Emeğe darbe ve DİSK Davası -Atilla Özsever-
12 Eylül 1980 askeri darbesiyle birlikte DİSK Davası’nı konu alan DİSK Tarihi’nin üçüncü cildi yayınlandı. Bu cilt, 1980 ile DİSK yöneticilerinin beraat ettiği 1991 yılına kadar olan dönemi kapsıyor. 886 sayfalık kitap, askeri darbenin emeğe ve sendikalara yönelik saldırısını, DİSK yöneticilerinin yargılanma sürecini ve uluslararası dayanışmayı belgelere dayalı olarak anlatıyor.
12 Eylül 1980 askeri darbesi, esas itibariyle kapitalist sistemin krizi aşmak için ücretleri düşürüp sendikal hakları sınırlamayı amaçlayan emeğe ve sendikal harekete yönelik bir saldırı harekatıdır.
Kapitalist sistem, 1970’lerin başlarından itibaren krize girince önce 1973’te bir Latin Amerika ülkesi olan Şili’de CIA kanalı ile bir darbe gerçekleştirildi. Şili’de seçimle iş başına gelen sosyalist devlet başkanı Salvador Allende, askeri bir darbeyle devrildi.
Faşist general Pinochet liderliğindeki askeri cunta, sendikaları tasfiye etti, işçi haklarını kısıtladı, sosyal güvenliği özelleştirildi.
Ardından Batı ülkelerinde de neoliberal politikaları benimseyen iktidarlar iş başına geldi, 1979 –1981 yıllarında İngiltere’de Thatcer, ABD’de de Reagan iktidar oldu. Türkiye’de de demokratik yollardan neoliberal politikaların uygulanması mümkün olmayınca 12 Eylül 1980’de askeri bir darbe yapıldı.
Ülkemizde askeri cunta tarafından demokrasi askıya alınırken TBMM ve siyasi partiler kapatıldı, esas itibariyle de emeğin ve sendikal hareketin bastırılması amaçlandı.
DİSK Davası (1980-1991)
İşte bu çerçevede DİSK’in faaliyetleri askıya alınırken yöneticileri idamla yargılandı ve konfederasyon hakkında kapatma davası açıldı. DİSK Tarihi’ni hazırlayan uzman ekip, üçüncü cilt olarak 1980 askeri darbesinden DİSK yöneticilerinin beraat ettiği 1991 yılına kadar olan dönemi kitaplaştırdı.
886 sayfalık kitapta, 24 Ocak 1980 Kararları ile birlikte 12 Eylül askeri darbesine giden süreç, askeri cuntanın emek hareketine yönelik baskısı, hak kayıplarını içeren yasal düzenlemeler, 78’i idam talebiyle olmak üzere 1.500’e yakın sendikacı ve aktivistin yargılandığı DİSK Davası, yargılanma süreci ve uluslararası dayanışma, belgeleriyle birlikte ortaya konuyor,
DİSK Tarihi’nin ilk cildi, konfederasyonun kurulduğu 1967 yılından 1975 yılına kadar olan dönemi kapsıyor, ikinci cilt ise, Türkiye’nin en çalkantılı dönemi olan 1975 ile 1980 yılları arasını anlatıyor. Nihayetinde DİSK tarihinin ilk 25 yılı, 2.500 sayfayı bulan üç kitapta anlatılmaya çalışılıyor.
Bu ciltte de çok sayıda belge ve Cumhuriyet Gazetesi arşivinden ağırlıklı olmak üzere çok sayıda haber ve fotoğraf yer alıyor.
Uzman ekibin eseri
Öncelikle bu denli büyük özveri isteyen ve yığınlarca belgenin incelenerek tasnif edildiği bu çalışmayı gerçekleştiren uzman ekibe, işçi sınıfı tarihine yaptığı bu katkı için teşekkür etmek gerekiyor.
Bu uzman editoryal ekip, başta 40 yıldır sendikal hareket içinde bulunan deneyimli sendika uzmanı ve akademisyen Prof. Dr. Aziz Çelik ile yoğun, titiz ve özverili çalışmalarıyla bilinen DİSK – AR (DİSK Araştırma Merkezi) uzmanları Deniz Beyazbulut ve Zeynep Kandaz’dan oluşuyor.
Kuşkusuz ikinci aşamada, üç cilde de titiz çalışmalarıyla yayın danışmanlığı yapan ve editoryal katkı sağlayan Ergün İşeri ve Can Şafak’ı saymak gerekir. Bu arkadaşlarımızın yanı sıra kitapta çok sayıda katkı verenlerin isimleri de yer alıyor.
Aziz Çelik, kitaba yazdığı önsözde bu kitabı var edenleri tek, tek sayarken DİSK Yönetim Kurulu’nun da desteğine, güvenine ve editoryal bağımsızlığa gösterdiği titizliğe dikkati çekip teşekkür ediyor.
Davanın esas amacı
DİSK Davası, Aziz Çelik’in tanımıyla 20. yüzyıl Türkiye’sinin en büyük ve kapsamlı anti-sendikal bir davasıdır. 11 yıl süren bu davada, DİSK yöneticilerinin büyük bir bölümü işkenceden geçmiştir.
DİSK Davası’nın arka planında, sermaye sınıfının 1960’lardan başlayarak giderek yükselen işçi sınıfı mücadelesine karşı giriştiği bir intikam anlayışı vardır. 15-16 Haziran 1970 Büyük İşçi Direnişi, 1 Mayıs’lar, DGM Direnişi, , Faşizme İhtar Eylemi, grevler, egemen güçleri ve sermaye sınıfını ürkütmüş, askeri bir darbeyle rövanş alınmak istenmiştir.
Bu davada, DİSK’i suçlayacak bir şiddet eylemi ve suç delili ortaya konmamış, meşru sendikal faaliyetler suç unsuru sayılmıştır. Nitekim 11 yıl sonra beraat kararı gelmiştir.
24 Ocak Kararları
DİSK Davası kitabı, öncelikle 24 Ocak 1980 Kararları’nın anlatımı ile başlıyor. Ülkemizde kapitalist sistemin krize girmesiyle birlikte neoliberal politikaların uygulanması, iç pazara dönük ithal ikameci modelden ücretlerin düşürüldüğü, sosyal ve sendikal hakların kısıtlandığı ihracata dayalı sanayileşme modeline geçiş için Demirel Hükümeti, 24 Ocak 1980’de yeni ekonomik kararları açıklamıştı.
Bu kararları demokratik bir ortamda gerçekleştirmenin zorluğu dikkate alınarak 12 Eylül askeri darbesi yapılmıştı. Nitekim askeri darbenin lideri Orgeneral Kenan Evren, 7 Ocak 1991 günlü Milliyet Gazetesi’nde yayımlanan demecinde,
“Eğer 24 Ocak Kararları denen kararların arkasından 12 Eylül dönemi gelmemiş olsaydı, o tedbirlerin fiyasko ile sonuçlanacağından hiç şüphem yoktu. Böyle sıkı bir askeri rejim sayesinde o tedbirler meyvesini vermiştir“ diyordu.
Sermayenin istediği oldu
Sermaye sınıfının önemli örgütlerinden Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu’nun (TİSK) Başkanı Halit Narin, 12 Eylül darbesi sonrasında şöyle bir açıklama yapmıştı: “20 yıl işçiler güldü, biz ağladık. Şimdi gülme sırası bizde“.
TİSK, 1982 yılındaki genel kurulunda çalışma yaşamında yapılması gereken taleplerini sıralamıştı. Bu taleplerin çoğu askeri yönetim tarafından yerine getirildi, kimi talepler 1982 Anayasası’na girdi. TİSK’in talepleri özetle şöyleydi:
- Ücret artışları sınırlansın, yan ödemeler azaltılsın.
- Emekli aylıkları düşürülsün.
- Emekli yaşı yükseltilsin.
- Haftalık ve genel tatillerde ücret ödenmesin.
- Kıdem tazminatına tavan getirilsin, fon kurulsun.
- Sendikaların siyasi partilerle ilişkileri sınırlandırılsın.
- Grev ertelemelerinin kapsamı genişletilsin, grev ertelendikten sonra toplu sözleşmeyi
- YHK sonuçlandırsın.
- Hak grevi kalksın.
Sonuçta 12 Eylül askeri darbesiyle işçi hakları kısıtlanmış, sendikal faaliyetler askıya alınmış, toplu pazarlık yerine zorunlu tahkim sistemi getirilmiştir. 1982 Anayasası ile de sosyal ve sendikal haklar dar bir çerçeveye sokulmuştur.
Yargılama süreci
DİSK Tarihi’nin üçüncü cildinde, 12 Eylül 1980 darbesine geliş koşulları, darbe sonrasında DİSK yöneticilerinin tutuklanması, DİSK Genel Başkanı Abdullah Baştürk başta olmak üzere yöneticilere yapılan işkenceler, olayları bizzat yaşayanlar tarafından anlatılıyor.
Bu arada kitapta, ilginç sorulara yanıtlar da var. Örneğin “DİSK Neden Darbeye Karşı Direnemedi?“ sorusuna da yanıt veriliyor. “Asrın Anti-Sendikal Davası“ olarak nitelenen davada, iddianame, sorgular, savunmalar da geniş bir biçimde yer alıyor.
Abdullah Baştürk, askeri savcı Süleyman Takkeci’nin savcılık ifadesi alınırken “Asılacaksınız Abdullah Bey, asılacaksınız“ şeklindeki alaycı sözlerine “Siz ancak benim ceketimi asarsınız“ şeklinde yanıt vermişti.
DİSK Başkanı Baştürk, mahkemede de onurlu bir savunma yaparak “Eğer suçumuz kimsenin kimseyi sömürmediği, kimsenin kimseye kul olmadığı güzel günler için mücadele etmek ise, eğer suçumuz emperyalizme ve faşizme karşı çıkmak ise, biz bu ‘suçları‘ kabul ediyoruz“ diyordu.
Uluslararası dayanışma
DİSK Davası’nda uluslararası dayanışma da önemliydi. Maden-İş avukatlığı, DİSK Hukuk İşleri Dairesi Müdürlüğü yapan Yücel Top, 12 Eylül darbesi sonrasında yurt dışına çıkmak zorunda kalmış ve cezaevindeki DİSK yöneticileri tarafından Aralık 1981’de DİSK Avrupa Temsilciliği’ne atanmıştı.
Yücel Top, bu görevinden sonra Avrupa sendikaları ve kurumları nezdinde DİSK Davası ile ilgili dayanışmanın örgütlenmesinde ciddi rol oynadı.
Üçüncü ciltte, Yücel Top’un anılarının yer aldığı ve Hasan Tahsin Benli’nin nehir söyleşisi yaptığı “Günlerin Bugün Getirdiği“ adlı kitaptan uluslararası dayanışmaya ilişkin alıntılar bulunuyor.
Yücel Top kanalıyla Avrupa Sendikalar Konfederasyonu’nun (ETUC) tutuklu DİSK yöneticilerinin serbest bırakılması, diğer uluslararası sendikaların da desteğinin alınması ve cezaevindeki yöneticilere maddi yardım yapılması gibi konularda faaliyetleri olmuştu.
Nihayet 11 yıl süren DİSK Davası yargılamasının sonucunda Askeri Yargıtay 3. Dairesi, 16 Temmuz 1991 tarihinde, yargılamaya konu olan TCK’nın (Türk Ceza Kanunu) 141 ve 142 maddelerinin kaldırılmış olması nedeniyle konfederasyon yöneticileri hakkında beraat kararı verdi.
900 sayfaya yakın bu kitap, gerçekten kapsamlı, belgeli ve titiz, özverili bir çalışmanın ürünü olarak Türkiye işçi sınıfı tarihine önemli bir katkı sağlamıştır…
/././
Eleftaria Bulvarı’nda geri gelen mektup -Tolga Binbay-
Ben halen bekliyorum, bir şeyleri, güzel insanları anarak, kendime şaşırarak. Büyük bir hasretle… Tıpkı şu şehir, ülke ve dünya gibi.
Yaz, sıcak. Balkondayım. Bulvara bakıyorum uzanıp. Ağaçlar, araçlar ve tüm şehir nemli bir uykunun içinde debeleniyor. Gece ve sessizlik içinde Eleftaria. Bezgin bir kedi geçiyor karşıya. Ağırdan, sakin ve umarsız. Saat az daha ilerlese sabaha dönecek gece, ama sıcak halen bunaltıcı. Hiç serinlemedi, artık serinler mi o da belli değil. Sabahı, öğle vaktini ve öğleden sonrayı düşünüyorum. Nasıl geçecek ki gün! İçimi bir sıkıntı daha kaplıyor. Çipurodan son yudumu da çekiyorum, o da ısınmış. Dünyayı ve beni yatıştıracak herhangi bir serinlik yokmuş gibi geliyor artık.
Bir işaret bekliyorum hayattan, bir mesaj. Yok! Hayatın benden ve hatta herkesten yana yok olduğu zamanlardayız sanki. Dünyaya yaşam veren güneş bile kavuruyor hayatı. Her yer, her şey yanıyor, daha ne olsun! Ama beklememe, hayattan bir beklenti içinde olmama da şaşırıyorum. Bir şaşkınlık içinde hafif bir esinti arıyorum balkonda. İnsan kendine yarım asır sonra da şaşırmamalı! “Acımasızlık bu…” diye düşünüyorum. Tuzlu bir yanı var çünkü beklemenin. Ruhunuz lime lime dökülüyor. “Hep böyle miydim ki?” diye irkiliyorum geceye uzanan Elefteria’ya bakarken.
Az öncenin kedisi kaldırımı salına salına adımlayıp tam karşımda duruyor. İki ayağını altına alıp balkona, bana bakıyor. Uzağı çok da iyi göremiyorum. Göz göze miyiz, seçemiyorum gecenin içinde. Ama biliyorum, hayattan bir beklentisi yokmuşçasına duruyor karşımda. Yarı kör düşünüyorum, günlerimin ve gecenin kördüğümü içinde. Ve bir işaret bekliyorum hayattan.
İşte o sıra bir mektup çıkıp geliyor geçmişten. Gece esmiyor ama zihnim az da olsa esiyor diye teselli buluyorum. En azından Seferis gibi değilim diyorum kendi kendime. Urlalı şairin sıcaktan yakınırken zihninin yazları çalışmadığına dair sızlandığı geliyor aklıma. Yaz, sıcak, gece… Zor. Mektup ufak bir kıpırtı oluyor şu serinlemeyen Atina gecesinde. Gün doğsa, ne olacak ki? İçeri geçip bir sigara daha sarıyorum. Müziğin sesini açıyorum az daha, Theodorakis… Yaz Evi.
O zamanlar Yanya’da, yatılı okuldayız. Seçilmişiz 12 erkek çocuğu ve denk gelmişiz, aileden yaralı 12 oğlan. Zekiyiz. Bizim dışımızda herkes biliyor bunu sanki, ama biz farkında değiliz o zamanlar kendimizin. Sadece var oluyoruz, alabildiğine kendimizce. Her birimizin ailesinde göçler, sürgünler, direnişler, gömülen kitaplar, vurulan abiler, toparlayamayan dayılar, dağılmış akrabalar ve telef bir tarih var. Ortaklık oradan başlıyor. Tembihler ve uyarılar içinde varmışız okula. Selviler içinde bir avlu ve İngilizlerin inşa ettiği eski hastane binasında eğitim görüyoruz. Fen, matematik ve kimya için.
Bizim gibi, eğiticiler de özel seçilmiş. Görkemli ve köklü geçmişimizden başka bir şey bilmiyorlar neredeyse. Varsa yoksa antikite! Hepsi orada yaşıyor, ellerinde kadim bayraklarıyla. Devlet özel bir müfredat ve ekip hazırlamış bizlere, zekamızı yatıralım diye, önümüzde uzanıp gidecek düzene. Ama o süslü bayraklar da görkemli geçmiş de hiç bizim olmamış, bilmiyorlar. Belki biz de bilmiyoruz, ama içimizde başka bir geçmiş, başka bir bayrak var. Solmuş, eprimiş, kızıl. Ton ton… Bir tepkime içinde çarpışıyoruz okulla, öğretmenlerle, hayatla… Ne sevdiğimiz müzik makbul ne okuduklarımız… Gizli gizli dinleyip gizli gizli okuyoruz çoğu zaman.
“Aşağılık kompleksi var sizde!” diye bağırıyor astronomi dersinde öğretmen. Elinde Kostas’ın kasetleri, tek tek kırıyor albümlerini. Sıranın altında bulmuş ‘aşağılık kompleksimizin lanetli’ aletlerini. Ayakta öylece donmuş kalmış Kostas, öfkeli. Bizler de yerlerimizde donup kalmışız. Tartışma, dersin hemen başında başlamış zaten. Bir grup üniversiteli, Pire limanına ‘Paralı Eğitime Hayır!’ pankartı asmıştı o günlerde ve gözaltına alınıp ağır işkenceden geçmişlerdi. Ülke karışmıştı! Herkes perişandı. Biz de o perişanlığın bir kenarındaydık selviler içindeki yatılı okulumuzda. “Benim polisim işkence yapmaz!” diye başlamıştı Pontus’lu öğretmen derse. Yüzümüze çarpılacak bir gerçekti bu. Bir ders. Özel…
Yorgo işte o zaman fırlamıştı ayağa, gür sesiyle “Yapar!” diye haykırarak. Ailesi, amcasını vermişti Cunta’ya. Derindi geçmişi de bilgisi de. Pontuslu ise donup kalmıştı bu kafa tutuşa. Kara tahtanın önünde yüzü kırmızıya dönmüştü. “Sen ne diyorsun!” diye hiddetle söylenmişti, Kostas “Doğrudur, yapar!” diye destek çıkınca Yorgo’ya. Komiser çocuğuydu Kostas, Pontuslu da iyi biliyordu bunu. Ve durmamıştı Kostas üniversitelilerin acısıyla, devam etmişti: “Lojmanın altında her gece kurulurdu tezgâh… Çığlıklar, bağırışlar evimize kadar çıkardı” diye. Tam da yerinden biliyor ve bildiriyordu olan biteni.
O gün astronomi dersi bir meydan muharebesine dönüşmüştü. Eşitsiz bir cenk, denk olmayan bir çarpışma. Arzın ekseninin eğri olduğunu artık daha sonra öğrenecektik. Pontuslu öfkesiyle çıkıp gitmişti dersten. Ama biz durmamıştık. Hepi topu on altı yaşındaydık. Tüm dünyaya tüm cephelerde kafa tutacak enerjimiz vardı. Öyleydik de…
Ertesi hafta dolap baskını yapılmıştı. Yatakhanede tüm dolaplar didik didik arandı. Dolap dediğim iki metreye elli santimlik bir kuyuydu. Her şeyimiz onun içindeydi: giysilerimiz, okul kıyafetlerimiz, dergiler, kitaplar, kasetler… Aleki’nin dolabından ise Ritsos’un kitabı çıkmıştı: Mezar Yazıtları. Yasaklıydı kitap. Kıyamet koptu.
Şairdi Aleki. Koltuğunun altında kıvırcık dizeleriyle yürüyordu kısa sürecek geleceğine. Ah! En iyi o anlardı ve okurdu Ritsos’u bizlere. Dolaptan çıkan kitabı ise Eleni Hanım vermişti Aleki’ye, okulun sendikalı tek öğretmeni… Ve tabii ki anında soruşturma açılmıştı Eleni Hanım’a ve de Aleki’ye! Selanik’ten müfettişler görevlendirilmişti. Kara arabalar içinde çökmüşlerdi bahçemize. Böyle bir şey nasıl olabilirdi! Düzen ve nizam karşıtı dejenere bir müptezelin yalan yanlış sayıklamaları tazecik zihinleri zehirlemek üzere nasıl da sokulurdu okula! Sorgular yapıldı, Eleni Hanım, Aleki ve her çarşamba, çarşı izninde uğradığımız kitapçı da dahil olmak üzere. Her yer arandı, tarandı.
İşte ne olduysa da o sırada oldu. Elden dağıtılan, fotokopi bir dergi çıkarıyorduk okulda: Kara Büyü. Yanya’nın merkezinde, yıkık Osmanlı Kışlası’nın karşısındaki fotokopicide çoğaltıyorduk dergiyi, göle varan caddenin başında. Yanya küçüktü o zamanlar ama çeşitli fotokopi dergileri barındıracak kadar da büyüktü. Yeni sayısını tüm bu olaylar patlak vermeden az önce çıkarmıştık derginin. Şimdi şu bunaltıcı Atina gecesinde düşününce, toy ve tatlı arayışlar olduğunu hatırlıyorum o sayfalarda. Edebi, siyasi ve de felsefi kapı tıklatmaları… Ritsos, Seferis ve Kavafis’e özenen, ama kendini arayan.
Dergiyi otuz kişiye dağıtıyorduk okulda. Derdimizi derdimiz bilen otuz kişiye. O kadardı! İşte o kişilerden biri kendi kopyasını sırasının üstünde unutmuştu. Ve nöbetçi öğretmen de bulup yönetime vermişti dergiyi. Tabii ki biz tüm bunları sonradan, müdürün odasında öğrenecektik, “Nedir bu?” sorularının arasında. Suç üstü yakalanmıştık sonunda! Ne kadar komünist, anarşist fikir varsa oradaydı işte. Orak-çekiç, anarşi işaretleri ile dolu bir sayıydı ne de olsa!
Sorguya çekildik, ayakta. Önümüze atıldı dergi, kırış kırış. Belliydi, üstünde çalışılmıştı, üstümüze çalışılacağını anlatırcasına. Sıra bizdeydi! Sordular “Nedir bu kara büyü?” diye. Dış bağlantılarımız neydi? Neye, kime güveniyorduk? Neydi bu boyun eğmez halimiz? Var mıydı öyle bir halimiz? Biz farkında mıydık? Vesaire, vesaire…
Yorgo “Biliyorduk,” dedi “derginin elinizde olduğunu.” Ne diyebilirdik ki? Çocuktuk. Boyumuzu aştığını umursamadığımız bir hâl içindeydik. Ne de olsa ülke, tarih çoktan boyumuzun altında kalmıştı. Ne bayraklar bizimdi ne ülke ne de okul! Bizim olabilir miydi? Bu soru hiç bizim sorumuz olamamıştı ki! “Madem biliyordunuz, o korkuyla nasıl uyudunuz ha uşaklar?” diye höykürdü Pontuslu! Katlanmıştık içimizdeki, kaynağını bilmediğimiz cüret ile. Bir Türk atasözü gibi, hamama girmiştik bir kere, terlemek boynumuzun borcuydu. Müdür ve yardımcıları, köpürdüler, sövdüler ve kartallı bayraklarıyla kovaladılar bizi huzurlarından. Eyvallah diyerek çekildik…
Üç gün sürdü cezamızı beklememiz. Yetmiş iki saat! Atılacağımızı düşünüyorduk. “Bu sefer bizi atarlar artık okuldan,” diyordu Nikos. Manolis el yükseltiyordu etüt arasında, yatakhanede: “Kodesi boylamanız an meselesi beyler!” Yasa dışı neşriyat ve yıkıcı fikirleri yayma-basma suçundan… Herkesin ayrı bir derdi, ayrı bir hikayesi vardı aileden yana. Kimse de ailesini yardıma çağıramamıştı. Kim ne yapabilirdi ki o zamanki aklımızla.
Üç gün sonra, müdür yardımcısının odasında cezamızı öğrendiğimizde ise donup kalmıştık. Boş gözlerle birbirimize baktığımızı hatırlıyorum şimdi. Pontuslu söze girip “Boyayacaksınız tüm o duvarları!” diye söylenmişti. Hepsi boyanacaktı! Okulun iç ve dış duvarında ne kadar orak-çekiç, anarşi işareti, özgürlük yazısı varsa hepsi hafta sonunda boyanacaktı. Çarşı iznimiz olmayacak ve boyaları, fırçaları da biz cebimizden karşılayacaktık. Hepsi buydu! Disiplin cezası, sicil bozulması, atılma ve kodesi boylama yoktu. Soruşturma ise hiç yoktu! Müdür yardımcısının ve Pontuslunun huzurundan çıkınca şaşkınlıkla gülmemek için zor tuttuğumuzu hatırlıyorum kendimizi.
Yara bere içinde de olsak tüm o itiş kakışlı meydan muharebesi kayıpsız kapanmıştı sanki. Kıştan bahara ve oradan da yaza uzanan aylar boyunca ıslah edilememiştik. Islahlık bir halimiz yoktu zaten! Okul, müfredat, ülke, dünya ıslah olmalıydı!
Duvarları boyadık. Elimizde fırça ve kireçle. Eğlene eğlene ama biraz da endişe ve şaşkınlık içinde. Dergiyi bir daha çıkaramadık. Yazılarımızı birbirimize yazdık, çoğaltmadan. Ertesi sene mezuniyete giden aylarda ise duvarlara yeni işaretler bıraktık, buradaydık demek için.
Ama içimizde bir soru işareti kalmıştı. Biz, o özel seçilmiş ekibin karşısında nasıl olup da okuldan atılmadan kalabilmiştik? İşkenceden geçen üniversitelileri, diğer okullardaki baskı ve disiplin hikayelerini duydukça, gördükçe, okudukça bu işte bir iş var hissine kapılıyorduk. Onları harcayan, bizi koruyan neydi? Parlak öğrenciler olmamız mı? Derslerimizin iyi olması mı? Aklımız, zekâmız mı? Tüm bunları düşünüyorduk içten içe ama ne olup da geçmişin ve düzenin sopasından nasibimizi almamıştık, işte bunu çözemiyorduk. Olan biteni ise ancak mezuniyette öğrenecektik.
*
Evet, mezun olmuştuk üç yılın ardından. Kitaplarımızı ve şarkılarımızı saklayarak, sakınarak. Kitaplarımızı ve şarkılarımızı birer zırh gibi kuşanarak. Kâh gülerek kâh itişerek kâh korkarak kâh kederlenerek. Ama büyüyerek, birbirine kör topal yaslanan 12 çocuk. Selviler içindeki bir avluda, o eski hastane binasında ve çalkalanıp duran bir tarihin içinde. Mezuniyet buruk bir zafer gibi kalmıştı üstümüzde: hem giymek istediğimiz hem de varmaktan korktuğumuz.
Sade ve vakur bir mezuniyet töreni düzenlediler bizlere. Göl kenarında, yıkık Bizans kilisesinin bahçesinde. Kep atmak diye bir adet yoktu o zamanlar, cübbe gibi şaşalı kıyafetler de. Altı üstü okulu üniversite giriş sınavlarında ülke ikincisi yaparak mezun olmuştuk. Sessiz bir gurur içindeydi herkes. Tumturaklı sözler olmamıştı. Eğiticiler de biz de derslerimizi tamamlamıştık. Sanki herkes birbirinden uzak durmaya karar vermişti o kireçli hafta sonundan sonra.
Dağılmadan önce Eleni Hanım hem bizleri ziyaret etmeye hem de vedalaşmaya gelmişti. Çakmak çakmak gözleriyle görmüş geçirmiş bir kadındı Eleni Hanım. Bizlere ablalık, analık yapmıştı, tüm o karmaşa içinde, yapabildiği kadar. Kendisi de soruşturmalardan geçerek. Yatakhane kapısı açıldı ve gülerek içeriye girdi Eleni Hanım. Yüzünde hüzün, sevinç, rahatlama ve gurur, bir arada dalgalanıyordu. Bir gözüyle ağlıyor, bir gözüyle de gülüyordu bizlere. Yüzünde hem bizleri kazasız belasız uğurlamanın gururu hem de atlatılan badirelerin izi vardı.
Tek tek sarıldık. Uzun uzun baktı yüzümüze. Sonra da kapıyı kapatıp “Bir oturun da az konuşalım, çocuklar” dedi. Bize çeşitli öğütler verecekti belli ki. Ya da bir vedalaşma konuşması olacaktı, biz istemesek de. Bir sandalye çekip yatakhane odamızın ortasına kuruldu. Bizler de nevresimleri toplanmış boş yataklarımıza. “Bu okuldan neden atılmadınız, biliyor musunuz?” diye başladı sözüne. Öylece kalakalmıştık. Sanki zaman da yatakhanenin içinde yüksek tavana yakın bir yerlerde takılıp kalmıştı. Unutur gibi olduğumuz bir soru geri gelmişti aramıza. Hakikaten, biz nasıl olmuştu da kalmıştık o duvarların arasında! Son ders zili çalmıştı işte ve öğrenme vakti gelmişti.
Kızmakla rahatlamak arasında gidip geldi Eleni hanımın gülüşü. Bacak bacak üstüne atıp ellerini dizinde birleştirdi. Şöyle olmuştu: Soruşturma, baskın ve atılma, polislik olma korkusuyla geçirdiğimiz o günlerin tam ortasında bir mektup gelmişti okula, Macaristan’dan. Mektup okul müdürü adına gönderilmiş ama tüm idari kadroya hitaben yazılmıştı. Kısaca okulda nasıl bir baskı ve yıldırma tezgâhı kurduklarından haberdar olunduğu yazılıyordu mektupta. Tek tek öğretmenlerin isimleri, okulda bir grup öğrenciye nasıl da saldırdıkları ayrıntılarıyla ele alınıyordu. Ve bu tavırlarının sürmesi ve ‘çocuklara bir şey olması’ durumunda tek tek hesabının sorulacağı belirtiliyordu. İmzada ise “Yunanistan Halk Direniş Örgütü - Merkez Komitesi” vardı.
Mektup hem infial hem de korku yaratmıştı okulun idari kadrosunda ve onlarla aynı görüşteki öğretmenler arasında. Ciddiye alıp almamak konusunda çok tartışmışlar. Ve sonunda müdür ağırlığını koyup itiş kakışı büyütmemeye karar vermiş. Korkmuşlar, çekinmişler. Öyle demişti Eleni Hanım yaşlı gözleriyle. Ve gülerken bizlere, biz kendi şaşkınlığımızla sevinivermiştik olan bitene. Mektup bizi korumuştu tüm o özel muamelelerden.
*
Yaz, sıcak. Balkondayım. Uzanıp bulvara bakıyorum. Gece sabaha bırakıyor yerini. Ilık bir sakinlik içinde aydınlanıyor Eleftaria. Ağaçlar, araçlar, insanlar ve tüm şehir boğucu bir başka güne uyanacak az sonra. Yunanistan’ı, şu koca şehri, Yanya’yı ve geçmişi düşünüyorum. Theodorakis “İnsana hiç belli olmaz” diyor içeride. Geceleri herkes uyuduktan sonra kimya laboratuvarına çekilip daktiloda mektubu yazışı geliyor aklıma Aleki’nin. Soruşturmaların eli kulağındayken Demokratik Almanya’da mülteci olan dayısına göndermesi… Dayısı ise Budapeşte’deki sürgün yoldaşlarına ulaştırmıştı mektubu. Böylece mektup resmi bir görünüm kazanıp yazıldığı yere geri dönmüştü. Merkez komitenin mührüyle ve postayla. Ve bizleri de korumuştu.
İyiden aydınlanıyor Eleftaria artık. Kuşlar uçuyor sabahın ılık ışığında. Gönüllerince uçuşuyorlar, uçsunlar. Kedi gitmiş. Az sonra sıcak kavuracak bulvarı.
Ben halen bekliyorum, bir şeyleri, güzel insanları anarak, kendime şaşırarak. Büyük bir hasretle… Tıpkı şu şehir, ülke ve dünya gibi.
Not: Bu öyküde yer alan tüm isimler uydurma ve tüm olaylar gerçektir. Gerçek kişilerle benzerlikleri ise birer tesadüftür. Eleftaria Yunanca özgürlük demektir. Yanya kuzey batı Yunanistan’da güzel bir şehirdir. Çipuro, rakı benzeri sert bir Yunan içkisidir. Ve bu zor dünyada güzel insanlar iyi ki vardır.
Öyküye Round Midnight Project grubunun Mikis Theodorakis şarkılarından derlediği Nocturnes albümünün eşlik etmesi önerimdir. Ve bir de Theodorakis’in La Casa Al Mare şarkısı.
Görsel: Markus Winkler, Eleftaria Bulvarı, Atina, 2020.
/././
Alman Anayasasını bir Türk mü koruyacak?-Tevfik Taş-
İstanbul doğumlu Sinan Selen'in BfV'nun başına getirilmesi kurumun Nazi artığı geçmişini temize çıkarmaya yetmeyeceği açıktır. Siz bakmayın Türk Youtuber Oktan Erdikmen'in ''BfV ülkede işini düzgün yapan tek kurumdur'' laflarına. Liberal hastalıktır, doğru paket içinde her daim yanlış içerik pazarlanır!
Selen'in 2006'da Alman güvenlik mekanizmaları ile kurulan ilişkilenmesi, 2019'da Alman iç istihbarat örgütü BfV'in başkan yardımcılığına atanması ile dikkat çeker duruma gelmişti. 2019'da Alman iç istihbarat örgütü BfV'in başkan yardımcılığına atanması ile adından daha da söz ettiren 1972 İstanbul doğumlu Sinan Selen, Eylül 2025'de aynı kuruma başkan olarak atanınca kendisine olan ilgi yoğunlaşarak arttı.
Selen'in 'kökeni' ona karşı olumsuz tutum için yeter sebepti
Almanya'daki koalisyon hükümetinin bileşenleri tarafından tam onayla kuruma başkan olarak atanan Selen, Alman faşist sağı tarafından tepkiyle karşılandı. Faşistler açısından Selen'in ''köken''i ona karşı olumsuz tutum almak için yeter sebepti.
Almanya'nın yükselişi önlenemeyen faşist partisi AfD'nin Bavyera Grup Başkan Vekili Katrin Ebner-Steiner tarafından Selen'in ''İstanbul doğumlu'' olması bu görevi yerine getirememesi için yeterliydi örneğin. Öncesi de var bu işin. 2019'da BfV'un başkan yardımcılığına getirilen Sinan Selen'e yapılan bir başka itiraz yine AfD'den geliyordu.
AfD Federal Meclis üyesi Johannes Huber, ''Anayasayı Koruma Teşkilatı başkan yardımcısı bir müslüman'' diye tweet atmıştı zamanında. Bu tartışmaya sol-liberal cepheden dahil olan prestijli Süddeutsche Zeitung ise Selen'in ''dindar olmadığı''ni dillendirerek son derece önemli bir savunmada bulunduğunu düşünüyor olmalıydı.
'Sinan Selen'in 'aslında dindar olmadığı'nı kanıtlama derdine düşmüşler'
Sosyal demokrat ve liberter etiketli partilerin siyasetlerinden sıtkını sıyıran kitlelerin insanca yaşam taleplerinin Alman faşistlerince bir kez daha suistimal edilmesi ile ülkede yine yanlış eksenli bir cepheleşme olgusu gündemi işgal eder oldu. Liberter sermayesever Yeşiller Partisi ile kapitalizmin hasta bakıcısı sosyal demokrasinin tarumar ettiği kazanılmış haklar, yükselen yeni sağ tarafından ustaca sömürülmeye devam ediyor.
Emperyalizm kavramını ağzına almayan liberterler ile kapitalizm karşıtlığını yasaklamış sosyal demokratların ''faşizm'' kavramını olur olmaz yerde savrukça kullanarak AfD'nin yükselişinin önüne geçmeyi istemeleri komik olmaktan öte olsa olsa iğrenç bir sahtekârlığın maskesi işlevi görebilirdi. Ve nihayetinde de öyle oldu: Mevcut düzeni savunanlar yani Alman emperyalizminin emek düşmanlığını hokus pokusla görünmez kılmaya çalışanlar yerleşik düzenin kalması için önüne gelene ''faşist'' deme gereği duyuyorlar. Liber 'sol'un ve düzenin has bekçisi sosyal demokrasinin AfD'ye faşist demelerinin hiçbir kıymeti bulunmuyor. Zira AfD'yi bu iki cenah yarattı!
Ve şimdi 'iç istihbarat İstanbul doğumlu bir müslümana bırakılır mı' diye feryat eden faşistlere yanıt yetiştirmeye çalışan mevcut düzenin bekçileri, seküler toplum savunusunu dahi yüzlerine gözlerine bulaştırırcasına Sinan Selen'in 'aslında dindar olmadığı'nı kanıtlama derdine düşmüşler!
'Onun adı üzerinden kopartılan kavga özü itibariyle düzen aktörlerinin iç kavgalarının izdüşümünden öte bir anlam ifade etmiyor'
Sinan Selen'in Alman iç istihbarat örgütünde yaşadığı kariyer süreci ile Alman faşist hareketinin popülerleşerek kitleselleşmesi arasında kimi paralellikler var. 2013 göçmen krizi ve avro bölgesinde yaşanan iktisadi kriz ile başlayan sürece doğan Alman faşist hareketinin popülist bölmesi, yıllardır yüzde 5 barajının altından sıyrılarak birden bire ülkenin ana muhalafet gücü haline evrildi.
Geleneksel merkez siyasetin çöküşüne paralel, Alman faşist hareketi de kitleselleşerek büyüdü. Soldan çalınan sloganları tersyüz ederek yolunu açan AfD, Alman emperyalizminin krizinin bir çıktısı olarak siyasal arenade yerini hızla dolduruyor. Bu sürecin merkez sağ/liberter-sosyal demokrasi açısından sonucu ''demokrasi''nin yani mevcut düzenin korunması refleksine tekabül edegeldi.
Sinan Selen işte bu sürecin simgelerinden biridir ve onun adı üzerinden kopartılan kavga özü itibariyle düzen aktörlerinin iç kavgalarının izdüşümünden öte bir anlam ifade etmiyor. Liberal düzen taraftarları Selen'i 'yeni liberal Almanya'nın simgesi ilan ederken, Alman emperyalizminin Hitlerci ruhundan beslenen faşist kitle hareketi de onu 'geleneksel Alman değerleri'nden uzaklaşmanın simgesi olarak görüyor.
Alman büyük sermayesinin iktidar bölmesi popülist faşist hareketi denetim altında tutarken Sinan Selen'in başında olduğu Anayasayı Koruma Teşkilatı'nı sopa olarak kullanarak, sözü geçen mecrayı terbiye etmeye çalışıyor. Artık alameti farikası antisemitizmden göçmen düşmanlığına kayan neo-faşist hareketin Almanya şubesi adına AfD'de de yine aynı simgeden hareketle göçmen bir bireyin Almanya'nın güvenliğini fıtratı gereği sağlayamayacağını ileri sürüyor.
Bu tartışma süredursun, sözü geçen kuruma geçen yıl ayrılan bütçeye yaklaşık 100 milyon avro daha eklenerek toplam rakam 686 milyona yükseltildi. Militarizm gündelik hayatın olağan bir parçası olarak sıradanlaştırılırken, ''Rus tehditi'' bu programın meşrulaştırıcı unsuru olarak kullanılıyor.
'Liberalizm toplumu militarize ederken bir yandan da faşizm ile mücadele ettiğini iddia ediyor'
Ancak Alman emperyalizminin açmazı tam da burada başlıyor: Liberalizm toplumu militarize ederken bir yandan da faşizm ile mücadele ettiğini iddia ediyor. Liberal Alman sermayesi bir Türk'ü anayasasını koruması için seçerken, onun cilalanan becerilerinden ziyade imajını vitrine yerleştirmeyi hedefliyor. Selen'in selefi Thomas Haldenwang sıkı İsrailciydi, Mossad ile arasının iyi olmadığını bilmeyen yok. Haldenwang'ın selefi ise sıkı bir AfD yandaşıydı. NSU cinayetleri denilen sekizi Türk, biri Yunan göçmenin öldürülmesinde kurumun başındaki kişidir. Emekli olunca ırkçılığını gizlemez oldu. Daha açıkçası: Gizleyemez değil, gizlemez oldu!
İstanbul doğumlu Sinan Selen'in BfV'nun başına getirilmesi kurumun Nazi artığı geçmişini temize çıkarmaya yetmeyeceği açıktır. Siz bakmayın Türk Youtuber Oktan Erdikmen'in ''BfV ülkede işini düzgün yapan tek kurumdur'' laflarına. Liberal hastalıktır, doğru paket içinde her daim yanlış içerik pazarlanır!
1950'de Amerikan işgal güçleri tarafından kurulan BfV, ıskartaya çıkmış ne kadar Nazi teknokratı varsa kuruma dahil etmişti. Zira asıl düşman savaştan önce olduğu gibi savaştan sonra da komünistlerdi. Nihayetinde de Nazi partisinin artıklarını yasak kapsamına alma gerekçesi ile başlayan Soğuk Savaş programında asıl hedef Almanya Komünist Partisi'ni yasa dışı ilan etmekti.
Şimdi Sinan Selen'in oturduğu koltukta o dönem oturan Hubert Schrübbers ilk iş olarak 1956'da KPD'yi kapattırmıştı. Ancak belirli bir süre sonra kendisinin Nazi 'geçmiş'i ortalığa dökülünce istifa etmek zorunda kalmıştı. Selen'in şefi Haldenwang'ın azılı İsrailciliği yeterince açığa çıkmıştı. Hristiyan Demokrat partiden milletvekili olma sevdası karşılık bulmadı, şimdilik evinde oturuyor.
Selen'in bir önceki şefi Hans Georg Maassen'ın neo-faşist sevdasını gizlememe cüreti gibi, Sinan Selen'in de ''aşırı sağ'' ile ''aşırı sol''u eşitleyen dolaylı antikomünist gözlüğü çok geçmeden düşecektir.
/././
Cevizlibağ’daki yurtta skandal bitmiyor: Yemekler kurtlu, kapılar anahtarsız -İrem Yıldırım-
İstanbul Cevizlibağ'daki KYK Atatürk Kız Yurdu’nda sorunlar bitmiyor. Yemeklerinde kurt çıkan öğrencilerin kapılarında kilit bile yok. Kendilerini ve eşyalarını güvende hissetmeyen öğrencilerin karşısında muhatap yok.
Olayla ilgili soruşturma başlatılırken, KYK görevlisi 3 yönetici görevden uzaklaştırıldı.
Öte yandan öğrencilerin kişisel eşyalarına zarar veren 4 kişi yakalandı.
Kapılarının kilidi yok, ne zaman takılacak belli değil
soL ulaştı: Odalarda anahtar yok.
soL’un ulaştığı öğrenciler yurtta birden fazla sorunun olduğunu gözler önüne serdi.
Öğrencilerin odalarında hâlâ anahtar yok. Kişisel eşyalarını ve kendilerini güvende hissetmediklerini söyleyen öğrenciler hiçbir özel alanlarının olmadığını vurguladı.
Yurtta tadilatın sürdüğünü söyleyen öğrenciler kapılarını hâlâ kilitleyememekten şikayetçi. Ayrıca okula giderken eşyalarını odalarında bıraktıkları için de güvende hissetmiyorlar. Yurttaki kameraların çalışmadığını hatırlatan öğrenciler bilgisayarları, tabletleri ya da kişisel eşyaları odadan alınırsa tespit dahi edilemeyeceğinin altını çiziyor.
Öte yandan görevden alınan yurt yönetimi tarafından öncesinde kapı kilitlerinin ne zaman takılacağına ilişkin bir açıklama yapılmadı. Öğrenciler, güvenlik görevlisi ve kat görevlilerinin “kilitler 1 aya yapılacakmış” sözleri dışında kimse tarafından bir bilgilendirme yapılmadığını vurguluyor.
3 aylık yaz tatili sürecinde tüm bu işlerin neden bitirilmediği yanıtlanmayan sorulardan biri.
Olmayan anahtarlar için yazı astılar
Yurt idaresi tarafından 20 Eylül'de asılan yazı.
Dalga geçer gibi yurt idaresi olmayan anahtarlara dair “sorumluluk öğrencilere aittir” konulu bir de yazı astı.
Söz konusu yazıda şu ifadeler geçiyor:
“Oda kapıları anahtarlı sistemdir. Anahtar öğrenciye yurda yerleştiği zaman bir defaya mahsus olarak geri teslim etmeyi taahhüt etmesi ve anahtar teslim senedi imzalamasıyla zimmetlidir.
Anahtar başka odalardaki öğrencilerle paylaşılmamalıdır. Üçüncü şahıslarla anahtar paylaşılması halinde ortaya çıkabilecek kayıp ve zararlardan anahtarı paylaşan öğrenci sorumludur. Anahtarın kaybolması veya unutulması halinde yedeği olmadığı için yurt müdürlüğümüz sorumlu değildir. Anahtarını kaybeden öğrenci oda arkadaşlarından kendi imkanlarıyla anahtarı temin edip yedek çıkarabilir.
İdaremiz tarafından tekrar anahtar verilmeyecektir.”
Kapılarda hâlâ anahtar yok. Öğrenciler duştan çıktıklarında tedirgin olduklarını, içeriye kapıyı bir kere tıklatıp giren yurt görevlileri olduklarını söylüyor.
Öğrencilere inşaat pisliğiyle odalar teslim edildiYurdun içi işte bu durumda.
Tadilatın ardından öğrencilere odalar inşaat pisliğiyle teslim edildi. Öğrenciler “Biz o kirli odaları tek başımıza temizledik” diyor. Bütün öğrenciler kova kova deterjan alıp odalarını temizlemiş.
Görevden alınan müdür, gelen şikayetler sonucu kendisini arayan öğrenci ve velilere bağırarak konuştuğu ve suratlarına telefon kapattığı da öğrenilenler arasında.
Yemeklerin içinden çıkan böcekler, kurtlar, ambalajlar
Yemeklerin içinden poşet, kıl, kurt, böcek çıkan birçok örnek var. Et yemeklerinin küflü koktuğunu söyleyen öğrenciler yemeklerinin hem tadının hem kokularının çok kötü olduğunu anlattı.
Verdikleri yemek parasına rağmen karınlarını doyuramayan öğrenciler ekstra yemek parası vermekten şikayetçi. “Sadece karnımızı doyurabilmek istiyoruz” diyen öğrenciler defalarca şikayette bulunmalarına rağmen sorunlarının görmezden gelinmesini kabul etmiyor.
Eski yurt müdürüne yemekleri götürüp “tadına bakın bizi anlayacaksınız” dediklerinde müdürün “ben tokum, yemem” diyerek konuyu kapattığını anlatıyorlar.
Gitmedikleri etkinliklere yazılan öğrenciler: Ödenek mi alındı?
Öğrenciler aynı zamanda katılmadıkları etkinliklere yurt tarafından sanki katılmış gibi gösterildiklerini de belirtiyor.Sistemlerinde katılmadıkları ancak katılmış gibi gösterildikleri pek çok etkinlik bulunuyor. Sistemde yurt işlemleri kısmında, Katıldığım Etkinlikler başlığında pek çok etkinlik var. Etkinliklerden bazıları şöyle:
“Regaip Kandili, Biz Bize Moral Akşamları, Davranışsal Bağımlılıklarla Mücadele, Müzik Dinletisi, Ramazan Etkinlikleri, Mezuniyet Töreni.”
/././
MI6 Başkanı İstanbul'da itiraf etti: Suriye'de HTŞ ile 2 yıl önceden ilişki kurmuştuk
İngiltere istihbaratının 1 numaralı ismi, Suriye'de Esad yönetimini devirmeye yönelik planlar kapsamında, cihatçı HTŞ ile yıllar önce ilişki kurduklarını itiraf etti. MI6 Başkanı ayrıca, Rusya’dan muhbir toplamayı hedefledikleri yeni programlarını duyurdu.
Görev süresi bu ayın sonunda dolacak olan Moore, İngiltere Başkonsolosluğu’nda Türk ve yabancı gazetecilerin katıldığı toplantıda, başkanlığı dönemini değerlendirirken Suriye örneğini öne çıkardı. Moore’un sözleri, Batılı ülkelerin Suriye’deki rejim değişikliği için cihatçı yapılarla nasıl doğrudan işbirliği yaptığını gözler önüne serdi.
Gazete Oksijen yazarı Sedat Ergin'in aktardığı konuşmasında Moore, görev süresi boyunca karşılaştığı krizler arasında Sudan’daki iç savaş, Afganistan’daki Eşref Gani hükümetinin çöküşü ve Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesini saydı. Ardından şu ifadeleri kullandı:
“Kriz zamanlarında önemini ortaya koyan uzun dönemli ilişkiler tesis edebilme becerimizle gurur duyuyoruz… HTŞ ile Beşir Esad’ı devirmelerinden bir ya da iki yıl önce ilişki kurmamız sayesinde, Birleşik Krallık hükümetinin Suriye’ye haftalar içinde dönüş yapabilmesinin önünü açmış olduk.”
Moore, bu hamleyi MI6’nın “çevikliğinin” bir göstergesi olarak sundu ve ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı’nın (CIA) Başkanı John Ratcliffe’in kendisine “Bayağı hızlısınız” dediğini övünerek aktardı.
Terör listesindeki örgütü yıllarca kullanmışlar
Moore’un bu açıklaması, bir çelişkiyi de gözler önüne seriyor. Çünkü İngiltere, aynı dönemde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararlarına uygun olarak HTŞ’yi El Kaide uzantısı bir terör örgütü olarak tanıyordu. Yaptırım listesinde tuttuğu örgütün lideri Ebu Muhammed el Colani (bugünkü adıyla Ahmed Şara) ile MI6’nın gizlice ilişki kurmuş olması, İngiltere'nin “terörle mücadele” söyleminin ne kadar ikiyüzlü bir zemine oturduğunu gösteriyor.
Ayrıca Moore'un itirafı, bugün "Suriye Cumhurbaşkanı" koltuğuna oturan Şara'nın emperyalist müdahale planlarının doğrudan ürünü olarak sahneye sürüldüğünü bir kez daha doğrular nitelikte.
Moore’un ifşası, emperyalist güçlerin kirli ortaklıklarını artık saklama ihtiyacı bile duymadıklarını, tam tersine bunu “başarı hikayesi” olarak sunmaya cüret ettiklerini gösteriyor.
Öte yandan tablo Türkiye için de farklı değil. Ankara'nın 2018’den itibaren HTŞ’yi BM kararları doğrultusunda terör örgütü olarak tanımasına rağmen, MİT'in örgütle ilişki kurduğu uzun süredir biliniyordu.
Dönemin MİT Başkanı, bugünkü Dışişleri Bakanı Hakan Fidan da, katıldığı bazı televizyon programlarında HTŞ lideri Colani ile görüşmeler yaptıklarını, “ortak mesai yürüttüklerini” açıkça ifade etmişti.
Rusya'ya karşı casus toplamak için internet portalı kuruldu
Suriye hakkındaki açıklamaların öne çıktığı etkinliğin asıl amacı MI6'in istihbarat dünyasında "fark yaratmasını" umduğu yeni dijital programıydı.
“Sessiz Kurye” (Silent Courier) adı verilen internet portalı üzerinden dünyanın herhangi bir yerindeki kişilere, "İngiliz istihbaratına muhbirlik yapma çağrısı" yapıldı.
Moore, bu çağrının özellikle “Rusya’nın gidişatından hoşnut olmayan Ruslara” yönelik olduğunu vurguladı.
Richard Moore konuşmasında şunları söyledi:
“Casusluk eski bir zanaat, ancak dünya hiçbir zaman bu kadar hızlı değişmemişti. Biz de onunla beraber değişiyoruz… Kapılarımız herkese açık.”
Moore, yeni sistemin "Dark Web" üzerinden çalıştığını belirterek “anonim” çalıştıklarını vurguladı.
Konuşmasında İstanbul’u seçmesinin “sadece duygusal sebeplerden kaynaklanmadığını” söyleyen Moore, Türkiye’nin uluslararası sistem açısından kritik önemde olduğunu kaydetti. NATO üyesi Türkiye’yi “pek çok dosyada kilit oyuncu” olarak tanımlayan Moore, Ukrayna’dan Orta Asya’ya, Suriye’den Gazze’ye uzanan başlıklarda Ankara ile işbirliği içerisinde olduklarının altını çizdi.
Metreweli de İstanbul'daydı
1 Ekim’de görevi devralacak olan yeni MI6 Başkanı Blaise Metreweli de toplantıda hazır bulundu.
Metreweli, geçmişi ve siyasi bağlantılarıyla tartışma konusu olmuştu. Alman arşivlerinde ortaya çıkan belgeler, Metreweli’nin dedesi Constantine Dobrowolski’nin II. Dünya Savaşı sırasında Nazi işbirlikçisi olduğunu, Ukrayna’da istihbarat şefliği yaptığını, Yahudi soykırımında ve direnişçilerin takibinde rol aldığını ortaya koydu.
Metreweli’nin kendisi ise Ortadoğu’da İsrail’le yakın işbirliği içinde yürüttüğü operasyonlarla gündemde. Eski İngiliz diplomat Craig Murray, Metreweli’yi “fanatik bir Siyonist” olarak tanımlayarak, Mossad’ın doğrudan desteğiyle MI6 Başkanlığına atandığını iddia etmişti. Murray’e göre Metreweli, "Pegasus" ve "Palantir" gibi gözetleme ve suikast teknolojilerinde İsrail’le ortak çalıştı, Lübnan ve İran’daki saldırılarla bağlantılıydı. Gazze’deki soykırımda İngiltere’nin rolünden rahatsız olan Dışişleri yetkililerinin susturulduğu da öne sürüldü.
***
Emperyalizmin düğümleri: Zengezur Koridoru -Erhan Nalçacı-
Türkiye sermayesi ise hem Batı emperyalizminin iş birlikçisi hem kendi yayılmacı politikalarının sahibi olarak bu kez kendini Kafkasya’da da ateşe atmış oluyor. Karadeniz yanıyor, Suriye yanıyor, bir Kafkasya eksikti.
Emperyalist düzen her zaman rekabete ve çatışmaya dayanır, güçler değiştikçe rekabet coğrafyaları da değişir. Bu rekabete dayalı gerilim ortamı her zaman düğümler oluşturur. Bunlar çözülmesi zor siyasi coğrafya problemleridir. Eğer emekçi sınıflar düğümü çözemezse emperyalist güçler çözdüğünde başımıza fena halde bela olacak yeni bir düğümle karşılaşırız.
Örneğin bundan yedi sene kadar önce Suriye’de oluşan denge ortamını İdlib düğümü olarak tanımlamıştık. Batı emperyalizminin Suriye’ye kurduğu komplo cihatçı güçlerin AKP’nin desteği ile Suriye’ye yığılması ve bir iç savaşa yol açması ile gidiyordu. Ancak Rusya’nın askeri desteği ile cihatçı çeteler İdlib’te sıkışıp kaldılar. Türkiye’nin garantörlüğünde tarafların yenişemediği bir çıban yıllarca orada kaldı. Geçen sene düğüm çözüldü, çıban boşaldı, Batı emperyalizminin her türlü desteğini alan Cihatçılar Suriye Cumhuriyeti’ni yıktılar.
Şimdi iki yayılmacı devlet, İsrail ve Türkiye, Suriye denilen siyasi boşlukta komşu devletler haline geldiler. Emperyalizm bir düğümü çözerken yerine diğerini düğümleyip bıraktı.
Şimdi yeni bir düğümün Kafkaslarda atıldığına tanıklık ediyoruz.
Karabağ Savaşının Azerbaycan tarafından kazanılmasıyla Azerbaycan ile Nahçıvan’ın Ermenistan üzerinden geçecek bir kara hattıyla ilişkilenmesi mümkün hale geldi. Zengezur denilen bu hattı aşağıdaki haritadan izlersek konu daha iyi anlaşılacak.

Azerbaycan ile Ermenistan arasında ulusal egemenlik hakları açısından doğal olarak müzakere edilen bu koridor ABD emperyalizminin dahli ile bir düğüme dönüştü.
Geçen aylarda Ermenistan ile ABD arasında yapılan anlaşmaya göre koridorun işletmesi 99 yıllığına ABD’li şirketlere bırakılacak. ABD burada 1000 kişiye kadar özel kuvvetler bulundurabilecek. Transit geçişten elde edilen kazancın %40’ı ABD’li şirketlere, %30’u Ermenistan’a, %30 Azerbaycan’a kalacak.
Söz konusu 43 km’lik ekonomik koridor kara yollarının yanı sıra fiber optik iletişim ve gaz-petrol boru hatlarını içerecek. Azerbaycan ve Türkiye’nin Zengezur hattıyla birleşecek alt yapı yatırımlarına başladığı söyleniyor.
Bir yandan, oh ne güzel, ülkeler birleşsin, barış hâkim olsun, ekonomik bağlar güçlensin, diyebiliriz. Ama bu anlaşmayı ve beraberindeki birçok gelişmeyi birlikte ele aldığımızda bunun bir anlaşma değil, emekçi halklara karşı atılmış adice bir emperyalist düğüm olduğunu fark ediyoruz.
Bir kere Ermenistan ve Azerbaycan Sovyetler Birliği’ndeki karşı-devrim sonrası Rus tekelci sermayesinin hegemonya alanında bulunuyordu. Askeri ikili anlaşmalardan, ortak ulaşım projelerine ve kültür bağlarına kadar bu hegemonyanın kolay kolay çözülmeyeceği düşünülüyordu.
Bu anlaşmayla Rusya büyük ölçüde Güney Kafkasya’dan dışlanıyor ve yerini Batı emperyalizmi alıyor gözüküyor. Rus askeri birlikleri Dağlık Karabağ’dan ve Ermenistan’dan çıkartılıyor. Ermenistan ABD ile askeri tatbikat yapabiliyor. Azerbaycan Hazar Denizi’nde ABD petrol tekeli olan Exxon Mobil ile petrol ve doğal gaz çıkarmak üzere anlaşmalar imzalıyor. Ermenistan ve Azerbaycan görüşmeleri Trump’ın gözetiminde yapılıyor.
Rusya şu anda çok bedel ödediği Ukrayna Savaşı’nın toprak kazanımıyla sonlanmasına odaklanmış durumda, Kafkasya’ya ile ilgilenemiyor. Ancak önünde sonunda Rusya kendisi için siyasi, ekonomik kayıp anlamına gelen ve güvenlik sorunu yaratan bu hegemonya sorununa dönecektir.
İkincisi, bu anlaşma İran için çok büyük bir sorun. Azerbaycan sermayesinin İsrail dostu olduğunu duymayan kalmadı. Şimdi İran kendini ABD ve İsrail tarafından kuzeyden kuşatılmış olduğunu hissedecektir. Ayrıca haritaya tekrar bakalım lütfen, Zengezur ulaşım hattı İran için çok önemli olan Kafkasya ile ticaretini baltalıyor, adeta sıra dağlar gibi bir siyasi-coğrafi engele dönüşüyor. İran’ın bunu kabul etmesi çok zor.
Üçüncüsü, Çin için bu hattın Yeni İpek Yolu’nun orta kuşağını oluşturma şansı vardı, şimdi ABD’nin kontrolünde bu olanak elden gidiyor. İran üzerinden Orta Hattı geçirebilirler ama yine de ABD’nin işlettiği Zengezur önemli bir kısıt.
Ayrıca Zengezur Koridoru çalışmaya başlayınca Türkiye Orta Asya’ya kadar uzanacak. Bu Batı emperyalizminin Rusya ve bugün Çin’in hegemonya bölgesine bir müdahalesi anlamına da geliyor.
Geçen hafta değinmiştik, kısa bir süre önce yapılan Şangay İş Birliği Örgütü toplantısına denk gelen Çin’deki askerî geçit töreni belki bir dönemin kapanmasına işaret ediyor. ABD’nin Pasifikte Çin’i kuşatmaktan vaz geçmesi ve kendi klasik hegemonya alanlarına dönmesi Çin’in daha önce göstermediği askeri hamleleri yapmasına neden olabilir. Bundan başlıca etkilenebilecek yerlerden biri de Kafkasya olacaktır.
Türkiye sermayesi ise hem Batı emperyalizminin iş birlikçisi hem kendi yayılmacı politikalarının sahibi olarak bu kez kendini Kafkasya’da da ateşe atmış oluyor. Karadeniz yanıyor, Suriye yanıyor, bir Kafkasya eksikti.
Bu koşullarda Türkiye Rusya ve Çin ile birlikte davranmalı diyenlere şaşırmıyoruz. Batı emperyalizmine bu kadar bağlı olan Türkiye sermayesi için bu dönüşümün imkânsız olmasının yanı sıra emperyalizmin uşakları bağımsız bir Türkiye Cumhuriyeti’ni hayal edemezler.
Bağımsızlık ancak emekçi yurtseverliğinin önüne koyabileceği bir siyasi hedef olabilir.
/././
YKS’de tercih sonuçları -Rıfat Okçabol-
AKP’nin gözdesi olan ve bütçeden kaymak payını alan imam hatiplerdeki bu başarısızlık dikkat çekiyor. AKP’nin neden fen liselerine yeterince önem vermediği sorusu da her geçen yıl daha da önem kazanıyor. Mesleki teknik liselerin öğrencilerini yükseköğretime hazırlamadığı, bu okullara ucuz ara eleman yetiştirmek için önem verildiği bir kez daha su yüzüne çıkıyor.
Bu yıl yapılan Yükseköğretim Kurumları Sınavı’na (YKS), 2.560.649 aday başvurmuş olsa da, 2.351.641’i sınava katılmış 209.008 aday ise başvurduğu halde sınava girmemişti.
ÖSYM’nin Ağustos’un son haftasında açıkladığı sonuçlara göre1 2.310.579 adayın puanı hesaplanmış, bunlardan 1.412.734’ü üniversite için tercih yapmış. Az buz değil puanı hesaplanan (2.310.579-1.412.734=) 897.845 aday, hiç tercih yapmamış!
Puanı hesaplanan adayların 812.210’unu lise son sınıf öğrencileri, 1.001.608’ini önceki yıllarda lise bitirip bir programı kazanamamış olanlar, 277.016’sını daha önce bir programa yerleşmiş olanlar, 166.255’ini bir yükseköğretim programını bitirenler ve 53.510’unu da yükseköğretime girip kaydı silinen adaylar oluşturmuş!
Bir programda okuyanların (277 bin) ve bir yükseköğretim programından mezun olanların (166 bin) yeniden sınava girmesi, yükseköğretime girenlerin önemli bir bölümünün girdiği programdan memnun olmadığını gösteriyor.
Tercihte bulunan adayların 785.186’sı bir yükseköğrenim kurumuna yerleşme hakkı kazanırken, (1.412.734-785.186=) 627.548 aday ise bir programa girememiş! Dolayısıyla YKS’ye başvurduğu halde sınava girmeyen 209.008 aday, hiç tercih yapmayan 897.845 aday ve tercih yaptığı halde bir programı kazanamayan 627.548 adayın, toplamda 1.964.471 kişinin başvurusu bir işe yaramamış. Bu 1,9 milyon adayın arasından yüksek puan alsa da şansını gelecek yıl denemek isteyenlerle yurt dışında okuyacak olanları çıkarsak da, başvurusu bir işe yaramayanların sayısı oldukça fazla. Üstelik bu adayların ödedikleri başvuru parası az da değil, (1.964.471 *1350=) 2.652.035.850 lira! Sınava hazırlık için kurslara ve özel derslere ödenen paranın ne kadar olduğu ise belli değil!
Bazı lise türlerine göre, puanı hesaplananlarla tercih yapıp bir lisans programına yerleşenlerin sayıları Çizelge 1’de özetlenmektedir. ÖSYM’nin açıkladığı veriler içinde nedense açık liselilerle ilgili bir veri bulunmuyor! ÖSYM’nin bile açık liseyi liseden saymadığı anlaşılıyor. Lise türlerine göre bir programa yerleşim sayıları ilginç özellikler gösteriyor.
YKS’de tercih yapıp bir lisans programına girme başarısı gösterenler de lise türüne göre değişiyor. Tercih yapanlar içinde fen liselilerin %75’i bir lisans programını kazanırken bu oran imam hatiplilerde %24’e ve meslek liselerinde ise %5,7’ye kadar düşüyor. Bu oranlar yıllardır pek değişmiyor. AKP’nin gözdesi olan ve bütçeden kaymak payını alan imam hatiplerdeki bu başarısızlık dikkat çekiyor. AKP’nin neden fen liselerine yeterince önem vermediği sorusu da her geçen yıl daha da önem kazanıyor. Mesleki teknik liselerin öğrencilerini yükseköğretime hazırlamadığı, bu okullara ucuz ara eleman yetiştirmek için önem verildiği bir kez daha su yüzüne çıkıyor.
Bu arada tercih yapanlar arasında fen liselilerin bile (çok az sayılarda da olsa) ön lisans ve açıköğretim fakültesi programlarını tercih ettikleri görülüyor! Anadolu liselilerin %25’inin ön lisans ve %4’ünün de açıköğretim programlarına girdiği, bu oranların imam hatiplilerde sırasıyla %23 ve %12, meslek liselilerde de %51 ile %12 olması da dikkat çekiyor! Açık lisenin durumunun da meslek liselerinden farklı olmadığını da unutmamak gerekiyor.
Esasında Çizelge 1’de özetlenen veriler, zorunlu eğitimin ne olması gerektiğine yönelik ipuçlarını da içeriyor. Lise öğrencileri, dini öğretim, mesleki öğretim ve açıköğretim gibi çok değişik programlarda öğrenim görüyor. Lise türüne göre başarı farkı sorunu, sınav sorularının ortaöğretim öğrencilerinin tek programda okuyormuşlarcasına hazırlanmasıyla ilişkili oluyor. Bir başka neden de okulun kent merkezinde-varoşlarda-taşrada ya da devlet-özel okul olmasından, özel okullar arasındaki farkın da bilimsel ya da dini öğretime ağırlık vermesinden kaynaklanabiliyor.

Puanı hesaplanan lise son öğrencilerinin %48,5’u tercih yapmış ve tercih yapanların yüzde 34’ü bir lisans programını, yüzde 25’i de ön lisans ya da açıköğretim programını kazanmış. Önceki yıllarda bir programı kazanamamış olanların ise %72,6’sı tercih yapmış ve tercih yapanların %30’u bir lisans programına girerken %30’u da ön lisans ya da açıköğretim programına girmiş.
Bir programda okurken yine YKS’ye girip puanı hesaplanan 277 bin adayın %46’sı (127.649’u) ve bir yükseköğretim programından mezun olup puanı hesaplanan 166 bin adayın %41’i (67.784’ü) bir tercihte bulunmamış!
Adayların YKS’de elde ettikleri ortalama başarı puanının düşüklüğü, liselerin ders konularını öğretmede başarılı olmadıklarını gösteriyor. Lise mezunu olduğu halde sınava başvurmayanların, başvursa da sınava girmeyenlerin, sınava girse de tercih yapmayanların ve de birden fazla kez YSK’ye girenlerin sayısal büyüklüğü ise, liselerin öğrencilere sağlıklı düşünme ve karar verme becerisini kazandıramadığını da düşündürüyor.
YKS’ye başvuran adaylar için, bir programa yerleşememek bir sorun olduğu gibi, bir programa yerleşenler arasında yaşadığı yöre dışındaki üniversiteleri kazananlar için ise ödeyeceği kira-yurt-yemek içme ve yol parası da büyük bir sorun oluyor. Bir yükseköğretim programını bitirdikten sonra iş bulamama olasılığı da adayların aklından çıkmıyor.
Bir programa yerleşen adaylar için bir başka önemli sorun ise, üniversitelerin AKP’lileşip ‘üniversite’ niteliğini yitirmiş olmasından kaynaklanıyor.
Laik, bilimsel ve kamusal eğitimi savunan ve insanla doğaya değer veren partiler iktidar olmadıkça, piyasacı ve/ya da gerici partiler iktidar oldukça, benzer sorunların artarak devam edeceğini görmek gerekiyor.
1.https://dokuman.osym.gov.tr/pdfdokuman/2025/YKS/YERLEST%C4%B0RME/sayisalbilgiler_ykd25082025.pdf
/././
soL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder