T-24 "Köşebaşı + Gündem" -18 Ekim 2025-

Viva İspanya -Hasan Göğüş-

İspanya Başbakanı Pedro Sanchez’in bir özelliği var. Kişisel bilgilerinde dini inancı “yok” yazıyor. Göreve başlarken de İncil üzerine el basarak yemin etmeyen ilk İspanya başbakanı olmuştu. İspanya gibi Katolik geleneği güçlü bir ülkede ateist olduğunu açıkça söylemek her babayiğidin harcı olmasa gerek.

Gazze’de son iki yıldır devam eden vahşet, 13 Ekim’de Sharm El Sheikh’de atılan imzalarla sona erdi. Dramın son perdesinde “Trump Show” sahneye konuldu. Silahlar şimdilik sustu. Şimdi herkesin merak ettiği soru, ateşkesin kalıcı olup olmayacağı ve 20 maddelik “Trump Planı”nın ne ölçüde uygulanabileceği. Rehinelerin iadesi ve yardım kamyonlarının Gazze’ye girişine izin verilmesi konularında alınan ilk sinyaller pek parlak değil.

Gazze sınavında sınıfta kalanlar ve İspanya

Gazze’de son iki yılda yaşananlar, gerek Batılı ülkeler gerek İslam ülkeleri için ciddi bir sınav teşkil etti. Bu sınavdan başarıyla geçen sınırlı sayıdaki ülkelerin başında da İspanya geliyor.

“Ne yazık ki Filistin Halkı yok edilmektedir. Şu anda bile bombalar kadın, çocuk ayrımı gözetmeksizin Gazze halkının üstüne düşmeye devam ediyor. Bu yüzden akıl, uluslararası hukuk ve insanlık onuru adına bu katliamı derhal durdurmalıyız. Açık konuşmak gerekirse, Filistin halkı soykırım kurbanı olduğu sürece, çözüm mümkün değildir. Barbarlığı durdurmak ve barışı mümkün kılmak için acilen somut önlemler almalıyız. Tarih bizi yargılayacaktır ve verdiği hüküm hem bu vahşeti işleyenlere hem de susup görmezden gelenlere acımasız olacaktır.”

Bu sözler, 22 Eylül’de New York’ta düzenlenen “Filistin Sorununun Barışçıl Çözümü ve İki Devletli Çözümün Uygulanması” başlıklı Birleşmiş Milletler Konferansı’nda konuşan İspanya’nın 53 yaşındaki genç Başbakanı Pedro Sanchez’e ait. Hali hazırda Sosyalist Enternasyonel Başkanlığını da yürüten İspanyol Başbakan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan sonra Filistin Konferansı’nda en sert konuşmayı yapan lider oldu.

İspanya’nın İsrail’e karşı uygulamaya koyduğu önlemler

İspanya Parlamentosu, 9 Ekim’de de Başbakan Sanchez’in daha önce açıkladığı İsrail’e dokuz maddelik yaptırım yasasını 169’a karşı 178 oyla kabul etti. Yasanın en önemli maddesi İsrail’e her türlü savunma teçhizatı, ürünü ve teknolojisini ihraç etmeyi ve bu malları ithal etmeyi yasaklıyor. Yasa ile ayrıca askeri amaçla kullanılabilecek uçak yakıtlarının taşınması ve Gazze ile Batı Şeria’daki yasa dışı yerleşimlerden gelen ürünlerin reklamı da yasaklanıyor.

İspanya’nın, İsrail’in iki yıldır Gazze’de sürdürdüğü soykırıma tepkisi, bunlarla da sınırlı değil. İspanyol Spor Bakanı Pilar Alegria, geçtiğimiz günlerde çifte standardın önlenmesi için İsrail takımlarının Ukrayna/Rusya savaşından sonra Rus takımlarına uygulandığı gibi, uluslararası spor müsabakalarından menedilmesini talep etmişti. İspanya ayrıca İsrail’in katılması halinde bu yıl EUROVİSİON şarkı yarışmasına katılmama ve UEFA’nın düzenlediği futbol şampiyonasından çekilme tehdidinde bulundu.

Tabii İspanya’nın İsrail karşıtı sert çıkışları Başkan Trump’ın gözünden kaçmadı. Kadim dostu Finlandiya Cumhurbaşkanı Stubb ile yaptığı görüşmeden sonra düzenlenen basın toplantısında, yine incilerinden birini patlatarak İspanya’nın NATO’dan atılabileceğini söyledi. Ama delikanlı Sanches’in Trump’tan korktuğu yok. 24-25 Haziran tarihlerinde Lahey’de düzenlenen son NATO Zirvesi’nde Avrupa’nın anlı şanlı liderleri önünde el pençe divan durdukları Trump’ın talimatıyla gık demeden savunma harcamalarını gayri safi milli hasılalarının %5’ine çıkarmayı kabul ederken Sanchez, Trump’ın gözünün içine baka baka İspanya’nın böyle bir yükümlülüğü yerine getirmeyeceğini söyledi.

Sanchez’in bir özelliği daha var. Kişisel bilgilerinde dini inancı “yok” yazıyor. Göreve başlarken de “İncil” üzerine el basarak yemin etmeyen ilk İspanya başbakanı olmuştu. İspanya gibi Katolik geleneği güçlü bir  ülkede “ateist” olduğunu açıkça söyleyerek seçim kazanmak her babayiğidin harcı olmasa gerek.

Tarihi miras

İspanya’nın İslam dini ile tanışıklığı bilindiği gibi 8. yüzyılın ortalarına kadar uzanıyor. Abbasi’lerin Emevi hanedanlığına son vermesi üzerine, hanedandan gelen bazı Emeviler, İspanya’ya geçerek 756 yılında Endülüs Emevi Devleti’ni kurdular. İslam tarihinde “Endülüs” olarak anılan bu ülkede Müslümanların varlığı 1492 yılına kadar devam etti. Hristiyan İspanyollar ile Müslüman Emeviler yaklaşık sekiz asır iç içe yaşadılar.

Diktatör General Franco, İsrail Devleti’ni tanımayı uzun süre reddetti. 1975 yılında Franco’nun ölümünden sonra da İspanya Franco rejiminin ülkeyi maruz bıraktığı izolasyondan kurtarmak için tarihi ilişkilere sahip olduğu Güney Amerika’daki ülkeler ile Ürdün, Suudi Arabistan, Mısır, Libya ve Irak gibi Arap ülkeleri ile daha yakın ilişkiler kurmaya çalıştı. Bu çerçevede 1979 yılında Başbakan Adolfo Soares, Filistin Kurtuluş Örgütü Lideri ile görüşen ilk Avrupa ülkesi lideri oldu.

Anketler Filistin davasına verilen desteğin İspanyol halkınca da desteklendiğini gösteriyor. Halkın yüzde 82’si Filistin halkına soykırım uygulandığına inanıyor. Bu da Sanches hükümetinin İsrail’e karşı takip ettiği sert politikalar için elini rahatlatıyor.

Trump’ın sayesinde kural temelli uluslararası düzenin bir kenara bırakılarak İsrail’in Gazze’de giriştiği soykırıma göz yumulduğu günümüzde, Başbakan Sanches liderliğindeki İspanya, insan hakları ihlallerine duyarlı, demokrasiyi savunan onurlu bir dış politikanın hâlâ mümkün olduğunu tüm dünyaya gösteriyor.

Viva İspanya, Viva Başbakan Pedro Sanchez!  

/././

Torba yasanın vergiyle ilgili düzenlemeleri -Erdoğan Sağlam-

Beklenen en önemli düzenleme olan kamu alacaklarına ilişkin yapılandırma düzenlemesinin torba yasada yer almamasının büyük bir tepkiye yol açacağını söylemek sanırım yanlış olmaz. Bu konuda mükelleflerin sabrı tükendi. Bu düzenleme artık daha fazla ertelenemez.

Değerli okurlar, vergisel düzenlemeler de içeren torba yasa dün Meclis'e sunuldu, gelecek hafta Plan ve Bütçe Komisyonu'nda görüşülmesi bekleniyor.

Teklifle yapılması düşünülen vergisel düzenlemelerden vergi mükelleflerini ilgilendiren önemli olanlarını kısaca açıklamaya çalışacağım.

Konut kira istisnası kaldırılıyor

Gerçek kişilerin elde ettikleri ve belli bir tutarı (2025 yılı için 47 bin TL) aşmayan konut kira gelirleri mevcut düzenlemeye göre gelir vergisinden istisna edilmiş bulunuyor.

Yine mevcut düzenlemeye göre, beyanı gerekip gerekmediğine bakılmaksızın ayrı ayrı veya birlikte elde ettiği ücret, menkul sermaye iradı, gayrimenkul sermaye iradı ile diğer kazanç ve iratlarının gayri safi tutarları toplamı 2025 yılı için 1 milyon 200 bin TL’yi aşanlar bu istisnadan yararlanamıyorlar.

Teklifle bu istisna sadece emeklilerle sınırlandırılıyor, emekliler dışındakiler için istisna kaldırılıyor.

Maddedeki gelir üst sınırı kaldırılmadığı için emeklilerin konut kira gelirlerinin 2025 yılı için 1 milyon 200 bin TL’yi aşması halinde bu istisnadan yararlanmaları mümkün olmayacak!

Bu değişikliğin 1/1/2026 tarihinde yürürlüğe girmesi öngörülüyor.

Konut kira gelirlerinden faiz giderleri indirilemeyecek

Mevcut düzenlemeye göre kredi kullanılarak satın alınan gayrimenkulleri kiraya verenler, bu krediler için ödedikleri faizleri kira gelirlerinden indirebiliyorlar.

Teklifle bu imkân sadece işyeri kira gelirleri ile sınırlandırılıyor. Buna göre, teklif yasalaşırsa konutların alımı için kullanılan krediler için ödenen faizler söz konusu konutların kira gelirlerinden indirilemeyecek.

Bu değişikliğin 2025 yılı gelir ve kazançlarına uygulanmak üzere yayımı tarihinde yürürlüğe girmesi öngörülüyor.

Konut ve işyerlerinin bu şekilde ayrıştırılmasını doğru bulmuyorum.

Dördüncü geçici vergi beyanı yeniden getiriliyor

26 Mayıs 2025 tarihli yazımda açıkladığım üzere, 2022 yılından itibaren dört olan geçici vergi dönem sayısı üçe düşürülmüş, son (dördüncü) dönem geçici vergi beyanname verme yükümlülüğü kaldırılmıştı.

Beyan döneminin üçe düşürülmesi başlangıçta olumlu karşılanmıştı, ancak zamanla bu düzemlemenin yarattığı sorunlar bu düzenlemenin sorgulanmasına neden oldu. Çünkü dördüncü dönem için geçici vergi beyannamesinin verilmesi dönem sonu için önceden hazırlık yapılmasını sağlıyor ve yıllık gelir ve kurumlar vergisi beyannamelerinin hazırlanmasını kolaylaştırıyordu. Maalesef son çeyrek için geçici vergi beyanının kaldırılması mükellefleri ve müşavirleri rahatlattı, başka bir ifade ile tembelleştirdi. Bu da yılık gelir ve kurumlar vergisi beyanname çalışmalarının gecikmesine ve aksamasına neden oldu.

Ayrıca son geçici vergi tahakkuku 9 aylık kazanç üzerinden yapıldığı için geçici vergide önemli bir iade sorunu da yaşanıyor. 

Teklifle dördüncü dönem geçici vergi beyanı yeniden getiriliyor.

Bu değişikliğin 2025 yılı gelir ve kazançlarına uygulanmak üzere yayımı tarihinde yürürlüğe girmesi öngörülüyor.

Yapılması düşünülen bu değişikliği olumlu buluyorum. Ancak bu değişiklik ile yetinilmemeli, eğer herkesi (mükellefler ve meslek mensupları) memnun edecek bir değişiklik yapılmak isteniyorsa, ilk 3 aylık (birinci) geçici vergi dönemi için beyan zorunluluğu da kaldırılmalı. Bu değişiklik tahsilat açısından önemli bir sıkıntı yaratmaz, çünkü zaten önceki yıl gelir ve kurumlar vergisi ödeme dönemleri birinci geçici vergi döneminden çok kısa bir öncesine denk geliyor. 

Bu vesileyle belirtmek isterim ki, geçici vergi açısından en doğru düzenleme, geçici vergi beyan dönemlerinin 3 ay değil 6 ay olarak belirlenmesidir. Zaten yasal düzenleme bu yöndedir.

TEFAS’ta işlem görmeyen yatırım fonları geçici 67 kapsamında tevkifat kapsamına alınıyor

Gelir Vergisi Kanununun geçici 67 inci maddesine göre, sürekli olarak portföyünün en az %51'i Borsa İstanbul'da işlem gören hisse senetlerinden oluşan yatırım fonlarının 1 yıldan fazla süreyle elde tutulan katılma paylarının elden çıkarılmasında tevkifat uygulanmamakta ve bu katılma paylarından elde edilen gelirler için gelir vergisi beyannamesi verilmemektedir.

Yapılması öngörülen düzenleme ile söz konusu istisnanın vergi planlama aracı olarak kullanılmamasını teminen, sürekli olarak portföyünün en az %51’i Borsa İstanbul'da işlem gören hisse senetlerinden oluşan fonlardan; katılma payları sadece nitelikli yatırımcılara satılabilen, Türkiye Elektronik Fon Alım Satım Platformu (TEFAS)'nda işlem görmeyen ve fon portföyüne alınacak varlık ve işlemlere ilişkin herhangi bir oransal sınırlamaya tabi olmayanlar için 1 yıllık elde tutma süresine bağlı tevkifat istisnasının uygulanmaması öngörülüyor.

Bu özelliklere sahip olanlar dışında kalan, sürekli olarak portföyünün en az %51’i Borsa İstanbul'da işlem gören hisse senetlerinden oluşan fonların katılma payı sahipleri ise istisnadan yararlanmaya devam edecekler.

Bu durumda istisna kapsamından çıkarılan gelirler üzerinden stopaj yapılacak, bu gelirler üzerinden stopaj yapılacağı için söz konusu gelirler yine beyan edilmeyecek. Stopaj nihai vergi olacak.

Bu düzenleme kanunun yayımı tarihinde yürürlüğe girecek.

Tapu harcında vergi ziyaı cezası genel esaslara tabi tutuluyor

Normalde vergi ziyaı cezası, ziyaa uğratılan verginin bir katı tutarında (%100) uygulanıyor.

Gayrimenkullarin devir ve iktisabında emlak vergisi değerinden az olmamak üzere mükelleflerce beyan edilen alım satım bedeli üzerinden tapu harcı hesaplanıyor ve beyan edilen alım satım bedelinin gerçek durumu yansıtmadığının tespiti halinde aradaki farka ilişkin tapu harcı üzerinden %25 nispetinde vergi ziyaı cezası kesiliyor, yani normalde %100 uygulanan ceza %25 olarak uygulanıyor.

Yapılması düşünülen değişiklikle bu cezanın genel esaslara tabi tutulması öngörülüyor, yani cezanın %100 olarak uygulanması düzenleniyor.

Ayrıca Harçlar Kanununa bağlı (4) sayılı tarifenin "I-Tapu işlemleri:" başlıklı bölümünün (20) numaralı fıkrasının (a) bendinde yer alan "beyan edilen devir ve iktisap bedelinden az olmamak üzere emlak vergisi değeri" ibaresi "emlak vergisi değerinden az olmamak üzere beyan edilen devir ve iktisap bedeli" şeklinde değiştirilerek, gayrimenkul devir ve iktisaplarında tapu harcının, emlak vergisi değerinden az olmamak üzere mükelleflerce beyan edilen alım satım bedeli üzerinden alınacağı hususunun pekiştirilmesi öngörülüyor.

Böylece hatalı yorum ve uygulamaların önüne geçilmiş olacak, çünkü prensip emlak vergisi değerinden az olmamak üzere mükelleflerce beyan edilen alım satım bedeli üzerinden harcın tahsil edilmesidir. Yoksa beyan edilen devir ve iktisap bedelinden az olmamak üzere emlak vergi değeri üzerinden harç alınması söz konusu değildir.

Bu düzenlemenin de kanunun yayımı tarihinde yürürlüğe girmesi öngörülüyor.

Araçların ilk teslimi ve sonraki teslimlerinde harç getiriliyor

Harçlar Kanununa bağlı (2) sayılı tarifenin "I-Değer veya ağırlık üzerinden alman nispi harçlar:" başlıklı bölümünün mülga (5) numaralı fıkrası yeniden düzenlenerek 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu kapsamında araçların ilk tescil işlemleri ile tescil edilmiş araçların ikinci el satış ve devirlerinde, 1.000 TL'den az olmamak üzere satış ve devir bedeli üzerinden binde 2 oranında harç alınması öngörülüyor.

Bu değişikliğe paralel olarak 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanununun 20 nci maddesinin birinci fıkrasının (d) bendinin altıncı paragrafı değiştirilerek noterler tarafından gerçekleştirilen tescil edilmiş araçların (ikinci el araçların) satış ve devir işlemlerine ilişkin harç istisnası kaldırılıyor.

Bu düzenleme kanunun yayımını izleyen ayın başında yürürlüğe girecek.

Bazı belge, ruhsat ve izin belgeleri yıllık harç kapsamına alınıyor

Mevcut düzenlemelere göre ruhsata ve işletme belgesine tabi bazı faaliyetler için yıllık harç tahsil ediliyor. Teklifle benzer bazı faaliyetler için de faaliyet harcı getiriliyor.

Buna göre; mevcut durumda harca tabi olmayan ayakta teşhis ve tedavi yapılan özel sağlık kuruluşları ile ağız ve diş sağlığı hizmeti sunulan özel sağlık kuruluşlarına ait belgeler, veteriner hekim muayenehane ve poliklinikleri ile hayvan hastanelerine verilen ruhsatlar ve kıymetli madenler kuruluş ve faaliyet izin belgeleri, kuyum, ikinci el motorlu kara taşıtı ve taşınmaz ticareti yetki belgeleri ile ticari havayolu ve genel havacılık işletme ruhsatlarından yıllık harç alınacak.

Ayrıca mevcut durumda sadece ruhsat alımında harca tabi hususi hastaneleri ve laboratuvarları açmak için düzenlenen ruhsatnameler ile turizm müessesesi işletme belgelerine ilişkin harçlar da yıllık hale getiriliyor.

Bu düzenleme 1/1/2026 tarihinde yürürlüğe girecek.

Torba yasaya sonradan eklenmesi veya yeni bir torba yasaya konu edilmesi muhtemel düzenlemeler

Daha önce kamuoyuna yapılacağı açıklanan emlak vergisi ile ilgili düzenleme torba yasada yer almıyor. Bu düzenlemenin teklife komisyonunda eklenmesi bekleniyor.

Ayrıca torba yasaya enflasyon düzeltmesine ilişkin düzenleme de eklenmemiş. Aslında vergi mükelleflerini en çok ilgilendiren konu bu, bunun en kısa sürede netleştirilmesi gerekiyor.

Vergi incelemesi ile ilgili beklenen düzenlemeler de teklifte yer almıyor.

Son olarak, beklenen en önemli düzenleme olan kamu alacaklarına ilişkin yapılandırma düzenlemesinin torba yasada yer almamasının büyük bir tepkiye yol açacağını söylemek sanırım yanlış olmaz. Bu konuda mükelleflerin sabrı tükendi. Bu düzenleme artık daha fazla ertelenemez. 

/././

Aşırı sağcı AfD Türkiye’de temsilcilik açmaya hazırlanıyor-Barçın Yinanç-

Almanya’nın en büyük muhalefet partisi de Türkiye’de sahaya inmeye hazırlanıyor. Aşırı sağcı, ırkçı, İslam ve göçmen karşıtı AfD’ye bağlı Erasmus Vakfı’nın temsilcilik açmak için bina bakmaya başladığı söyleniyor. Vakfın Türkiye’de hangi ilke ve değerlerin savunuculuğunu yapacağı merak konusu.

Almanya’da Mayıs’ta kurulan koalisyon hükümetinin dışişleri bakanı Türkiye’ye ilk ziyareti yapmak üzere bugün Ankara’da olacak. Almanya’nın Hristiyan Demokrat Başbakanı Friedrich Merz de göreve geldikten sonra Türkiye’ye ilk ziyaretini ay sonunda yapacak.

Hristiyan Demokratlarla Sosyal Demokratların kurduğu koalisyon hükümeti, Ankara ile ilişkileri masaya yatırmaya hazırlanırken, Almanya’nın en büyük muhalefet partisi aşırı sağcı, Almanya İçin Alternatif (AfD) Türkiye’de sahaya inmeye hazırlanıyor.

Malum, Almanya’da siyasi partilerin benimsedikleri ideolojik ilkeler üzerinden faaliyet gösteren vakıfları oluyor. Sağdan sola, Alman ana akım siyasi partilere bağlı vakıflar da Türkiye’de uzun yıllardır faaliyet gösteriyor.

Misal, Hristiyan Demokratlara bağlı Konrad Adenauer Vakfı bu sene Türkiye’de 40. yılını dolduracak.

Türkiye’de faaliyet gösteren dört Alman vakfı pek çok kez hedef gösterildiler, terör destekçiliği ve casuslukla suçlandılar.

Şimdi bu dört vakfa bir beşincisinin eklenmesi gündemde.

Şubat ayında yapılan erken seçimlerden oyların yüzde 20.4’ünü alarak ikinci büyük parti olarak çıkan AfD’nin de Desiderius Erasmus adlı bir vakfı var.  Erasmus Türkiye’de temsilcilik açmaya hazırlanıyor. Hatta Türkiye’de bina bakmaya bile başlamışlar, diye duyum aldım.

Alman siyasi hayatına yakın zamanda giriş yapmış olsa da AfD kısa sürede büyük oy patlaması yaptı. Son genel seçimlerde aldığı başarı karşısında ana akım partiler, AfD ile birlikte çalışmayacaklarını açıkladılar. Ardından iç istihbarattan sorumlu Anayasayı Koruma Dairesi (BfV) AfD’yi  “kesin aşırı sağcı oluşum” olarak tanımladı. Ancak bunlar AfD’nin yükselişini önleyemiyor.

Son olarak koalisyon hükümetinin ilk önemli sınavı olarak da görülen geçen pazar yapılan Kuzey Ren Vestfalya (KRV) eyalet seçimlerinde AfD adeta oy patlaması yaşadı. Oyunu neredeyse üçe katlayarak yüzde 9,4 oranında yükselişle yüzde 14,5 oy aldı ve koalison partilerinin ardından üçüncü geldi.

AfD 2016’den beri parlamentoya girdiği için, kendisine bağlı vakıf da devletten fon almaya hak kazandı. Vakıflara verilen fon son üç seçimlerin ortalamasına bakılarak belirleniyor. Ana akım siyasi partilere bağlı vakıflar fon kesintisi ile karşı karşıyayken- Erasmus’un bir haberde yer alan veriye göre yılda 16 milyon euro tutarında fon alması söz konusu.

Vakıflar bağlı oldukları partilerin ilkelerini yaymak üzere faaliyet gösteriyorlar. Friedrich Ebert Vakfı sosyal demokrat, Friedrich Neumann liberal ilkelerin savunuculuğunu yapıyor.

AfD için  “aşırı sağcı, ırkçı, İslam-Müslüman-göçmen karşıtı” tanımlaması kullanılıyor. Bu nedenle Erasmus Türkiye’de faaliyete geçerse hangi ilke ve değerlerin savunuculuğunu yapacağı merak konusu.

Almanya’yı izleyen Türk uzmanlar AfD’nin Türkiye ilgisi karşısında şaşkınlıklarını gizlemediler. Türkiye’ye bu kadar hızlı girmesi beklenmiyordu.

Göçmen karşıtı olan AfD, ‘misafir misafiri sevmez’ ilkesini çok iyi içselleştirdiği için, ‘göçmen göçmeni sevmez’ diyerek Almanya’daki Türk toplumundan da oy alıyor. Hatta üyeleri arasında Türk kökenliler de var.

AfD’nin oylarını arttırarak gelecekte iktidara gelmesi olasılık dışı değil. Herhalde Ankara da bu olasılığı hesaba katarak Erasmus’un Türkiye’de temsilcilik açmasına yeşil ışık yakmış görünüyor.

/././

Nobel Barış Ödülü “rezaleti”-Ercan Uygur-

Barış ödülünün Machado’ya verilmesi dünyanın birçok ülkesinde tartışmalara neden oldu. Türkiye’de iktidar kanadından bir ses duyulmadı. Belki “dostum Maduro” ve “dostum Trump” arasında kalındı. Özellikle Trump bu gibi eleştirilere alınırsa, meşruiyet sorunu çıkabilir, diye düşünüldü.

Nobel Barış Ödülü 10 Ekim 2025’te Norveç Nobel Ödül Komitesi tarafından açıklandı. Barış ödülüne başvurular 31 Ocak 2025’e kadar yapılabiliyordu. Barış ödülü için karar verme süreci, bu komitenin 28 Şubat 2025’te yaptığı toplantı ile başladı.

28 Şubat 2025 toplantısında, ödül adayı bildirme/başvuru hakkı olan kişi ve kuruluşların önerileri derlendi. Başvuru hakkı olmayanların başvuruları elendi. Ayrıca, ödül komitesinin kendisinin uygun ve önemli bulduğu bazı isimler ödül aday listesine eklendi.

Barış ödülünü yazmak bana düşmez, yazacaksam ekonomi ödülünü yazayım, diye düşünmüştüm. Ancak barış ödülü adayları hakkında yapılan açıklamaları ve gelişen olayları okudukça ne kadar çok bilgisizilik ve/veya sahtekarlık var dedim ve yazmaya karar verdim.

Bilgisizilik ve/veya sahtekarlıklara kısaca ‘rezalet’ dedim. Aşağıda bu rezaletleri açıklamaya çalıştım. Açıkladığım rezaletler dünyanın ne kadar derin bir çukura düştüğünü gösteriyor. Biz insanlar için utanç verici. 

Barış ödülü adayları ve Trump’ın adaylığı  

Norveç Barış Ödülü Komitesi'nin mart ayında yaptığı açıklamaya göre, 2025 ödülü aday listesinde toplam 338 aday vardı. Bunlardan 94’ü tüzel kişiler (kurumlar, kuruluşlar) geri kalan 244 aday da bireylerdi. 338 aday içinde komitenin eklediği birkaç kuruluş veya birey de olabilirdi.

Önce şu soru var; barış ödülü için kimler aday gösterebiliyor? Ulusal parlamentolar, ulusal hükümetlerdeki bakanlar, uluslararası mahkemelerin üyeleri, barış konusunda eğitim veren ve çalışmalar yapan üniversite öğretim üyeleri ve daha önce barış ödülü almış kuruluşlar ve bireyler.

Belirttiğim kuruluşların ve bireylerin adaylık önerileri ancak 31 Ocak 2025 tarihine kadar yapıldı ise geçerlidir, sonrası geçerli değildir. Şimdi Trump için yapıldığı söylenen başvurulara bakalım.

Pakistan hükümeti: Trump’ı aday gösterdiğini bildiriyor, hakkı var. Trump için başvuruyu Mayıs 2025’teki dört günlük Hindistan-Pakistan savaşını durdurması nedeniyle yaptığını söylüyor. Bu başvuru kabul edilemez, çünkü başvuru tarihi 2025 ödülü için çok geçtir.

Kamboçya hükümeti: Trump’ın ödül alması için başvuruyu 2025 Temmuz sonu-Ağustos başında Kamboçya-Tayland çatışmasını durdurması nedeniyle yaptığını söylüyor. Bu başvuru da kabul edilemez, çünkü başvuru tarihi 2025 ödülü için çok geçtir.

ABD Temsilciler Meclisi üyesi C. Carter“Trump, Haziran 2025’teki 12 günlük İran-İsrail savaşını durduruduğu için barış ödülüne layıktır.” Bu başvuru da çok geçtir, kabul edilemez. Bu çok garip bir başvurudur, çünkü Trump İran’ı çok güçlü bombalarla bombalayarak savaşın parçası olmuştur. Bu konuda Trump nasıl barış ödülü alabilir?

Arjantin hükümeti ve Başkan J. Milei“Trump, tüm dünyada barışı egemen kılmaktadır, barış ödülü almalıdır.” Bu başvurunun tarihi belli değil. 31 Ocak 2025 öncesi bir tarihte yapıldı ise bile, Trump’tan daha fazla mali destek almak için yapılmış bir başvuru izlenimi veriyor.  

İsrail hükümeti ve Başbakan B. Netanyahu: Başvuru açıklamasında, Trump’a barış ödülünün “İbrahim Anlaşmaları” ve “Gazze Barış Anlaşması” nedeniyle verilmesi gerektiğini söylüyor. Ancak Gazze anlaşması neredeyse ödül açıklandığı günlere denk geliyor, bu gerekçe tarih olarak geçerli olamaz.

Ödül belli olduktan ve Trump’a verilmediği anlaşıldıktan sonra ABD’den özellikle Beyaz Saray görevlilerinden ve hatta Trump’ın kendisinden “birçok barış anlaşması gerçekleştirdiği halde ödül kendisine siyasi nedenlerle verilmedi” anlamında açıkamalar yapıldı.

Halbuki, yapılan anlaşmalar tarih olarak çok geçtir ve Trump, bu anlaşmalar gerekçesiyle ödüle aday olamaz. Bir de şu var: bu anlaşmalar için Trump’a neden ve nasıl gerek duyudu acaba?

Bu açıklamalardan anladığımız şudur:

1) Birçok devlet adamı, parlamenter ve hükümet üyesi barış ödülüne başvuru sürecinin nasıl işlediğini bilmiyor. Bu bir rezalettir.

2) Diğer bir olasılık, bu kuruluşların ve kişilerin bu süreci bildikleri halde, Trump için yüceltici, barış ödülü ve genel olarak kurallar için küçük düşürücü açıklama yapmalarıdır. Kendi çıkarları için çalışmayan hiçbir süreç doğru değildir. Bu daha da büyük bir rezalettir.

3) Üçüncü bir konu şudur: Trump her konuda kendisine ve ülkesine bir çıkar sağlama peşindedir. Ne kurallar ne insanlık ne barış umurundadır. Dünyayı allak bullak eden böyle birisinin barış sürecinde yer almasını zorunlu görmek de bir rezalettir.

Barış ödülünü alan Machado için işleyen süreç

2025 Nobel Barış Ödülü’nü Venezuela muhalefet liderlerinden Maria Corin Machado aldı. Bayan Machado’yu Nobel Barış Ödülü için zamanında kimler aday gösterdi? İkisi senatör, altısı temsilciler meclisi üyesi toplam sekiz ABD’li kongre üyesi.

Bunların tümü Cumhuriyetçi Parti’nin önde gelen üyeleri ve Başkan Trump’ın yakınında olanlar. Adlarını sıkça duyduklarımız arasında şimdinin ABD Dışişleri Bakanı M. Rubio ve Trump’in önce Ulusal Güvenlik Danışmanı, sonra ABD’nin Birleşmiş Milletler Büyükelçisi M. Waltz var.

Bu sekiz kişi, resmi başvuru yanında ekte kaynakçada yer alan Barış Ödülü Önerisi’ni Ağustos 2024’te Norveç Barış Ödülü Komitesi’ne iletiyorlar. Mektupta Machado’nun nasıl cesur bir lider olduğu ve Venezuela halkını demokrasiye götüreceği anlatılıyor.

Ödül komitesinin ödül gerekçesinde de benzer şekilde, Machado’nun Venezuela’da demokarasiyi güçlendireceği vurgulanıyor. Venezuela toplumuna barış getireceği ile ilgili değinme gerekçede sonlarda yer alıyor.

Şöyle bir çelişki göze batıyor. Cumhuriyetçi Partililer bir yandan Machado’yu aday gösteriyorlar, diğer yandan da Trump ödül alamadı diye birilerini suçluyorlar. Eğer bu bir siyasi oyun değilse, çelişkinin tek açıklaması olabilir: Bu grup Machado’yu aday gösterip destek mektupları yazarken, Trump henüz seçilmiş değildir ve barış ödülüne talip olacağı bilgisi yoktur.

ABD Dışişleri Bakanı Rubio ve BM temsilcisi Waltz, Milliyetçi Hristiyanlar olarak biliniyorlar. Önemli özellikleri ise, Yahudi değiller ama İsrail ile çok yakın ilişki içindeler. ABD’nin İsrail’e hep yardımcı olması gerektiğini vurguluyorlar.

Nitekim, hem Rubio, hem Waltz hakkında İsrail basını ve Dünya Yahudi Kongresi çok olumlu değerlendirmeler yapıyorlar. Örneğin, Heilman (2015) ve World Jewish Congress (2025).

2025 Nobel Barış Ödülü’nü alan Venezuela muhalefet lideri Machado da bir İsrail hayranı. Kendisi İsrail’in Filistin ve Gazze politikalarını ve dolaylı olarak soykırım politikalarını destekliyor. Machado’nun partisi, 2020’de Netanyahu’nun partisi Likud ile iş birliği anlaşması imzaladı.

Daha da ötesi, Machado’nun Netanyahu’ya mektup yazarak Venezuela’nın şimdiki lideri Maduro’yu askeri yollarla devirmesini istediği ifade ediliyor. Daha sonra benzer bir müdahaleyi bir başka İsrail hayranı olan Arjantin Başkanı J. Milei ile Netanyahu’nun birlikte yapmalarını istiyor.

Venezuela muhalefet lideri Maria Corina Machado

Machado’nun Filistinlilere karşı giriştiği soykırımda İsrail’e destek vermesi ülkesi Venezuela’da ve Latin Amerika’da haklı olarak bir rezalet olarak görülüyor. 

Machado bugünlerde de Trump’ın Venezuela’ya denizden yaptığı ablukaya ve deniz araçlarına yaptığı füzeli saldırılara destek veriyor. Machado’nun bu desteği de Venezuela’da ve Latin Amerika’da bir ihanet ve rezalet olarak değerlendiriliyor.

15 Ekim’de, Trump Venezüalla’ya karadan da askeri müdahalenin başlayacağını ilan etti. Bu ülkede ABD müdahalesine karşı hazırlıklar yapılıyor. Bir yazara göre, Machado’ya verilen ödül Venezuela’ya yapılan ABD müdahalesi için ortam hazırlıyor. (Bennett, 13 Ekim 2025).

Machdo’ya verilen ödül Norveç’te de tartışma yarattı. Genel beklenti ödülün cezaevinde ölen/öldürülen Rus muhalif Aleksey Navalni’nin eşi Yulia’ya veya Trump’a verileceği yönünde idi. Ödülün açıklanacağı gece, Machado’ya ödülü kazandığı ancak bu bilgiyi dışarıya aktarmaması gerektiği bildirildi.

Ödül açıklanmadan saatler önce bahis sitelerinde aniden hareketlenmeler oldu. Machado’nun kazanma olasılığı yüzde 3,75 iken birbuçuk saat içinde yüde 72,80’e çıktı. Ödül komitesinden bilgi sızdırıldığı tartışmaları yaşandı. Machado için bahis oynayan hesapların büyük çoğunluğu kısa süre önce açılmıştı. Bu da bir başka rezalet olarak kayıtlara geçti.

Ödülü kazandığını öğrenen Machado, ödülünü Venezuela halkına ve Trump’a ithaf ettiğini açıkladı. Bu ödül ile Venezuela muhalafetinin daha da güçlendiğini ilan etti.

Ancak sol muhalefet bu düşüncede değildi. Sol muhalefetin önde gelen kadın lideri, A. R. Torres, hem Maduro rejimine hem de ABD empreyalizminin yarattığı iç savaş ortamına karşı olduğunu açıkladı. Ödülün neden aşırı sağcı ve İsrail taraftarı birine verildiğini sorguladı, ödül komitesini eleştirdi, ‘rezalet’ dedi.

Barış ödülünün Machado’ya verilmesi dünyanın birçok ülkesinde tartışmalara neden oldu: Daha çok demokrasiye evet, daha çok bağımsızlığa evet, ama ABD güdümüne hayır. Türkiye’de iktidar kanadından bir ses duyulmadı. Belki “dostum Maduro” ve “dostum Trump” arasında kalındı. Özellikle Trump bu gibi eleştirilere alınırsa, meşruiyet sorunu çıkabilir, diye düşünüldü. 

Kaynaklar:

Barış Ödülü Önerisi (2024)

https://www.rickscott.senate.gov/services/files/6B35DA8B-8FC9-4B05-BCC8-DB71EC9AD7DE

Heilman, Uriel (2015) Times of Israel

https://www.timesofisrael.com/marco-rubios-big-jewish-backer-and-7-other-things-to-know-about-him/

World Jewish Congress (2025)

https://www.worldjewishcongress.org/en/news/wjc-welcomes-confirmation-of-mike-waltz-as-us-ambassador-to-un

/././

Heybe yasada vergiyle ilgili neler var?-Murat Batı-

Yapılan bu düzenleme vergide adaleti sağlamaktan ziyade minik dokunuşlarla 'dostlar alışverişte görsün’den öteye gitmemektedir.

Günlerdir kamuoyunda yeni bir vergi torba yasa teklifi olduğu, çok önemli değişiklikler olduğu yönünde gerek basında gerekse de sosyal medyada haberler dolaşmakta. En nihayetinde söylentilerin kokusu bugün çıktı ve sözü edilen kanun teklif taslağı Vergi Kanunları ile Bazı Kanunlarda ve 631 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi adıyla meclise sunuldu.

Bir yürürlük tarihi, bir yetki olmak üzere toplam 36 maddeden oluşan torba yasa teklifi 4 maddeyle Gelir Vergisi Kanunu’nda, 1 maddeyle Motorlu Taşıtlar Vergisi Kanunu’nda, 4 maddeyle Harçlar Kanunu’nda, 1 maddeyle Katma Değer Vergisi Kanunu’nda, 8 maddeyle 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nda, 2 maddeyle Kurumlar Vergisi Kanunu’nda ve diğer bazı kanunlarda değişiklikler içermektedir.

Bu Heybe Kanun Teklifinde vergiyle alakalı heybede neler var bakalım isterseniz.

1 - Konut kira gelirinde istisna kaldırılıyor.

Bilindiği üzere konut kira geliri elde edenler kira gelirini beyan ettiklerinde bazı koşullarda istisna tutarını düşebilmektedirler. Bu tutar 2025 yılı için 47 bin liradır ve bu tutar her yıl yeniden değerleme oranı kadar artırılmaktadır. Bu istisna 1 Ocak 2026’dan itibaren kaldırılıyor.

Ancak Teklife göre sosyal güvenlik kurumlarından emekli, maluliyet, dul ve yetim aylığı alanların Türkiye sınırları içerisinde sahibi oldukları binalara uygulanacak. Yani emekli dul ve yetimler bu istisnadan yararlanmaya devam edecek. 

2 - Konut alırken ödenen faizler gider yazılamayacak

Konutu banka kredisiyle alanlar kredi için ödediği faizi belli oranlarda bu konuttan sağlanan kira gelirlerinin beyanında gider olarak yazabilmekteydi. Ancak teklifin 2’nci maddesi uyarınca bu artık mümkün olamayacak.

Hatta yürürlük tarihi “2025 yılı gelir ve kazançlarına uygulanmak üzere yayımı tarihinde”denildiğinden 2025 yılında kira geliri elde edenler, bunu 2026 yılında beyan ettiklerinde faizleri indirim konusu yapamayacaktır. 

3 - Geçici vergi tekrardan 4 döneme çıkıyor.

Geçici vergi uygulaması 2022 yılında yapılan düzenlemeyle dört dönemden üç döneme düşürülmüştü. Tekrardan dört döneme çıkarılacak. Kanun Teklifinde geçici vergiyi düzenleyen 3’üncü maddenin yürürlük tarihi “2025 yılı gelir ve kazançlarına uygulanmak üzere yayımı tarihinde” denildiğinden 2025 yılı için de dördüncü dönem geçici vergi ödenecek.

4 - Harçlar kanunu m.63 uyarınca %25 oranında uygulanan vergi ziyaı cezası %100 yani bir kat uygulanacak

Gayrimenkul alım ve satımında belediyede kayıtlı bedelin altında beyan edilen gayrimenkuller için aradaki farktan harç alınırken bu harç tutarı üzerinden normalde yüzde 25 yani dörtte bir alınan vergi ziyaı cezası artık 1 kat olacak yani harç kadar olacak. Bu uygulama Kanun’un yayımlanma tarihinde yürürlüğe girecek.

5 - Yetki belgelerinden her yıl harç alınacak

Mehmet Şimşek özellikle bazı mesleklerin gelir vergilerini düşük gösterdiği o nedenle de gelir vergisi alamadığı yönünde serzenişlerinin bir tezahürü olan bu uygulama ile özellikle yetki belgesiyle iş yapan meslek grupları bu yetki belgelerinden dolayı her yıl 20-30 bin civarında -ki bu tutar da her yıl yeniden değerleme oranı kadar artacak- harç ödeyecek.

Kanun Teklifinin gerekçesinde “mevcut durumda harca tabi olmayan ayakta teşhis ve tedavi yapılan özel sağlık kuruluşları ile ağız ve diş sağlığı hizmeti sunulan özel sağlık kuruluşlarına ait belgeler, veteriner hekim muayenehane ve poliklinikleri ile hayvan hastanelerine verilen ruhsatlar ve kıymetli madenler kuruluş ve faaliyet izin belgeleri, kuyum, ikinci el motorlu kara taşıtı ve taşınmaz ticareti yetki belgeleri ile ticari havayolu ve genel havacılık işletme ruhsatlarından yıllık harç alınması sağlanmaktadır. Ayrıca mevcut durumda sadece ruhsat alımında harca tabi hususi hastaneleri ve laboratuvarları açmak için düzenlenen ruhsatnameler ile turizm müessesesi işletme belgelerine ilişkin harç yıllık hale getirilmektedir." şeklinde açıklanmıştır.

1 Ocak 2026’da yürürlüğe girecek bu madde. 

6 - Taşıtların satış ve devrine noter harcı uygulanacak

Sıfır olarak adlandırılan yani trafiğe ilk defa kayıt ve tescil edilen araçların ilk tescil işlemleri ile tescil edilmiş araçların (ikinci el) satış ve devirlerinde, noterler tarafından satış ve devir bedeli üzerinden binde 2 oranında nispi noter harcı alınacak. Ancak bu tutar bin liradan az ise bin lira alınacak.  

7 - 2026 UEFA organizasyonlarına KDV ve kurumlar vergisi istisnası uygulanacak

2026 UEFA Avrupa Ligi Finali, 2027 UEFA Konferans Ligi Finali ve 2032 UEFA Avrupa Futbol Şampiyonası organizasyonuna ilişkin mal teslimleri ve hizmet ifaları, için hem KDV istisnası uygulanacak hem de UEFA ile Türkiye’de işyeri ve kanuni merkezi bulunmayan katılımcı takımlar ve görevli tüzel kişiler, bu organizasyonlara ilişkin Türkiye’de elde ettikleri kazanç ve iratlardan gelir ve kurumlar vergisinden muaf tutulacak.

Ezcümle

Bu kanun teklifinde fahiş emlak vergisi artışıyla alakalı yapılması planlanan düzenleme için hâlâ çalışıldığından muhtemelen komisyon görüşmelerinde bu teklife eklenecektir. İlaveten bir af beklentisi de vardı ki o da teklifte bulunmamaktadır.

Yapılan bu düzenleme vergide adaleti sağlamaktan ziyade minik dokunuşlarla  'dostlar alışverişte görsün’den öteye gitmemektedir.

Şimşek, burada özellikle bazı mesleklerden yıllık harç alarak gelirini düşük gösteren bazı meslek gruplarını aslında ben sizi yeterince denetleyemiyorum o nedenle sizden harç alarak hem de her yıl alarak ödemediğiniz gelir vergisini bir tür telafi yoluna gidiyorum düşüncesinin başka bir tezahürüdür. Bu yönüyle ilginç olmuş yani alınamayan gelir vergisini harç alarak telafi etmek…

Neyse, bu konu hakkında daha çok yazıp, konuşacağız.

/././

Pax Americana’dan Pax Trumpiana’ya -Hakan Okçal-

Trump kendi çizgisinde gittiği sürece Erdoğan’ı seviyor. Ankara Washington’u tatmin edici adımlar atarsa F-35’lerin önü açılır, Türkiye CAATSA kapsamından çıkarılır. Bunların da ötesinde, Putin’in Ukrayna’da savaşı bitirmesi konusunda ikna edilmesi için Erdoğan’a rol de verir. Ama Pax Trumpiana'da her şeyin bir bedeli var.

Pax Americana

“Pax Americana”, antik dünyada Roma İmparatorluğu’nun hakimiyetini ifade eden “Roma Barışı” anlamındaki “Pax Romana” teriminden yola çıkılarak, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batı Yarım Küre’de ABD’nin hakimiyetini ve kural koyuculuğunu ifade eden bir terim. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra Amerika’nın üstünlüğü sadece Batı Yarım Küre’de değil, tüm dünyada etkisini gösterdi. Francis Fukuyama bu dönemde tarihin sonunun geldiğini öne süren bir tez dahi ortaya attı. Ona göre ideolojik savaşlar dönemi sona eriyor, Amerika’nın liderlik ettiği batılı liberal-kapitalist sistem her yerde galibiyetini ilan ediyordu. 

“Uçtan Uca On Bin Mil”, 1898 siyasi karikatürü

Ancak öyle olmadı. Bu dönem çok kısa sürdü. 11 Eylül saldırıları sonrası Pax Americana geçerliliğini yitirdi. ABD terörle mücadele gerekçesiyle Irak’ta ve Afganistan’da başlattığı savaşlardan hırpalanarak ve gücünü önemli ölçüde kaybederek çıktı. Doğu’da ise yeni bir rakip yükseldi. Çin her alanda hızla ilerleyerek ABD’nin karşısına rakip olarak dikildi. Biden döneminde ABD’nin Afganistan’dan kaçarak çekilmesinden sonra, Pax Americana’ya bir darbe de Putin tarafından vuruldu. Rusya Amerika’nın ve NATO’nun gözünün içine bakarak Ukrayna’ya saldırdı. 1975 Helsinki Nihai Senedi ile Avrupa’da büyük çabalar sonucu oluşan güvenlik ve iş birliği sistemi yerini çatışma ve istikrarsızlığa bıraktı.

Pax Trumpiana 

Pax Americana’dan artık eser kalmadığını düşünürken, ikinci Trump dönemiyle beraber ABD dünya sahnesine yeniden iddialı bir dönüş yaptı. Ama eskinin tekrarı mümkün değil. Hem dünya değişti hem Amerika.  Amerika’nın eski üstünlüğünü kabul ettirmeye ne gücü ne de imkânı var. Buna rağmen “iş bitirici” Trump kendi metotlarıyla rakiplerine meydan okuyor, dostlarını hizaya sokuyor. Önce gümrük tarife artışlarıyla dünya ticaret sistemini, sonra Batı ittifakının en önemli örgütü NATO’yu sarstı. Bu kez de Ortadoğu’ya yeni bir nizam vermeye çalışıyor. Hedefinde İsrail’e Ortadoğu’da arzuladığı güvenlik ve barış ortamını sağlamak var. İran’ın örselenmesi, Suriye’de zayıf bir devlet yapısının oluşturulması, İbrahim Anlaşmaları ile Arap dünyasının İsrail’le iş birliği yoluna çekilmesi, Şarm El Şeyh’te töreni yapılan Gazze Barış Planı bu hedefe ulaşmak için başvurulan enstrümanlar.

Tarih elbette tekerrür etmiyor. Olan, tekerrürden ziyade, eski Pax Americana’nın Trump tarafından “America First” ve “Make America Great Again” sloganları uyarınca yeni bir sürümünün sahnelenmeye çalışılması. Buna “Pax Trumpiana” denmesi, “Pax Americana-2”den daha uygun olacak.

Marx’ın tarihin tekerrürü konusunda çok sevdiğim ve yeri geldikçe kullandığım veciz bir sözü var: “Tarih kendini ilk seferde trajedi olarak, ikinci seferde ise komedi olarak tekrarlar.” Pax Americana gerçekten trajediydi. Bu hafta Şarm El Şeyh’te gerçekleşen Barış Zirvesi’nde ise, komedinin kreşendosuna ulaşıldı. Mikrofonu kendisine dalkavukluk yapan ev sahibi Sisi ve Pakistan Başbakanı dışında kimseye bırakmayan Trump sürekli kendini övdü. Diğerleri de uslu çocuklar gibi onu sessizce dinlediler. Trump ayrıca üç bin yıldır gerçekleştirilemeyen bir barışın gerçekleşmek üzere olduğunu ileri sürerek yüksek tarih bilgisini sergiledi. Her halde ona göre tarih Firavunlar döneminde Musevilerin Mısır’dan çıkışından beri donmuştu.

Şarm el-Şeyh Barış Zirvesi

Gazze’deki ateşkeste Türkiye’nin rolü

Aslında Şarm El Şeyh’te imzalanan belge Hamas ile İsrail arasında mutabık kalınan ateşkesin, Trump’ın vizyonu doğrultusunda kalıcı bir barışa dönüşmesi için, aralarında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da olduğu dört devlet başkanı tarafından imzalanan bir niyet beyanıydı.

Yine de yiğidin hakkını verelim, Gazze’de ateşkes Trump’ın sayesinde sağlandı. Ondan önce Biden elini taşın altına koymamıştı. Ateşkes için Trump’a en büyük desteği Erdoğan verdi. Çünkü masadaki diğer iki ülke, Katar ve Mısır, Hamas’ı ikna etmekte yetersiz kaldılar. Türkiye ağırlığını koymasaydı Hamas ateşkesi kabul etmezdi. Trump da verilen kıymetli desteğin karşılığında Erdoğan’a özel övgüler düzdü.

Trump Şarm El Şeyh’e geçmeden önce İsrail parlamentosu Knesset’te  Netanyahu’ya ne kadar övgü düzmüş olursa olsun, bu kez tüm ağırlığıyla devreye girmiş olmasının sebebi Hamas liderlerine karşı ABD’nin bilgisi olamadan, Katar’da düzenlenen başarısız hava operasyonuydu. Trump bu saldırıyı bölgede yakın bir müttefikine (Katar) yapılan bir saldırı olarak algıladı ve Netanyahu’nun üzerine gitti. Sonuçta Trump’ın önceliği Amerika (America First). Netanyahu, Cumhurbaşkanı Erdoğan gibi BM Genel Kurulu dolayısıyla gittiği Amerika’da Trump tarafından törenle ağırlanırken aslında baskı gördü. Trump, Netanyahu’nun Katar Emiri El Sani’yi arayarak özür dilemesini sağladı. 21 maddelik ABD barış planı bu yüzden 20 maddeye düşürüldü. Çünkü Netanyahu’nun özür dilemesiyle bir maddesi yerine getirilmiş oldu. Ama yine de Hamas ikna edilmeseydi ateşkes sağlanamazdı. Bunu MİT Müsteşarı İbrahim Kalın ve Cumhurbaşkanı Erdoğan başardılar.

Cumhurbaşkanı Erdoğan Gazze’de varılan mutabakatın harfiyen uygulanması konusunda kararlılığını ifade ediyor. Türkiye Gazze’de uluslararası görev gücü adı altında oluşturulacak birliğe askeri katkı sağlarsa tehlike çanları en yüksek perdeden çalar. Sayın Erdoğan gerçi Türkiye’nin Gazze’ye asker göndermesi konusundaki soruları muğlak geçiştirdi ama, MSB böyle bir göreve hazır olduğunu açıkladı. Hamas herhalde bir şeylere güvenerek elindeki rehineleri serbest bıraktı. Umalım aklımıza getirmek istemediğimiz en kötü senaryo hayata geçmez.

Donald Trump ve Binyamin Netanyahu Knesset'te, 13 Ekim

Ateşkes süreci kırılgan, Trump Planı’nın hayata geçmesi zor ama ok yaydan çıktı 

Trump’ın 20 maddelik barış planının ilk aşamasında hayatta kalan ve ölen İsrailli rehinelerin Hamas tarafından tek partide İsrail’e teslim edilmesi vardı. Ancak sahadaki koşular son derece zor olduğu için, ölen rehinelerin sadece dört veya beşinin kemikleri iade edilebildi. İsrail ise taahhütlerini yerine getirdi sayılır. Yaklaşık iki bin Gazzeli militan ve sivili serbest bırakıldı. Askeri operasyonlar durduruldu, İsrail birlikleri belirli bir çizginin gerisine çekildi. Ama İsrail, Hamas ölen tüm rehinelerin kemiklerini iade edemeyince, Gazze’ye girecek insani yardımları yarı yarıya kısıtlamaya başladı.  Bu yüzden daha ilk günden ateşkes anlaşmasının üzerinde kara bulutlar toplandı. Trump ise her zamanki gibi İsrail’in yanında saf tutarak, Hamas’ın taahhütlerini yerine getirmemesi halinde İsrail’in operasyonlarına başlamasının mübah olduğunu söylüyor. Ateşkes bu kez de bozulursa bunun yegâne sorunlusu İsrail olacak.

İlk aşamadaki sorunlar halledilse dahi, planın bundan sonraki aşamalarının gerçekleşmesi hayli güç olacak. Zira sırada Hamas’ın silahsızlandırılması ve Gazze’nin gündelik yönetiminin Hamas devreden çıkarılarak tarafsız Filistinlilerden oluşacak bir teknisyenler heyetine devredilmesi var. Ama Gazze’de esas söz sahibi teknisyenler heyeti değil, Trump’a bağlı olarak çalışacak Birleşik Krallık eski Başbakanı Tony Blair’ın başkanlığındaki bir uluslararası komisyon olacak. Hamas bunların hiçbirine onay vermedi.

Plan Gazze’nin Hamas’tan arındırılmasını öngörüyor. Ayrıca isteyen Filistinliler de Gazze’yi terk edebilecekler. Evleri yıkılmış, yurtları tarumar edilmiş Gazzelilerin birçoğunun artık orada kalmak istemedikleri biliniyor. Bir anlamda Gazze’nin yerel halktan arındırılması sağlanırken Trump’ın aklındaki Riviera Projesi için müteahhitlik çalışmalarına başlanacak. Bu işlerin esas finansörü Trump’ın Şarm El Şeyh zirvesine katılan Arap devletleri olacak. Trump bunca zengin dostu olmakla övünürken, arkadaki şeyhler sırıtarak mutabakatlarını ifade ediyorlardı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan Şarm el-Şeyh Barış Zirvesi'nde

Washington’un Türkiye’den beklentileri

Elindeki canlı rehineleri teslim ettikten sonra Hamas’ın işi hayli zorlaştı. Bundan sonra sorun çıkarması ona çok daha pahalıya mâl olacak. Hamas’ı silahsızlandırmak ve barış planını içine sindirmeyen militanların Gazze’den çıkarılmasını sağlamak muhtemelen Türkiye’nin sırtına yüklenen bir sorumluluk olacak. Trump Washington’da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ağırlarken boşuna “benden istediklerini yaparım ama, o da benim istediklerimi yapacak” şeklinde konuşmadı. Washington görüşmesinden sonra Ankara’nın Amerika’nın dümen suyunda ilerlemesinden başka seçeneği kalmadı.

Peki, Trump Erdoğan’dan başka ne istemiş olabilir? Muhtemelen, Suriye’de ademi merkeziyetçi yapıya cevaz veren, SDG’nin varlığını koruyarak merkezi devlet yapısıyla entegrasyonunu sağlayacak yeni düzenlemeyi kabul etmesi, Erdoğan’dan talep edilen hususlar arasındaydı. El Şara ve Mazlum Abdi görüşmesinde sağlanan son mutabakattan sonra, Ankara’nın açıklamalarının yumuşamış olması, Ankara’nın sahadaki gerçekliği kabul etmeye başladığına işaret ediyor.

Trump’ın Erdoğan’dan bir diğer talebi de Heybeliada Ruhban Okulu’nun yeniden açılmasıydı. Trump dünya Hristiyanlarının koruyucusu rolünü oynamak isterken bu fırsatı kaçıramazdı. Sayın Erdoğan bu konunun kolayca halledilebileceğini açıklayarak Trump’ı memnun etti. Trump istesin veya istemesin, kangren olan Heybeliada Ruhban Okulu konusunun çözüme kavuşturulmasında yarar var.

Trump kendi çizgisinde gittiği sürece Erdoğan’ı seviyor. Yukarıdaki konularda Ankara Washington’u tatmin edici adımlar atarsa F-35’lerin önü açılır, Türkiye CAATSA kapsamından çıkarılır. Bunların da ötesinde, Trump’ın Şarm El Şeyh’te belirttiği gibi, Putin’in Ukrayna’da savaşı bitirmesi konusunda ikna edilmesi için Sayın Erdoğan’a rol de verir. Şarm El Şeyh’te Avrupalı liderlerden daha çok üzerine sahne ışıkları tutulan Erdoğan bu rolü severek üstlenecektir.

Washington buluşmasından önce Ankara Büyükelçisi Tom Barrack, Sayın Erdoğan’a meşruiyet (Kongre ve Batı nezdinde) sağlanacağını söylemişti. Amerikalılar dediklerini yapıyorlar. Ama Trump dünyasında (Pax Trumpiana) her şeyin bir bedeli var.

/././

'Üzümüm ekşi' diyemem -Ahmet Çelik Kurtoğlu-

Babamın şu sözünü hiç unutmam, “Hiçbir bağcı ‘Üzümüm ekşi’ demez.” Yerli imalatçılar bu iddiamı kabul etmeyebilir ama onlar da talep gören üzümün tadını öğreneceklerdir. Yeni yatırımlar, yeni endüstriler, çipten yapay zekâya yaşanan evrim...

dünya çip yapay zeka

Doğru ekonomi yönetiminin kuralları

1519-1579 yılları arasında kraliçe I. Elizabeth’in Tudor hanedanı döneminde yaşayan finansçı Sir Thomas Gresham, kraliçesine değerini yitiren İngiliz parası hakkında öğütler verirken, ucuz paranın değerli parayı piyasadan “kovalayacağını”, ucuz paranın makbul tutulacağı tavsiyesini yapar. Gresham Yasası olarak bilinen kural böylece yerleşir ve yaşamın her alanında kabul görür.

Ne gibi mi? Önce yakın zamanlara kadar tercih edilen ucuz TL’den başlayın da ucuz adalet, ucuz eğitim, ucuz sağlık, ucuz imalat, despotik yönetim, ucuz tatil, ucuz yemek ve yaşamın pek çok diğer tercih konusuna kadar hayal edin. Despotik yönetim demokrasiye, doğru adalet ezan vakti insanları gözaltına alıp tutuklamaya, ucuz döviz doğru ve ülke ekonomisini güçlendirecek kur politikasına ve birçok benzeri tercihe götürebilirsiniz kıyaslamayı.

Despotik yönetim demokrasiden ve cumhuriyetten, kabile yönetimine gidiştir. Bu nedenle tek adam yönetimi koalisyona tercih edilir. Sanki evlilik, şirket kurmak, spor, takım oyunu koalisyon değilmiş gibi. Ucuz mal değerli ürüne tercih edilir; oysa ucuz imalat ülkenin endüstrileşmesi için tuzaktır.

Değer, iktisatta ve daha da ötesi yaşamda en önemli kavramdır. Değerli eş, değerli siyasetçi, değerli hukukçu, hekim, öğretmen, kaptan, pilot, sağlam temelin olmazsa olmazlarıdır.

Değeri belirleyen nedir? Alışılmış yanıt “piyasadır”, ama artık biliyoruz ki bu da doğru değildir, çünkü piyasadaki bilgi yanıltıcıdır. Değeri belirleyen, tercihi yapan bireydir. Ürün, yani mal, hizmet, verilen karar, yönetim tarzı onun ihtiyaçlarını sürdürülebilir bir şekilde karşılıyorsa değerlidir. Fiyat azaldıkça, değer de düşer ve sonunda ürün, yani mal, hizmet, yönetim tarzı talep edilmez olur. Bugün ülkedeki siyasi kadrolarla ilgili olarak kararsızların çokluğu bunu göstermiyor mu? Despotik rejimler sınıfta kalır. Doğru seçim yapamayan toplum da onunla birlikte sınıfta kalır.

Değeri belirleyen nihai karar verici olan birey olduğuna göre, onun değerlendirmesini etkileyen, bozan her türlü müdahale, adı ne olursa olsun, yanlıştır. Bu müdahale kral, padişah, hükümet, maliye bakanlığı, anne baba, eş tarafından da yapılabilir, ama yanlış yanlıştır. Bu yanlışın sonucu ülkede yönetimin kalitesinin, ekonomide üretimin, ailede huzurun, bireyde geleceğin ve mutluluğun bozulmasıdır. İngiliz demokrasisinin köklülüğünün, yüzlerce yıldır monarşik yönetime karşın sürdürülmesinin arkasında sık sık tekrarladığım “Magna Carta” ve “Gresham Yasası” gibi kurallar vardır. Buna karşılık 1789 İhtilali’nin salladığı Fransa, hâlâ sallanmaktadır.

Keşke aksak rekabet olabilseydi

Yazının başlığı “dolaylı vergiler ve Gresham Yasası” idi. Dolaylı vergiler, şirketlerin karşılaştıkları, üzerinde hiç durulmayan, ama benim kitapta uzun uzun ele aldığım “iş yapma maliyetleri-transaction cost”dur. Şirket iki ana maliyet grubunu yönetmek durumundadır, sabit ve değişken maliyetler. Sabit maliyetler şirketin faaliyetlerinde karşılamak zorunda olduğu yatırım, finansman, yönetim maliyetleridir. Değişken maliyetler ise üretim sürecine, miktarına, şekline bağlı olarak değişebilen maliyetlerdir.

2010’larda bir Alman danışmanlık şirketinin Türkiye’de hizmet sunmasını sağladım. Şirketin uzmanlığı “fiyatlamaydı” ve bu kavram Türk şirketleri için yabancıydı. Onlar her zaman ürünlerini maliyet+kâr, piyasa liderini izleyerek veya patronun hissiyatı, deneyimi üzerine fiyatlıyorlardı. Ama biraz önce değindiğim maliyet gruplarından hangisini kullandıkları, piyasa liderinin ürünlerini neye göre fiyatladığı sorulduğunda yanıt alamıyordum. Sofistike matematiksel modeller de tüketicinin, tedarikçinin değerlendirmesini, beklentilerini karşılamıyordu. Çünkü talep üretim girdileri bakımından bir mühendislik çalışmasının sonucu iken, tüketici talebi bakımından “davranışsal” bir kararla bağlantılıydı.

Bu davranışsal karar iktisatta hep varsayıldığı gibi rasyonel miydi? Önümüzdeki birey bir “homo economicus” muydu? Bu nitelemenin geçerli olmadığı, karar sürecini etkileyen bilginin, verilerin saydam, rekabetçi olmadığı on yıllardır kabul görmüştür. Birey “önceden tahmin edilebilecek şekilde irrasyonel-predictably irrational”dir.[1]

Gelelim konumuz olan “alışveriş maliyetleri- transaction cost” ve dolaylı vergilere. Bunlar işletmenin iradesi dışında, piyasada iş yapmak için katlanmak zorunda olduğu maliyetlerdir. Paralel ekonomilerin var olduğu bizim gibi ülkelerde merdiven altı üretim, depolama, kaçakçılık gibi faaliyetler, şirketlerin yönetmelerinin mümkün olmadığı, katlanmak zorunda oldukları maliyetler yaratmaktadır. Böyle yapıların bulunduğu, ticari faaliyetin saydam bir şekilde sürdürülemediği “aksak rekabet” sıfatının dahi tanımlayamadığı ekonomilerde ise, dünyada kabul gören işletmecilik, şirket yönetimi, pazar yönetimi kurallarını uygulamak mümkün değildir. Bu ekonomiler “vasat-mediocre” sıfatıyla kusurludur. Anti enflasyonist politikalar neden sonuç vermiyor sorusunun yanıtı buradadır.[2]

Böyle ekonomilerde hükümetlerin uygulamakla görevli olduğu ekonomi, para ve maliye politikalarının uygulanması da mümkün değildir. Burada tam rekabet hukukunun dahi karşılamadığı durumlar geçerlidir. Dolaylı vergiler burada çizdiğimiz “aksak rekabet ötesi” tablonun motorudur. İşletmeler zaten bu sistemin getirdiği sorunlarla boğuşurken, bağımsız “hükümran” devlet, bunun üstüne vasıtalı vergileri uygulamaktadır. Bu vasıtalı vergilerin amacı ithalata karşı yerli üretimi korumak, desteklemek de değildir. Amaç ithalatı, döviz giderini kısıtlamaktır. Önemli olduğunu düşündüğüm bir başka tespitimi eklemeliyim. T.C. Maliye Bakanlığı’nın dolaylı vergileri uygulama nedeni her zaman talebi kısıtlamak olmuş, hiçbir zaman endüstri politikasının desteği olmamıştır.

Üstelik bu vergilerin uygulanış şekli bireyin, tüketicinin talebini kısıtlamakta, böylece bireyin tüketim teknolojisi görgüsü gelişmemektedir. İthal edilecek kaliteli ürünün fiyatının yükselmesi, bireylerin ona ulaşmasını güçleştirmektedir. Tüketim kalitesi yerli tasarımların kalitesiyle sınırlı kalmaktadır. Üretici daha kaliteli rekabetle karşılaşmadığı için, onun da üretim teknolojisi, görgüsü gelişmemektedir. Anlı şanlı konfeksiyon markalarının iç pazar için hazırladığı ürünlerin astarlarına, bunların rengine bakın, Avrupa’dakilerle karşılaştırın. Bu iddiayı otomobilden tencereye, gömlekten, çoraptan konfeksiyona genişletebiliriz.

‘Üzümüm ekşi’ diyemem

Yerli imalatçılar bu iddiamı kabul etmeyebilir, çünkü daha iyiyi tasarlamak, yapmak yeni çaba gerektirecektir. Babamın şu sözünü hiç unutmam, “Hiçbir bağcı ‘Üzümüm ekşi’ demez.” Ama onlar da etrafa bakıp kendilerinin olsun, rakiplerinin olsun yeni yatırım alanlarının, malzeme ve imalat teknolojisinin hangi alanlara yöneldiğini, bu durumun Çin’de, Kore’de, İtalya’da, nasıl geliştiğini incelerlerse bana hak vereceklerdir. Yani talep gören üzümün tadını öğreneceklerdir.

Tekrar edeyim, yeni yatırımlardan, yeni endüstrilerden, pek çok ülkede yaşanmakta olan, çipten yapay zekâya yaşanan evrimden söz ediyorum. Belki son söz olarak körfez bölgesini, Katar, Suudi Arabistan, hatta Mısır’ı not etmekte yarar vardır.

[1] Predictably Irrational, Dan Ariely, Harper Collins, London 2008

[2] Average is Over, Taylor Cowen, Plume 2013

/././

ABD-Çin ticaret savaşında yeni bir cephe açıldı -Binhan Elif Yılmaz-

Çin’in nadir toprak elementlerinin ihracatını kısıtlaması sadece ABD’yi değil Avrupa’yı da karşısına alması anlamına geliyor. Ayrıca Çin elektrikli otomobillerin pillerinin üretiminde kullanılan birçok ekipmanın ihracatı sınırlandığında, otomotiv sektöründeki rekabet avantajını da korumuş oluyor

abd çin ticaret

Trump ticaret savaşlarını başlatalı aylar olsa da cuma günü Çin ile karşılıklı kısıtlama, suçlama ve ABD’nin Çin mallarına yüzde 100 ek gümrük vergisi tehdidiyle iki ülke arasındaki ticaret savaşı yeni bir boyut kazandı.

ABD’nin son zamanlarda Çin'e yönelik teknoloji kısıtlamalarını arttırmaya devam ettiği ortamda Çin’den nadir toprak elementleri ve bunlardan üretilen ürünler üzerindeki kontrolleri arttıracağı ve ihracat kısıtlamasına gideceği açıklaması geldi. Trump da misilleme olarak 1 Kasım'dan itibaren Çin'den gelen tüm ürünlere yüzde 100 ek gümrük vergisi getirebileceğini söyledi.

Bitmedi; Trump, Şi ile planladıkları görüşmeyi iptal edebileceğini söyledi, Çin de karşılık olarak bugün itibariyle ABD bayraklı gemilere yeni liman ücretleri uygulayacağını duyurdu.

Cuma günkü tarife savaşı kısa süreli krize dönüştü, piyasalarda çalkantılar başladı:

S&P 500 endeksinde yatırımcıların bir süredir unuttukları iniş trendi geri geldi ve endeks altı ayın sonunda ilk kez yüzde 2'nin üzerinde düşüş yaşadı. Cuma günü teknoloji hisseleri de, yüzde 5 düşen Nvidia örneğinde olduğu gibi, sarsıntılı bir gün geçirdi. Diğer yandan ABD petrol fiyatları yüzde 4'ten fazla düştü ve varil başına 59 doların altına geldi.

Ancak Trump’ın Çin'e ek yüzde 100’lük tarife söylemi kısa sürede havada kalmaya başlayınca endeks haftaya yükselişle başladı ve kaybının bir kısmını geri kazandı.

Çin, küresel üretimi ve ticareti kontrol altına almaya yönelik yeni bir hamle başlattı.

Bilinen bir sözü tekrar edelim; “Orta Doğu'nun petrolü var, derler ama Çin'in de nadir toprak elementleri var.”

Çin’in 8 Kasım’dan itibaren nadir toprak elementlerinin ihracatını kısıtlaması, otomobil, bilgisayar çipleri, manyetikler, savaş ve askeri ekipmanlar açısından sadece ABD’yi değil Avrupa’yı da karşısına alması anlamına geliyor.

Ayrıca Çin elektrikli otomobillerin pillerinin üretiminde kullanılan birçok ekipmanın ihracatı sınırlandığında, otomotiv sektöründeki rekabet avantajını da korumuş oluyor.

Çin diğer yandan Avrupa ve ABD’deki askeri teçhizat üreticilerine söz konusu malzemelerin sevkiyatını yasaklıyor. Ayrıca diğer ülkelerde kendi üretimlerini kurmalarına yardımcı olacak ekipman veya bilgilerin Çin dışına transferini engelliyor. tam da ülke GSYH’sinin yüzde 5’ine kadar savunma harcamalarını arttırması gereken Avrupa için kötü haber.

Görülüyor ki içeriğinde nadir toprak elementi olan herhangi bir ürün Çin’den izin çıkmadan ihracat edilemiyor. Bu gibi kısıtlamalar zaman kaybı, üretim azalışı ve nihayetinde tedarik zincirlerinde kopmaya neden olacak demek.

Çin’in nadir toprak elementlerinin kontrolleri oldukça kapsamlı ve giderek artacak. Sadece 8 Kasım değil 1 Aralık'ta da tüm dünyayı etkileyecek yeni düzenlemeler aşamalı bir şekilde yürürlüğe girecek.

Bugün ayrıca Trump’ın kereste, mutfak/banyo dolaplarına, ahşap döşemeye yönelik yüzde 50'ye ulaşan gümrük vergileri başladı. Bu vergiler çok da güçlü olmayan konut sektörünü zorlayacak. Zaten yaz başında çelik ve alüminyuma uygulanan yüksek gümrük vergileri (bulaşık/çamaşır makinesi vb için gerekli) söz konusuydu. Sonunda ABD’yi konut krizi bekliyor.

Ancak Trump’a göre yurt içi imalat sanayi korunmuş olacak, hatta kereste Savaş (eski adı Savunma Bakanlığı) Bakanlığı’nda kritik fonksiyona sahip olduğu için yüksek gümrükler çok isabetli!

Ama tüm bu vergi yükü konut inşaatını yavaşlatıcı ve konut açığını daha da arttırıcı etkide. Zaten mevcut konut satışları zaten yüksek faiz ortamında dibe vurmuştu. Mevcut konut satışları ağustos ayına göre yüzde 0,2 azaldı ve yıl ortalamasının altında kaldı. Konut stoku da yüzde 1,3 daralmış görülüyor.

Trump’ın baş gösteren bu soruna da cevabı var; gözünü Fed’e dikmiş durumda. Faiz oranlarının düşmesi ile konut kredisi hacminin artışını ve bu yoldan konut piyasasının desteklenmesini istiyor.

Tarifelerden derslere bakalım:

Trump’ın giderek kapsamlı hale gelen tarifeleri dünya ticaretini yavaşlatacak etkiye ulaştı. Dünya Ticaret Örgütü 2025 için dünya mal ticaretinin yüzde 2,4 artmasını bekliyor, oysa bu oran 2024’te yüzde 2,8 idi.

Tarifelerin yarattığı belirsizlik ortamı, hem büyümeyi ve hem dünya mal ticaretini yavaşlatsa da küresel ticaret tahmin edildiği kadar yavaşlamıyor aslında. Nedenlerden biri, tarifeler yürürlüğe girmeden önce pek çok ülkenin stoklamaya gitmiş olması.

Ama Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) genel direktörü N.O. Iweala’nun açıklamaları da ilginç, ona göre; üyeler Trump tarifelerine daha temkinli yaklaşıp, düşük düzeyde karşılık veriyor. Sonuçta gelişmekte olan ülkelerde ticarette pek bir sorun yok, çünkü “dünyanın geri kalanı kendi kendisiyle ticaret yapıyor (friendshoring)”. Geçen hafta bu konuda yazmıştım.  

ABD cephesinde Trump etrafa tarife savurdukça sular durulmayacak, bakalım dolar güçlenecek mi? Çinlilere sorsanız bir ticaret savaşı istemiyorlar, ama savaştan da korkmuyorlar.

/././

Habeas Corpus ve özgürlük -Fikret İldiz-

Yargılayan asıl mahkeme tutukluluk halini kaldırıyor, yanındaki mahkeme itiraz üzerine tekrar tutukluyor. Vicdan ve adaleti bir kenara koyun. Hangi karar doğru, hangisi hukuk?

Habeas Corpus ve özgürlük
Sistemin sorunları çizilen sınırlarla, özgürlükler gücün sınırlarıyla çizilemez.
 
Yaşadığımız bir gerçeği anımsayalım… Osman Kavala yargılandığı davadan hakkında beraat kararı verildi, kararla tahliye edildi. Tahliyesi ardından yeniden tutuklandı ve kısa bir süre özgür kaldı, özgürlüğü geri alındı. Hala hapiste…
 
Yaşadığımız bir başka gerçek daha var… İki defa bir günlük özgürlük verildi, geri alındı… Bu iki kez özgürlük, iki kez yeniden tutuklanmanın sahibi Marmara Cezaevinde hapis tutulan avukat Selçuk Kozağaçlı…İki kez tahliye edildi, iki kez hemen ertesi gün tekrar cezaevine konuldu. En son 16 Nisan’da tahliye edildi, 17 Nisan’da Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı’nın itirazı üzerine yeniden tutuklanarak cezaevine gönderildi. Yeniden tutuklanması kararına karşı yapılan itiraz ise gerekçesiz reddedildi.
 
Son gerçeklerden birisi halen hastanede tedavisi süren Ayşe Barım, Gezi Parkı olaylarıyla ilgili olarak 27 Ocak’ta tutuklandı. Marmara Cezaevi’nde ağır sağlık sorunları yaşadı. 1 Ekim 2025 tarihinde, İstanbul 26 Ağır Ceza Mahkemesi tarafından yurt dışı çıkış yasağı ve ev hapsi şartıyla tahliye edildi. Savcılığın itirazı üzerine İstanbul 27 Ağır Ceza Mahkemesi tarafından yeniden tutuklanmasına karar verildi. Hapishane için hastane kapısında bekliyorlar…
 
Hapis tutulmak veya hapishanede kalmak sadece hapis yatanın bildiği bir gerçektir.
 
Cezaevinden salıverilebilirsiniz, ama sonra tekrar tutuklanabilirsiniz. Hem de salıverilme kararından hemen sonra veya bir gün sonra…
 
Yargılayan asıl mahkeme tutukluluk halini kaldırıyor, yanındaki mahkeme itiraz üzerine tekrar tutukluyor. Vicdan ve adaleti bir kenara koyun. Hangi karar doğru, hangisi hukuk?
 
Mahkeme tutuklunun salıverilmesine karar vermişse, hemen sonra aynı kişinin tutuklanmasına aynı suçlamalardan dolayı başka mahkeme karar verilebilir mi? Nasıl oluyor da böyle olabiliyor?
 
Durum kanuna uygundur… Kanun, düzene uygundur, düzen kanuna…
 
Bu düzen sisteme uygundur. Sistemin düzeni, siyasal güç kullanmanın yargısal halidir.
 
Bu durum hukuka, adalete, özgürlüklere ve insan haklarına aykırı olabilir, ama kanuna uygundur…Hiçbir yoruma izin vermeyen bu hukuksuzluklar ceza hukuku düzeninin sistemidir.
 
Asıl sorun; bu döngünün sistem sorunu olmasıdır. Kanun koyucuların tercihi budur. Şaşırmak nafiledir. Çözüm bulunmalıdır. İnsana karşı kullanılan bu sistem özgürlüklere karşıdır.
 
Tekrar yazalım…Nasıl bir kanuni düzen, nasıl bir hukuk?
 
Ceza Muhakemesi Kanunu Madde 104/(1)’e göre; şüpheli soruşturma aşamasında veya ceza davası açıldığında yargılama (kovuşturma) sürecinin her aşamasında, her zaman hakkındaki tutuklama kararının kaldırılmasını ve salıverilmesini isteyebilir. Şüpheli veya sanığın tutukluluk hâlinin devamına veya salıverilmesine hâkim veya mahkemece karar verilir.
 
CMK 104 Maddesinin (2) fıkrasına göre; “Şüpheli veya sanığın tutukluluk halinin devamına veya salıverilmesine hâkim veya mahkemece karar verilir. Bu ret kararına itiraz edilebilir."
 
İşte sistemin ortaya çıkmasına neden olan ikinci cümledir.
 
CMK’da yazılı yukarıdaki bu eski düzenlemeye göre şüpheli veya sanığın tutukluluk hâlinin devamına yapılmış olan itirazın reddine karar verilirse; bu ret kararına sadece sanık veya şüpheli itiraz edilebilirdi (Fıkra 2).
 
2017 yılından önce bu tür kararlara, Savcılık tarafından itiraz hakkı yoktu.
 
Ret kararına “itiraz hakkı” sadece sanık ve şüpheliye tanınmıştı. Ne değişti?
 
Olağanüstü Hal döneminde esaslı bir sistem değişikliğine gidildi.
 
Artık Savcılıklar bu tür tahliye kararlarına itiraz edebiliyor…
 
696 sayılı KHK’nin 93 Maddesiyle CMK’nın 104 ünce maddesinin ikinci fıkrasının son cümlesindeki “Ret kararına” ibaresi “Bu kararlara” şeklinde değiştirilmiştir (R.G 24 Aralık 2017 Pazar-30280). 01.02.2018 kabul tarihli 7079 sayılı Kanunla bu değişiklik aynen kabul edilerek kanunlaşmıştır.
 
Kanun kanundur diyenlerin sistemi gelince düzen değişmiştir. Hukuka ve insan haklarına aykırı görülebilir ama bu aykırılığın çok önemli olmadığı anlaşılıyor. Artık tahliye kararlarının ardından çok sık itiraz ediliyor ve kişiler yeniden tutuklanıyor…
 
Ancak örneğin sanıkların ve avukatların yaptığı tutukluluk halinin devamına dair kararlara yapılan itirazlar ise kabul görmüyor ve itirazı inceleyen mahkemeler talebin reddine karar veriyor… Savcılık itiraz ederse, tahliye kararı kalkıyor ve yeniden tutuklama kararı veriliyor.
 
İtirazda iki kelime (ret kararına) deyişi kaldırıldı, yerine iki kelime geldi “Bu kararlara”…
 
Böylece 696 sayılı KHK ile Ceza Muhakemesi Kanunun 104 Maddesinin ikinci fıkrasının son cümlesinde yer alan bu değişiklikle “salıverilme kararlarına” itiraz hakkı genişletilmiş oldu ve Savcılıklara itiraz yolu açıldı. Basit bir değişiklik gibi gözüküyor ama savcılık itirazları fark edilir oldu…
 
Bir mahkeme hakkınızda salıverilme kararı verir ve cezaevinden tahliye edilebilirsiniz!
 
Sonra tekrar tutuklanabilirsiniz. Hiç şaşırmayın!
 
O zaman artık tutukluluk esas, özgürlük istisnadır ve böylece sistem tıkır tıkır işliyor.
 
Ulusalüstü sözleşmelerde kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı; kişi özgürlüğünün tüm keyfi müdahalelere karşı korunması demektir ve özgürlük olağanüstü hal zamanında bile korunur.
 
Gücün kullandığı yetki hukuka uygun olsa bile; eğer kişinin özgürlüğünün sınırlandırılmasında “ölçü” aşılmışsa, orantısız kullanılmışsa, kişi haksız olarak tutulmuşsa, kanuna aykırı gözaltına alınmışsa, hukuka aykırı nedenlerle soruşturmaya uğramışsa ve ceza hukuku kişinin temel hak ve özgürlükleri aleyhine “kötüye” kullanılmışsa; Habeas Corpus vardır. Hukuka aykırı olarak özgürlüğünden mahrum bırakılmış bireyin bir an önce hürriyetine kavuşmasını sağlamayı amaçlayan, antik kökenli “ortak hukuk” emridir. Bir mahkeme ya da yargıç tarafından çıkarılan bu emir; gönderildiği kişi ya da kurumdan gözaltında tuttuğu kişiyi belirli bir amaçla mahkeme önünde hazır bulundurmasını isteyen yazılı ve yargısal emirdir. Habeas Corpus, hukuksuzluğa dur demektir. 
 
Habeas Corpus, başkasını alıkoyan bir kişiye, alıkoyduğu kişiyi serbest bırakmasını veya mahkemeye bu alıkoyma için geçerli hukuki sebep göstermesini emretmek suretiyle, alıkoymanın hukukiliğini araştırmayı hedefleyen “ayrıcalıklı” bir mahkeme emridir. O halde antik dönemden beri hukukun ortak emri olan Habeas Corpus özgürlükler adına yerine getirilmesi gereken emirdir.
 
Ceza hukukunda verilmiş salıverilme kararlarına “itiraz” kanuni olarak savcılıkların hakkıdır! Doğru mudur, değil midir? Özgürlükler hukukunda yeri var mıdır yok mudur? Tartışmak gerekiyor.
 
Asıl sorun demokrasi ve özgürlüklerin sınırlarını çizme gücünü elinde tutan yargının durumudur. Durum çok düşündürücüdür, ama vahimdir! Böylece bu yargı sisteminin yarattığı insan hakları ihlallerinin önlenmesi aynı yargı sistemi içinde kalarak çözülemez, çözülmüyor.
 
Yaygın kanaate göre; bu sisteminin anladığı ve uyguladığı ceza hukuku insanları her hal ve şartta tutuklamaktır. Tahliye kararlarını kaldırmak, tutuklamayı esas kabul etmektir. Bu yargı sistemi endişe yaratıyor, korkutuyor. Hukuki güvenlik ve özgürlük sağlamak yerine güvensizliği yaygınlaştırıyor.
 
Tutuklama, kişi hak ve özgürlüğüne zorla getirilen sınırlandırmadır. Ancak insan temel hak ve özgürlüklerinin sınırlandırılmasının bir sınırı vardır. Bu sınır insan onurudur ve insan yaşamının korunmasıdır.
 
Yargı ve yargının zor kullanma gücü; temel hak ve özgürlüklerin yok edilmesine, kişi özgürlüğü ve güvenliğinin Anayasa’da, sözleşmelerde ve kanunlarda öngörüldüğünden çok daha geniş ölçüde sınırlandırmalara uğratılamaz, böyle bir güç kullanma hakkını sağlar biçimde yorumlanamaz. Temel insan hak ve özgürlüklerine getirilen sınırlandırmalar ancak öngörülen amaçlar için uygulanabilir. Yargının özgürlükleri sınırlandırma gücü özgürlükleri yok etmez, edemez. Yargının; önce kendisini, sonra adaleti, herkesin hukukunu, vicdanları, özgürlükler ve kişi güvenliğini ve en başta temel insan haklarını koruması Habeas Corpus emridir.
 
Eski Yugoslavya İçin Uluslararası Ceza Mahkemesi kararında yazılı olduğu gibi “İnsan hakları gibi bütün insancıl hukuk corpus’unun özü de cinsiyeti ne olursa olsun her kişinin insanlık onurunun korunmasına dayanır. İnsanlık onuruna saygı genel ilkesi, …uluslararası insancıl hukuk ve insan hakları hukukunun varlık sebebidir. Gerçekten de çağımızda bu ilke uluslararası hukukun bütününe nüfuz edecek kadar önem kazanmıştır.” (Öktem, Emre, Terörizm İnsancıl Hukuk ve İnsan Hakları. 2007 Derin yayınları Sayfa 414)
 
Kanunlarımız, hukukumuz bir yanda dura dursun… Asıl önemli olan tarihi temellere dayalı ve hatta antik çağa ait ama insanla ve insancıl hukukla ilgili, insan onurunun ezilmemesi, çiğnenmemesi için başta kişi özgürlüğü ve kişinin hukuki güvencesini esas alan uluslararası hukuk metinlerini yol gösterici olarak kabul etmeliyiz.
 
Onlardan birisi Habeas Corpus… Bir tutuklamanın yasallığını yargıç kararına bağlayan habeas corpus 'tur. Gücün kullandığı yetki hukuka uygun olsa bile; eğer kişinin özgürlüğünün sınırlandırılmasında “ölçü” aşılmışsa, orantısız kullanılmışsa, haksız tutulmuşsa, kanuna aykırı gözaltına alınmışsa, hukuka aykırı nedenlerle soruşturmaya uğramışsa ve ceza hukuku kişinin temel hak ve özgürlükleri aleyhine “kötüyü” kullanılmışsa Habeas Corpus vardır.
 
İnsan hakları ve hukukun kendisi insan özgürlüğünün korunmasındaki en önemli adımlardan biri olan antik değere sahip Habeas Corpus; insanı, onun yaşamını ve insan onurunu korur.

/././
Avukat Serdar Öktem cinayetindeki şüphe: Zanlılar, polisin teknik takibinde miydi?-Tolga Şardan-

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, İstanbul Emniyeti OSM Şubesi’ne gönderdiği yazıda, avukat Serdar Öktem’in Daltonların hedefinde olduğunu belirtti. Sonrasında, koruma önlemleri alınması çerçevesinde emniyet birimleri kendi aralarında bilgilendirme yazışmaları yaptı. İşte Öktem’in öldürülmesiyle ilgili büyük şüphe, tüm bu yazışmaların gün ışığına çıkmasıyla gündeme geldi: Daltonlar’ın adamları polisin takibi altındayken mi Öktem’i öldürdü?

Eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı Sinan Ateş’in Ankara’da öldürülmesi olayına adı karışan ve yargılanan eski Ülkü Ocakları Genel Başkan Yardımcısı avukat Serdar Öktem’e yönelik silahlı saldırıyla ilgili dikkat çekici bir sessizlik hâkim. 

Doğrusunu isterseniz bu sessizlik pek hayra alamet gözükmüyor. 

İstanbul’un göbeğinde, akşam saatlerinde trafikte seyir halinde olduğu sırada dört eylemcinin silahlarından çıkan kurşunların hedefindeki Öktem’in öldürülmesiyle ilgili soru işaretleri henüz gerçek anlamda yanıt bulmuş değil.

İçişleri Bakanlığı, suikastın ardından Ankara’dan gönderdiği iki Mülkiye Başmüfettişi üzerinden durumu anlamaya çalışıyor.

Başmüfettişler, büyük olasılıkla Öktem’in adının geçtiği suç örgütü dosyasını mercek altına alacak.

Öktem’in, Daltonlar adındaki suç örgütünün hedefinde olduğu yönünde ortaya çıkan bilgi ve belgeler bulunsa da aynı zamanda söz konusu tehdide karşı MHP’li avukatın güvenliğini sağlayacak koruma önlemlerinin alınıp alınmadığı müfettiş incelemesine konu olacak.

Tabii, Öktem’in merkezinde yer aldığı sürecin okunmasında veya yorumlanmasında, Çağlayan Adliyesi ile İstanbul Emniyeti arasında bir süredir devam eden “limoni” ilişkinin etkisini de unutmamak gerekiyor. Bunu da hatırlatayım.

Şüpheye neden olan yazışmalar

Öktem’in silahlı saldırıyla öldürülmesinin üzerinden 10 gün geçti.

Bu süre içinde Daltonlar tarafından işlenen cinayette görev alan neredeyse tüm zanlıların yakalanmasıyla “şimdilik” aydınlanmış görünüyor.

Saldırının asıl planını yapan ve eylemcileri organize eden suç örgütünün yönetici isimlerinin firar konumunda olduğu kadar, ortaya çıkan bir şüphenin varlığından söz etmek gerekiyor sanırım.

Şüpheyi ve emarelerine geçmeden önce küçük bir hatırlatma yapayım.

Öktem’in öldürülmesinin ertesindeki Büyüteç’te Ülkücü avukatı kimin öldürmüş olabileceğini yorumlarken, Daltonlar’ın tehdidiyle ilgili İstanbul Emniyeti’nce hazırlanan iki önemli evraka dikkat çektim.

Bunlardan ilki, 25 Ağustos 2025 tarihini taşıyan, İstanbul Emniyeti Organize Suçlarla Mücadele Şubesi (OSM) tarafından kaleme alınan Öktem’in Daltonlar’ın hedefinde olduğunu gösteren ve önlem alınmasını isteyen yazıydı.

Diğeri ise, 9 Temmuz 2025 tarihinde yerel polis merkezi amirliğince hazırlanan ve bizzat Öktem’e imzalatılan, hakkındaki ihbara ilişkin çağrı koruma uygulamasıyla ilgili resmi yazıydı.

Ertesinde gazeteci İsmail Saymaz, söz konusu belgelerin dışında başka yazışmaları kamuoyu ile paylaştı.

Saymaz’ın paylaştığı Çağlayan Adliyesi ve İstanbul Emniyeti’ne ait yazışmaların, 9 Temmuz 2025’ten önce gerçekleştiği görülüyor.

Şöyle ki -en azından kamuoyuna yansıyan- yazışmaların başı, 17 Mayıs 2025’teki yine İstanbul Emniyeti OSM Şubesi’nce, Bakırköy ve Şişli İlçe Emniyeti’ne gönderdiği yazıya dayanıyor.

Bu yazıdan üç gün sonra, bu kez İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, İstanbul Emniyeti OSM Şubesi’ne gönderdiği yazıda, avukat Serdar Öktem’in Daltonların hedefinde olduğunu belirtti.

Sonrasında, 25-27 Ağustos 2025 günleri arasında koruma önlemleri alınması çerçevesinde emniyet birimleri kendi aralarında bilgilendirme yazışmaları yaptı.

İşte Öktem’in öldürülmesiyle ilgili büyük şüphe, tüm bu yazışmaların gün ışığına çıkmasıyla gündeme geldi.

Şüphe şu; Öktem’in öldürüldüğü sırada ya da hemen öncesinde Daltonların adamlarına yönelik telefon dinlemesi var mıydı?

Diğer bir deyişle, Daltonlar’ın adamları polisin takibi altındayken mi Öktem’i öldürdü?

Şüphenin kaynağı ise az önce özetlerine yer verdiğim adliye ile polis yazışmaları.

Söz konusu yazışmaların varlığı ve içeriği, beraberinde farklı bir sürecin geliştiğini de gösteriyor.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın İstanbul Emniyeti’ne gönderdiği yazının “Cumhuriyet Başsavcılığımızca yürütülmekte olan Daltonlar silahlı suç örgütü kapsamında” cümlesiyle başlaması, suç örgütü çerçevesinde yeni bir soruşturmanın başlatılıp yürütüldüğünün göstergesi.

Bu tablo, suç örgütüne yönelik “telefon dinlemeleri” yapılması gerekliliğini ya da yapıldığını ortaya çıkardı doğal olarak.

Zira böylesi soruşturmalarda yapılan ilk adli işlemlerin başında suç örgütü üyesi olduğu tespit edilen hedef kişilere yönelik telefon takip işlemleridir. Fiziki takipler de suç soruşturmalarının vazgeçilmezidir.

Ekim ayında işlenen cinayetle ilgili devlet kurumlarında en az beş ay öncesinden bilgi varsa, mutlaka telefon dinlemesi ve fiziki takip de olmalı.

İşin doğasında var olan bir yöntemdir bu.

Tabii telefon dinlemesi süreçte devam etti mi, yoksa sonlandırıldı mı, “şimdilik” belli değil.

Şüpheyi gündeme getiren diğer ipucu ise Öktem’in öldürülmesinde görev alan zanlıların, silahlarıyla birlikte İstanbul ölçeğinde çok kısa sürede yakalanmaları.

Bu durumda zanlılara yönelik teknik takip çalışması ile önleyici telefon dinleme işleminin yapılması olasılık kapsamında.

İhtimallerin gerçekliği eğer müfettişler inceleme gayreti gösterirse elbette gün ışığına çıkacak.

Sonuçta, zanlılara yönelik teknik takip varsa da sıkıntı, yoksa da sıkıntı!

Umalım ki şüpheler doğrulanmasın, aksi takdirde Öktem cinayetiyle ilgili “başka şeyler” konuşulmaya başlanacak.

Bir başka başlık ise, Öktem’in öldürülmesinde görev alan ve etkin pişmanlıktan yararlanıp itirafçı olan Sidar Ö.’nün birden fazla aramasının olmasına karşın neden yakalanamadığı sorusunun yanıtı.

Şüpheliye yönelik fiziki takip ya da telefon dinlemesi varsa, eylemi gerçekleştirinceye kadar geçen sürede hakkındaki arama/yakalama kararlarına rağmen yakalanamamasının mutlaka bir gerekçesi vardır!

Suriyeli Daltonlar!

Motosikletli silahlı saldırılarıyla isimlerini duyuran Daltonlar suç örgütüyle ilgili geçmişte yapılan adli soruşturmaların dosyalarını incelerken bir nokta dikkatimi çekti.

Öktem’e yönelik silahlı saldırı sonrasında “yeni nesil suç örgütü” tanımlamaları ve değerlendirmeleri yapılmaya başlandı.

Özellikle İstanbul’un gettolarında yaşayan işsiz ve genç yaştaki gençleri parasal destek karşılığında kullanan Daltonlar içinde Suriye uyruklu gençleri de görmek mümkün.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nca Daltonlar suç örgütüne yönelik adli soruşturmalar çerçevesinde Suriyeli gençlerin isimleri, “sanık” konumunda iddianamelerde mevcut.

Anlaşılan, silahlı suç örgütleri yavaş yavaş farklı kimlikleri de insan kaynağı içinde kullanmaya başladı.

Öktem korumasız nereye gidiyordu?

Cinayet sonrasında ortaya emniyet yazışmalarına göre, Öktem’e üç kez ayrı ayrı koruma tebligatı yapılması dikkat çekici.

İstanbul Emniyeti OSM Şubesi’nin Öktem’e yönelik suikast gerçekleşeceği yönündeki iki ayrı tarihteki uyarı yazıları sonucunda iki kez Şişli İlçe Emniyeti, bir kez de Bakırköy İlçe Emniyeti’nce bilgilendirme ve çağrı koruma uygulaması yapıldığı anlaşıldı.

Her üç tebligatta da Öktem’e istemesi halinde talep edilen günlük süreyle koruma verileceği belirtilmesine rağmen saldırı sırasında Öktem’in korumasız biçimde araçla seyir halinde olmasının gerekçesi adli soruşturmada ortaya çıkacak.

Ayrıca, Öktem’in yine korumasız biçimde kiminle buluşacağı da yanıtı merak edilen diğer bir soru olarak karşımıza çıktı.

Videolar:

https://www.dailymotion.com/video/x9rzc50

https://www.dailymotion.com/video/x9rvp30

/././

T-24


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -18 Ekim 2025-

Viva İspanya -Hasan Göğüş- İspanya Başbakanı Pedro Sanchez’in bir özelliği var. Kişisel bilgilerinde dini inancı “yok” yazıyor. Göreve başla...