Emperyalist çağda spor: Sapma mı, saçmalık mı?-İsmail Sarp Aykurt-
Spor, toplumdaki sınıf örüntüleriyle, ilişki kurma biçimleriyle ve gündelik hayattaki aşikâr eşitsizlikle direkt olarak bağlantılıdır. Bu nedenle emperyalist çağdaki “sporun” yeniden üretilmesi zaruridir; bir diğer zaruriyet ise yeniden üretmek için onun topyekün parçalanması gerektiğinin kabulü olacaktır.
Gerçekten de ayaktopunun tarihsel öyküsünde sıkıştığımız noktalar arasında neler var?
Yoksa yine romantizmin dram kokan sokaklarında gezinmeye devam mı edeceğiz?
Papazın Çayırı’nda, Mekteb-i Sultani’nın avlusu Grand Cour’da ya da Şeref Stadı’nda meşin yuvarlağın peşinde miyizdir ısrarla?
Aslında modern olimpiyatların burjuva simalarının en önde geleni Baron de Coubertin’in, “sosyal barışı” sağlamak için her kasabada bir futbol kulübünün kurulması gerektiğini belirtmesinin üzerinden bir asır geçti. 1921’de böyle konuşan Coubertin’in, 1901’de de “kadınların rolü, erkeklerin galibiyetini takdir etmektir” dediğini ve çok geçmeden bu sözüne “kadın sporları doğanın kurallarına aykırıdır” diye ilave yaptığını biliyoruz.
Coubertin’in, bu yüzyıldaki hempalarının tüm bakış açıları reddedilmelidir.
***
Geçen yüzyıl, futbolu ileriye götürmüş değil, tam aksine gözümüzden düşen bir “oyun” duruyor önümüzde.
Yukarıdaki hazin romantik ruhsal durumumuzu artık terk etmek zorundayız. Bu, tavsiye niteliğinde bir karar da değil; çoktandır bir mecburiyettir bizim için.
İzlemek istediğimiz elimizden alınmış, pek de hükmümüz kalmamıştır.
Ticarileşen sporlar ve sistemin dayattığı “başarı ideolojisinin” girmediği tek bir alan yok.
Peki, hali hazırda kapitalist sistemde neler oluyor? Şirketler sporu küresel genişleme ve yaygınlaşma için bir araç olarak kullanıyor, yeni küresel pazarlar arıyor, “sportswashing” yani “sporla aklama ve aklanma ideolojisi” kimi ülkelerin siyasi düzlemlerini tahkim etmeleri için yardıma çağrılıyor, “elitleşen” sporda ve “elitleşen” spor fikri ve sporcularda kariyerizm zirve görüyor, markalaşma, sponsorluklar, transfer piyasası, transferlerin medyası vb. derken bir “mutluluk/eğlence endüstrisi” de hüküm sürüyor.
Yoksa neden ülkemizin güzide kulüplerinin transfer rekorları kırması bizi mutlu etsin ki? Neden temel sorunlarımızın üstünü örtebilsin bu transfer rekorları?
Bu durum, patronların tekelinde olan futbolun ideolojik etkisinin hiç de azımsanmaması gerektiğini bize kanıtlıyor.
Öyle ana akım spor medyasında resmedilen spor dünyaları, sporu insancıl ve erişilebilir hale getirmiyor; tam aksine toplumsal eşitsizlikleri gözler önüne sererken ve şu algıyı beraberinde getiriyor: Neden olmasın?
Futbol izlemek, bir sporu icra edebilmek paralı ve pahalı ama hayal satmak dibine kadar beleştir yani...
Şirketler, aslında tam da bunun için var. Sektör hâline gelen sporda isimler, reklamlar, logolar, ürünler, kulüplerin tarihi, kültürel birikimleri ya da aklınıza ne geliyorsa sporla ilişkilendiriliyor ve şirketler para harcadıklarında, bir satış ve gelirden daha fazlasını arıyor. Spordan haz alabilmeyi kendilerine bağlayıp, bunun ideolojik kabulü için büyük bir uğraş içindeler.
Başarısız sayılmazlar...
Yoksa “Zengin bir İngiliz ailesinden, özel bir banliyö kulübünde tenis oynayan 11 yaşındaki beyaz bir kızın, ebeveynlerinin asgari ücretli fabrika işçisi olduğu eski bir Galler maden kasabasında sokak kriket maçında oynayan Asyalı bir çocuktan farklı spor deneyimleri olduğunu” (Coackley & Park, 2024) iyi biliyoruz.
Ama bilmek ve haklı olmak hiç bir zaman yetmez; çünkü bilmekle kalıyoruz.
Kapitalizmin emperyalist çağında, sporun birleştiriciliği ve insanlığa “eşit” sunumu iddiası insanlara yine ve yeni bir hayal endüstrisi metası pazarlamaktan ileriye gitmemekte, yanılsamadan başka bir anlama da gelmemektedir. 1980’li yıllardan yani hem yurt içinde 12 Eylül Darbesi ve Özalist 24 Ocak deregülasyon (özelleştirme) programı açısından hem de küresel spor aktörleri için ve bilakis 1991 sonrası Post-Sovyet dönemde, birçok insan spora düzenli, eşit fırsatlarda katılma ve bunu sürdürme olanaklarını finansal açıdan yitirdi.
Milyon dolarlık sponsorluk anlaşmalarına, futbolcu yatırımlarına varan o yol böyle açıldı işte. Herkeste yine aynı soru, bu paralar nereden geliyor? Sorunun cevabı için önce bu işin kaynağına uğramayı ihmal etmeyeceğiz.

Yaşananlar, asla bir “sapma” değil. Toplumda kendisine yer arayan ve kimi zaman bunu bir “taraftar” olmaya indirgeyen ve bunu yeniden üreten birçok insan için “hikâyeler” büyük anlam taşıyor. Çünkü spor ve sporcuların çevresinde dönen bu hikâyelerin bir söz dağarcığı, aurası ve cazibesi vardır.
Emperyalist çağda spor, bir cazibe üretim merkezidir. Futbolda cazibe ile ekonomi doğru orantılıdır.
Futbolun, sistemin en kirli olmasına karşın en çok alıcı bulan hâlinin tercümesi de bir ölçüde buraya yaslanıyor. Marx’ın Demokritos ile Epikuros’un Doğa Felsefeleri’nde söylediği, “Olayları gözlemleyip de onlardan görünmeze ilişkin sonuçlar çıkardığımız zaman, efsane ortadan kalkacaktır” sözünün anlamı ve yüklediği sorumluluk ile emperyalist çağdaki spor paradigması arasında mesafe ise oldukça kısa...
Mesafe kısa, pabuç ise pahalı...

***
Spor ve onun sistem tarafından en çok pohpohlanan dalı futbol, işçi sınıfına ait olduğu dönemden ve reel sosyalist deneyimden bu yana hiç bu kadar kristalize bir sınıfsallığa erişmemişti. Ancak bu kez futbol, uzun zamandır nehrin karşı kıyısında ve “karşı devrimci” bir pozisyona yerleşmiş durumda.
Futbola hiç olmadığı kadar uzak düştük, celladımıza aşık olduk, taraftarlığı hiç bu kadar acemice üstümüze giymemiştik.
Bunlar hem ideolojik hem de toplumsal sorunlarımızdır, üstümüze yapışmıştır.
Dünyanın dört bir yanındaki ekonomik kaynakları kontrol eden, sporla ilgili her tür kararı kendi çıkarları üzerinden uygulamaya koyan futbolun egemeni burjuva klik, zenginliğin ve gücün rekabetçi başarı yoluyla elde edileceği inancını futbol üzerinden de yaymakta oldukça mahirdir. Sosyolog Harry Edwards, bunu şu sözlerle açıklıyor ve haklıdır: “Daha şimdiden çocuklardan, izlemeye maddi güçlerinin yetmediği oyunları oynamalarını beklediğimiz bir durumdayız”. Oysaki düşük gelirli hanelerden gelen, asgari ücrete mecbur edilen ailelerin çocuklarının, özel spor tesis ve ekipmanlara erişimi sınıfsal olarak ya kısıtlı ya da imkansızdır.
Madem bu durum eşitsiz ve uçlardadır, o halde isteklerimiz ve sevinçlerimiz kesin olarak ayrılmalıdır.
***
Futbol ve spor yeniden kazanılmalıdır.
O nedenle, ne futbol ne de diğer hiçbir branş bir “saçmalığa” indirgenemeyecek, önemsizleştirilemeyecek ve “günah keçisi” ilan edilemeyecek olsa da emperyalist düzenin verdiği zarar küçümsenmemeli ve bir sapma olarak da görülmemelidir.
Çünkü kapitalizmde olacağı budur. Bu, bir rota sorunudur.
Şiddet, cinsiyet ayrımı, düşmanlık, kurumsal, toplumsal, bölgesel eşitsizlik, başarı kazanma hırsının çürütücü etkisi, sözde spor medyasının bıraktığı tahribat ve tortu, sponsorların ve egemen kurumların sportif diktatörlüğü...
Spor, toplumdaki sınıf örüntüleriyle, ilişki kurma biçimleriyle ve gündelik hayattaki aşikâr eşitsizlikle direkt olarak bağlantılıdır. Bu nedenle emperyalist çağdaki “sporun” yeniden üretilmesi zaruridir; bir diğer zaruriyet ise yeniden üretmek için onun topyekün parçalanması gerektiğinin kabulü olacaktır.
/././
Che'nin mirası -Esin Saraçoğlu-
Che’nin ölüm yıldönümünde arşivden bir yazıyı paylaşıyoruz: “Özetle Che'nin Küba sosyalizmine bıraktığı miras, sosyalizmin kuruluşu sorununu ekonomik rasyonalitenin dar kalıpları içinde değil komünist iradede görme yaklaşımıydı.”
Küba devriminin liderlerinden Ernesto Che Guevara'nın ölümünün 58. yıldönümü vasıtasıyla 2010'da soL'da yayımlanan Esin Saraçoğlu imzalı yazıyı bir kez daha okuyucularımıza sunuyoruz:
Sosyalizm mücadelesi, ölümlerinin ardından da esin kaynağı olmaya devam eden sayısız kahraman yarattı neferleri arasından. Sosyalizm mücadelesinin kahraman neferleri içinde Che, dünyanın herhangi bir ülkesindeki bir devrimcinin belki de en kolay özdeşlik kurabildiği figür. Sosyalizm düşüncesiyle yeni tanışan bir genç için düşüncesini en dolaysız biçimde dışa vurabildiği sembol.
Che'yi böylesi bir sembol düzeyine çıkaran pek çok özelliği var. Bedeninden geriye hiçbir iz bırakmamak için uğraşan katillerinin çok da isabetli biçimde fark ettikleri, fakat soysuz çabalarını boşa çıkaran bu özellikleri Fidel'den daha iyi özetlemek mümkün değil: “... Che simge olmak için tüm erdemlere, tüm insani ve manevi niteliklere sahip olmakla kalmazdı, apaçık, dosdoğru bakışlarıyla, önüne geçilmezcesine eylem için biçimlenmiş karakterini dışa vuran, hem yüksek bir zekâyı, hem de tertemiz bir ruhu yansıtan yüzüyle, bir simgenin görünümüne de sahipti...”[1]
Fidel, Che'nin ölümünün hemen ardından çocuklarımızın nasıl olmasını isteriz sorusunu “Che gibi olmalarını isteriz” diye yanıtlıyor. Çünkü çalışmaya karşı tutumu, eğitime yaklaşımı, her şeyde öncü olma isteği, en zor görevlere aday olmakta duraksamaya bir an yer vermeyen cesareti, başkaları için onu her an ölmeye hazır kılan fedakarlığı, dayanışmacılığı, özü sözü bir deyişine uygun kişiliğiyle Che, sosyalizm mücadelesi veren bir halk için en kusursuz örnek. Sadeliği oranında kusursuz, neferliği oranında kahraman...
Arjantinli Che'yi Küba'nın evladı yapabilen, adı nerede anılırsa orayı Che'nin evi haline getiriveren şey, Che'nin “yerinde duramayan” bir devrimci olmasından çok tüm bu özellikleriyle sosyalizmin hedeflediği insanı temsil etmesindendir. İnsanın içindeki cevheri kanıtlamasındandır. Che'nin giriştiği mücadele, bu yanıyla, Che'yi kahraman kılan, olağanüstü yapan koşullara karşı verilen bir mücadeledir. Che gibi olmak için gereken tüm cevheri içinde taşıyan adsız insanın o cevheri gösterebileceği koşulların yaratılması mücadelesidir.
Bu mücadelede en önemli duraklardan birisi, zaferden sonra Küba'da girişilen sosyalist inşa süreci. Halkların başı dik durmak, eşitlik ve özgürlük ilkelerini kovalayan bir toplum kurmak için sahip oldukları cevheri kanıtlayan ve aynı Che gibi son derece değerli bir simge olan Küba sosyalizminin inşa sürecine Che'nin kattıkları ne yazık ki Türkiye'de çok fazla bilinmiyor.
Küba devrimi için verilen mücadeleye doktor olarak katılan Che, doğasının sınır tanımazlığını kanıtlarcasına hepsi de kilit nitelikte pek çok farklı görev üstleniyor süreç içerisinde. Devrimden hemen sonra Küba'nın özel elçisi olarak Bağlantısızlar grubundaki ülkelere bir dizi ziyarette bulunuyor. Üç aylık ziyaretler trafiğinin ardından Küba'ya döndüğünde, Ulusal Tarım Reformu Enstitüsü bünyesinde sanayileşme faaliyetlerinin sorumluluğunu üstleniyor. Birkaç ay sonra Merkez Bankası Başkanı oluyor. 1961 Ocağında Sanayi Bakanlığı görevini üstleniyor. Tüm bu görevlerin altından kimi zaman günde 18 saate varan bir çalışmayla, bilgiye susamış bir öğrenci motivasyonuyla kalkıyor.
Yeni Küba'nın sınai örgütlenmesi ve ekonomik yönetiminin şekillendirilmesinde, eğitim politikasının belirlenmesinde, yönetime işçilerin katılımını teşvik edecek mekanizmaların geliştirilmesinde, bilimsel ve teknolojik araştırmaları üretime uygulamak üzere yeni kurumların yaratılmasında, sosyalist bilinci ve halkın Devrime bağlılığını yükseltecek politikalar üretilmesinde Che'nin son derece önemli katkıları var Küba sosyalizmine.
Çalışkanlık ve disiplini, iradeciliği, keskin zekası, fedakarlık, dayanışmacılık gibi erdemleri ile Che gibi kahraman neferlerin pratik katkıları, herhangi bir devrimi izleyen herhangi bir sosyalist inşa döneminde önemli hale gelir. Bu dönemler her zaman insanüstü çaba gerektirirler çünkü. Ancak Che'nin özel olarak Küba sosyalizmine bıraktığı mirası anlamak için zaferden sonra devrim kadrolarını karşılayan özgün koşulları anlamak gerekir.
Kübalı devrimcileri zaferden sonra bekleyen, devrimin kitlelerde canlandırdığı daha iyi bir yaşam umudunu acilen karşılama göreviydi. Che 1960 Haziranında yaptığı bir konuşmada devrimin acil görevlerini sıralarken, Küba halkının devrim öncesi içinde bulunduğu yoksulluk koşulları hakkında da fikir veriyor: “en başta gelen amacımız, kimsenin aç kalmamasını ve daha sonra da herkesin üç öğün yemesini sağlamaktır. Bundan sonra, herkesin uygun koşullarda yaşamasını sağlamamız gerekecektir. Bunun arkasından sağlık hizmetleri ve eğitimin parasız olması gelecektir.” [2]
Kübalı devrimcilerin bu acil hedefleri gerçekleştirmek için dayanabilecekleri gelişkin bir ekonomileri yoktu. Tek ürün-tek pazar ekonomisi olarak özetlenebilecek bağımlı bir sömürge ekonomisine sahipti Küba. Dayanılan bu tek ürünün, şekerin pazarı ise saldırı için tetikte bekleyen ABD'ydi. Son derece cılız bir sanayisi vardı ancak bu alan da ABD tekellerinin denetimindeydi. Sermaye birikiminden yoksun ülkede son derece düşük bir üretkenlik düzeyi söz konusuydu.
Özetle eşitlikçi bir bölüşümün öngörülmesi durumunda bile çözüme kavuşturulması kolay olmayan temel bir sorunu vardı Küba'nın. Temel ihtiyaçları karşılayacak kaynakların yaratılması sorunu. Bu sorunun aşılmasında Küba'nın devrimi izleyen süreçte bugüne kıyasla temel bir avantajı sosyalist bloğun varlığıydı. SSCB ile kredi, şeker satışı konulu anlaşmaların imzalanması, maden arama gibi stratejik ve teknik donanım gerektiren konularda ortak adımların atılması, devrimin kadrolarının ilk girişimleri arasındaydı. Che'nin üç aylık diplomatik ziyaretler turu, devrimin gerek siyasi gerek ticari olarak ABD'nin hegemonya alanından çıkma mücadelesinin bir uğrağı olarak görülebilir.
Ancak dış destekle çözülmesi mümkün olmayan içeriyi ilgilendiren bir başka boyutu daha vardı kaynak yaratma sorununun: emek üretkenliğini arttırmak. Emek üretkenliğinin artırılmasında teknik eleman sıkıntısı başlıca açmazlardan biriydi. Che bu açmazı anlatırken Küba'nın cılız sanayisini kontrol altında tutan ABD tekellerinin Kübalıların kazanmasına izin verdiği teknik bilginin, kataloglara bakıp yedek parça sipariş etmekten ibaret olduğunu söylüyor.
Bir başka açmaz, devrimi önceleyen dönemde ABD tekellerinin, Kübalı işçileri kendi ülkelerindeki işçi ücretleri ile kıyaslandığında son derece düşük ancak Küba'nın şeker üreticilerinin gelirleri ile kıyaslandığında oldukça yüksek ücretlere çalıştırması sonucu, işçiler arasında ortaya çıkan irrasyonel ücret farklılıklarıydı. Bu durum işçi sınıfının birliğine zarar vermekle kalmıyordu, ücretlerle üretkenlik arasındaki bağlantının zayıflığı emek üretkenliğini arttırmakta teknik bilgi yetersizliği kadar ciddi bir sorun oluşturuyordu. [3]
Bağımlı sömürge ekonomisinin bir özelliği üretilen temel tarımsal ürünün, şekerin hammadde olarak ihraç ediliyor olması ve işleme tesislerinin geliştirilmemiş olmasıydı. Şeker işçilerinin uzun dönemler boyunca mevsimsel işsizliğe konu olmasına neden olan bu durum, yine emek üretkenliğini baltalayacak şekilde iş disiplini üzerinde olumsuz etkilerde bulunuyordu. [4]
1963-64 döneminde Küba'da devrim kadrolarını içine çeken çok önemli bir tartışma hangi ekonomik yönetim sisteminin benimseneceğine ilişkin tartışmaydı. Emek üretkenliğini arttırma sorunu ile yakından ilişkili bu tartışmada Che'nin benimsediği yaklaşım, Küba'da sosyalist kuruluşa belki de en önemli katkısını oluşturuyor. Che'nin gönüllü çalışmaya, maddi olmayan özendiricilere yaptığı vurgu da yine bu tartışmanın bir parçası olarak okunduğunda gerçekten anlaşılabilir.
Tartışma temel olarak iki ekonomik yönetim sistemi etrafında dönüyordu. Küba'da devrimin ilk yıllarında her ikisi de kullanılan bu yönetim sistemlerinden birincisi, Che'nin savunduğu bütçeye bağlı finansman sistemi (ya da konsolide işletmeler sistemi), diğeri ise ekonomik hesaplama sistemiydi (ya da parasal özyönetim sistemi).
Tartışmanın ikinci cephesi, değer yasasının üretimde egemen tek ölçüt olamamakla birlikte, sosyalist rejimde de işlerliğini sürdürdüğünü ve sosyalist düzende değer yasasının plan aracılığıyla işlediğini öne sürüyordu. Öte yandan Che değer yasasının en gelişmiş biçimiyle kapitalist pazarda işlerlik gösterdiğini, üretim araçlarının ve bölüşüm aygıtı sisteminin toplumsallaştırılması ile pazarlarda ortaya çıkan değişimin değer yasasının işleyişini de değişime uğratacağını, bozacağını savunuyordu. Planlamaya dayalı bir ekonomide değer yasasının bilinçli olarak kullanılmasını reddediyordu. Devlet işletmeleri arasındaki değişimlerde meta kategorisinin varlığını reddediyor ve bu işletmeleri, Yugoslavya örneğinde olduğu gibi, mali özerkliğe tabi birimler olarak kurgulamak yerine, büyük tek bir işletmenin yani devletin parçası olarak kurguluyordu.
Ülkedeki tekil bir işletmenin elde ettiği yüksek kârın yalnızca o işletmelerin işçilerinin geliri olarak görülemeyeceğini, büyük tek bir işletme olan devletin, tüm toplumun geliri sayılması gerektiğini ve ancak bu sayede örneğin stratejik bir alana mevcut anda kârlı olmayan bir yatırım yapılmasının mümkün olabileceğini düşünüyordu. Che, sıkı bir plancı ve tasarrufçuydu. Herhangi bir noktada israf edilen tek bir kuruşun, Kübalılara yeni iş alanları yaratmakta kullanılacak kaynakların israfı anlamına geleceğini söylüyor ve bunu hainlik olarak niteliyordu.
Che, planlama dikey olarak örgütlenirken, planın halk tarafından benimsenmesi için de mekanizmalar yaratılması gerektiğini söylüyordu: "Sanayi bakanlığı dikey bir kuruluştur. Çünkü bu tip bir kuruluşun örgütlenmesi karar almakla yükümlü merkezi bir liderliği gerekli kılar. Aynı zamanda yönetim son derece demokratik olmalıdır, çünkü planları kitlelere götürmenin onlarla tartışmanın kitlelerin onayını almanın bir plan hazırlamakta ve plana rehberlik etmekte kitlelerin katılımını sağlamanın tek yoludur bu." [5] Burada Che açıkça öncülükten, öncünün kitleleri siyasallaştırma görevinden söz ediyor. Bu konuda Küba'nın çok parlak bir sicile sahip olduğunu söylemek mümkün.
Aslında Che'nin bir tarafı temsil ettiği ekonomik yönetim sistemi tartışmasının kendisi, Küba'da daha devrimin ilk yıllarından başlayarak toplumu ilgilendiren kararların büyük bir açık yüreklilikle tartışmaya açıldığını gösteriyor. Bu çok canlı tartışmanın tarafları devrimin öncü kadroları, devrimci hükümetinin önemli pozisyonlardaki “devlet adamları.” Ancak, kol kırılır yen içinde kalır demeyen Küba devriminin kadroları bu tartışmayı, henüz taşların yerine oturmadığı bir dönemde kamuoyu önünde yapıyor.
Che değer yasasının sosyalist bir ekonomide bilinçli olarak kullanılmasını reddederken, insana duyduğu inanca dayanıyordu. Planlama sayesinde yeni toplumsal ilişkileri ortaya çıkarmanın yollarının bulunabileceğini düşünüyordu. Kafamıza kazınmış romantik silüetine rağmen, insanın içindeki cevheri görmek için kendinden çok da uzaklara bakması gerekmeyen Che için insan, soyut bir varlık değildi. Küba devriminin güvendiği insan, çok temel tartışmalara kattığı yanıbaşındaki Kübalıydı.
Che'nin öncülüğünü yaptığı gönüllü çalışma pratiği, paylaşımcılığı bir tür saf idealizm olarak görülmeyecekse, Che'nin merkezi planlama konusundaki ısrarı ve öncülük vurgusuyla birlikte değerlendirilmeli. Küba'da minibrigadlarda belli bir süre için normal sorumluluklarını bırakıp evlerin, okulların, hastanelerin yapımında ve diğer toplumsal programlarda çalışan emekçiler sadece üretimi artırmakla kalmıyorlardı, aynı zamanda muazzam bir eğitim sürecine dahil oluyorlardı. Sosyalizmin ihtiyaç duyduğu yeni insan, biraz da bu çalışmalarda yaratılıyordu.
Özetle Che'nin Küba sosyalizmine bıraktığı miras, sosyalizmin kuruluşu sorununu ekonomik rasyonalitenin dar kalıpları içinde değil komünist iradede görme yaklaşımıydı.
Eşsiz bir iradi çaba sergileyerek kapitalizmin her türlü kuşatma ve dayatmasına karşın sosyalizmden dönmeyen Kübalı komünistlere, bugün içinden geçtikleri zorlu süreçte aldıkları cesur kararlarda, biraz da bu mirasa bakarak güven duymamız gerekir.
Esin Saraçoğlu
[1] Fidel Castro’nun Che’nin 20. ölüm yıldönümü vesilesiyle yaptığı konuşmadan alınmıştır. Konuşma metni için bkz. Ernesto Che Guevara, Ekonomik Yazılar, Yar Yayınları, Çev: Nadiye R. Çobanoğlu, Ekim 2005, İstanbul, s. 5-35.
[2] Ernesto Che Guevara, Sosyalizm ve İnsan, Yar Yayınları, Çev: Nadiye R. Çobanoğlu, 8. Baskı, İstanbul, s. 35
[3] Alper Birdal, "İki Sosyalist Kuruluş Deneyiminin Sürekliliği: Stahanov’dan Che’ye Yeni İnsanı Yaratma Mücadelesi,” Gelenek 92, Aralık 2006.
[4] Alper Birdal, "İki Sosyalist Kuruluş Deneyiminin Sürekliliği: Stahanov’dan Che’ye Yeni İnsanı Yaratma Mücadelesi,” Gelenek 92, Aralık 2006.
[5] “Sosyalizm Tarihinden Portreler, Che Guevera: Devrimi Yaşamak,” Gelenek 49, Mayıs 1995.
/././
DİB Başkanı Arpaguş'un yeni ekibi hazır: Boynukalın soyadını nereden hatırlıyoruz?
Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığına getirilen isimlerden biri Hatice Boynukalın Şenkardeşler. Boynukalın soyadını yakından hatırlıyoruz.
2017’de Diyanet İşleri Başkanlığı’na atanan Ali Erbaş’ın sekiz yıllık görev süresi doldu. Görev süresi uzatılmayan Erbaş'ın yerine AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan imzalı kararla İstanbul İl Müftüsü Prof. Dr. Safi Arpaguş atandı.
Erbaş'ın zenginleşmesi ve skandalları çok konuşulurken, yerine gelen Arpaguş, kimi kesimlerce epey övüldü. Ancak Arpaguş başkanlığı devralırken Erbaş'ın elini öpecekti.

Arpaguş'un yeni ekibinde bilindik bir soyad
Dün Arpaguş'un yardımcıları ve ekibi de belirlendi.
Cumhurbaşkanı Kararı ile Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığına Prof. Dr. Ahmet İshak Demir, Dr. Hatice Boynukalın Şenkardeşler, Dr. Hafiz Osman Şahin ve Dr. Hüseyin Hazırlar atandı.
Cumhurbaşkanı Kararı ile Diyanet İşleri Başkanlığı'na yeni genel müdürlerin ataması da yapıldı.
Din Hizmetleri Genel Müdürü Metin Akbaş, Dini Yayınlar Genel Müdürü Hamza Bayram, Dış İlişkiler Genel Müdürü Ensari Yentürk, İnsan Kaynakları Genel Müdürü Sinan Kazancı, Yönetim Hizmetleri Genel Müdürü Nazif Fethi Yalçınkaya, Rehberlik ve Teftiş Başkanlığı Genel Müdürü Mehmet Arslan ve Strateji Geliştirme Başkanlığı Genel Müdürü Halit Güldemir görevi önceki müdürlerden devraldı.
Arpaguş'un yardımcıları arasındaysa Hatice Boynukalın Şenkardeşler'in ismi dikkat çekti. Kamuoyu Boynukalın soyadını yakından tanıyor.
AKP'li Boynukalın ailesi
Oda TV, Hatice Boynukalın Şenkardeşler'in daha önce Ayasofya İmamı olan Prof. Dr. Mehmet Boynukalın ile aynı aileden olduğunu yazdı.
Hatice Boynukalın, Mehmet Boynukalın ve İbrahim Ertuğrul Boynukalın’ın babası olan Rıfat Boynukalın, AKP’li Abdurrahim Boynukalın’ın da dedesi. Geçen yıl ölen Rıfat Boynukalın için Soner Yalçın, "Nakşibendi Gümüşhanevi Tekkesi’nin kurduğu Gümüş Motor’da Erbakan’la birlikte çalıştı. Sonra Milli Nizam Partisi kurucusu oldu" diye yazmıştı.
Ailedeki önemli isimler şöyle:
AKP’nin önde gelen genç isimlerinden Abdurrahim Boynukalın, partisin eski Gençlik Kolları Başkanı olarak biliniyor. 25. Dönem İstanbul Milletvekili olan, Gençlik ve Spor Bakan Yardımcılığı yapan Abdurrahim Boynukalın hâlâ AKP'nin İngiltere Temsilcisi.
Ailenin en meşhuru, bir dönem "Ayasofya İmamı" olan Mehmet Boynukalın. Bir AKP projesi olan Boynukalın, imamlığı döneminde laiklik karşıtı açıklamalarıyla kamuoyunda tartışmalara neden olmuştu. "Anayasa'dan laiklik kaldırılsın, İslam konulsun" demiş, “Sürekli ‘kadın cinayetleri’ vurgusu, kadını erkeğe düşman etmeye çalışan bir sloganik medya propagandasıdır” diye konuşmuştu. Ortaokul ve lise öğretimini Suudi Arabistan’da tamamlayan Mehmet Boynukalın, Mısır’daki el-Ezher Üniversitesi Şeriat Fakültesi’nden mezun.
Ailenin bir diğer üyesi İbrahim Ertuğrul Boynukalın da Suudi Arabistan müftüsü.
Yaşama hakkı tanınmayanlar!-Ali Rıza Aydın-
Ne unutturabiliyorlar ne de yaşama, sınıfsal savaşıma ve sömürüsüz geleceğe verdikleri güçleri kırabiliyorlar direniş ve devrim insanlarının. (...) Onlar hep aramızda, onlar hep güneşi, yeşermiş ağaçları, akarsuyla oyulan taşları gösteriyor, emek gücünü, umudu ve “Devrim”i gösteriyor.
Serdar Alten, Latif Can, Faruk Ersan, Efraim Ezgin, Salih Gevenci, Hürcan Gürses, Osman Nuri Uzunlar… 47 yıl önceki Bahçelievler katliamında yaşama hakkı tanınmayan yurtsever ve devrimci, Türkiye İşçi Partili yedi genç.
Aramızda olsalardı devrimci savaşıma neler neler katarlardı.
Kurtuluş Savaşında kaybettiklerimizden Üç Fidana, 12 Mart 1971’den 12 Eylül 1980 ve sonrasına uzayıp giden cinayet ve katliamlara, namluların ucundaki aydınlardan Erdal Erenlere, Haziran Direnişinden 10 Ekimlere, çocuk ve kadın cinayetlerinden işçi cinayetlerine, binlerce emekçiden binlerce devrimciye… İçinden çıkılıp güneşin görülemeyeceği yoğunlukta kapkara toprak, kapkara bulutlar.
Ve dünya savaşları, vekalet savaşları. Katliamlar ve göçlerle paramparça edilen toplumlar. Soykırımlar. Bebek ve çocuklarıyla yok edilmeye çalışılan Filistin Halkı.
Bireysel ve toplumsal yaşam hakkına, doğaya militarist yöntemlerle el atanlarla ekonomik, siyasal, toplumsal, kültürel ve ahlaksal ilişkilerin ve el atmaların ayrılmaz bağı var. Kimileri için faili meçhul, kimileri için failleri belli ama cezasız bırakılan birçok olay ve savaşlar, askersel ya da sivil fark etmiyor, sömürücü ilişkilerin sonucu.
“Güç bende” diyen sömürücü düzen devlet ve hukuku da elinde tutuyor. Savaş ve ceza hukukunu yazıyorlar, ardından vekalet savaşçılarıyla, çeteleriyle, katilleriyle bu hukukun dışına çıkıyorlar. Terör hukukunu yazıyorlar, sürekli değiştirip istediklerine terör suçlusu damgası vuruyor, istediklerini tehditlerle ve/veya cezasızlıkla yaşatıyorlar. Terörü yaratıyorlar, terörle savaşım stratejileriyle hukuku ve toplumu yeniden ve yeniden tasarlıyorlar. Yargı organı var ama amacına ulaşmayan yüzlerce sayfa dava dosyasıyla düzene uyumu denetliyor. Hatta kimi zaman zamanaşımı vb. yöntemlerle cinayet ve katliamlara yol veriyor.
Kazanılan hakları tanımamanın, anayasallığa, ulusal ya da uluslararası hukuka uymamanın kulvarlarına bakıldığında bir kulvarda terör eylemcileri, çete adı verilenler görülürken diğer kulvarda hesaplaşmaların, siyasal iktidarların ve yandaşlarının görülmesi hiç şaşırtıcı değil. Egemenlerin sınıflarıyla ve siyasal iktidarlarıyla hukuksal ve anayasal güvencelerin sınırlandırılmasının, değiştirilmesinin, kaldırılmasının, hak gasplarının rızasını halktan almasının, iktidarlarını devamının yolu da bu tür olağandışı, yüz kızartıcı yollarla açılabiliyor. 7 Haziran 2015 ve 1 Kasım 2015 seçimleri arasındaki 20 Temmuz Suruç ve 10 Ekim Ankara garı katliamları; 2017 başkanlı rejim anayasası değişikliğinden önceki Ankara Merasim Sokak (17.2.2016) ve Güvenpark (13.3.2016) katliamları ile 15 Temmuz 2016 darbe girişimi ve devamında ilan edilen OHAL gibi birçok olay bu durumun tipik örnekleri.
Emekçilerin yaşam hakkı, emek güçleri, temel hakları, direnme ve savaşım hakları kendileri yönünden geçerliliği olmayan hukukla tel örgüler içine sıkıştırılırken egemenlikleri de sömürücüler tarafından ellerinden alınıyor.
Yaşama hakkı tanınmayanların diğer hakları kullanamayacakları gerçek ama seri katliamcıların, cinayetleri planlayıp işleyenlerin atladıkları bir gerçek daha var. Yaşamını insanlığa, yurduna, kurtuluşa, toplumsal savaşımlara, devrimlere adadığı için yok edilenler aynı hedefler için yaşamaya, savaşımlara güç katmaya devam ediyorlar. Orhan Gökdemir’in “Faili Meçhul Cinayetler Tarihi”ndeki vurgulamasıyla “sınıf ve iktidar savaşını kanla yürütme geleneği” yaşam hakkı tanınmayanların savaşımlarının birikimleriyle ve sömürüsüz toplum yoldaşlarının savaşımlarıyla yok edilecek ancak.
Behice Boran şöyle diyordu Bahçelievler katliamıyla yaşam hakkı tanınmayan gençler için: “Gencecik arkadaşlarımızdı. Yaşamları çok kısa sürdü. Ama anlamlı bir yaşamdı bu. Yaşları küçüktü ama yürekleri büyük, bilinçleri yüksekti. Yaşamlarının amacının ne olduğunu, ne için dövüştüklerini, bir gün öleceklerse eğer, ne için öleceklerini biliyorlardı. Kendi yaşam ve kavgalarının işçi sınıfının, geniş emekçi kitlelerin, tüm ilerici yurtsever güçlerin yaşam ve kavgalarının bir parçası olduğunun, parti örgütü içinde o kavganın önünde yer aldıklarının bilincindeydiler. Bu içerikle ve bilinçle yaşanan bir yaşam, yıllar olarak kısa da olsa dolu bir yaşam, olgun bir yaşamdır. Gerçekten yaşanmış bir yaşamdır. Uzun, boş, anlamsız, yıllar süren yaşamların hiçbir zaman olamadığı kadar.”
Seri cinayetler… Seri katliamlar... Ordularla ya da vekaletçi çetelerle sürdürülen savaşlar… Kapitalist/emperyalist düzenin yeniden üretimi için her şey serbest. Behice Boran’ın Bahçelievler katliamını 12 Eylül darbesinin yol açıcıları arasında göstermesi tam da buraya oturuyor. Sömürünün serbest piyasayla, serbest düzenle, serbest yıkımla ve kan akıtıcılıkla devamı… Ne sömürüye doyuyorlar ne işgale ne de cinayetlere, katliamlara, soykırımlara.
Ölüm aygıtları, soykırımları, işgalleri, yağmaları, yıkımları, göçe zorladıkları insanları, sanayi ve piyasalarıyla, akıttıkları kanla ve kendilerini haklı gösteren yalanlarıyla savaş aklı barış aklını da güdümüne alıyor. Uluslararası hukuk deniliyor dünya Uluslararası Para Fonuna, Dünya Bankasına, NATO’ya, emperyalizme teslim oluyor. Birleşmiş Milletler deniliyor, devletlerin parçalanması, soykırımlar BM’nin gözü önünde yapılıyor.
Savaş aklıyla özdeşleşen sömürü dünyasının içinde sahte siyaset, sahte demokrasi, sahte hukuk, sahte barışlar… Ateş kes ya da barış adı altında emperyalist tasarım, kapitalist büyüme…
Elbette sürmeyecek, yenilecekler…
Ne unutturabiliyorlar ne de yaşama, sınıfsal savaşıma ve sömürüsüz geleceğe verdikleri güçleri kırabiliyorlar direniş ve devrim insanlarının. Mustafa Suphiler yok edilebildi mi?
Onlar hep aramızda, onlar hep güneşi, yeşermiş ağaçları, akarsuyla oyulan taşları gösteriyor, emek gücünü, umudu ve “Devrim”i gösteriyor.
“Bedreddin baktı kemerlerden dışarı.
Dışarda güneş var.
Yeşermiş avluda bir ağacın dalları,
ve bir akar suyla oyulmaktadır taşlar.”
“Ölmeyeceksiniz / bizim sevgili ölülerimiz”
/././
Düşünsel çoraklaşma karşısında…-Nevzat Evrim Önal-
Çoraklık çağının en temel özelliklerinden biri doğrunun yanlışa, aydınlığın karanlığa kendiliğinden üstün gelmemesi. Kurtuluş için aydınlığın kalabalıklaşması gerekiyor.
İçinde yaşadığımız dönemin en belirgin özelliklerinden birinin düşünsel çoraklık olduğuna aklı başında kimse itiraz etmeyecektir. Akademi, sanat, basın, popüler kültür gibi ideoloji belirlenimli alanların tümünde tarihte benzerine az rastlanır bir sığlık, beceriksiz tekrarlara dayalı bir “aynen”cilik, vasata tapınma hâkim hale geldi. Televizyonlardaki tartışma programlarında hep aynı birbirine benzeyen adamlar homur homur aynı şeyleri söylüyor. Popüler kültür sürekli bir takım basmakalıp, yontulmamış, inceliksiz kimlikler pazarlıyor. Sanatta yeni hiçbir şey yok, yeniyi arayış da yok, eskiyi tekrar bile eskiden iyi olanı bağlamından kopartarak ve içine ederek yapılıyor.
Ne oldu da böyle oldu, buraya nasıl geldik?
Buna kestirmeden “düşünce özgürlüğü yok da ondan” yanıtı veren çok olacaktır. Gerçekten de, insanlara yaptıkları bir espriden, sahne şovlarından, hatta onlar sahnedeyken seyircinin yaptığı tezahüratın içeriğinden dolayı soruşturma açılan, tutuklamalar yapılan bir istibdat döneminden geçiyoruz. Düşünce dünyası bir mayınlı alan gibi, hangi adımı attığınızda hangi “toplumsal hassasiyete” basıp havaya uçacağınız belli değil.
İyi de, bu baskı gerçekten yeni bir şey mi?
Mesela bu ülkede başı ve sonu iki darbe ile paranteze alınmış olan 1970’lerde düşünce daha mı özgürdü? Çantanızda bir Lenin kitabıyla yakalansanız soluğu hapiste alırdınız. Gözaltında işkence olağandı ve kontrgerilla çeteleri her gün insan öldürüyordu. Örneğin daha dün, devlet memuru ve şeref yoksunu katillerin yedi komünist genci işkence ederek öldürdükleri Bahçelievler katliamının kırk yedinci yıl dönümüydü.
O yıllarda işlenen her cinayetin yıl dönümünü ansak, yılın her günü bir anma yapmamız gerekir. Buna rağmen, aynı dönemde yazılan romanlara, öykülere, şiirlere, çekilen filmlere, gazete köşelerinde yapılan tartışmalara, üniversite eğitiminin kalitesine, ilk ve ortaöğretim müfredatlarının içeriğine bakın. Düşüncenin gürül gürül çağladığını görürsünüz.
Dolayısıyla, hayır, bugünün düşünsel çoraklığı “demokrasi eksikliğiyle” açıklanamaz.
Hatta tam tersine, liberalizmin kimliklerin ifade serbestliğine dayalı demokrasisi, her kimliği hassasiyetleriyle beraber dokunulmaz hale getirerek düşünce alanını daraltan temel faktörlerden biri oldu. Özgürlük kavramını baş aşağı eden bu çürümeyle birlikte İsrail’in soykırımcı olduğu gerçeğini değil haykırmak, fısıldamak bile “antisemitizm” haline geldi. Şakası yok, bu nedenle demokrasi şampiyonu İngiltere’de İşçi Partisi’nin genel başkanını partiden attılar.
Aynı süreci Türkiye’de de gericiliğin her soy ve boyu güle oynaya kendine yonttu. İslamcılık, dinin en soyut düzeydekiler dahil olmak üzere her türlü eleştirisini bu kimlikçi liberalizmi araçsallaştırarak yasakladı. Tarikatlar, cemaatler, bunların devlet içerisinde örgütlenmesi, eğitimin dinselleştirilmesi, dinsel öğretiye dayandırılan kadın düşmanlığı… Tüm bunlar “inanç ve ibadet özgürlüğü”nün arkasına saklandı. Öyle ki, dinci gericiliğin tarihsel figürleri olan şeyhler, mollalar dahi eleştiriden azade hale geldi. Daha geçen gün, şeriatçı bir gerici olduğu tartışmasız Şeyh Said hakkında espri yapan bir komedyen, Türkiye’de devletin baskı ve şiddetinden en fazla nasiplenmiş siyasi akımlardan birinin bugünkü partisi olan DEM Parti’nin bir milletvekili tarafından Twitter’da jurnallendikten sonra soruşturulup hapse atıldı.1
Dolayısıyla meselenin “demokrasi eksikliği” olmamasının ötesinde, demokrasinin liberal yorumu sorunun kaynaklarından biri. Zaten Türkiye’nin tarihine bakın, kendisini “demokrat” diye tanımlayanların, Demokrat Parti’den itibaren, insanlığın ilerlemesi adına hayırlı bir şey yaptığına rastlayamazsınız. Türkiye’de “demokrat”, aynı faşiste faşist denmemesi gibi, liberal gericinin kibar sıfatıdır.
Neyse, sorunun kaynağının “ne olmadığını” bu kadar tartışmak yeter, gelin bir de ne olduğuna bakalım…
***
Gustave Aimard, “insanın tüm meselelerinde, süngülere dayalı kaba kuvvetten çok daha güçlü bir şey vardır, o da zamanı gelmiş fikirlerdir” der ve haklıdır.2 İnsanlığın binlerce yıllık tarihi bize düşüncenin dışsal baskılarla sınırlandırılmasının imkânsız değilse de çok zor olduğunu ve bu baskıların uzun erimde devrimci dönüşümleri durduramadığını, en fazla geciktirdiğini gösteriyor.
Ne var ki, düşünceler kendi durdukları yerde devrim yapmazlar, Marx’ın dediği gibi “maddi güç, maddi güçle devrilir” ve düşünceleri güce dönüştüren şey onların kitleler tarafından benimsenmesidir.3 Devrimci düşünce toplumun maddi yaşantısında bir dönüşüm yaratacaksa, kendisi de maddi bir güce dönüşmek, yani örgütlenmek zorundadır. Bu da salt iyi retorikle, süslü sözlerle olmaz. İnsanlar fikirleri olmayan ve harekete geçmek için doğru fikirleri duymayı bekleyen kurmalı oyuncaklar değildir. Her düşünce, kök salabilmek için insanları kendi doğruluğuna ikna etmek, yani ideolojik mücadele vermek zorundadır.
Zamanı geldiyse de, henüz gelmediyse de…
Dünyada ve Türkiye’de devrimci ve devrimci olmayan ilerici aydının son 40-45 yıllık tarihi, giderek mücadeleden vazgeçmenin tarihidir. Aydın için mücadeleden vazgeçmenin tek yolu ilerici düşüncelerini toptan bırakıp gerici düşünceler benimsemek (yani döneklik) ya da susup köşeye çekilmek değildir. Düşüncenin maddi bir güce dönüşmesinin ön şartı olan örgütlenmeden vazgeçmek, kibirli ve dikenli bir yalnızlığa kapanmak, en devrimci fikirleri savunup iş eyleme gelince demokrat reform partilerine yanaşmak… bunların her biri son tahlilde mücadeleden, mücadelenin külfetlerinden vazgeçme biçimleridir.
Hepsine şahit olduk.
Bunun sadece düzenin baskı ve tehditlerinden kaynaklandığını düşünmek, tek tek aydınları değil ama “aydın” kavramını çok hafife almak demektir. Tarih hiç göremeyeceğini düşündüğü devrimin fikirleri için gözünü kırpmadan darağacına giden aydınların trajik öyküleriyle doludur.
Dolayısıyla, konunun çuvaldızı kendimize batıracağımız kısmına geliyoruz...
***
Kapitalizm geliştikçe sermaye sınıfının zenginlikten aldığı pay sürekli büyür; öte yandan zenginliğin toplam miktarı artıyor olduğu için, orta sınıfların (aldığı pay oransal olarak artmasa da) refahında da bir artış olur.
Bu bağlamda, Türkiye’de de aydınların büyük bölümünün mensup olduğu orta sınıfların yaşantısının konforunun, bahsettiğimiz son 40-45 yılda sürekli arttığını söyleyebiliriz.
Konfor çok sinsi biçimde bağımlılık yapar. Konforlu yaşadıkça, sahip olduğumuz konforu sürdürecek tercihler yapma eğilimimiz güçlenir. Dolayısıyla maddi konfor, mevcut dengeleri koruyup sürdürme yönünde kararlar almayı teşvik ederek, düşünsel konformizm de üretir.
Bu, bilhassa devrimin kendisini somut bir maddi olasılık olarak göstermediği koşullarda, aydını örgütlü devrimci mücadelenin dışına doğru çeken başlıca faktördür. Zira bu dönemlerde devrimci mücadele aydın için sadece konfor bozucu değil, aynı zamanda bu bozulmayı telafi edecek bir kişilik gerçekleşmesi yaratmayacak biçimde sonuçsuzdur; çoğu zaman asılı yorgana yumruk atmak gibidir.
Buna ek olarak, düzen bir yanda sopa sallarken, diğer yanda türlü çeşitli havuçlar uzatır. Fonlar, danışmanlık pozisyonları, mücadele edenlere kapalı ama düzenin tabularına dokunmayanlara açık popülarite kanalları… Bunlar aydını sürekli olarak düzenin iç çekişmelerinde görev üstlenmeye, böylelikle düşünsel şiddet becerisini düzenin sınırları içinde ve son tahlilde onun devamlılığı için kullanmaya çağırır.
Bugün içinde olduğumuz düşünsel çoraklaşmanın temelinde, bu uzun süreli basınca Türkiye aydınının direnememiş olması yatıyor.
Dönenler döndü, yanaşanlar yanaştı. Temiz kalanlar ise düzenin pek çok parselini tartışmaya tamamen kapatıp daralttığı, tartışmaya açık kısmında bile nerede hangi mayının gömülü beklediği belli olmayan ideolojiler dünyasında, bir yandan kendi saygınlıkları ve/veya konforlarını korumaya çalışarak, diğer yandan biraz alan bulabilmek için birbirleriyle itişip kakışarak yaşamaya çalışıyor.
***
İnsanlığın bir bütün olarak bu düşünsel çoraklaşmadan nasıl çıkacağı bu yazıda konuştuklarımızın çok ötesinde bir mesele; ama aydının bu çıkışa nasıl katkı koyacağına dair atmamız gereken ilk adımın örgütsüzlükten vazgeçmek ve bireysel konfor alanını terk etmek, fikirlerimizi, yazdıklarımızı, söylediklerimizi yoldaş gördüğümüz insanların eleştirilerine açmak olduğunu düşünüyorum.
Aydını potansiyelinin sonuna kadar zorlayacak, ona üretebileceği en nitelikli, en derin düşünceleri ürettirecek olan şey eleştiri kabul etmeyen bireyselliğin sınırsızlığı değildir. Bu sınırsızlık, aksine, iki hafta önceki tartışmamızdakine benzer bir biçimde düşünceyi seyreltir ve sığlaştırır. Düşünceyi en fazla geliştiren ve derinleştiren şey, kaynağına güvenilen eleştirilerin aşılmasına yönelik çabadır. Bir eleştiri kaynağını güvenilir kılacak şey ise onunla amaç birliği içerisinde olmak, yani örgütlülüktür.
İçinde yaşadığımız düşünsel çoraklık aydının geriye düşmesinden ibaret olmayan genel bir yenilginin sonucu. Bu köşede sık sık bahsettiğimiz “okumuş karanlık” bu çoraklıkta kendine en uygun habitatı buldu ve her yere yayıldı; ekranlarda, köşelerde, kürsülerde hemen her köşe başına yerleşti. Ne var ki, onunla mücadele etmeye çalışan aydın da yalnızlaştıkça ve kendi yalnızlığını korumayı bir savunma mekanizması olarak gördükçe etkisizleşti. Çorak topraklarda yetişen kaktüsler gibi, dikenleri belki kendisini koruyor; ama çevresinde, dünyada bir değişiklik yaratmıyor.
Çoraklık çağının en temel özelliklerinden biri doğrunun yanlışa, aydınlığın karanlığa kendiliğinden üstün gelmemesi. Kurtuluş için aydınlığın kalabalıklaşması gerekiyor.
Bu yüzden, dünyanın değişmesi gerektiğini düşünen, bunu samimiyetle arzu eden tüm fikir insanlarını dost düşman ayırt etmeyen savunma duvarlarını sorgulamaya ve Türkiye Komünist Partisi’nin kuruluşunda yer aldığı Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi ve Cumhuriyetçiler Kurultayı oluşumlarına katılmaya çağırıyorum.
1https://haber.sol.org.tr/haber/soguk-savas-komedi-kanalina-jet-sorusturma-komedyenlere-gozalti-karari-401469
/././
Erdemli’den Gazze’ye -Alpaslan Savaş-
“Ortaya çıkarken tüm insanlığa eşitlik, özgürlük ve adalet vaat eden bu sistem, iki yüz yıl sonra sözde modern çağını yaşarken, ortadan kaldırdığı eski düzenin ruhuna bürünmüş durumda. Kapitalizm artık bir yeni feodalitedir. ABD bu yeni feodalitenin engizisyonu, İsrail celladıdır.”
Mersin Erdemli’de domates toplayacakları tarlaya götürülen tarım işçileri, içine tıka basa doluşturuldukları minibüsle şarampolden aşağıya yuvarlandı. İşçilerden dördü orada can verdi. Yaralananlar oldu, birinin durumu hâlâ ağır.
Yaşları on altıyla altmış beş arasında değişiyor. Kimisi okuluna gitmek, kimisi emekli olup torun sevmek yerine sabahın kör vaktinde, belki öncesinde başka tarım işçilerini sayısız kez başka domates tarlalarına taşıyan minibüsün içindeydiler.
İş kaynaklı ölümlerin kaza olmadığını zaten biliyoruz ama bunun hiç olmadığı hemen anlaşıldı. Minibüsü kullanan henüz on dokuz yaşındaydı ve ehliyeti bile yoktu. Taşıdığı yolcularla birlikte belki o da domates toplayacaktı, kim bilir? Araç virajı alamayıp on metrelik uçurumdan yuvarlandığında önce ‘hızdandır’ diye düşünüldü, ne de olsa şoför tecrübesiz ve ehliyetsizdi. Sonra tıpkı şoför gibi aracın da ehliyetsiz olduğu ortaya çıktı. Minibüs, tekerini döndüren mili yerinden çıkacak kadar bakımsızdı.
Tesadüf olsa gerek, birkaç gün sonra Ankara’da, tarımda çocuk işçiliğinin önlenmesine yönelik proje kapsamında ILO ve Çalışma Bakanlığı’nın ortaklaşa düzenleyeceği bir toplantı var. Ankara’da bürokratlar, uluslararası “bilir kişiler”, sosyal taraf diye adlandırılan tarım tekellerinin temsilcileri ve sendikacılar, herkes bir araya gelip tarım işçiliğinde çocukları konuşacak, uluslararası normlardan, Türkiye’nin mevzuatta kaydettiği ilerlemeden söz edip, asıl meselenin ailelerin bilinçlendirilmesi olduğundan dem vuracaklar.
Sonra… Belki başka bir kentte ehliyetsiz bir tarım işçisinin kullandığı hurdadan hallice başka bir minibüsün şarampolün altında kağıt gibi buruşmuş halde altyazılı yeni fotoğrafları yayınlanacak.
Hakkını yemeyelim, konuya Cumhurbaşkanlığı da eğiliyor bir süredir. Geçtiğimiz yıl büyük övgüler eşliğinde yayınlanan “Cumhurbaşkanlığı Mevsimlik Tarım İşçileri Genelgesi”nin sorunu her boyutuyla ele aldığı öne sürülmüş, mevsimlik tarım işçilerinin koşullarında önemli iyileşmelere vesile olacağı söylenmişti.
Neye yaradı bu genelge?
Neye yarayacaktı ki! İSİG Meclisi verilerine göre genelgenin yayınlandığı yıl tarım ve ormancılık işkolunda toplam 326 emekçi yaşamını yitirmiş. Ölenlerin bir bölümü orman işçisi, bir bölümü mevsimlik tarım işçisi, bir bölümü de çiftçi.
Ucuza çalışanı veya görece yüksek ücretlisi, sigortalı olanı güvencesizi, masa başında kafa patlatanı kolunun kuvvetiyle ekmeğini kazananı, makine başında, inşaat tepesinde, kim olursa olsun, nerede çalışırsa çalışsın, iş cinayetleri bu düzenin çözemeyeceği sorundur artık. Sadece bizim ülkemizde değil, tüm dünyada vazgeçti kapitalizm artık güvenli işten. İnsan yaşamı üretilen mal ve hizmetten değersiz görüldüğü, çılgınca maliyet düşürme çabası patronların hayvani güdüsü haline geldiği için ölüyor işçiler.
Abartıyor muyuz?
Hiç değil.
Dünya üzerinde yaklaşık üç milyon işçi her yıl, iş kazası ve meslek hastalıkları nedeniyle hayatını kaybediyor. Tahminlere göre dünya çapında 395 milyon işçi bu kazalarda yaralanıyor, ölüm tehlikesi atlatıyor ya da sakat kalıyor. Veriler kapitalist restorasyonun önemli örgütlerinden olan ILO’ya ait..
Modern çağ kapitalizminin modern çalışma düzeni böyle. Ya da hak eden tanımayla barbarlık!
Kapitalizm emekçileri ve yoksulları sadece sömürmüyor, başka başka biçimlerde kitlesel olarak yok ediyor. Şu günlerde en çok Gazze’yi konuşuyoruz. Soykırıma dönen istilayı, kapitalist merkezlerin uzun süren sessizliğini, ortada bir Filistin kalmayınca dökülen timsah gözyaşlarını… Terörün soykırıma dönüştüğü Gazze’de son iki yıl içinde 154’ü çocuk 460 Filistinli açlıktan hayatını kaybetmiş. 67 bin 139 Filistinli Gazze’ye atılan bombalarla ya da İsrail askerlerinin kurşunlarıyla öldürülmüş. 169 bin 430 Filistinli bu saldırılarda yaralanmış. Yerle bir edilmiş Gazze sokaklarında enkaz altında binlerce ölü daha olduğu tahmin ediliyor.
Geçtiğimiz gün soL’da bu bilgilerin yer aldığı infografiğe bakarken farkında olmadan sıktığınız yumruk, avucunuzun içini patlatacak gibi acıtıyor olmalı.
İnsanlık kapitalizmin vahşi sömürüye dayalı çalışma rejimine, acımasız uluslararası hiyerarşisine, emperyalist barbarlığına tanıklık ediyor. Sermaye sınıfı geçtiğimiz yüz yıl boyunca defalarca test etti bu barbarlığı. Birinci savaşta işçi sınıfından ve köylülerden milyonlarca yoksulu, zengin sınıfların kendi arasındaki kıyasıya rekabet için Avrupa’dan Asya’ya birbirine soktu. Onları silahlarından çıkan kurşunlarla değilse açlıktan ya da susuzluktan, soğuktan ya da sıcaktan, hastalıktan ya da yorgunluktan kırarak öldürdü. Savaşın ikincisinde faşizme bulandılar. İnsanlığa toplama kamplarını, gettoları, gaz odalarındaki dehşeti yaşattılar. Atom bombasının yok ediciliğine tanık ettiler. İki büyük savaşın ardından soğuk savaşı, bölgesel savaşları, sürekli siyasi ve ekonomik krizleri, işsizliği ve açlığı dayattılar. Eşitsizliği mutlaklaştırdılar. Bir avuç sömürücü olarak kendi zenginliklerini kesintisiz büyütüp, geriye kalan emekçiler için yoksulluğu istisna olmaktan çıkarttılar. Testi bitirdi sermaye sınıfı, artık hepsi kapitalizm için kalıcıdır.
Ortaya çıkarken insanlığa eşitlik, özgürlük ve adalet vaat eden bu sistem, iki yüz yıl sonra modern çağını yaşarken, ortadan kaldırdığı eski düzenin ruhuna bürünmüş durumda. Kapitalizm artık bir yeni feodalitedir. ABD bu yeni feodalitenin engizisyonu, İsrail celladıdır.
Şimdi Mersin Erdemli’den Gazze’ye, Washington’dan Şam’a, herhangi bir coğrafyadaki insanlığa herhangi bir gelecek vaat edemeyen bir kapitalizm var elimizde.
Ama unutmayalım, aynı zamanda insanlık geçtiğimiz yüzyılı bu barbarlığa direnerek geçirdi. Önceki yüz yılın açılışını birinci emperyalist savaşın yıkımı değil, onun küllerinden doğan Ekim Devrimi ve işçi sınıfının iktidarı yaptı. İşçi sınıfının görkemli ayağa kalkışları insanlığın bu barbarlığa mahkûm olmadığının kanıtıydı. Yirminci yüzyıla işçilerin iktidarda olduğu Sovyetler Birliği eşlik etti. Kapitalist barbarlık durmadı belki ama pek çok kez, geri adım atmak zorunda kaldı. Kapitalist ülkelerin işçi sınıflarının kazanımları bu görkemli direnişin eseri oldu.
Yine olacak. Gerçekleşmeyecek bir umut, boş bir hamaset değil bu. Mecburuz da ondan. Bu barbarlık insanlığı yok etmeden ondan kurtulmak zorundayız çünkü.
/././
Bozkır'da filizlenen umut: ODTÜ Ormanı'nın yaşayan öyküsü -Özkan Öztaş-
Bozkırın ortasında filizlenen umut: ODTÜ, Kemal Kurdaş’ın inadıyla, 68 kuşağının emeğiyle, bir avuç insanın eliyle yaratılan bir ormanın ve direncin hikâyesi. Dönemin tanıklarından Çetin Örgen'den dinliyoruz sürecin öyküsünü.
Dağların heybeti ya da denizlerin sonsuzluğuyla yarışamaz bozkırın sessizliği.
Tozlu rüzgârı insanın yüzüne çarpar, fısıldar usulca; neyi yapabildiğini, neyi yapamadığını, neyi yapmak istediğini. Ankara’nın bozkırında, Cumhuriyet'in kavgasının verildiği bozkırda, yine böyle bir umut filizleniyordu.
ODTÜ, yalnızca bir üniversite değil, aynı zamanda bir mücadelenin, bir direncin, insan eliyle yeşermiş bir ormanın öyküsüdür.
Bozkırın çorak toprağında yeşeren bu umut, bugün binlerce ağacın gölgesinde nefes alıyor.

Bir bozkır hayali: ODTÜ’nün ilk yılları
1923’te Cumhuriyet, İstanbul’da saraya karşı Ankara’nın bozkırında yeni bir dünya kurma iddiasıyla doğdu.
Nâzım Hikmet, Kuvayi Milliye destanında, kavganın mekanını şu dizelerle anlatır:
“Ankara suyunun döküldüğü yerden
Eskişehir kuzeybatısına kadar
Sakarya mecrası uçurumlar içinden geçmektedir.
Güneyde
ve güneydoğuda
yapraksız ve hazin,
geniş ve uzun
ve insana bıraktığı hiçbir şeye acımadan
ölmek arzusu veren
Cihanbeyli Ovası:Çöl…”
Bu çöldeki umut ilk olarak 1923’te genç Cumhuriyet'in saltanatı yıkmasıyla yeşerdi.
Aradan geçen yıllardan sonra 1956’da ODTÜ’nün kuruluşuyla şekillenmeye başlayan mücadele ise Cumhuriyet'in yetiştirdiği bir neslin hayalleriyle şekilleniyordu. Genç Cumhuriyet'in ilk kuşakları kendilerine biçilen kalıplara sığmıyor iyiyi, güzeli, umudu ve yarına dair inancını yeşertmenin yollarını arıyordu.
Üniversite dedikleri yer, o yıllarda “ODTÜ bozkırı” olarak anılan, barakalardan müteşekkil bir yerleşkeydi. Ve 1961’den itibaren bu bozkır, bir ormana dönüşme hayaliyle buluştu. İşte ODTÜ, o andan itibaren sadece bilim ve eğitimde değil, doğaya karşı verdiği mücadeleyle de sembol oldu. İnsan eliyle yaratılan ender ormanlardan biri olan ODTÜ Ormanı, bugün 30 milyondan fazla ağaca ev sahipliği yapıyor.

Kemal Kurdaş’ın inadı
İnat da bir murattır der eskiler. Kemal Kurdaş'ınki de bu cümle kavlinden.
ODTÜ’yü ODTÜ yapan değerler, 1961-1969 yılları arasında rektörlük yapan Kemal Kurdaş’ın vizyonuyla şekillenir. Kurdaş, üniversiteyi bir ortaokul büyüklüğünden alıp modern bir kampüse dönüştürürken, işe ağaç dikmekle başlar.
3 Aralık 1961’de, işçisinden öğrencisine, akademisyeninden idari personeline, hatta eş ve çocuklarına kadar tüm ODTÜ, ilk “Ağaç Dikme Bayramı”nda bir araya gelir. Eldeki tek sermaye ise umuttur. Sahici, iradeden beslenen bir umut...
Kemal Kurdaş, o günü şu sözlerle anlatır: “3 Aralık’ta ben üniversiteyi barakalardan aldım, zaten üniversite bir ortaokul büyüklüğündeydi, 350 talebesi falan vardı. Oradan buraya, öğrenciler, önde bando takımları ve bayraklarla yürüdük. Ben çok heyecanlandım, çocukların heyecanını sevdim, hocaların heyecanını sevdim ve o akşam içimden: ‘Ben bu üniversiteyi yaparım, burada heyecan var’ dedim.”
Bu bayram, bir gelenek haline gelir zamanla. Her pazar, Kurdaş elinde sopayla yurtlara girer, uyuyanları gürültüyle uyandırır, uyanıkları toplayıp ağaç dikmeye götürür. O dönemin tanıkları, bu çabayı adeta bir şölen gibi anlatıyor.
Kurdaş’ın bu inadı, bozkırda umut yeşertmenin ne demek olduğunu gösteriyor. Bir avuç insan, bir avuç fidanla koca bir orman yaratır.

‘Ağaç dikmeyene diploma yok’
Kemal Kurdaş’ın “10 ağaç dikmeyen diploma alamaz” sözü, dönemin ruhunu özetliyor. İlk öğrencilerden Türel Saranlı, o günleri şöyle anlatıyor:
“Mimarlık Fakültesi binası henüz inşa halindeydi, sonbahara yetiştirilmeye çalışılıyordu. Diploma töreni onun otoparkında düzenlenmişti. Bütün gelen öğrencilere, Mimarlık Fakültesi’nin Hazırlık Okulu’na doğru olan tarafında hazırlanmış çukurlara 10 tane fidan dikmeyene diploma verilmeyeceği söylenmişti.”
O zamanlar bir hayalden ibarettir ODTÜ Ormanı. Bozkırın ortasında orman yaratma fikri, kimileri için hayalden de öte imkânsızdı. Dönemin Yeşil Türkiye Cemiyeti, ODTÜ için hediye ettiği fidanların ziyan olacağından endişe eder mesela. Zira dönemin ODTÜ rektörü ve öğrencileri bir imkansızı denemektedir. Hal böyle olunca, olan zavallı ağaçlara olacaktır. Öyle ya, bozkırda orman mı yeşerirmiş!
Oysa bugün, ODTÜ Ormanı’nda ağaçların gölgesinden bakanlar “olmaz” denilenin öyküsüne tanıklık ediyor.
Çetin Örgen: Çorak bir arazide yeşeren umut ve 68 kuşağı
Çetin Örgen, 1963-67 yılları arasında ODTÜ Fizik Bölümü'nde öğrencidir. Bu yıllar, 68 kuşağının memlekette sesinin yankılandığı, gençliğin sınıf mücadelesine omuz verdiği zamanlardı.
Çetin Örgen, o dönem yapılan bir ağaç şenliğinde tek seferde 110 ağaç dikerek şampiyon olur. Anlatırken masaya dayalı elini kaldırıp, havada savuruyor:
"Şampiyon dediğime bakmayın, işte en çok ağaç diken ben olmuştum arkadaşlar da tebrik etmişti hocalarla beraber. O kadar. Ama ellerimizle yaratılan o orman işte böyle güzel rekabetlerin ürünüydü."

Bir yaş ileride Sinan, gerimizde Hüseyin
Dönemin öğrencileri, 68 kuşağının bilinen isimleriydi: Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Sinan Cemgil ve daha nicesi.
Kah burada, kah oradalar… Varto depreminde yaraları sarmaya Muş’a da gidiyorlar, Hakkari’de Zap Suyu’na köprü de örüyorlar. ODTÜ’de ağaç da dikiyorlar ve illa ki mücadelenin içindeler.
Derslerinde başarılı, pırıl pırıl gençler. Emek emek, ilmek ilmek memleket daha iyisi olsun diye her şeyi yeşertmeye çalışıyorlar
“Sinan bir yaş büyüktü. Bir sınıf üstteydi. Hüseyin bir yaş gerideydi sanırım. Hep birlikte dikildi o fidanlar. Sinan'ı, Hüseyin'i, bir nicesi kazma kürek ellerde bir şenlikle ektik ağaçları. Ektikçe de şenledik.” diye anlatıyor Çetin Örgen.

Ümidin ve ağacın düşmanları
Örgen üniversite yıllarında edebiyatla da haşır neşir olduğunu söylüyor. Eline aldığı bir dergide Ahmed Arif'in ilk kez aldığı notların nüshalarını gösteriyor. Ankaralılar Çetin Örgen'i şiirleri ve mücadelesindeki inadıyla tanıyor. 2013 yılında Gezi Direnişi'nin ardından cereyan eden ve gündem olan ODTÜ Ormanları’nın kesimi mevzusunda gazeteler bir kez daha anımsadı kendisini.
ODTÜ ormanlarını kesmeye sebep olan şey Melih Gökçek’in “1071 Malazgirt Bulvarı” adını verdiği ve akabinde yeni rant alanlarına geçiş koridorunu oluşturduğu projelerinden biriydi. İşte o yol için kesilen ağaçlara karşı ilk siper olanlardan biriydi Çetin ve eşi Kamuran Örgen.
"Hiç yalnız bırakmadı beni Kamuran… Adını anmasam olmaz" diyerek gülümsüyor.
Üzerine K (kesilecek) işareti konulan ağaçlar kesildi ve rantın yolu ODTÜ’ye döşendi. Ardından İncek tarafında büyüyen rezidanslar ve yeni rant alanları kaldı geriye.
"Böyleler bunlar. Parayı görünce unuturlar her şeyi. Ağaca düşman olup da cumhuriyete dost olan görmedim ben." diyor Çetin Örgen. "Kemal Kurdaşlı yıllarda emeklerimizle teker teker diktik o ağaçları. Ama savunurken de aynı neşe ve umut gerekiyor, aksi mümkün değil. Bunlar umudun, ağacın düşmanı." diye ekliyor:
"Bak şimdi sincap da var orada, bilcümle kuş da. Öncesinde ne vardı? Koskoca bir bozkır. Bak böyle avucumun içi gibiydi o koca arazi. Buna düşmanlık ediyorlar. Akıl alır gibi değil."

‘Diktiğimiz ağaçlardan kalabalık olacağız’
Bir derken iki, sonra daha kalabalıklaşan öğrenciler, ağaç dikme şenliklerinde bir hayali yeşertirken aynı zamanda binlerce, milyonlarca ağacı da toprakla buluşturdu.
Söz bugün iktidarın çevre düşmanı politikalarına gelince Örgen tavrını değiştirmeden giriyor söze. Kendinden emin ve sakin bir edası var sohbetinde. AKP iktidarının çevre düşmanı politikalarını ve özelinde ağaca düşmanlıklarını anlatırken, "Daha kalabalık olmalıyız, çoğalmalıyız. Diktiğimiz ağaçlardan az olursak olmaz. Diktiğimiz ağaçlardan kalabalık olmalıyız. Olacağız da" diyor.
"Onca emek ve mücadelenin ardından hiç karamsarlığa kapılmadınız mı?" diye soruyoruz kendisine.
"Çok üzüldüm elbette bunca kötülüğü görünce. Hani insan bazen 'Daha mı kötüye gidiyor her şey?' demeden edemiyor. Ama umudumu hiç kaybetmedim. Kaybetmiyorum. Çünkü verilen hiçbir emek boşa gitmiyor, bunu biliyorum," diye yanıtlıyor.
“Ağaçlar kadar ihtiyacımız var” diyor Çetin Örgen, örgütlülüğe. “Hava kadar, su kadar önemli” diye ekliyor.
"Sistemli bir şekilde Cumhuriyeti yok ediyorlar. Üzgün olmak yetmiyor. Emekten yana örgütlenmek gerekiyor."
ODTÜ Ormanı, bir avuç insanın emeğiyle çöldeki bir vaha oldu. Kemal Kurdaş’ın inadı, Çetin Örgen’in ve yoldaşlarının azmi, 68 kuşağının mücadeleci ruhu, ODTÜ ormanını var etti. Ama bu öykü, sadece kök salan ağaçlardan ibaret değil. Bu aynı zamanda umudun, dayanışmanın, direncin de öyküsü.
Bozkırda yeşeren bu umut, bugün Eymir Gölü’nün kıyısında, gökyüzüne uzanan ağaçların gölgesinde yaşamaya devam ediyor.
/././
Türkiye'nin nadir toprak elementleri kavgası: İktidar dümeni Çin'den kırdı ABD'ye çevirdi
Eti Maden’in yıllardır tesis kurulumunu geciktirdiğini belirten CHP, iktidarı cevheri ham halde ABD’ye satmaya hazırlanmakla suçluyor. Çin’in nadir element ihracatına yeni kısıtlamalar getirmesi ise Ankara-Washington hattındaki görüşmeleri hızlandırabilir.
AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın geçtiğimiz ay Washington’da ABD Başkanı Donald Trump’la yaptığı görüşmede masadaki konular arasında Suriye, Hamas, F-35 ve Boeing anlaşmaları kadar dikkat çekici bir başlık daha vardı: Nadir toprak elementleri.
Kulis bilgilerine göre, Trump yönetimi özellikle Eskişehir Beylikova’daki nadir toprak rezervlerini istiyordu.
Zaten ABD’nin Ankara Büyükelçisi Thomas Barrack da daha önce yaptığı konuşmalarda Türkiye’deki rezervlere değinmişti. Peşi sıra ABD’nin Çin’le rekabetine değinmesi boşuna değildi.
Zira nadir toprak elementleri pazarının yüzde 60’tan fazlasını üretim, yüzde 90’ını ise işleme kapasitesi açısından Çin elinde tutuyor. Türkiye ise yaklaşık 694 milyon tonluk rezerviyle Çin’in ardından dünyanın ikinci büyük potansiyel deposu konumunda. Ancak bu cevherler hâlâ işlenemiyor. Rezervler yıllar önce bulunsa da gerekli zenginleştirme tesisleri eksik.
Bu tablo, Türkiye’yi ham cevher ihraç eden ülke konumuna itiyor. Peki, cevher işlenmeyecekse kime satılacak?
Çin'den vazgeçildi, ABD'ye dönüldü
Bloomberg’e göre, Türkiye’nin Çin ve Rusya ile yürüttüğü benzer görüşmeler teknoloji transferi ve rafineri hakları konusunda tıkanınca Ankara rotayı Washington’a çevirdi.
Kaynaklara göre taraflar, seryum, praseodim ve neodimyum içeren bileşiklerin ortak rafine edilmesi üzerine müzakere yürütüyor. Eğer anlaşma sağlanırsa, Türkiye’nin Ekim 2024’te Çin’le imzaladığı mutabakat zaptı fiilen geçersiz hale gelecek.
Özel 'satmayın' dedi, Saray çarpıttı
Satış pazarlıkları sürerken bir itiraz CHP Genel Başkanı Özgür Özel’den geldi.
“Gitmiş nadir elementlerin pazarlığını etmiş. Bunların en çok olduğu yer Eskişehir’de. Bu altın yumurtlayan tavuğu Trump’a verip iki yumurtasına razı olmak olmaz. Türkiye nadir elementlerle ilgili ayağa kalkmalıdır. Erdoğan kendi geleceği için bu ülkenin nadir elementlerini satamaz. Sattırmayız.”
Saray’dan yanıt gecikmedi. İletişim Başkanlığı “Maden sahasının ABD’ye devredileceği iddiaları” yalan dedi. Oysa Özel sahanın ya da tesisin ABD’ye devrinden bahsetmemişti. Sadece buradan çıkacak cevherin ABD’ye ihraç edileceğini söylemişti.
'Tesis kurulumu yıllardır geciktiriliyor'
Ancak İletişim Başkanlığı’nın açıklamasında dikkat çeken nokta başkaydı:
“Bu alandaki çalışmalar yerli ve millî imkânlarla yürütülmektedir. Eti Maden’deki endüstriyel üretim hazırlıkları ülkemizin tam egemenliği ve millî çıkarları doğrultusunda sürmektedir.”
Bu defa Özel’in kurmayları harekete geçti.
CHP Enerji ve Altyapıdan Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Deniz Yavuzyılmaz, Eti Maden İşletmeleri’nin 2023 Sayıştay raporuna dayanarak iktidarı “bilinçli ihmal”le suçladı:
“AKP’nin, Eskişehir Beylikova’daki nadir toprak elementlerini dışa bağımlı olmadan üretecek tesisleri kurma sürecini yıllardır savsakladığını tespit ettik. Endüstriyel tesis kurulumuna dair hiçbir gelişme yok. Amaç, milli servetimizi zenginleştirmek değil, cevher halinde ucuz fiyattan ABD’ye peşkeş çekmek.”
Yavuzyılmaz’a göre, tesislerin tamamlanmaması “teknik yetersizlik” değil, siyasi bir tercih. Zira tesis kurulmadan yapılacak herhangi bir anlaşma, Türkiye’yi yalnızca hammadde sağlayıcısı konumuna mahkum edecek.
Çin'den yeni hamle: Cevher ve üretim teknolojilerinin satışı kısıtlandı
Cevher Türkiye’de mi işlensin, yoksa ABD’ye mi satılsın tartışmaları sürerken, Ankara-Washington hattında pazarlığı hızlandıracak hamle bugün Pekin’den geldi.
Çin, küresel arzın büyük bölümünü karşıladığı nadir toprak elementleri ve üretim teknolojilerinin ihracatına yeni kısıtlamalar getirdi.
Ayrıca, Çin'de üretilen nadir toprak elementlerini ihraç eden yabancı şirketlerin, sivil ve askeri ikili kullanıma sahip ürünlerin ihracatı için Ticaret Bakanlığından lisans alması zorunlu tutuldu.
Çin'de istihbarattan sorumlu Devlet Güvenliği Bakanlığı, 27 Eylül'de, yabancı ülkelerin ihracat kontrolü uygulanan bazı kritik mineralleri ülkeden kaçırmaya yönelik girişimleri olduğu uyarısında bulunmuştu.
Kararın, ABD ile Çin arasında devam eden tarife müzakerelerinin sürdüğü ve iki ülke liderlerinin bu ayın sonunda Güney Kore'de düzenlenecek Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği Zirvesi kapsamında yüz yüze görüşmeye hazırlandığı bir dönemde alınması dikkati çekti.
Çin, ABD'nin çip sektörü başta olmak üzere teknoloji alanında uyguladığı kısıtlamalara karşılık, küresel arzın büyük bölümünü karşıladığı nadir toprak elementlerine daha önce de kısıtlama ve kontroller getirmişti.
Sadece maden pazarlığı değil, yön arayışı
Bu tablo, geçen ay New York ziyaretinde görülen AKP’nin Trump yönetimine yeniden yakınlaşma arayışlarıyla da yakından ilişkili. Erdoğan’ın ABD’de “bir şey alamadan” geçirdiği temaslarda, Beylikova rezervleri gibi stratejik kaynakların masaya sürülmesi tesadüf değil.
Trump’ın “Eğer istersem, Erdoğan Rus petrolü almayı durdurur” sözleri, iktidarın dış politikadaki bağımlılık düzeyini ve Washington’a verilen tavizlerin boyutunu ortaya koymuştu.
Dolayısıyla, nadir toprak elementleri etrafında yürütülen bu yeni pazarlık yalnızca bir maden satışı değil; AKP’nin dış politika eksenini yeniden Trump çevresine yaklaştırma girişiminin bir uzantısı.
Nadir toprak elementleri neden bu kadar önemli?
Her ne kadar adlarında “nadir” ifadesi geçse de, bu elementler aslında yeryüzünde bol miktarda bulunuyor. Ancak ekonomik olarak işletilebilir yoğunluklarda rastlanmaları ve işlenmelerinin güç olması onları “stratejik” kılıyor.
Bu elementler, enerji dönüşümü, silah sanayi, elektronik ve sağlık teknolojilerinde kritik rol oynuyor.
Rüzgar türbinleri ve elektrikli araç motorlarında kullanılan kalıcı mıknatıslar, bu elementlere bağlı.
Enerji depolama sistemleri, akıllı telefonlar, lazer sistemleri, hatta modern savaş uçakları da bu metalleri kullanıyor.
***
soL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder