Bazen bir fotoğraf bin sözcüğe bedeldir -Ergin Yıldızoğlu-
Bu kez şanslıyım, önümde iki fotoğraf var. Meclis’in açılışında ve akşamında verilen davet sırasında çekilmiş bu fotoğraflar bugünkü siyasi şekillenmenin, “sağını-solunu”, çok güzel betimliyorlar. Bu bağlamda, bir de aklıma “basking in the glow of power” (İngiliz- “İktidarın ışığında güneşlenmek”) deyimini getirdiler.
Fotoğraflara bakmadan önce sağ ve sol kavramlarını biraz açmakta yarar var. Bu kavramlar, mutlak değil göreli konumları betimler. Sağ kanadı, egemen sınıfların, düzenin iktidar odaklarının yanında yer alanlar, sol kanadı da bu iktidarın karşısında yer alarak, düzeni halktan yana iyileştirmek isteyenler oluşturur. Sosyalistler düzenin sınırlarının ötesine geçmeyi arzuladıklarından solun da solundadırlar. Bu “ince” ayrıntı hemen her zaman sol ile sosyalistler arasındaki olası ilişkileri karmaşıklaştırır.
Meclis’in açılışına CHP ve sosyalist partiler dışında tüm partiler katıldılar. Katılanlar, rejimin liderini, dolayısıyla temsil ettiği politikaları, ideolojiyi ve siyaset tarzını alkışladılar. Akşam verilen davette çekilen fotoğrafta rejimin lideri ortada oturuyor, CHP ve sosyalistler hariç tüm diğer partiler iki yanına sıralanmışlar. Rejimin sözcüsü bir gazete “CHP’siz muhalefet” diyordu.
Bu fotoğrafta lider, kurmakta olduğu rejimin iktidar ve sadık muhalefet kanatlarını birleştiren bir menteşe olarak öne çıkıyor. Bu fotoğrafta ülkenin siyasi coğrafyasının, dinci ve etnik kimlik siyasetine dayanan düzen partilerinden oluşan sağ kanadını görüyoruz.
Tüm bunlar olurken bir mitingde halkla kucaklaşan, hakları ve özgürlükleri genişletmeyi, nihayet Cumhuriyeti savunan CHP, karşımıza sıradan bir “düzen partisi” olarak değil, düzeni değiştirmeyi arzulayan bir parti olarak çıkıyor. Bu konjonktürde CHP siyasetin “sol” kanadını oluşturuyor.
Gündüz Meclis’in açılışında çekilen fotoğraf ise gülünç ve zavallı bir görüntü sunuyor. “Seni başkan yaptırmayacağız” diyen lideri, Demirtaş, hapiste, belediyeleri kayyum altında, entelijansiyası hapiste ama DEM vekilleri, aygın baygın gözlerini süzerek, gülerek, adeta bir “jouissence” (haz-ötesi) içinde lidere bakıyorlar; “basking in the glow of power” deyimi tam da bunlar için.
Bu iki resim bize sosyalist hareketin, bu konjonktürde (!), CHP’yi tüm yapısal özelliklerine ve ideolojik bulanıklığına karşın “süreç olarak faşizme” direnen bir sol parti olarak görmesi gerektiğini söylüyor. Bu saptama doğruysa, sosyalistlerin CHP’ye yönelik benimsemesi gereken doğru yaklaşım da CHP’ye onun hedeflerinin çerçevesi içinde bir eleştirel destek, süreç olarak faşizmi anlamasına, karar vermesine yardımcı olmaya çalışmak biçimde tanımlanabilir. “CHP’yi destekle, laikliği ve Cumhuriyetçiliği savun, sosyalist hareketi inşa et” sloganı bu duruma çok uygundur.
/././
‘Aydınlanma’nın alacakaranlığında..-Ergin Yıldızoğlu-
Kapitalizmin merkezlerinde (Anglosakson dünyada) uzun yıllar küreselleşmenin, teknolojinin (özellikle internet ve dijitalleşme) bizi “bugünden daha iyi” (özgür, demokratik, bolluk) günlere taşıyacağı anlatıldı. Artık başka şeyler konuşuluyor. Geçen hafta Anglosakson dünyanın saygın yayınlarında (Foreign Policy, Project Syndicat, New Statesman, New York Times) yine bu “şeyler” vardı: Küreselleşme ve teknoloji, özgürleşme yerine dağılma, yıkım getiriyor; toplumlar parçalanmış, demokrasiler yorgun; tanık olduğumuz şey, yalnızca ekonomik ya da siyasal bir çöküş değil, modernitenin çözülmeye başlamasıdır. Küreselleşme, yerinden edilmenin, kutuplaşmanın ve öfkenin motoru haline geldi. Çin şoku, finansallaşmanın sınır tanımazlığı, tedarik zincirlerinin kırılganlığı, derinleşmeye devam eden gelir dağılımı uçurumu altında “ilerleme” (“Her şey daha iyi olacak”) inancı yerini “Hiçbir şey eskisi gibi değil” duygusuna bıraktı; “Batı artık yıkılıyor”.
Aydınlanmadan bu yana kapitalizmin merkezlerinde, “ilerleme” seküler bir inanç gibi yaşandı: Gelecek bugünden iyi olacak; akıl, bilim ve serbest piyasa insanlığı cehaletten kurtaracak. İki yüz yıldan fazladır, “kapitalist gerçekçilik” kurumları, siyaseti, bireysel hayalleri biçimlendirdi. Bugün gelecek artık umut vermiyor; tehdit ediyor.
Tarihçi Christopher Clark’ın dediği gibi, kriz “gözlerimizin önünde, kafalarımızın içinde” yaşanıyor. Modernitenin zihinsel mimarisi çöktü. Bilgiye, piyasaya ve teknolojiye duyulan güven yerini bir tür medeniyet yorgunluğuna bıraktı. Bir zamanlar ilerlemenin güvencesi olan dinamikler, şimdi kaygının ve çöküşün kaynağı.
Bu ortamda Aydınlanmanın günümüzdeki, öncülerinin salt akla, veriye dayalı iyimserlikleri artık can çekişen bir uygarlığa ağıt gibi. “Orta yolun” savunucuları, normların ve kurumların çözülüşünü izliyor ama müdahale edemiyorlar. Akıl, artık toplumsal bir otorite değil. Rasyonel bir geleceğe duyulan inanç, öfkenin, nostaljinin gürültüsü altında eridi.
Berlinli sosyolog Andreas Reckwitz bu yeni durumu “kayıplar uygarlığı” olarak tanımlıyor. Kayıp yalnızca ekonomik ya da ekolojik değil, anlamın kaybı da büyük bir kargaşa kaynağı. Batı toplumları, yüzyıllardır “daha fazla, daha iyi” inancıyla yaşadı. Şimdi “artık daha az, giderek daha kötü” duygusu, umutsuzluk, toplumsal bilince giderek egemen oluyor. İklim yasını, merkez ülkelerde hızla yaşlanan nüfusu, çözülmüş altyapıları, kırılgan demokrasileri, savaşları ve nihayet soykırımı birleştiren ortak bir his var: gelecek artık umut değil, yük.
Tüm bunlar, kapitalist uygarlığın bir kez daha kendi sınırlarına dayanarak çürümeye başladığını gösteriyor. “İlerleme”, “kayıpların” giderilebileceği inancı çöktü ve artık dinci ve ırkçı faşizm(ler)in yükseldiği bir dünyadayız.
BAŞKA BİR GELECEK...
Peki, “ilerleme inancı öldüyse geriye ne kalır?” Bir yaklaşım, daha doğrusu “kapitalist gerçekçilik” kayıplarla yaşamayı öğrenmeyi öneriyor. Bu yaklaşıma göre, “Sürdürülebilirlik politikaları -sağlık sistemini, demokrasiyi, gezegeni korumaksınırsız büyüme fetişinin yerini alabilir, ekolojik bilinç de sınırları kabullenmeyi bir gerileme değil, olgunlaşma biçimi haline getirebilir.” Sorunların kaynağı, kapitalist üretim tarzını veri alan bu yaklaşım, aslında bir çözümsüzlüğü sergiliyor.
Aydınlanmanın, modernitenin tükendiğine ilişkin savlar ise bu iki akımın, dinamizmini sınıf çelişkilerinden alan bir kapitalist tarih içinde şekillendiğini; bir karanlık yüzlerinin de olduğunu görmek istemiyor. Söz konusu krizler, “tükenişler”, umutsuzluk aslında, bu “karanlık yüzün” bir yüz yıl sonra emperyalist savaşlarla, faşizmle, soykırımla yeniden öne çıkmaya başlamasının semptomlarıdır.
Modernitenin “yarın bugünden iyi olacak” inancı çözülürken moderniteye içkin isyan ve yenilenme dinamikleri şimdi “Yarın başka bir dünya olmalıdır” demeyi gerektiriyor. Bu başka dünyada, Aydınlanmanın birey, verimlilik ve kâr merkezli aklını terk ederek, doğaya, insan ve topluma ilişkin farklı ve koruyucu bir aklı benimsemek gerekiyor. Kapitalist uygarlığı aşarak uygarlığın önünü açmanın yolu bu “karanlık yüzle” hesaplaşmaktan geçiyor. Kapitalist gerçekçilikten çıkamazsak “yarın, asla bugünden daha iyi” olmayacak!
/././
Erdoğan’ın ‘meşruiyet’ müttefikleri -Mehmet Ali Güller-
AKP’nin 24 yıldır iktidarda kalabilmesinin nedenlerinden biri “muhalefet partilerinin başarısızlığı”ysa bir diğeri de Erdoğan’ın muhalefet liderlerini sıra sıra kendine müttefik yapabilme becerisidir. Kuşkusuz ikisi birbirinin bütünleyenidir.
Bu ilişkinin en tipik örneği Erdoğan-Bahçeli ilişkisidir. Bahçeli yıllar önce, en hafifinden “Senden cumhurbaşkanı olmaz” diyordu, bugün Erdoğan’ın en büyük dayanağı oldu. (Bu dönüşümde MHP’ye yönelik kaset ve yargı operasyonlarının rolü, MHP’nin siyasi tarihini yazacak araştırmacıların konusu olacaktır.)
DEM’DEN ERDOĞAN’A MEŞRUİYET
DEM liderlerinin 1 Ekim’deki TBMM açılışında Erdoğan’a bakışlarını yansıtan fotoğrafları sosyal medyada çok tartışıldı. O fotoğrafların iki temel özelliği vardı.
Birincisi, “Seni başkan yaptırmayacağız” çizgisinden “başkanı ayakta karşılamaya, başkana meşruiyet dayanağı” olmaya dönüşümün fotoğrafıydı. İkincisi de “CHP’nin ‘demini’ alma operasyonunun” geldiği duraktı.
Kimi DEM’liler bu dönüşümü “Ama o Demirtaş’ın çizgisiydi” diyerek geçiştirmeye çalışıyorlar. Oysa partinin de çizgisiydi. Nitekim sonraki seçimlerde de DEM o çizgiyi sürdürdü. Örneğin Pervin Buldan son seçim öncesinde şöyle dedi: “Anayasaya göre üçüncü kez aday olamazsınız Erdoğan. Üçüncü kez olamazsın. Bu, çok açık ve nettir. Adaylığı meşru değildir.”
Sonuçta Erdoğan’ı “meşru cumhurbaşkanı görmeyen” DEM çizgisi, Erdoğan’ı meşru gören çizgiye dönüşmüş oldu.
DEM’İ CHP’DEN KOPARMA OPERASYONU
DEM’deki bu dönüşüm sadece bir yılda oldu. Aynı bir yılda şu da oldu: CHP’nin yeni lideri, çokça eleştirdiğimiz “normalleşme/ yumuşama” çizgisiyle Erdoğan’ı geçen yıl TBMM’de ayakta karşılarken, bu yıl “Meşruiyet yok” diyerek protesto etti, oturarak bile karşılamadı. Bu dönüşüm de bir yıl sürdü. Bu bir yılda iktidarın CHP’yi hedef alan çok boyutlu operasyonları yaşandı; belediyeleri, İstanbul il başkanlığı, kurultayları hedef alındı. Yani CHP’nin “aldığı ders” hayli ağır oldu.
DEM ve CHP arasındaki ters dönüşüm arasında da bir ilişki var elbette. Bir yıl öncesine kadar, AKP-MHP koalisyonu CHP’yi “demlenmekle” suçluyordu. Demlenmek, iktidarın CHP ile DEM’in seçim işbirliğine göndermesiydi. Ama sadece siyasi bir gönderme değil, operasyon gerekçesi yapılan suçlamaydı. CHP-DEM seçim işbirlikleri, iktidara göre CHP’nin “terörle işbirliği” anlamına geliyordu ve bu şekilde kazanılan belediyelere “terörle iltisaklı” diyerek operasyonlar yapıldı, belediye başkanları tutuklandı.
Sadece bir yıl sonra, Erdoğan DEM liderleriyle işte o fotoğrafı verdi. CHP’yle seçim işbirliği yaparken “terörist” sayılan DEM’liler, iktidarın açılımının öznesi yapılarak hem “meşruiyet” kazandılar hem de Erdoğan’ın “meşruiyet” dayanağı oldular.
Böylece Erdoğan-Bahçeli ikilisi, CHP-DEM seçim işbirliğini kendi hukuklarına göre suç sayıp, DEM’i CHP’den koparıp “açılım” üzerinden müttefik yapmış oldular. Kuşkusuz arada Öcalan’ın rolü ve Öcalan üzerindeki “devlet yetkililerinin” becerisi de var.
BAŞINI DİK TUTABİLMEK
Şu bir yıl ne çok derslerle dolu muhalefet partileri açısından. Kendilerini “dar siyasi çıkarlarla” Erdoğan’a müttefik yapanlardan ABD’nin “yeni Ortadoğu düzeni” içinde müttefiklik yaparak “çifte meşruiyet” arayanlara...
Erdoğan, 24 yıldır liberalleri, dönek solcuları, sağcıları, milliyetçileri, ülkücüleri, ulusalcıları, laik Kürtçüleri, İslamcı Kürtçüleri, NATO’cuları, her türden Batıcıları, Avrupacıları, Amerikancıları, Saraycılık meraklısı sanatçıları, yükselemediği mahallesinden kaçanları, operasyon baskısıyla partisinden topuklayanları sıra sıra kendisine müttefik yapabildi.
Tüm bu müttefikler, başını dik tutabilmek için kalemini dik tutan 20’li yaşlarındaki gazeteci Furkan Karabay’ın tırnağı bile olamadılar kısacası.
/././
Bölgesel mekanizma ihtiyacı -Mehmet Ali Güller-
İsrail’in ABD desteğinde Gazze’yi, Lübnan’ı ve Suriye’yi işgali ile Yemen’e, İran’a ve Katar’a saldırısı, bir bölgesel mekanizma ihtiyacının en temel nedenidir. Özellikle ABD’nin güvenlik garantisine sahip Katar’ın bile saldırıya uğraması, bu ihtiyacı daha yakıcı hale getirdi.
Nitekim Bahçeli “TRÇ: Türkiye-Rusya-Çin ittifakını” önce “ABD-İsrail şer koalisyonuna” karşı diye önermiş ama sonra “düzeltmek” zorunda kalarak TRÇ’nin NATO’ya karşı olmadığını belirtmiş, hatta NATO’nun bütünleyeni gibi rollerle tarif etmişti.
Ben de 20 Eylül’de bu köşede “Türkiye, İran, Mısır, Suudi Arabistan ve Pakistan işbirliğiyle oluşturulabilecek bir beşli güvenlik mekanizması” önermiştim ve ancak böyle bir mekanizmayla, “ABD-İsrail saldırganlığının durdurulabileceğini” savunmuştum.
Fidan’ın mekanizma önerisi Dışişleri Bakanı Hakan Fidan da bölgenin bir mekanizmaya ihtiyacı olduğunu savunuyor. Hatta TRT’deki söyleşisinde bunun pakt, platform, anlaşma, konvansiyon olabileceğini savundu. Gerçi adları iddialı ama Fidan, önerisinin birinci amacının caydırıcılık olmadığını, karşılıklı güven oluşturmayı esas aldığını belirtti. (TRT Haber, 4.10.2024)
Dolayısıyla Fidan, kendi bölgesel mekanizma önerisine, Bahçeli’nin başladığı “ABD-İsrail şer koalisyonuna karşı” noktasından bile geride başlamış oldu. Umarım dönüşümü Bahçeli’ninki kadar hızlı ve geniş çerçeveli olmaz.
TRUMP’IN ERDOĞAN’DAN İSTEDİĞİ
Fidan’ın başladığı yer şu bakımdan da önemli. Fidan doğrudan söylemiyor ama tarifinden, düşündüğü mekanizmanın, Trump’la görüşen “sekiz ülke” olduğu anlaşılıyor. 23 Eylül’de New York’ta Trump’ın ev sahipliğinde toplanan Türkiye, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Endonezya, Pakistan, Suudi Arabistan, Katar ve Mısır’dan oluşan bu sekiz ülkenin dışişleri bakanları, Trump’ın Gazze planını “memnuniyetle karşılağıdığını” ilan etti son olarak. Fidan bu sekizli mekanizmayı, Trump’ı bir plan hazırlamaya mecbur eden mekanizma gibi resmetti. Ancak öyle olmadığı ortada. Zira önce Pakistan, ardından da Mısır, özetle “New York’ta ele alınan plandan farklı” diyerek yorumlamıştı Trump’ın Gazze planını.
Kaldı ki Trump’ın şu sözleri de Fidan’ın resmetmeye çalıştığı manzaradan farklı bir manzaraya işaret ediyor: “Erdoğan çok yardım etti. Sert biri ama benim arkadaşım ve süper biri. Bibi (Netanyahu) plana karşı iyi. İyi olmak zorunda. Başka bir seçeneği yok. Ben söz konusu olunca, iyi olacaksın.”
Açık ki Erdoğan ile Trump’ın Beyaz Saray’da konuştuğu başlıklardan biri de buydu ve Trump, Erdoğan’dan Hamas’ı kendi planına ikna etmesini istedi.
İRANSIZ MEKANİZMA OLMAZ
Gelelim işin esasına. Bir bölgesel mekanizmaya neden ihtiyaç duyulmaya başlandı? Çünkü ABD destekli İsrail saldırganlığı sürüyor. Gazze bitse, Lübnan ve Suriye’de sürebileceği olasılık. Dolayısıyla kurulacak bir mekanizmanın çıkış noktası “ABD-İsrail ikilisine karşı” olmasıdır.
Peki Fidan’ın önerdiği mekanizmanın çıkış noktası bu olabilecek mi? Mesele budur ve Fidan’ın açıklamalarından anlaşılan, “ABD’yle işbirliği yaparak çözüm arayan” bir mekanizma düşünülüyor.
Öte yandan içinde İran’ın olmadığı bir güvenlik mekanizması, mekanizmanın çıkış ihtiyacına uygun değildir. Dahası “emperyalizmle işbirliği arama” perspektifi, mekanizmanın zamanla emperyalizmin İran karşıtı siyasetlerine uyum göstermesi riskini doğurur.
TÜRKİYE’NİN İKİ DENEYİMİ
Türkiye’nin bu konuda iki zıt güvenlik mekanizması deneyimi var zaten. Birincisi Mustafa Kemal’in dış politikasının eseri olan Sadabad Paktı’dır; 1937’de Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında imzalanmıştır. İkincisi de Bağdat Paktı ya da diğer adıyla CENTO’dur; 1955’te Türkiye, İran, Irak, Pakistan ve İngiltere arasında imzalanmıştır.
İki mekanizma arasındaki temel fark, bölgenin çıkarlarını mı yoksa emperyalizmin çıkarını mı esas aldığıdır!
Ne yapmalı?-Mehmet Ali Güller-
TBMM resepsiyonu fotoğraflarına özne yapılan kimi muhalefet partisi liderleri, o fotoğrafların hâlâ konuşuluyor olması nedeniyle ana muhalefet partisi “çevresini” suçluyor ama fotoğrafların gündemde kalmasına doğrudan iktidar katkı yaptı.
Erdoğan hem Azerbaycan dönüşünde “uçağa akredite gazetecilere” yaptığı açıklamalarda hem de grup toplantısındaki konuşmasının önemli bir bölümünde o fotoğraflara değindi ve şu mesajı verdi: “Resepsiyonda çekilen fotoğraf karesine gelirsek. O kare, gerçek Türkiye fotoğrafıdır.” (AA, 8.10.2025)
İşte o resepsiyonun da o fotoğraflar için muhalefet liderlerinin odaya çağrılmasının da esas hedefi buydu. Erdoğan, “Erdoğan merkezli bir siyaset fotoğrafı” vermek istedi.
FOTOĞRAFLARIN ÜÇ MESAJI
O fotoğrafların iki iç politika mesajı var: İlki, ABD’den “Trump’ın verdiği meşruiyet” açıklamasıyla eli zayıf dönen Erdoğan, CHP’ye “TBMM meşruiyetini” göstermek istedi. İkincisi de CHP’yi yalnızlaştırma amacıyla diğer muhalefet partilerine bir çağrı yapmış oldu.
Bana kalırsa o fotoğrafların üçüncü olarak, bir de dış politika mesajı var. ABD Büyükelçisi Barrack’ın ifadesiyle “Trump’ın meşruiyet verdiği”, Trump’ın ifadesiyle “Hileli seçimleri iyi bilir” dediği Erdoğan, Beyaz Saray’a “kendi meşruiyetini” bu fotoğraflarla göstererek “elim zayıf değil” mesajı vermek istedi.
ERDOĞAN’IN AJANDASI
Erdoğan açıkça eski AKP’lilere, eski MHP’lilere ve DEM’lilere “ittifak” çağrısı yaptı o fotoğraflarla. Ajandayı bazı AKP’liler açıkladı zaten: 2026’da yeni anayasa, 2027’de seçim.
Erdoğan’ın bu ajanda için DEM’li milletvekillerinin oylarına ihtiyacı var. Yeniden açılım başlatmalarının nedenlerinden biri de buydu.
Nitekim Erdoğan grup toplantısında yeni anayasa hedefini ortaya koydu ve çıkarılmasında “bu dönemki parlamentodan umutlu olduğunu” söyledi, “Milli meselelerde sağlayacağımız geniş uzlaşmalarla Meclis’in yeni yasama yılını en verimli şekilde değerlendireceğiz” dedi. (AA, 8.10.2025)
Erdoğan’ın “DEM’le gelecekte neler yapabileceklerine” dair uçaktaki mesajı da bu bakımdan anlamlıydı: “DEM grubuyla da orada bir araya geldik, sohbetlerimiz oldu. Bu sohbetlerin dışında da geleceğe yönelik neler yapılabilir? Bunları konuşma, görüşme fırsatımız oldu. Bundan sonrası da inşallah hayır olur diye düşünüyorum.” (AA, 8.10.2025)
TBMM’DEKİ SLOGAN
DEM de bu durumu fırsata çevirmeye çalışarak işi TBMM grup toplantısında Öcalan için slogan attırmaya kadar götürdü ve açık açık “Öcalan’ın özgürlüğünü” esas gündem haline getirdi.
İktidar cephesinden kimi isimler slogan attırılması nedeniyle DEM’i suçluyor. Oysa DEM’lilerin “Biji Serok Apo” sloganı, MHP Genel Başkanı Bahçeli’nin Öcalan için kullandığı “kurucu önder” sıfatının tamamlayanıdır. Sloganın TBMM grup toplantısında atılması da Bahçeli’nin “Öcalan gelsin TBMM’de (DEM grup toplantısında) konuşsun” çağrısına uygundur.
Nitekim Bahçeli de yine “kurucu önder Öcalan”ı övdüğü, kurucu parti CHP’ye vurduğu bir MHP grup toplantısı yaptı. “Eğmeden, bükmeden söylemeliyim ki PKK’nın kurucu önderliği elini taşın altına koymuştur” diyen Bahçeli, TBMM’deki açılım komisyonunun İmralı’da Öcalan’la yüzyüze görüşmesini istedi, “Bunda çekinecek bir husus görmüyorum” dedi. (Cumhuriyet, 7.10.2025)
CUMHURİYET’İ YAŞATMAK
Tablo ortada. İktidar cephesi açıkça kozlarını ortaya koyuyor. Mesele muhalefetin ne yapacağıdır.
Cumhuriyet yazarı Ergin Yıldızoğlu’nun 6 Ekim’de köşesinde ortaya koyduğu şu üçlü formül, tartışılmalıdır: “CHP’yi destekle, laikliği ve Cumhuriyetçiliği savun, sosyalist hareketi inşa et.”
Tartışalım ama bugün bitirirken bir de şu görevimizi ekleyelim: Cumhuriyet gazetesini yaşatmak!
Evet, Cumhuriyet gazetesi bizi, sizi, hepimizi, tüm Cumhuriyetçileri dayanışmaya çağırıyor. Baskı ve ekonomik abluka altındaki Cumhuriyeti dayanışarak, imeceyle yaşatmak, hepimizin görevidir.
/././
Cumhuriyet
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder