kaydedildi. Başkanlığın 2025’in ocak-ağustos döneminde imza attığı harcamanın toplamı, 86 milyar 473 milyon 80 bin TL’ye ulaştı. Başkanlığın sekiz aylık harcamasının günlük karşılığı ise 360 milyon 304 bin 500 TL olarak hesaplandı.
Başkanlığın Ocak-Ağustos 2025 dönemindeki harcaması, aylara göre şöyle gerçekleşti:
• Ocak: 13,4 milyar TL, • Şubat: 9,4 milyar TL, • Mart: 9,6 milyar TL, • Nisan: 9,9 milyar TL, • Mayıs: 9,8 milyar TL, • Haziran: 9,9 milyar TL, • Temmuz: 11,4 milyar TL, • Ağustos: 12,7 milyar TL
BİRGÜN









.jpeg)





Hiç yorum yok:
Yorum Gönder