soL "Köşebaşı + Gündem" -10 Eylül 2025 -

Beykoz Belediye Başkanvekili Gürzel CHP'den istifa etti: Tutuklu başkanı iftiracılıkla suçladı, AKP ve MHP'ye göz kırptı

Beykoz Belediye Başkanı Köseler tutuklandığı için yerine vekaleten seçilen Gürzel, Köseler'in yargılandığı davaya kendisini de dahil etmek için iftira attığını savundu. Bu süreçte kendisine sadece AKP ve MHP'nin destek verdiğini söyleyerek CHP'den istifa etti.(https://haber.sol.org.tr/haber/beykoz-belediye-baskanvekili-gurzel-chpden-istifa-etti-tutuklu-baskani-iftiracilikla-sucladi)

Muhalefetsiz olmaz mı? -Nevzat Evrim Önal-

Operasyon CHP’nin mevcut yönetimine çekilmektedir ama hedefte toplumun karşı devrimi kabullenmeyen kesimi vardır.

Dilerseniz tartışmaya, soruyu farklı bir biçimde formüle ederek başlayalım: “Sermaye düzeni açısından çok partili demokrasi bir zorunluluk mudur?”

Kanımca bu sorunun cevabı “genel olarak evet, olağanüstü dönemlerde hayır” ve müsaadenizle bu hafta bunu açmaya çalışacağım. Zira sermaye düzeninin siyaseti bu çerçevede ele alındığında, Türkiye’de son günlerde, son yedi-sekiz ayda, hatta son yirmi üç yılda yaşananlar demokrasi-totalitarizm ikiliğinin ötesinde kavranabilir hale gelir ve Türkiye’nin ilericileri olarak bugün buna çok ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.

Sadede gelmeden önce uzunca bir çözümleme sunmam gerekecek, peşinen sabrınıza sığınıyorum…

***

Konuyu açmak için, başlangıçtakinin yanına bir soru daha ekleyelim: “Sermaye düzeninde çok partili siyasetin mantığı nedir?”

Son sorunun cevabının, “Çünkü insanlık tarihsel gelişiminin bir noktasında demokrasi erdemine erişti, bunu içselleştirdi ve şimdi de bu kazanımından vazgeçmez” olduğunu zannedenler ziyadesiyle yanılıyor. İçinde yaşadığımız toplumun temelinde olan sınıfsal eşitsizlikleri sorgulamayıp bunları veri alan, toplumu yoksuluyla varsılıyla bir “bireyler yığını” olarak gören ve her bireyin iradesini bir oy yoluyla bir siyasi aktöre teslim etmesi üzerine kurulu olan günümüz temsili demokrasisi, “demokrasi” fikrinin olsa olsa bir karikatürüdür. Bu karikatür, toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan yoksul emekçilerin siyasete katılması ve özneleşmesi değil, aksine siyasetin dışında tutulması ve pasifleştirilmesi üzerine kuruludur.

Böyle bir demokrasinin, pasif katılımcıları tarafından vazgeçilmez bir ilke olarak sahiplenilip savunulmasını beklemek saflık, bu olmadığında suçu söz konusu kitlelerde bulmak ise saçmalıktır. İnsan bilinçli bir canlıdır ve öznel biçimde parçası olmadığı şeyleri güçlü biçimde sahiplenmesi çok zordur. Kuşkusuz insanlar, üzerlerinde hiçbir etkiye sahip olmadıkları futbol takımı, pop müzik yıldızı gibi dışsal özneleri fanatikçe sahiplenebilirler ve kuşkusuz kapitalist demokraside siyasi partilerin de seçmen tabanlarının bir bölümü böyle insanlardan oluşur. Ama fark edeceğiniz üzere bu, demokrasinin kavramsal düzeyde sahiplenilmesi değildir, hatta tam tersidir.

Bu nedenle, temsili demokrasinin açık ya da örtük biçimde rafa kaldırıldığı olağanüstü dönemlerde suçu “koyun gibi despotlara oy veren cahil yoksullarda” bulan orta sınıf liberalizmi, ahmakça bir elitizmden başka bir şey değildir. Bu dönemler olsa olsa (Clauzewitz’den ilham alarak) “düzenin rızayı olağanüstü araçlarla sağladığı parantezler” olarak tanımlanabilir. 

Dolayısıyla biz az önceki soruya geri dönelim ve incelememize devam edelim.

***

Kapitalist toplumda herhangi bir siyasi rejim, düzeni iki dağıtıcı faktörden korumalıdır. Bunlar sermayedar sınıf ile işçi sınıfı arasındaki sınıf mücadelesi ve sermayedar sınıf içindeki rekabettir. Tüm politik, ideolojik ya da kültürel mücadele başlıkları ya bu iki temel mücadelenin dolaylı ifadesidir ya da bu ikisinin dışında özgün bir kaynağa sahip olmakla beraber, ancak bunlardan birine (ya da her ikisine) eklemlenerek gerçekliğini ve sürekliliğini koruyabilir. Zira sınıf mücadelesi ve sermaye rekabeti kapitalist toplumun temelindeki ekonomik işleyişten doğar ve bu toplumsal düzende ekonomik olan, politik, ideolojik ve kültürel olanı son tahlilde belirler.

Siyasi rejim, koşullar çerçevesinde rızayı zor kullanarak veya müzakere yoluyla inşa eder ve bu iki mücadeleyi düzen sınırları içinde tutmaya çalışır.

Çok partili demokrasinin varlığı, mantığı ve işleyişi ancak bu üst belirleyen çerçevesinde anlaşılabilir. Eğer toplumsal mücadele içinde olan tarafların çıkarları farklı düzen partilerinde ifadesini bulabiliyor ve bu partiler arasındaki siyasi rekabet çerçevesinde, iktidar-muhalefet çekişmeleri ve koalisyon hükümetleri yoluyla uzlaştırılabiliyorsa, düzenin sürdürülmesi açısından da çok partili demokrasi en uygun yoldur. Öte yandan eğer herhangi bir mücadele başlığı düzenin içinde tutulamayacak şiddette veya nitelikteyse, bu başlığın düzenin bütünü tarafından baskılanması, dolayısıyla düzen siyasetinde kendisine bir adres bulamaması gerekir.

***

Türkiye’nin son yirmi üç yılına damga vuran temel siyasi kriz başlığı, 1923’te kurulan Cumhuriyetin yıkılması ve yerine onun laiklik, bağımsızlık, devletçilik gibi ilerici değerlerinden tamamen arındırılmış yeni bir gerici rejimin kurulmasıdır. Bu karşı devrimin ana siyasi aktörü AKP olmakla beraber, düzen siyasetinin tüm aktörleri sürece bir yerinden dahil olmuş ve katkı koymuştur; zira süreç sermaye sınıfının tamamı tarafından sahiplenilmiş, dolayısıyla herhangi bir düzen aktörü tarafından gerçekten, yani durdurma/geri döndürme amacıyla muhalefet edilemeyecek bir nitelik kazanmıştır. AKP’nin büyük siyasi ve ideolojik başarısı, hayli uzun bir zamana yayılan rejim değişikliği sürecini sermayedar sınıfın tüm fraksiyonlarının çıkarlarını aynı anda ilerletecek biçimde yönetebilmiş olmasıdır.

Sermayedar sınıfın bilhassa TÜSİAD’da kümelenmiş olan en tekelleşmiş bölmesinin giderek belirgin hale gelen emperyal hevesleri ve bu hevesleri gerçekleştirebilmek için hem güçlü hem de pervasız bir yürütmeye duyduğu ihtiyaç süreci destekleyen ikinci bir önemli faktör olmuştur. Cumhuriyetin en temel kuruluş değerlerinden biri olan “yurtta sulh cihanda sulh” prensibini “pısırıklık” olarak reddeden AKP, kendisinden önceki siyasi aktörlerin asla cesaret edemediği hamlelerle Türkiye’nin sermayedar sınıfına uluslararası rekabette fırsatlar yaratmış ve gerektiğinde bu hamlelerin (Irak’ta Türk askerlerinin başına çuval geçirilmesi gibi) olumsuz sonuçlarının siyasi bedelini üstlenmiştir. Bugün gelinen noktada, son yirmi yıl zarfında benzersiz derecede mayınlı ve öngörülmez hale gelen uluslararası rekabet ortamında AKP, Türkiye’nin sermayedar sınıfı açısından alternatifsizdir.

Karşı devrimin sermayedar sınıfın tüm bölmeleri tarafından desteklendiği Türkiye’de emekçi halk ise 12 Eylül askeri darbesinden bu yana siyasette sürekli zayıflamış, ayrıca tüm karşı devrim süreci boyunca cumhuriyetin ilerici değerlerini itibarsızlaştırmak amacıyla yürütülen İslamcı ve liberal ideolojik saldırılara maruz kalmıştı. Kafa karışıklığının tek sebebi bu saldırılar değildi: Cumhuriyetçi geçinen kimi entelektüellerin Cumhuriyeti savunma iddiasıyla yaptığı halk düşmanlığı, bugün DEM Parti ve Abdullah Öcalan tarafından temsil edilen siyasi hattın Cumhuriyetle hesaplaşmayı baştan itibaren AKP ile pazarlık zemini olarak görmesi, solun bilhassa bu siyasi hattın yedeğinde olan kesimlerinin Cumhuriyet değerlerini karalayan liberal koroya katılması gibi bir dizi faktör nedeniyle, emekçi halkın AKP tarafından yürütülen karşı devrim sürecine ideolojik açıdan tutarlı, ne istediğini bilen ve örgütlü bir tepki vermesi mümkün olmadı.

Yazının başından bu yana çizdiğimiz çerçeveden anlaşılacağı üzere bu tepki ancak düzen dışı, yani devrimci bir nitelik kazanırsa etkili olabilir; bir devrimle sonuçlanmasa dahi sermayedar sınıfı karşı devrimden caydırabilirdi. Bu olamadığı ölçüde tepki düzenin sınırları içinde kaldı ve emekçi halkın karşı devrimi kabullenmeyen bölmesi siyasette büyük ölçüde CHP tarafından temsil edilir hale geldi.

CHP ise o tepkiyi sönümlendirmek, düzen için bir tehdit olmaktan çıkartmak için elinden gelen her manipülasyonu, her siyasi manevrayı yaptı.

***

Buraya kadar çizdiğimiz çerçeveden, bugüne dair şu sonuçlar çıkar:

  1. Operasyon CHP’nin mevcut yönetimine çekilmektedir ama hedefte toplumun karşı devrimi kabullenmeyen kesimi vardır.
  2. Bu toplumsal kesim, bir yanda karşı devrimin ne denli gerici bir operasyon olduğu artık bütün boyutlarıyla ortaya çıktığı, diğer yanda ise son yıllarda emekçi halk yoksullaşırken sermayedar sınıfa benzersiz bir pervasızlıkla kaynak aktarıldığı için çok büyümüştür. Bu kitle dağıtılmadığı müddetçe karşı devrimi tamamlamak için atılması gereken Anayasa referandumu gibi adımların başarılı olabilmesi çok zordur.
  3. CHP’ye çekilmekte olan ve parti yönetimine çöküp onu karşı devrime (daha da) hizalamayı hedefleyen operasyonun amacı bu toplumsal kesime düzen içerisinde adres bırakmamaktır. Görünüşe göre bu sahipsiz kalma halinin dağılmayla sonuçlanacağı umulmaktadır.
  4. CHP, bu operasyonu göğüsleyip göğüsleyemeyeceğinden ya da operasyonun hangi uzlaşma noktasında duracağından bağımsız olarak, karşı devrimi durdurmaya yönelik bir tepkinin adresi olamaz. Olamaz, çünkü karşı devrim artık düzenin ta kendisidir, ona “muhalefet” edilemez.
  5. Öte yandan karşı devrim Cumhuriyeti yıkarken sahip olduğu ivmeyi kaybetmiştir ve yeni rejiminin kuruluşunda teklemektedir. İktidarın atmaya çalıştığı adımların büyüklüğü, karşı devrimin hızlandığını değil, arkadan itilmesi gerektiğini göstermektedir. Bu süreç devrimci bir mücadeleyle yenilgiye uğratılıp püskürtülebilir.
  6. Böyle bir mücadele, ancak ufku karşı devrimi durdurmak ile sınırlı kalmadığı durumda başarıyla ulaşabilir, zira 1923’te kurulmuş olan Cumhuriyet tüm kurumlarıyla yıkılmış ve ilkeleri devletten dışlanmış durumdadır. Kendisini yeni rejimin kuruluşunu durdurmakla sınırlayacak bir müdahale, ülke rejimsiz kalamayacağı için, başarısızlığa mahkumdur.
  7. Karşı devrim ancak devrimci bir rejim, yeni bir halk cumhuriyeti kurularak püskürtülebilir. Türkiye’de bugün bunu yapabilecek tek güç ise cumhuriyetçilerin devrimci birliğidir.                               /././

İzmir’deki saldırgan hemşireleri hedef aldı: 'Kapanın, cehenneme gideceksiniz' -Aslı İnanmışık-

İzmir’in Balçova ilçesinde bir karakola düzenlenen ve iki polisin hayatını kaybettiği saldırının faili olan 16 yaşındaki E.B’nin, hastanede görev yapan hemşirelere yönelik taciz içerikli sözler sarf ettiği öğrenildi.(https://haber.sol.org.tr/haber/izmirdeki-saldirgan-hemsireleri-hedef-aldi-kapanin-cehenneme-gideceksiniz-401136)

                                                                      ***
Ulus-devlet'in başına gelen -Aydemir Güler-
Neoliberal döneme özgü yeni uluslararası düzen eğilimi, üniter ve merkeziyetçi devletin yerini çok daha gevşek yapıların almasıdır.

Emperyalizm, bir dönem modern ulus-devlete savaş ilan etti: Zamanı dolmuştu, demokrasinin engeli, bölgesel gerilimlerin kaynağıydı; sınırlar uygarlaşmanın önüne konmuş barikatlardı... Neo-liberalizm bu kampanyanın ideolojik cephaneliğini üretti. İdeolojik kampanya son derece önemliydi, çünkü ortalık toza dumana boğulmasa, yalın bir gerçeği algılamak zor olmayabilirdi. 

Emperyalist merkezler, sömürgeci atalarının “uygarlaştırma misyonu” adını verdikleri tarihsel ahlaksızlığı güncelliyorlardı! İşin aslını, yüzeydeki çelişkiler ele verir. Emperyalistler, sistemin merkez üssü olarak işlev gören kendi has devletlerini dışta tutarak savaş ilan ediyorlardı, ulus-devlete! Çelişkiyi örtmek için çok laf üretildi. Ve tabii çok da savaş kışkırtıldı.

Emperyalist devletlerden kimileri bu kampanyadan diğerleri kadar haz etmemiş olabilir. Ama gücünüz varsa çelişen şeyler söyleyip yapmaktan da çekinmezsiniz. Daha doğrusu utanmazsınız! Tutarlılık adına Belçika’nın, İtalya’nın bölünmesine cevaz verecek değildi ya, dünyanın efendileri… Vermediler, ama modernleşmenin, aydınlanmanın kazanımlarını istisnasız her yerde, kendi içlerinde ve dışlarında topa tuttular. Örnek olsun, laiklik, yurttaşların eşitliği tüm dünyada tehdit altındadır. Dert ettikleri zaten şu veya bu devlet değildi; gericiliğin tam egemenliğine giden en kısa yol, eski dünyayı dümdüz etmekti.

“Zamanı doldu” denilenlerinse bazı özellikleri vardı. Bir kere, 20.yüzyılda sosyalizm günahına bulaşmak başlı başına cezalandırılması gereken bir suçtu. Bunun için etnik veya ulusal toplulukların ayrışmasına, milliyetçiliklerin kışkırtılmasına inanılmaz kaynaklar aktarıldı. Sosyalizm deneyimleri ne milliyetçiliği aşmaya zaman bulabilmişlerdi, ne de her örnekte sağlıklı politikalar uygulanmıştı. Ama 1990’lara gelene kadar Balkan, Kafkas veya Orta Asya halklarının her birinin “kendine ait bir devlet” arayışında olduğunu kimse zannetmemelidir. Neyse; sonuç olarak, eski sosyalist birlikler zamanlarını doldururken, her nedense yine birer modern ulus-devlet olma iddiasıyla varlıklarını gerekçelendiren yeni yapıların doğuşu alkışlanıyordu. Çünkü yenilerin sınırları emperyalistlerin ne sermayesine ne askerine engel oluşturuyordu! Reel sosyalizmi geçelim… 

Modern ulus-devlet, Batıda burjuvazinin ekonomik egemenlik alanının, ulusal pazarının sınır taşlarını dikmişti. Arkasına bu sınıfın zenginliğini alarak. Bu, emperyalist-kapitalist sistem için başlı başına meşruiyet kaynağıydı. Onlara dokunmanın alemi yoktu. Ama bir de, sömürgeciliğin dağılması sürecine doğan veya emperyalizmle mücadele ederek sahneye çıkanlar vardı. Batıdan bakıldığında sadece bunlar mahkûm ediliyordu… Böyle bir mahkûmiyet kararındaki temel mantık emperyalist egemenlikten başka ne olabilirdi ki!

Ancak bu arada sanılmasın ki, ulus-devlet kategorisi sadece dış yani emperyalist faktör tarafından yıpratıldı. Öyle olsaydı, belki direnç de daha kolay kendini gösterir, yabancı müdahalesine karşı ulusal bir karşı çıkış mümkün ve yeterli olurdu. Oysa sorunun başka ve temel bir boyutu vardır ve bu boyut tamamen sınıfsaldır.

Reel sosyalizm deneyleri hariç, modern ulus-devlet kavramı, birçok örnekte bir devrime veya bir modernleşme, aydınlanma hamlesine öncülük etmiş olan ulusal burjuvaziyle bitişiktir. Lakin sermayenin çıkarları açısından ulus-devletin ilkesel bir değeri olamaz. Dahası, sermayenin modernleşme ve aydınlanmayla arasındaki bağ bayağı kısa sürede çürümüştür. 

Ne kast ediyorum? Yurttaşların bir bölümünün sömürülmeyi hak etmesi gerekir. Herkesin eşit doğduğu tezi yalanıp yutulmuştur. Geniş halk kitlelerini heyecanlandıran kamusal haklar, toplumsal hizmetler, burjuvazinin durduğu yerden bakıldığında sömürünün sınırlandırılmasından başka bir şey değildir. 

Dahası, ulusun “yurttaşların eşitliği” kavrayışından uzaklaştırılması, ayrıcalıklı ve hor görülen kimliklerin şekillenmesi, bunlar arasında uçurumların ortaya çıkması da sınıfsaldır. Sermaye, kimilerinin zenginliğini gasp etmeyi diğerleri nezdinde meşrulaştırmanın, emekçileri birbirine düşürmenin yollarını buralardan türetir. 

Bütün bunların ulus-devlet kavramıyla bağlantısı açık olmalı. Toplumu bir arada tutmak için bir çıkar ortaklığı, ortak gelecek kurgusu, ülkü ortaklığı gerekir. Sermaye egemenliği, kapitalist ulus-devleti oluşturan toplumun ortak paydasını kemirir durur. Ulus-devleti, sadeleştirirsek, burjuvazi kurmuştur. Aynı burjuvazi temel güdüsü daha yüksek kâr oranı, daha fazla sömürü olduğu için kurduğu birliği kendi elleriyle yıkar. Yıkarken de yerine göre aristokrasiyi veya toprak ağalarını, kiliseyi veya tarikatları çağırmaktan, eski düşmanlardan dost edinmekten geri durmaz. 

20.yüzyılın sonlarında ulusların, ulus-devlet yapılarının, modern ulusçu ideolojinin gerilemesi Washington’da, Londra’da, Brüksel’de falan çizilen bir komploya indirgenemez. Kapitalizm bir dönem sahip çıktığı ulus-devlet temelli dünya yapılanmasını çürütmüştür. Bugün ABD, Britanya, Fransa toplumlarını bir arada tutan bağlar da zayıflamıştır. 

Bu zayıflamaya, bir büyük birlik içinde eridiği veya kültürel bir renge dönüştüğü varsayılan etnisitelerin veya ulusların geri dönüşü veya yeniden doğuşu eşlik etmeyecekti de, ne olacaktı? 

Neoliberal döneme özgü yeni uluslararası düzen eğilimi, üniter ve merkeziyetçi devletin yerini çok daha gevşek yapıların almasıdır. Federatif, ademi merkeziyetçi, yerelci… Bu, hem emperyalizmin hegemonyasını derinleştirme stratejisine uygundur, yani öznel bir politikadır; hem de kapitalizmin toplumları bir arada tutma yeteneğini yitirmesine denk düşmektedir, yani nesnel bir gerçekliktir. 

Ulus-devletin başına bütün bunlar gelmiştir. Bizi, en fazla kendi ülkemiz ilgilendiriyor. Türkiye de çözülüyor... Tarihsel geçmişi, dünya üzerindeki konumu, kaynaklarının sınırlılığı, sorunları ile birlikte düşünüldüğünde, gevşek bir yapının, yok oluşa giden bir istasyon demek olduğu açıktır.  

Peki, ne yapmalı? Birincisi, bu çözülmenin arkasında emperyalizm var ve dolayısıyla anti-emperyalist duruş ilkeseldir. 

İkincisi, bu çözülmeyi kimlikler üstünden çözümlemek olanaksız. Kamu ekonomisinin tasfiyesiyle, emekçilerin köleleştirilmesiyle, “paran kadar” lafının sağlığın, eğitimin, nefes alıp vermenin mottosu olmasıyla toplumun çözülme süreci bire bir bağlantılıdır.  

Üçüncüsü, ortaya çıkan boşluğu dinci, etnik milliyetçi akımlar doldurmuştur. Laikliğin tasfiyesi bunun zorunlu parçasıdır. 

Türkiye ortak çıkarlara sahip olmanın heyecanını, gelecek kurgusunu, ülküsünü çoktandır yitirdi. Giderilmesi gereken budur. Düzeltme işlemi için geçmişteki tüm değerlere yaslanmak zorunludur, ama geçmişe dönmek de olanaksızdır. Köprülerin altından kapitalizm aktı! Beraberinde taşıdığı pisliklerin yarattığı kokuşmayı yaşıyoruz! 

Hal böyleyse ve bir avuç neoliberal veya İslamcı meczup dışında kimse “varsın bölünsün bu ülke” demiyor, diyemiyorsa, bizi emperyalizme karşı birleştirecek seçeneği konuşmak gerekir. Emekçilerin eşit, sömürüsüz bir düzen için, planlı bir ekonomi için mücadelede kol kola girmesinden başka bir birlik yolu, daha güçlü bir birleştirici ülkü var mıdır? Çözülüş sosyalizmden başka bir yoldan durdurulabilir mi?

                                                     /././

Arjantin'in faşist lideri Buenos Aires seçimlerinde hezimete uğradı, piyasalar çöktü

Arjantin'in faşist lideri Milei, Buenos Aires'teki yerel seçimlerde beklenmedik ağır bir yenilgi aldı. Liberallerin dolarizasyon hamlelerini öve öve bitiremediği Milei'nin yarattığı piyasa sistemi, bu sonuçların ardından çıkmaza girdi.(https://haber.sol.org.tr/haber/arjantinin-fasist-lideri-buenos-aires-secimlerinde-hezimete-ugradi-piyasalar-coktu-401140)

Portekiz'deki Avante Festivali'nde onlarca komünist parti ve ilerici örgüt bir araya geldi

Bu yıl 49'uncusu düzenlenen Avante Festivali, Portekiz Komünist Partisi'nin ev sahipliğinde Lizbon'da gerçekleştirildi. Türkiye Komünist Partisi'nden de delegelerin katıldığı festivalde, toplantı ve münazaralarda önemli bölgesel ve yerel gündemler ele alındı, tartışmalar yürütüldü.(https://haber.sol.org.tr/haber/portekizdeki-avante-festivalinde-onlarca-komunist-parti-ve-ilerici-orgut-bir-araya-geldi)

                                                                      ***

İstanbul'da Filistin Konferansı: 'Filistin'de ulusal birlik sağlanmalı, uluslararası çabalar hızlanmalı' -Can Kuyumcuoğlu-

İstanbul’da bu hafta sonu Filistin'e dair uluslararası konferans düzenlendi. Konferansın konuşmacılarıyla İsrail'in devam eden saldırganlığını, Filistin'deki siyasi yapıların güncel durumunu ve barışın sağlanmasına dair atılan uluslararası adımları konuştuk.

İsrail Gazze'de soykırım politikalarını sürdürürken, bölgede barışın sağlanmasına yönelik çalışmalar uluslararası toplumun başlıca gündemlerinden biri.

Avrupa Birliği üyeleri de dahil olmak üzere birçok ülke yaşanan yıkım ve katliamların ardından iki devletli çözüme dair vurgularını artırdı. Fransa ve Belçika gibi başlıca Avrupa ülkeleri Filistin devletini tanıyacaklarını duyurdu.

Mısır ve Katar gibi bölge ülkeleri de barışın sağlanması için arabuluculuk çalışmalarını hızlandırmış durumda.

Birleşmiş Milletler kurumlarıysa bölgedeki insani krizin git gide derinleştiğini vurguluyor. 

Bu koşullar içerisinde, İstanbul’da önceki gün Harici Medya, Filistin Diyalog Grubu ve Milletlerarası İlişkiler ve Diplomasi Merkezi (MID) tarafından Filistin Konferansı düzenlendi.

Soykırımdan Filistin Devleti’nin İnşasına” başlıklı uluslararası konferansa, Filistin, Türkiye, İran, Mısır, Suudi Arabistan, Rusya, Almanya, Fransa, İngiltere, Norveç ve Danimarka’dan araştırmacı yazarlar, akademisyenler ve uzmanlar konuşmacı olarak katıldı.

Açılış konuşmasında Harici Genel Yayın Yönetmeni Tunç Akkoç, “Bir yanda Filistin halkının tarihindeki belki de en büyük trajedi, diğer yanda meşru Filistin devletinin uluslararası tanınmasına yönelik kritik adımlar atılıyor” diyerek konferansın amacını özetledi.

fk
Konferansın ilk oturumundan bir kare

Üç oturumdan oluşan konferansın ilk oturumunda Filistinli araştırmacı yazarlar, gazeteciler ve akademisyenler söz aldı. Bu bölümde, Filistin devletinin uluslararası toplumda tanınması ve ulusal birliğin yeniden kurulması aşamasında Filistinli siyasi yapıların ortaklaşmasının önemine dikkat çekildi.

Gazze'de bugün yaşananların tartışmasız bir şekilde soykırım olduğu vurgulanan oturumda, iki devletli çözüm için atılan uluslararası adımların hız kazanması gerektiğine işaret edildi.

İkinci oturumda, bölge ülkelerini temsilen Türkiye, Mısır, İran ve Suudi Arabistan'dan akademisyenler söz aldı. Konuşmacılar, bölgesel krizlere bakışlarında yeni bir yaklaşım geliştirme zamanının geldiğini savunurken, bölge siyasetinde yeni diyalog kanallarının oluştuğunu ve yeni politika inşalarıyla çatışmalara farklı çözümler üretilebileceğini kaydetti.

Üçüncü oturumda ise Avrupa'dan ve Rusya'dan siyasetçiler, araştırmacılar ve akademisyenler konuşmacı olarak yer aldı. Avrupa devletlerinin Gazze'ye dönük politikalarıyla kamuoyunun Filistin halkına olan desteği arasında önemli açıların olduğuna dikkat çekilen bu oturumda, Avrupa devletlerinin Filistin devletinin tanınmasına yönelik adımları değerlendirildi. Ayrıca dünya siyasetinin Batı hegemonyasından sıyrılıp çok kutuplu düzene geçme sürecine girmesinin Filistin'de çözüm için bir fırsat olduğuna değinildi. 

'Filistin'deki siyasi dağılmayı İsrail derinleştirdi'

Konferansa konuşmacı olarak katılanlardan biri Filistinli gazeteci ve araştırmacı Halil Şahin'di.

Batı Şeria'nın Ramallah kentinde bulunan Filistin Politika Araştırmaları ve Stratejik Araştırmalar Merkezi'nde (MASARAT) Araştırmalar ve Politikalar Direktörü olarak görev yapan Şahin, 1981'den bu yana Lübnan, Suriye, Kıbrıs, Ürdün ve Filistin'de çeşitli kurum, gazete ve dergilerde gazeteci, editör ve araştırmacı olarak çalıştı.

hs
Filistinli gazeteci ve araştırmacı Halil Şahin (sağda)

Şahin'le konferanstaki konuşmasının ardından Filistin'deki siyasi yapıların güncel sorunları ve tarihselliği üzerine sohbet etme fırsatı yakaladık. 

Şahin, Filistin'de bugün yaşanan iç anlaşmazlığın kurumsal bir bölünme niteliği taşıdığını ve hem coğrafi hem de politik-ekonomik faktörlerle derinleştiğini anımsattı.

Batı Şeria ve Gazze arasındaki mevcut siyasi bölünmenin oluşmasında ve süregelişinde en etkili faktörün İsrail olduğuna işaret eden Şahin, eski İsrail Başbakanı Ariel Sharon'ın 2005'teki tek taraflı geri çekilme planını uygularken, "Filistinlilerin nasıl birbirleriyle savaşacağını göreceklerine" dair ifadelerini hatırlattı.

İsrail'in, bu geri çekilmenin ardından iki taraf arasındaki bölünmeyi sistematik olarak derinleştiren adımlar attığını kaydeden Şahin, 2007'den bu yana İsrail politikalarının, Filistinliler arasında coğrafi veya politik herhangi bir yakınlaşmayı engellemeye yönelik olduğunu belirtti. Şahin, bu süreçte İsrail'in, Batı Şeria'daki Filistin Yönetimi'nin kendisine olan ekonomik ve güvenlik bağımlılığını artırdığını da ifade etti.

'Bölünme sürecinde çeşitli menfaat grupları ortaya çıktı'

17 yıllık bir ayrılık sürecinde, hem Batı Şeria hem de Gazze'de bölünmenin devamından çıkar sağlayan menfaat grupları ortaya çıktığını vurgulayan Şahin, Filistin Yönetimi ile ilişkili siyasi, ekonomik ve toplumsal katmanlar oluştuğunu, bu grupların İsrail ile olan ekonomik ve güvenlik bağlantılarından ve mevcut durumdan avantajlar elde ettiğini söyledi.

Şahin, diğer yandan İsrail'in Gazze'ye yıllardır uyguladığı ablukaya da dikkat çekti. Abluka nedeniyle Mısır'dan Refah'a kazılan tünel ekonomisinin yükselişe geçtiğini anlatan Şahin, bu tüneller aracılığıyla ticaret yapan ve hatta tünelleri kazıp sonradan bu tünellere sahip olan "yeni zenginlerin" ortaya çıktığına işaret etti.

Çoğu mülteci kamplarından gelen ve kısa sürede milyoner olan bu yeni zenginlerin tünel ekonomisinden elde ettikleri gelirler ve Gazze'deki Hamas yönetimiyle olan ilişkileri nedeniyle mevcut durumun devamından fayda sağladığını kaydeden Şahin'in İsrail'in bu tünel ekonomisinin varlığından haberdar olmasına rağmen bunu görmezden geldiğini vurguladı.

'Ulusal birlik akımı ortaya çıkmalı'

Şahin devamında şunları anlattı:

"Hem Batı Şeria'da hem de Gazze'de, güvenlik teşkilatları, iş insanları ve bazı sosyal gruplar arasında, bölünmeden beslenen ilan edilmemiş koalisyonlar oluştu. Bu gruplar, kendi menfaatlerinin devamı için bölünmenin sürmesini istiyor."

Şahin'e göre, bu dağılmanın yegane çözümü ulusal menfaate dayalı birliğin sağlanması:

"Bu bölünmeyi sona erdirmek için, Filistinlilerin ulusal menfaatini üstlenecek, bölünmeyi sonlandırma ve taraflar üzerindeki baskıyı artırma hedefi olan bir "ulusal birlik akımının" ortaya çıkması gerekmektedir. Aksi takdirde, her iki tarafın da bölünmenin devamından faydalandığı sürece, bölünme kalıcı hale gelecektir."

hss
Şahin'le yaptığımız söyleşiden bir kare

'Almanya Gazze'deki savaşın aktif bir katılımcısı'

Konferansta konuşma fırsatı bulduğumuz bir diğer isim de Almanya'nın Bündnis Sarah Wagenknecht (BSW) partisinin üyelerinden Zaklin Nastic'ti.

2017 yılından 2025 yılına kadar Almanya Federal Meclisi'nde milletvekili olarak yer alan Nastic, bu görev süresi boyunca BSW partisinin savunma politikaları sözcülüğünü üstlendi, Savunma Komitesi üyeliğinde bulundu. Ayrıca Almanya-Polonya ve Almanya-Güneydoğu Avrupa Parlamento Grupları'nda başkan yardımcılığı görevini yürüttü.

zn
BSW partisinden eski Almanya Milletvekili Zaklin Nastic (sağda) 

BSW olarak İsrail hükümetinin Gazze'deki eylemlerini ve Filistin halkına karşı işlenen soykırımı açıkça kınadıklarını belirten Nastic, Almanya'nın Gazze savaşında "aktif bir katılımcı" olduğunu, bunun siyasi destek ve silah ihracatı aracılığıyla gerçekleştirdiğini belirtti.

İsrail'e yönelik tüm silah ihracatının durdurulmasını talep ettiklerini, çünkü bu silahların "soykırım" için kullanıldığını ifade eden Nastic, Almanya'nın uluslararası kamuoyu baskıları neticesinde belirli bir süre boyunca silah ihracatını kısmen durdurduğunu ancak tam olarak kesmediğini kaydetti.

'Avrupa devletlerinin Filistin'i tanıma adımları geç oldu'

Nastic'e ayrıca Avrupa devletlerinin Filistin devletini tanımaya başlayacak olmalarını nasıl değerlendirdiğini de sorduk.

Birçok devletin nihayet Filistin'i tanımasını "memnuniyetle karşılanması gereken bir durum" olarak değerlendiren Nastic, diğer yandan bunun "çok geç" bir zamanda yapıldığını vurguladı ve bunun için "imha savaşının" beklendiğine dikkat çekti. Nastic, ayrıca Almanya'nın bu tanımayı bugüne kadar reddetmesinin "büyük bir sorun" olarak gördüklerini sözlerine ekledi.

'Almanya hükümetinin tutumu tamamen ikiyüzlü'

Almanya'nın 2. Dünya Savaşı'ndaki Holokost nedeniyle İsrail'e karşı olan tarihsel sorumluluğunun Filistinlilerin var olma hakkını şartsız tanımasını da gerektirdiğini savunan Nastic, Almanya'nın İsrail yanlısı tek taraflı tutumunun "büyük bir sorun" olarak değerlendirdiklerini ve bu durumu "tamamen ikiyüzlü bir çifte standart" olarak nitelendirdiklerini aktardı.

Özellikle Rusya-Ukrayna savaşı ile İsrail-Gazze çatışmasına yönelik tutum arasındaki çifte standardı da eleştiren Nastic, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'i savaş suçlusu ilan edenlerden biri olan Almanya'nın, Gazze'deki eylemler için benzer bir tutumu sergilemediğine dikkat çekti.

znn
Nastic'le yaptığımız söyleşiden bir kare

'Alman toplumu üzerinde bir korku sistemi oluşturuldu'

Bununla birlikte Nastic, Alman hükümetinin Gazze'deki savaş üzerinden toplum üzerinde bir "korku sistemi" yarattığına da işaret etti.

Gazze'deki savaşı eleştiren, özellikle Müslüman inancına sahip birçok göçmenin "antisemit", "İslamcı" veya "Hamas destekçisi" olarak damgalandığı belirten Nastic, bu durumun bir eleştirel seslerin bastırılmasına yol açtığını ifade etti.

Nastic, Almanya'da insanların özgürce fikirlerini ifade etmekten korkmasını, "Alman demokrasisi adına iyi bir karne değil" şeklinde değerlendirdi.

Gazze'deki durumu dile getirenlerin hemen antisemitizmle suçlandığını anımsatan Nastic, İsrail'in Gazze'de işlediği suçları yazan gazetecilerin de işlerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu belirtti. Ülkede Filistin ile ilgili gösterilerin yasaklandığına veya polisten şiddetli müdahale gördüğüne de dikkat çeken Nastic, Filistin kefiyesi taşımanın sıkı kurallara bağlanması gibi baskı politikalarının yürütülmesine değindi.

Konferans Katılımcıları:

Halil Şahin - Filistin Politika Araştırmaları ve Stratejik Araştırmalar Merkezi (MASARAT)
Muhammed Şehada - Avrupa Dış İlişkiler Konseyi (ECFR)
Dr. H. A. Hellyer - Kraliyet Birleşik Hizmetler Enstitüsü (RUSI)
Dr. Halil ElHalil - Körfez Çalışma ve İstişare Elçiliği, Suudi Arabistan
Prof. Hüsem Eldecani - Gazze Ummet Üniversitesi
Hamid Azimi - Mersad Stratejik Araştırmalar Merkezi, İran
Zaklin Nastic  - Eski Almanya Federal Meclis Üyesi
Stephan Ossenkopp - Schiller Enstitüsü, Almanya
Aleksandır Sotniçenko  - Rus Evi Ankara Başkanı    
Prof. Hasan Ünal - Başkent Üniversitesi
Prof. Mehmet Özkan - Milli Savunma Üniversitesi
Yusuf Fakir El Deen - Cumhuriyet Araştırma Merkezi
Semir El Zapen - Filistinli Araştırmacı, Gazeteci
Dr. Hayri Ömer - Mısırlı Siyaset Bilimci
Prof. Kalypso Nikolaidis - Ulusötesi Yönetişim Okulu (EUI)


Hamit Altıntop ‘İspanya yenilgisi’ yazısında konuyu Selçuk Bayraktar’a nasıl getirdi?

Eski futbolcu ve eski TFF milli takım sorumlusu Hamit Altıntop Hürriyet gazetesinde “Doğru analiz ve adımlarla 6-0'ı avantaja çevirebiliriz!” başlıklı yazısında konuyu Selçuk Bayraktar’a getirdi, örnek isim olarak gösterip övdü.Mehmet Büyükekşi döneminde Türkiye Futbol Federasyonu’nda (TFF) A Millî Takımlardan Sorumlu TFF Yönetim Kurulu Üyesi olan Hamit Altıntop, verdiği demeçlerde akıllara “Benim Türk futboluna, Türk futbolunun bana ihtiyacı olduğu kadar ihtiyacım yok” ifadeleriyle kazınmıştı. Doğru analizlerle takımın toparlayacağına ilişkin değerlendirmelerini yazan Altıntop, "gençlerin hayallerinin büyüklerin sorumluluğunda olduğunu" ifade etti. Cesaret ve yenilikçi bakış olmadan ilerlenemeyeceğini söyleyen Altıntop, “İlmi, bilimi ve teknolojiyi doğru kullanan bir genç, sahada da yönetimde de toplumun geleceğinde de çok şey başarabilir” dedi. Gençlerin sporun ötesinde hayatın her alanında kendilerini geliştirmeleri için imkanları kullanması gerektiğini savunurken konuyu Erdoğan’ın damadı, Baykar patronu Selçuk Bayraktar’a getirdi ve şöyle yazdı: Yalnızca bir ailenin değil bir milletin gururu. Buna en güzel örneklerden biri rahmetli Özdemir Bayraktar ve oğlu Selçuk Bayraktar’dır. Baba, oğlunu daha ilk günden sürece dahil etti; bilgiye, vizyona ve sorumluluğa ortak etti. Beraber büyüdüler, beraber geliştirdiler. Sonrasında emaneti oğluna devretti ve bugün Selçuk Bayraktar’ın ortaya koyduğu vizyon yalnızca bir ailenin değil, bir milletin gururu oldu. İşte bu, gençlerin hayalinin büyüklerin sorumluluğuyla birleştiğinde neler başarabileceğinin somut göstergesidir.”  Altıntop yazısını sosyal medya hesabı X’te paylaşırken Milli Eğitim Bakanlığı’nı, Gençlik ve Spor Bakanlığı’nı, Selçuk Bayraktar’ı ve son olarak Baykar’ı etiketledi.

(Altıntop’un TFF macerası nasıl sonlandı?) EURO 2024 F Grubu 2. maçında Türkiye'nin, Portekiz'e 3-0 mağlup olmasının ardından Milli Takımlar Sorumlusu Hamit Altıntop'un kadroya müdahale ettiği iddiası gündemdeydi. Ayrıca Ahmet Çakar tarafından TFF'den 250 bin TL maaş aldığı öne sürülmüş, tepki çekmişti.TFF seçimlerini Büyükekşi’nin kaybetmesi sonucu yeni yönetimde yer almamıştı.

                                                         ***

Kutuplarda hayat -Engin Solakoğlu-

Tiencin Zirvesi’nin sonuç bildirisinin ayrıntıları sermaye düzeninin Doğu’daki ikinci kutupta da ağır bastığını açıkça göstermektedir.

Şangay İşbirliği Örgütü’nün 25. Devlet Başkanları Zirvesi geçen hafta Çin Halk Cumhuriyeti’nin Tiencin kentinde yapıldı. ŞİÖ’nün 10 üyesi (Çin, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan, Hindistan, Pakistan, İran, Belarus), 14 de Diyalog Ortağı var. Moğolistan ve Afganistan ise gözlemci statüsüne sahip ancak Taliban iktidara geldikten sonra bu statü fiilen askıya alınmış durumda.

Diyalog ortakları arasında Türkiye, Azerbaycan, Suudi Arabistan, Mısır, Katar gibi ülkeler de var.  

Tiencin’deki zirve Çin’in II. Dünya Savaşı’nın bitişinin 80. Yıldönümü vesilesiyle düzenlediği kapsamlı bir askerî geçit törenine de denk getirildi. ŞİÖ ile kurumsal bağı bulunmayan Sırbistan ve Slovakya’nın Başbakanları ile Macaristan’ın Dışişleri Bakanı da oradaydılar.  

Çin’in bu organizasyonuna dair uluslararası basın haberlerini taradığınızda karşınıza en çok çıkan terim “gövde gösterisi”ydi. Bu nitelemeye katılmamak elde değil. Çin tam anlamıyla, askeri, siyasi ve diplomatik bir gövde gösterisi gerçekleştirdi.
Zirve hakkındaki yorumların çoğunda Batı’ya alternatif bir kutup yaratma hedefine yaklaşıldığının altı çizildi. Gerçekten öyle mi?

Bunu anlamlandırabilmek için verilen görüntülerin ötesinde içeriğe bakmak gerekiyor. Bunun için her diplomatın ve dış politika takip eden her gazetecinin doğal refleksi Zirve’nin sonuç bildirisine bakmaktır.

Belki benim beceriksizliğimdendir ama Tiencin Zirvesi ortak deklarasyonunun İngilizce tam metnini bir İtalyan Araştırma enstitüsünün sitesinde bulabildim. Merak edenler için linkini ekliyorum.

Bildiride özetle, insanlık için Birleşmiş Milletler’in başat işlevine vurgu yapıldıktan sonra gelişmekte olan ülkelerin kurum nezdinde daha fazla söz sahibi olabilmelerini sağlayacak bir reform gerektiğinin altı çiziliyor, uluslararası sorunların çözümünde çatışmacı yaklaşımlardan uzak durulması uyarısı yapılıyor ve “Avrasya Güvenlik Mimarisi” oluşturulmasında ŞİÖ’nün kilit bir rol oynayacağı belirtiliyor.

Deklarasyonda daha bir dizi buna benzer, uluslararası ve bölgesel kuruluşların ürettikleri metinlerde sık rastlanan “dilek ve temenni” var. Bunların ötesinde terörizmle mücadele konusuna ağırlık verilmiş. Bu bağlamda Hindistan ile Pakistan arasında kısa süreli bir çatışmaya yol açan terör saldırısı ile Pakistan’ın Belucistan eyaletinde meydana gelen iki ayrı terör saldırısı kınanıyor. Hindistan ve Pakistan’ın üye oldukları bir örgütten beklenebilecek dengeli bir yaklaşım.

Kendisini öncelikle bir Asya kurumu olarak konumlandıran ŞİÖ doğal olarak Afganistan meselesine de bir paragraf ayrılmış. Afganistan’ın bağımsız, tarafsız, savaş, terör ve uyuşturucudan arındırılmış bir ülke olmasına verilen önem ifade edilmiş.
Daha yakına gelelim. ŞİÖ bildirisinde İsrail’in İran’a saldırısı “şiddetle” kınanmakla kalmıyor, ABD’nin İsrail’le birlikte saldırdığı gerçeğinin altı çiziliyor. 

Bu noktada bir konunun altını çizmek gerekli. Uluslararası ve bölgesel örgütlerde bu tür ortak bildirilerin hazırlanması ciddi emek ve diplomatik çaba gerektirir. Çalışmalar haftalar, bazen aylar üzerinde başlar. ŞİÖ özelinde konuşursak, 10 ülkenin de üzerinde mutabık kalacağı bir içerik ve yazım oluşturmak hiç de kolay değildir. ABD’nin hedef alınması görece anlaşılabilir ama Hindistan’ın kurulduğundan beri çok yakın işbirliği içinde bulunduğu İsrail’e yönelik bu (haklı) suçlamanın altına imza atması önemsenmesi gereken bir gelişme sayılmalıdır. Burada ŞİÖ’nün hakkını teslim edelim ama Zirve öncesinde Hindistan’a Rusya’dan petrol almayı sürdürdüğü gerekçesiyle fahiş gümrük vergileri getiren Trump’a da avanaklığı için teşekkür edelim.

Deklarasyonda BM Güvenlik Konseyi’nin İran’ın nükleer çalışmalarının denetlenmesine dair 2231 sayılı kararın bağlayıcılığı anımsatıldıktan sonra kararın BMGK’nın yetkisini aşındıracak şekilde yorumlanmasına yönelik girişimlerden söz ediliyor ve tırmanmanın engellenmesi için diyaloğun sürmesi gerektiği belirtiliyor. Burada kastedilen, Fransa, İngiltere ve Almanya’nın geçtiğimiz günlerde harekete geçirdiği “geri tepme” mekanizması. Başka bir deyişle İran’a yönelik yaptırımların yeni bir BMGK kararı alınmadan yeniden başlatılması.

Öte yandan, ortak bildiride ABD’nin emlakçı özel temsilcisi Barrack eliyle hızla yeni bir iç savaşa sürükleyip İsrail’e yem edeceği Lübnan yok, İsrail’in sürekli saldırıp son olarak Başbakanını öldürdüğü Yemen yok, paramparça edilen Suriye yok, dehşet verici bir iç savaşın pençesindeki Sudan yok. Ya vakit kalmamış, ya da ortak yazım üzerinde anlaşmak mümkün olmamış deyip geçelim.

Benim en merak ettiğim bölüme geliyoruz. Ortadoğu ve Filistin meselesi. ŞİÖ bildirisinin üç cümleden oluşan Filistin bölümünü Türkçe’ye şöyle çevirdim:

“Üye devletler, Filistin-İsrail çatışmasının (conflict) devam eden tırmanışından derin kaygı duyar ve Gazze Şeridi’nde sayısız sivilin ölümüne ve insani bir felakete yol açan eylemleri şiddetle kınar.

Üye devletler, kalıcı ve kapsamlı bir ateşkesin bir an önce sağlanması, Gazze’yi insani yardımların ulaştırılması ve barış, istikrar ve bölge sakinlerinin güvenliğinin teminine yönelik çabaların artırılması ihtiyacını vurgular.

Üye devletler, Filistin sorununa kapsamlı ve adil bir çözüm getirilmesinin Ortadoğu’da barış ve istikrarın güvence altına alınmasının tek yolu olduğunu belirtir.” 

Peki. İsrail’in Filistin’deki son aşaması üçüncü yılına girecek olan ama esasında Nakba’dan beri devam eden işgal, imha ve soykırım politikalarına dair söylenebilenler bunlardan ibarettir.

Bu vesileyle bir parantez açalım. Türkiye’de hâlâ bir kesim “amma taktınız Filistin’e”, “Bize ne Araplardan” ile “zaten Hamas da gerici” makamları arasında bir tuhaf türkü tutturmuş gidiyor ne yazık ki! Bunu bilinçli ve ücretli olarak yapanları hiç dikkate almıyorum, değmez. Ancak kendisine solcu, demokrat, yurtsever, cumhuriyetçi, hatta sosyalist dedikleri halde Filistin’de yaşananlara yaklaşımın bir tür insanlığın Litmus testi olduğunu anlamakta zorlananların biraz daha çaba göstermeleri gerekiyor olup bitenlerin vahametini kavramak için. Biraz gayret! Lütfen!

Parantezi kapatıp konumuza geri dönelim. Ortak bildirideki Filistin’e dair ifadelere bakıyoruz. ŞİÖ üyelerinin, uluslararası hukuk normlarına “çok bağlı” oldukları için İsrail’in yaptıklarına UCM kararı alınmadan “soykırım” demekten kaçındıklarını varsayalım. Her gün en az  üçte biri çocuk 70 sivilin, en gelişmiş silahlarla ve aç bırakılarak katledildikleri bu manzara bir “çatışma” mıdır? Örnek olsun, 1943 yılında Varşova gettosuna saldıran Nazi ordusunun yediği haltları “çatışma” diye niteleyebilir misiniz?

İkincisi, İsrail sadece Gazze’de mi sivilleri öldürüyor? Bu on ülkenin kurumları Batı Şeria’da olup bitenden habersiz mi? Hadi Gazze’de silahlı direniş var (Varşova’da da vardı), Batı Şeria’da ne var?

Üçüncüsü, metinde zülfüyâre dokunmama arayışı öyle ağır basmış ki, Gazze’de sivillerin ölümüne yol açan eylemlerin faili dahi belirsiz bırakılmış. Birtakım eylemler var, onlar da sivil ölümlerine yol açıyor. Hepsi bu!

İlk bakışta İran’a saldırı bağlamında ikna edilen Hindistan’ı daha fazla sıkıştırmamak için böyle bir dil kullanılmış yorumu yapılabilir ama yanlış. İşin doğrusu, Rusya ve Çin’in de İsrail’i ürkütmeme kaygısının ağır bastığı. Rusya’nın İsrail’le “özel” ilişkileri, Çin’in İsrail’le derin ticari bağları vs. Tamam anladık. Başka sorum yok...

İnsanlığın en büyük düşmanı sermaye düzenidir. Sermaye düzenini kuran Batı’dır. Bugünkü tahripkâr hegemonyanın merkezi de Batı’dır. Buna karşılık, Tiencin Zirvesi’nin sonuç bildirisinin ayrıntıları sermaye düzeninin Doğu’daki ikinci kutupta da ağır bastığını açıkça göstermektedir. Ezilen halkları ezenlerle bir tutan, sömürüye, sömürgeciliğe, “apartheid”a ve işgalciliğe karşı durmayan bir birliktelik emperyalist hegemonyanın ortadan kaldırılmasına değil, ancak el değiştirmesine hizmet eder.

Dünyada coğrafi anlamda iki kutup var. Kuzey’deki kabaca donmuş (ve hızla eriyen) sulardan ibaret, Güney’dekinde kara da var. Balık ya da su altında yaşayabilen bir memeli olmadığınız sürece yerleşecek olsanız karanın bulunduğu yeri tercih edersiniz. Yalnız Güney Kutbu’nun da iklimi Kuzey’e göre çok sert. O soğukta yerleşmek, hayatta kalmak hiç kolay değil. Buyurun seçin, seçebilirseniz!

Tiencin Zirvesi elbette önemli bir gelişme. Görkemli bir güç gösterisi olduğuna kuşku yok. Dünyayı kasıp kavuran emperyalist saldırganlığa karşı her türlü dengeleme girişiminin de ciddiyetle ele alınması, izlenmesi gerekir. ŞİÖ üyeleri arasındaki çelişkileri, ikili anlaşmazlıkları, bunların gerçek bir ittifak haline gelme yolunda yaratacağı zorlukları filan şimdilik bir yana bırakalım. Genel geçer doğrulardan başlarsak, iki kutupluluk, tek kutupluluktan, çok kutupluluk her ikisinden de iyidir. Birden çok kutbun rekabeti ezilen dünya halklarına alan açabilir. O alanda insanın insanı sömürmediği gerçek bir alternatif inşa edilebilir. Edilmelidir de.

                                                          /././

Endonezya’da ne oluyor veya nasıl buraya geldi?-Erhan Nalçacı-

Bize mucize diye yutturmaya çalıştıkları süreç cinayet ve katliamlarla, hileyle ve yalan propagandayla ve yüz milyonlarca işçinin kuralsız ve acımasız bir şekilde sömürülmesiyle ilerledi.

Bu köşede emperyalizmin güncel durumunu ve çelişkilerini tanımlamaya çalışıyoruz. Bu süreçte çok az ele aldığımız Endonezya’ya yer vermek gerekiyor. Çünkü bazı naif veriler epeydir dünya kapitalizminin ulaştığı noktada Endonezya’ya işaret ediyor. Satın alma gücü paritesi cinsinden ülkelerin ulusal gelirine göre sıralamasında Japonya ve Almanya’dan sonra ve Brezilya ve Fransa’dan önce yedinci sıraya yerleşmiş olması çok dikkat çekici.

Aşağıda haritada konumu görülen 280 milyon nüfuslu birçok adadan oluşan bu ülkeyi bu köşede sadece bir kez ve akıllı telefonların akılsızlaştırdığı insanlar bağlamında ele almıştık

Şimdi ise Endonezya’yı ele almak için kuvvetli bir bahane çıktı. İki haftadır en az 10 kişinin öldüğü ve polis karakollarının ateşe verildiği bir halk ayaklanması yaşanıyor. Devlet Başkanları bu nedenle Çin’de Şangay İşbirliği Örgütü(ŞİÖ)’nün toplantısına katılamadı. Hatta Rus basınında olayların Batı emperyalizmi tarafından başlatıldığına ilişkin iddialar yer aldı.

Olayları kışkırtan ise asgari ücret 300 dolar kadarken milletvekillerine 2024’ten bu yana ayda 3000 dolar konut yardımı yapıldığının ortaya çıkması oldu.

e1
Şekil 1: Haritada Pasifik Okyanusu’nda çok sayıda adadan oluşan Endonezya’nın konumu görülüyor. Dünya deniz ticareti açısından kritik öneme sahip Malaka Boğazı ise Malezya ve Endonezya arasında uzanıyor.

Endonezya’nın günümüzdeki siyasi ve ekonomik durumunu anlayabilmek için mutlaka kısaca tarihine değinmeliyiz. Üstelik bu tarih emekçi sınıfların eşitlik ve özgürlük mücadelesinde çok acı ve unutturulan bir kesitine işaret ediyor.

16. yüzyılda Hollanda tarafından sömürgeleştirilen Endonezya 1900’lerin başından itibaren bağımsızlık mücadelesine sahne olur. İkinci Dünya Savaşı esnasında Japonya tarafından işgal edilir ve Endonezya Komünist Partisi’nin işgale karşı yurtseverlik mücadelesi ödenen bedellere rağmen halkın belleğinde yer eder.

Japonların 1945’te yenilerek çekilmesinden sonra bağımsızlık mücadelesi yükselir, ancak Hollandalı emperyalistler her türlü hile ve zorbalıkla hegemonyalarını bırakmak istemezler. Toprak ağası ve bazı sermaye kesimlerinin işbirlikçiliğine karşın yoksul bir köy öğretmeninin çocuğu olan Sukarno liderliğinde 1949’da ülke bağımsızlığına kavuşur. 1950’da Endonezya Cumhuriyeti adını alır.

Endonezya’daki anti-emperyalist ve halkçı burjuva iktidarı benzer konumdaki devletlerle birlikte Bağlantısızlar Bloğunu oluşturacaktır. Hatta kurucu kongre olarak kabul edilecek 1955’teki Bandung Konferansı Endonezya’da gerçekleşir. 

Bandung Konferansı’na Menderes Hükümeti de katılmıştır ama o yıllarda Türkiye ABD’nin onursuz bir ajanı haline gelmiş, konferansı sabote etmek için delege gönderilmiştir.

Aşağıda Bağlantısızlar Blokunun liderleri 1960’ta çekilen ünlü fotoğrafta bir arada görülüyor.

e2
Fotoğraf 1: Bağlantısızların liderleri 1960’te aynı fotoğraf karesinde gözüküyorlar: Soldan sağa Nehru (Hindistan), Nkrumah (Gana), Nasır (Mısır), Sukarno (Endonezya), Tito (Yugoslavya)

1965’e gelindiğinde ABD ve İngiliz emperyalizmi ülkedeki gerici sınıfların iş birliği ile Endonezya Komünist Partisi’nin de desteklediği ilerici iktidarı alaşağı etme niyetiyle hareket ediyordu. Olası askeri bir darbeyi engellemek için sol bir darbe gerçekleşir ama ABD’nin arka planda desteği ile sağ darbe zafer kazanır.

Sanki 1965’teki ordu içindeki sağ kanatın zaferi Türkiye’deki 12 Mart 1971 darbesine benzemektedir, sol kanadın tasfiyesiyle sonlanır.

Endonezya gerici sınıfları ABD istihbaratının sağladığı listelerle komünist avına çıkarlar, rakamlar çelişkili olmakla birlikte 1 milyon kadar Endonezya Komünist Parti üyesi ve sempatizanı acımasızca katledilir. Bugün halen Endonezya’da, 20. yüzyılın gördüğü en büyük soykırımlardan biri olan bu katliamdan bahsedilmesi adeta yasaklanmıştır.

e3
Fotoğraf 2: 1965’te Endonezya’nın Bali adasında katledilmek üzere gözaltına alınan Endonezya Komünist Partisi üye ve sempatizanları görülüyor.

Sukarno yaşamının sonuna kadar ev hapsine mahkûm edilirken, katliamdan birinci dereceden sorumlu General Suharto’nun 30 yıl sürecek diktatörlük dönemi başlar. Ortalıkta direniş gösterecek emekçi sınıfların örgütlü gücü kalmamıştır. Toprak ağalarından alınıp yoksul köylüye dağıtılan topraklar geri verilir. Halkçı yasaların yerine piyasa hâkimiyeti geçer, emekçiler bütün kazanılmış haklarını kaybederler. Uluslararası tekellerin yatırımlarına açılır ülke.

Örgütsüz ve ucuz emek gücü nedeniyle sürekli olarak sermaye yatırımı alan Endonezya uzun yıllar %5-7 arasında büyür. 

Yine Türkiye’ye çok benzer şekilde nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ülkede 1990 sonrası sermaye ve emperyalizm yanlısı İslamcı partiler siyasette ağırlık kazanırlar.

Ancak bu büyüme dev bir toplumsal eşitsizlik yaratır. Toplumun en zengin %1’i toplam zenginliğin %50’sini alırken en yoksul %40’ı kendi ürettikleri zenginliğin %1,5’u ile yetinmek zorunda kalır.

Bu korkunç sömürüye aracılık eden siyasiler muhtemelen aldıkları komisyonlarla ayrıca zenginleşirler.

2024’te sadece yedi bakanın servetinin 65 milyar doların üzerinde olduğu hesaplanmıştır.

Endonezya hakkındaki bu özet yazıyı şöyle toparlayabiliriz.

Birincisi, ABD ve İngiliz emperyalizminin Hiroşima ve Nagazaki’de, Kore ve Vietnam’da ve belki en korkuncu olan Endonezya’da işlediği katliamların hesabını soramamış bir dünyada yaşıyoruz. Eğer Gazze’de göz göre göre katliam yaşanıyorsa, geriye dönüp herkesin bu cinayet makinesinden hesabını soramama gerçeğiyle yüzleşmesi gerekir. Bu makineyi biz kırmadan durmayacaktır.

İkincisi, Endonezya’da patlayan isyanda Soros Vakıfları gibi Batı emperyalizminin parmağı olabilir gerçekten. Endonezya’nın dış ticaretinde, ihracat ve ithalatta Çin ilk sıraya yerleşmiş bulunuyor. Belli ki Çin ile ham madde ve ara ürün açısından yoğun bir üretim ağı kurulmuş. Endonezya bu yılbaşında BRICS’e üye kabul edildi. Ayrıca ciddi bir askeri rekabetin yaşandığı Pasifik’te Endonezya jeostratejik açıdan çok önemli bir ülke.

Ancak kimse Endonezya’daki toplumsal eşitsizlikten, yüksek sömürü oranlarından ve çürümüşlükten bahsetmiyor. 

Emperyalist dünyanın dengesini değiştiren “Asya Mucizesi” denilen sermaye birikimi ve tekelci sermaye iktidarları asla bir mucize değildi. Bize mucize diye yutturmaya çalıştıkları süreç cinayet ve katliamlarla, hileyle ve yalan propagandayla ve yüz milyonlarca işçinin kuralsız ve acımasız bir şekilde sömürülmesiyle ilerledi.

Dolayısı ile Asya’daki sermaye birikimi sadece emperyalist rekabette yeni gerilimler yaratmadı, yanı sıra görülmedik ölçüde büyük bir sınıf mücadelesinin nesnel temelini de döşedi.

soL





 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

Türkiye’nin göreli artık nüfusu ve mesleki eğitim işsizliği: Ne eğitimde ne istihdamda olan 2,9 milyon genç -Kansu Yıldırım/Evrensel-

Türkiye kapitalizmi, ucuz emek üzerinden şekillenen düşük ve orta teknolojili ucuz meta üretimiyle büyümeye odaklanmış durumda. Bu tarzdaki ...