soL "Köşebaşı + Gündem" -20 Kasım 2025-

 Bir çocuğun bedeni asansör boşluğuna sığar mı? İstatistiklerin gölgesinde ‘çocuk işçiliği’-Özkan Öztaş- 

İstatistiklerin 'iş kazası' deyip geçtiği, toplumun ise giderek kanıksadığı ölümlerin ardında kimler var? İSİG Meclisi Genel Koordinatörü Murat Çakır, sadece rakamları değil; o rakamların arkasındaki küçük elleri, eğitimin çöküşünü ve sanayi sitelerinde hayata veda eden çocuklukları anlattı.
                              İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi Genel Koordinatörü Murat Çakır 

Takvimler 20 Kasım’ı gösterdiğinde dünyanın pek çok yerinde çocuk hakları, oyun parkları ve güvenli gelecek hayalleri konuşuluyor. 

Türkiye’de ise biz, üzerine beyaz örtü çekilmiş küçük bedenleri, pres makinelerinin dişlileri arasına sıkışmış hayatları konuşmak zorunda kalıyoruz. 

Resmi istatistikler çoğu zaman "iş kazası" deyip geçiyor. Ancak sahadaki gerçek, bunun sistematik bir "çocuk işçiliği rejimi" olduğunu haykırıyor.

Bu çetelenin tutulması en zor, en ağır yükünü omuzlayanlardan biri olan İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi Genel Koordinatörü Murat Çakır ile konuştuk. Çakır, sadece verileri değil; o verilerin arkasındaki dönüşümü, okul sıralarından sanayi sitelerine sürüklenen o büyük göçü anlattı.

Tarladan sanayiye: Ölümün şehirleşmesi

Sohbete en zor yerden, tuttuğunuz o ağır çetelenin yükünden başlamak istiyorum. Her gün önünüze düşen "çocuk ölüm" haberleriyle nasıl bir mesai yürütüyorsunuz? İstatistiklerin ötesinde, orada ne görüyorsunuz?

İki hususun altını çizerek başlamak lazım. Türkiye’de çocuk işçiliği üzerine çalışmalar genellikle STK’lar üzerinden, daha çok "yardım ve dayanışma" ekseninde yürüyor. Bizim durduğumuz yer ise biraz daha farklı, daha sert bir gerçekliğe dayanıyor. 

Bakın. Türkiye’de "ücretlileşmenin" bir sınırına gelindi. Toplumun neredeyse yüzde 80’i yoksulluk sınırlarına dayanınca, sistem kendine yeni "yakıtlar" aramaya başladı. Önce emeklilik yaşını yükseltip yaşlıları, sonra da çocukları bu çarkın içine çektiler.

Çocuk işçiliği bu topraklarda hep vardı, bunu inkar edemeyiz. Ancak eskiden geleneksel tarım toplumunun içinde, daha sınırlı ve "görünmez" bir alandaydı. Mevsimlik tarım işçisi çocuklar, özellikle Kürt çocukları ve son dönemde eklenen mülteci çocuklar tarlalarda izole bir hayat yaşıyordu. Ölümleri de görünmüyordu; traktör kasalarında, sulama kanallarında sessizce yitip gidiyorlardı.

Bugün ne değişti peki? Neden artık çocuk ölümlerini daha "yakından" ve daha sık duyuyoruz?

Çünkü ölüm kentleşti, ölüm sanayileşti. Çalışma yaşı fiilen 10-12 yaşlarına kadar düştü ve çocuklar tarlalardan kent merkezlerindeki sanayi sitelerine, inşaatlara, hizmet sektörüne taşındı. 

Tarladaki ölüm "kader" gibi algılanıyordu ama bir çocuğun bedeni şehrin göbeğinde bir atölyede parçalandığında bu artık saklanamaz hale geliyor. Ülkedeki yoğun sanayileşme baskısı ve ucuz emek talebi, ölümü de görünür kıldı.

'Okuyup da ne olacak?' çaresizliği

Sadece ekonomik bir zorunluluk mu bu, yoksa çocukları okuldan koparıp tezgâh başına iten başka dinamikler de var mı? Mesela eğitim sistemi... Sistem burada nasıl bir sınav veriyor?

Eğitim sistemi sınav vermiyor, sistem bizzat çocukları o tezgâha iten mekanizmaya dönüştü. Özellikle 4+4+4 sisteminden sonra eğitim niteliksizleşti, müfredat hayatla bağını kopardı. Toplumda çok tehlikeli bir algı yerleşti: "Okuyup da ne olacak?"

Eskiden üniversite mezunu olmak bir "yırtma" umuduydu. Şimdi ise ataması yapılmayan öğretmenler, markette çalışan üniversite mezunları, diplomalı işsizler ordusu var. Yoksul aileler bu tabloya bakıp, "Çocuğum bari 13-14 yaşında bir meslek tutsun, eve ekmek getirsin" demeye başladı. Pandemi süreci de bu kopuşu hızlandırdı. Çocuklar kitlesel olarak örgün eğitimi bırakıp açık liselere, oradan da iş piyasasına aktı.

Bir de sizin sıkça vurguladığınız "Okul-Cami-İşyeri" üçgeni var. Bu sarmal çocuğu nasıl kuşatıyor?

Bu çok kritik. Mahallelerde uyuşturucu, çeteleşme ve şiddet sarmalı o kadar büyüdü ki, aileler çocuklarını "sokaktan korumak" adına işe göndermeyi bir kurtuluş reçetesi sanıyor. "Okumuyorsa gitsin çalışsın, eti senin kemiği benim" anlayışı, yerini "Sokakta harcanacağına sanayide usta elinde pişsin" anlayışına bıraktı. Bu da muhafazakâr, itaatkâr bir işçi profili yaratılmasının zeminini hazırlıyor. 

Devlet eliyle çocuk işçiliği: MESEM

Tam da burada MESEM (Mesleki Eğitim Merkezleri) devreye giriyor. Resmi söylemde "meslek edindirme" olarak sunulan bu proje, sahada nasıl bir pratiğe dönüşüyor?

MESEM, devletin sermayeye "Sen işi öğret, parasını ben vereyim" diyerek çocuk emeğini peşkeş çekmesidir. Bakın, bu çok net. Devlet, öğrencinin maaşını ve sigortasını üstlenerek, sermaye gruplarını fonluyor. Eskiden meslek liselerindeki staj sömürüsüne kızardık, şimdi o günleri mumla arıyoruz.

Çocuklar kağıt üzerinde haftada bir gün okula gidiyor görünüyor. Ama pratikte çoğu okula bile uğramıyor, haftanın 5-6 günü, günde 10-12 saat yetişkin işçilerle aynı koşullarda çalıştırılıyor. Denetim yok, gözetim yok.

Bu denetimsizlik bir istatistikten öteye, somut bir acıya dönüştüğünde karşımıza ne çıkıyor? Aklınızdan çıkmayan bir örnek var mı?

Tekirdağ’da can veren Mustafa... Henüz 16 yaşında bir çocuk. Belki MESEM kaydı yoktu ama o sistemin bir parçasıydı. Gurbete çalışmaya gitmiş, kalacak yeri yok, fabrikada yatıp kalkıyor. Gece üşüdüğü için teneke içinde ateş yakıyorlar ve çıkan yangında hayatını kaybediyor.

Şimdi soruyorum size; 16 yaşındaki bir çocuğun iş güvenliği bilinci olabilir mi? O çocuğu oraya, o koşullara mahkûm eden sistemin hiç mi suçu yok? Biz bu çocuklara "işçi sağlığı ve güvenliği" eğitimi verildiğini falan sanıyoruz ama gerçekte olan, çocukların sermayenin vahşi üretim hırsına kurban edilmesidir.

Kan Parası ve 'normalleşen' vahşet

Hocam, anlatırken sesinizdeki ağırlığı hissediyorum. Bir çocuğun ölümünü raporlamak, o veriyi girmek... Bu insani olarak nasıl bir yük?

(Derin bir nefes alıyor) Bazen bir fotoğraf geliyor önümüze... Asansör boşluğuna sıkışmış bir çocuk bedeni. Bazen bir yangında tanınmaz hale gelmiş, bedeni kömürleşmiş bir çocuk. Bu sadece bir "işçi ölümü" değil. Hepimizin o yaşlarda çocuğu, yeğeni, kardeşi var. İnsan ister istemez "Benim çocuğum da olabilirdi" diye düşünüyor.

Ama daha acı olan ne biliyor musunuz? Bu ölümlerin "normalleşmesi". Ailelere kan parası teklif ediliyor, davalar üç beş kuruşluk cezalarla kapatılıyor. 12 yıl önce Adana’da pres makinesine sıkışarak ölen 13 yaşındaki Ahmet Yıldız’ın patronu, cezasını taksit taksit ödeyerek kurtuldu. Toplum sosyal medyada bir anlık öfke patlaması yaşıyor, sonra herkes kendi hayatına dönüyor. Oysa bu yangın sönmüyor.

Peki bu karanlık tablodan çıkış nerede? Artık 20 Kasımlar büyümeyecek işçi çocukların yas günü mü olacak?

Asla. Yas tutmak yetmez. Bu, Türkiye işçi sınıfının en yakıcı sorunudur. Çocuk işçiliği sadece "yasaklayalım" denilerek çözülecek bir mesele olmaktan çıktı, çünkü artık bir gerçeklik. Milyonlarca çocuk çalışıyor. Bizim kafa yormamız gereken şey şu: Bu çocuklar nasıl örgütlenecek? Öfkesini nereye akıtacak? Eğer biz sosyalistler, biz emek örgütleri bu çocuklara ulaşamazsak, o boşluğu milliyetçi-muhafazakâr yapılar dolduruyor.

Bu çocuklar sadece "kurban" değil, geleceğin işçi sınıfı. Onların mücadelesini örmek, sadece çocuk hakları meselesi değil, memleketin geleceği meselesidir.

/././

 Dünya Çocuk Hakları Günü’nde MESEM gerçeği: 'Hukuken ambalajlanmış çocuk işçiliği rejimi'-Özkan Öztaş- 

20 Kasım Dünya Çocuk Hakları Günü’nde Türkiye, çocuk işçiliğinin "mesleki eğitim" adı altında meşrulaştırıldığı karanlık bir tabloyla yüzleşiyor. Konuyu soL için değerlendiren Av. Müjde Tozbey ve Eğitimci Nurcan Korkmaz, MESEM’in bir eğitim modeli değil; hukuki kılıflarla donatılmış, sermayeye ucuz işgücü transferi sağlayan bir sömürü çarkı olduğunu vurguladı.

AKP iktidarının "meslek lisesi memleket meselesi" sloganıyla parlattığı, son dönemde ise Mesleki Eğitim Merkezleri (MESEM) üzerinden yaygınlaştırdığı model, 20 Kasım Dünya Çocuk Hakları Günü'nde bir kez daha tartışmaların odağında. 

Devletin resmi söylemde yasakladığı çocuk işçiliği, MESEM aracılığıyla yasal bir statüye kavuşturulurken; hukukçular ve eğitimciler bu sistemin çocuk haklarına ve pedagojiye vurulmuş ağır bir darbe olduğu konusunda hemfikir.

Konuya ilişkin soL’a konuşan Önce Çocuklar ve Kadınlar Derneği Başkanı Av. Müjde Tozbey sistemin ikiyüzlü hukuk işleyişini deşifre ederken; Eğitimci Nurcan Korkmaz ise uygulamanın pedagojik ve sınıfsal yıkımını gözler önüne serdi.

Tozbey: 'Vitrinde koruma, mutfakta sömürü var'

Hukukun çocuk emeğine dair "çift yönlü" ve ikiyüzlü bir işleyişi olduğuna dikkat çeken Av. Müjde Tozbey, devletin vitrine koyduğu yasalarla, mutfakta işlettiği sürecin taban tabana zıt olduğunu belirtti.

Tozbey, konuyu hukuki açıdan şu sözlerler anlatıyor. "Hukukun bir vitrini var; burada Anayasa, ILO sözleşmeleri ve Çocuk Koruma Kanunu duruyor. Bunlar devlete çocuğu koruma, tehlikeli işlerden uzak tutma görevi veriyor. Ancak bir de mutfak kısmı var. Orada çıraklık ve MESEM hükümleri, ‘hafif iş’ tanımları ve denetimsizlik devreye giriyor. Devlet bir yandan çocuk emeğini yasakladığını söylüyor, diğer yandan sermayeyle el ele verip çocukları ‘istisnalar’ üzerinden üretim bandına sürüyor.”

'Eğitimi engelleyen her iş çocuk işçiliğidir'

Çocuk işçiliğinin en örgütlü biçiminin bugün "mesleki eğitim" ambalajıyla sunulduğunu vurgulayan Tozbey, “Haftanın dört gününü asgari güvenlikten yoksun üretim alanlarında geçiren çocuk, kağıt üzerinde hâlâ öğrenci sayılıyor. Devlet, ‘biz ona meslek kazandırıyoruz’ diyerek İş Kanunu’ndaki koruma kalkanlarını deliyor. Oysa ILO açıkça diyor ki; eğitimi engelleyen her çalışma biçimi çocuk işçiliğidir. İşletmede geçirilen sürenin eğitim sayılması, bu gerçeği değiştirmez” ifadelerini kullandı.

Müjde Tozbey, ulusal eylem planları ve "mücadele yılları" ilan edilirken MESEM’in genişletilmesini "Mücadele belgeleri, fiili politikayı tersine çevirmek için değil, maskelemek için kullanılıyor. Çocuk işçiliği yasadışı bir sapma değil, hukuken ambalajlanmış bir emek rejimi haline geldi" sözleriyle eleştiriyor.

Korkmaz: 'Gri bir koridora hapsedilen çocuklar'

İşin pedagojik ve toplumsal boyutunu değerlendiren Nurcan Korkmaz ise, Tozbey’in işaret ettiği "hukuki kılıfın" sahadaki acı sonuçlarına dikkat çekti. MESEM’in çocukları okul ile fabrika arasına sıkışmış gri bir koridora hapsettiğini belirten Korkmaz, şunları söyledi: “Çocuklar, ergenlik döneminin en kırılgan aşamasında, yetişkin işçi sorumluluğuyla baş başa bırakılıyor. Pedagojinin ‘güvenli öğrenme ortamı’ ilkesi, burada işletmenin üretim planına yeniliyor. Çocukların duyacağı ses, öğretmenin yol gösteren sesi olması gerekirken; makinelerin uğultusunu ve çocuk psikolojisinden anlamayan ustaların emirlerini duyuyorlar. Bu sistemde çocuğun gelişimi değil, sermayenin ‘verimlilik’ beklentisi esas alınıyor.”

 'Başarısızlık değil, yoksulluk: Bu bir sınıf meselesi'

MESEM’e yönlendirilen çocuklara yapıştırılan "akademik başarısızlık" etiketine de itiraz eden Korkmaz, meselenin sınıfsal boyutunun altını çizdi. Yaptıkları saha çalışmalarında çocukların yüzde 58’inin MESEM’e gitme nedeni olarak doğrudan "ekonomik zorlukları" gösterdiğini belirten Korkmaz, “Bu çocuklar başarısız değil, yoksullar. MESEM, sermayenin ucuz işgücü talebinin, yoksul hanelerin çocukları tarafından karşılanması projesidir” dedi.

15 çocuk iş cinayetinde yaşamını yitirdi

 Av. Müjde Tozbey ve Eğitimci Nurcan Korkmaz, sistemin ölümcül sonuçlarına dikkat çekti. Bugüne kadar MESEM kapsamında 15 çocuğun iş cinayetlerinde hayatını kaybettiğini hatırlatan Korkmaz, “Kayıtlara geçmeyen yüzlerce yaralanma ‘sakarlık’ denilerek örtbas ediliyor. Sistem sorgulanmıyor, işveren cezalandırılmıyor; fatura çocuğa kesiliyor” dedi.

'Geleceğe değil, bugünün ucuz işgücüne yatırım'

Av. Müjde Tozbey, "Gerçek koruma ancak bu yapının ortadan kaldırılmasıyla, çocukların eğitime ve kamusal güvenceye kavuşmasıyla mümkündür" derken; Nurcan Korkmaz sözlerini şöyle tamamladı: “Bu çocuklar geleceğe dair hayal kuramıyor, 14 yaşında tek hayalleri asgari ücretin artması. Oysa eğitim çocuğun dünyasını genişletmek içindir, daraltmak için değil. Bugün MESEM’in gölgesindeki 500 bini aşkın çocuk, ışıkta büyümeyi hak ediyor. Onların elleri makinelerin arasında kaybolmasın diye, yetişkinlerin daha gür bir ses çıkarması gerekiyor. Çünkü bu mesele, bir ülkenin kendi çocuklarına nasıl baktığının aynasıdır.” 

/././

 Çocuk Hakları Günü'nde unutulan bir belge: 1918 Moskova Çocuk Hakları Bildirgesi -Özgür Hüseyin Akış- 

Çocukları geleceğin değil, bugünün eşit yurttaşları olarak tanıyan 1918 Moskova Bildirgesi, Çocuk Hakları Günü’nde romantik söylemlerin ötesine geçip gerçek bir özgürlük ve eşitlik mücadelesini hatırlatıyor.

20 Kasım Çocuk Hakları Günü… 

Bugün sosyal medyayı rengârenk mesajlar, iyi dilekler ve çocuk fotoğrafları kaplayacak. Bugün savaşlarda, iş cinayetlerinde, salgın ve kıtlıklarda ölen çocukların sayısını dahi bilmiyorken, bugünü kutlamaktan ziyade bir şeyleri hatırlamak ve mücadeleyi büyütmek için bir vesileye çevirmek gerekiyor. 

Oysa çocuk hakları dediğimiz şey, ne kutlama günü posterlerine, ne de temsili söylemlere sığmayacak kadar derin ve politik bir yapısal meseledir. Bu nedenle bugün, çoğu kişinin adını bile duymadığı, ama çocuk hakları tarihinin en radikal ve en cesur metinlerinden biri olan 1918 Moskova Çocuk Hakları Bildirgesini hatırlamakta fayda var.

Ekim Devrimi'nin ilk günlerindeki soru: 'Çocuk kimdir?'


Bu bildirge, Ekim Devrimi’nin hemen ardından, Moskova’da toplanan Proletkült konferansında hazırlanmıştı. Henüz Birleşmiş Milletler yoktu, Cenevre Çocuk Hakları Bildirgesi yazılmamıştı. Dünyada çocuk haklarına ilişkin neredeyse hiçbir kurumsal çerçeve bulunmazken, Moskova’da bir grup eğitimci, aydın ve devrimci “çocuk kimdir?” sorusunu toplumsal eşitlik bağlamında yeniden tanımlıyordu.

En çarpıcı noktalardan biri şu: Bildirge, çocuğu yalnızca korunması gereken bir varlık olarak değil, özgür bir birey olarak ele alıyordu. Devrimin sıcaklığı ve Proletkült'ün teorik radikalliği, bu vurguyu en uç sonuçlarına taşıyordu. 1918’deki bildirgede şöyle yazılmıştı:

“Hiçbir çocuk, kendisinin onayı olmaksızın bir eğitim kurumuna gitmeye zorlanamaz.”

Bu maddede dile getirilenler, yalnızca bir eğitim özgürlüğü iddiası değil; çocuğun kendi yaşamı üzerinde söz sahibi olduğu önemli bir adımdı. Çocuk, bir yetişkin projesi değil, başlı başına bir bireydi. 

Bildirge aynı zamanda sınıfsal eşitsizliklerin çocuk üzerindeki etkisine de savaş açıyordu. “Her çocuk, ebeveynlerinin sosyal durumuna bakılmaksızın yaşama ve gelişme hakkına sahiptir” cümlesi, daha o tarihte çocuk yoksulluğuna ve çocuk işçiliğine karşı açık bir politik tavırdı. Meseleyi bir hayırseverlik konusu olmaktan çıkarıyor, devletin ve toplumun sorumluluğunu net biçimde tarif ediyordu.

Moskova Çocuk Hakları Bildirgesi'nde öne çıkan bazı vurgular şu şekilde: 

1.Her çocuk, yaşı ne olursa olsun, bağımsız bir kişiliktir; ailelerin, toplumun ya da devletin tasarrufunda görülemez, hiçbir biçimde sahiplenme nesnesi haline getirilemez.

2. Çocuklar, kendilerine en uygun eğitimi sunacak kişileri seçme özgürlüğüne sahiptir. Bu özgürlük, kötü muamele veya niteliksiz eğitim durumunda ailelerinden ayrılabilmeyi de kapsar. Çocuğun ailesinden ayrılma kararı yaşla sınırlanamaz; toplum ve devlet, böyle bir durumda çocuğun sosyal ve ekonomik koşullarının güvence altında olmasını sağlamakla yükümlüdür.

3.Her çocuk, çok küçük yaşlardan itibaren, kendi kapasitesine uygun biçimde toplumsal üretimin parçası olabilmelidir. Bu katılım, çocuğun gelişimini zedelemeyecek, tersine eğitimin bir parçası olarak güçlendirecek şekilde düzenlenmelidir. Çocuğun üretime katılması, onun kendini değersiz hissetmemesinin, toplumun bugünkü yaşamında anlamlı bir rolü olduğunu görmesinin bir yoludur.

4.Çocuklar, temel hak ve özgürlükler açısından yetişkinlerle aynı statüye sahiptir; yaş, bu eşitliğin önünde engel değildir.

5.Çocuklar, topluma zarar veren durumları değiştirmek amacıyla diğer çocuklar ya da yetişkinlerle birlikte hareket etme, işbirliği kurma ve müdahil olma hakkına sahiptir.

6.Aileler, toplum ya da devlet, hiçbir çocuğu herhangi bir dini inanca, eğitime veya ritüele zorlayamaz. Dinsel içerikli eğitim hangi biçimde olursa olsun ancak çocuğun özgür tercihine dayanabilir.

7.Çocuklar, bilişsel kapasiteleri doğrultusunda, yetişkinler kadar düşüncelerini sözlü veya yazılı şekilde ifade etme özgürlüğüne sahiptir.

8.Çocuklar, kendi yüksek yararlarını gözetmek kaydıyla, diğer çocuklar veya yetişkinlerle birlikte örgütler, dernekler ya da başka tür toplumsal yapılar oluşturma hakkına sahiptir. Bu hak, çocuğun fiziksel ve zihinsel gelişimiyle uyumlu olmalıdır.

9.Çocuklara ceza verilemez, gözaltı ya da tutuklama uygulanamaz. Çocukların işlediği ihlallerde, baskı ve ceza yerine, uygun eğitim ve destek programlarıyla iyileştirici yöntemlere başvurulmalıdır.

10. Toplum ve devlet, bu hakların tümünü korumakla yükümlüdür; genç kuşağa karşı sorumlulukların yerine getirilmesi için gerekli önlemleri almak, eksiksiz güvenceler oluşturmak zorundadır.

'Çocukların hakları, çocukları sevmenin değil, onları eşit birer yurttaş olarak   tanımanın sonucudur'

Bugün çocuk hakları konuşurken çoğu zaman “çocukları seviyoruz”, “çocuklar geleceğimizdir” türünden romantik ifadelerle oyalandığımız bir gerçek. Çocukların bugününü var edemeden yarınının inşası gibi büyük sözler etmenin anlamsızlığı artık herkesin malumu. Sovyetler Birliği'nin çözülüşünden sonraki süreçte çocukların, BM Çocuk Hakları Sözleşmesi'nin çocukların yaşam haklarını korumak için bile yeterli olmadığına tanıklık ettik. 

Ancak Moskova Bildirgesi bize başka bir şeyi daha hatırlatıyor: Çocukların hakları, çocukları sevmenin değil, onları eşit birer yurttaş olarak tanımanın sonucudur. Ekim Devrimi'nin henüz ilk günlerinde, bir yanda salgın hastalık diğer yanda iç savaş koşulları devam ederken hazırlanan bir belgede, çocukları koruyarak değil, söz hakkı vererek büyütmemiz gerektiğini söylüyordu.

Aradan bir asır geçti. 

Sermaye sınıfı bu bildirgeyi geniş kitlelerin hafızasından sildi. Patronlar, çocukların söz sahibi olmasından hâlâ çekiniyor. Eğitim sistemleri, çocukları hâlâ içinde yaşadığımız sistemin kalıplarına sıkıştırıyor. 

Çocuk işçiliği hâlâ küresel bir sorun; çocuk yoksulluğu hâlâ politik gündemin en alt sırasında. 

Çocuk Hakları Günü’nde belki de en çok bunu hatırlamalıyız:

Çocukların haklarını korumanın yolu, onları kutsal varlıklar haline getirmekten değil; hak ve özgürlük sahibi bireyler olarak tanımaktan geçiyor.

Ve 1918’de Moskova’da yazılan o cümle, hâlâ çok şey söylüyor:

“Çocuk, kendi yaşamını düzenleyen kuralların oluşturulmasına katılma hakkına sahiptir.”

Belki de bugün asıl sorulması gereken soru şu: Biz çocukları gerçekten bir birey olarak görüyor ve duyuyor muyuz?

/././

 Türkiye'yi saran karanlık ağ ve üç şeriatçı: Ebu Hanzala, Ebu Haris, Ebu Ubeyde...-Ali Ufuk Arikan- 

İzmir’de 16 yaşındaki bir çocuğun iki polisi öldürdüğü saldırı sonrası dün dikkat çeken gelişmeler yaşandı. ‘Ebu Hanzala’, ‘Ebu Haris’ ve ‘Ebu Ubeyde’ isimlerini kullanan üç gerici hakkında saldırıyla bağlantılı oldukları gerekçesiyle gözaltı kararı çıkarıldı. Peki, kimdir bu isimler? Gelin ülkemizde cihatçıların ne kadar rahat hareket ettiklerine bu vesileyle bir kez daha yakından bakalım.

İzmir’de 16 yaşındaki bir çocuk polis karakoluna saldırmış, iki polisi öldürmüştü.

8 Eylül’deki bu saldırıdan neredeyse iki buçuk ay sonra dün dikkat çeken bir operasyon gerçekleştirildi.

Soruşturma kapsamında kamuoyunda ‘Ebu Hanzala’ adıyla tanınan Halis Bayancuk ve ‘Ebu Haris’ adıyla bilinen Haris Karadağ gözaltına alındı. Yine aynı operasyon kapsamında ‘Ebu Ubeyde’ adıyla bilinen İlyas Aydın hakkında da gözaltı kararı verildi. Ancak Aydın’ın "yurt dışında olduğunun" tespit edildiği öne sürüldü. (Oysa Aydın 2019'dan beri Suriye'de, Kürtlerin kontrolünde, IŞİD'lilerin tutulduğu bir cezaevindeydi. Cezaevinden birçok söyleşi de yapılmıştı.)

Peki, kimdir bu isimler?

Gelin hepsine tek tek ve yakından bakalım…

Halis Bayancuk: IŞİD sorumlusunun tahliye maceraları

Halis Bayancuk'la başlayalım.

Dün hakkında gözaltı kararı verilen en "meşhur" şeriatçı o…

Önce 2018’e gidelim, Sakarya merkezli yürütülen bir IŞİD davasına.

Bayancuk hakkında o dava kapsamında Hizbullah'ın altyapısında yetiştiği, sonra Mısır'da eğitim aldığı, ardından Türkiye'ye dönerek kendisine bağlı gruplar oluşturduğu söyleniyordu.

Bayancuk'un IŞİD'i öven söylemlerde bulunarak örgüte katılımları teşvik ettiği; İstanbul, Ankara, Konya, Bursa, Diyarbakır ve Van dahil pek çok ilde faaliyet gösterdiği de yine iddianamede yer alıyordu.

Bayancuk'un "Anayasa'yı ihlal" suçundan ağırlaştırılmış müebbet, "silahlı terör örgütü kurma veya yönetme" suçundan 15 yıldan 22 yıl 6 aya ve "silahlı terör örgütünün propagandasını yapmak" suçundan 2 yıldan 10 yıla kadar hapisle cezalandırılması istenmişti.

Başında bulunduğu Tevhid Cemaati’nin IŞİD’e elaman kazandırdığı, Suriye’ye cihatçı gönderdiğine ilişkin onlarca haber kamuoyuna yansıdı.

Bayancuk’un medreselerinde yetişen IŞİD üyesi 26 yaşındaki Ö.T. de bunlardan biriydi.

10-14 yaşındaki çocukların Bayancuk'un verdiği eğitimlerin ardından Suriye ve Irak'a savaşmaya gönderildiğini, çocukların bu ülkelerde yaşamını yitirdiğini söylüyordu Ö.T..

Bu iddiaların merkezindeki Bayancuk, yayımladığı videolarla şeriat talep ediyor, Atatürk’e küfürler ediyor, IŞİD bağları defalarca ortaya çıkıyor ama bir şekilde serbest bırakılıyordu.

Sadece şu haberler bile bir şeriatçının Türkiye'de nasıl "etkili" şekilde yargılandığını ve hemen ardından elini kolunu sallayarak hayatına kolaylıkla devam ettiğini anlatıyor sanıyoruz:

  • 10.10.2014: ‘El Kaide’ operasyonu kapsamında 14 Ocak’ta tutuklanan cihatçıların ‘Ebu Hanzala’ rumuzlu ‘akıl hocası’ Halis Bayancuk dün tahliye edildi.
  • 24.07.2015: İstanbul'da eşiyle birlikte gözaltına alınan Halis Bayancuk, hastanede sağlık kontrolünden geçirildikten sonra emniyete götürüldü.
  • 18.12.2015: İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Terör ve Örgütlü Suçlar Soruşturma Bürosu Savcılığı tarafından IŞİD’in Türkiye’deki yapılanmasına yönelik başlatılan soruşturma tamamlandı. 315 sayfadan oluşan İddianamede liderliğini 26 yaşındaki İlyas Aydın’ın yaptığı, şuan tutuklu bulunan Ebu Hanzala kod adlı Halis Bayancuk’un da aralarında bulunduğu 67 şüpheli yer aldı.
  • 07.06.2017: Sakarya Cumhuriyet Başsavcılığı'nın tarafından başlatılan soruşturma kapsamında İstanbul’da gözaltına alınan IŞİD'li Ebu Hanzala tutuklandı.
  • 08.03.2018: IŞİD'in Türkiye sorumlusu olduğu iddiasıyla 2015'te tutuklanan ve geçen yıl tahliye edilen Ebu Hanzala kod adlı Halis Bayancuk, yeniden gözaltına alındı.
  • 18.09.2020: Sakarya 2. Ağır Ceza Mahkemesi, IŞİD'in üst düzey yöneticisi olduğu iddia edilen "Ebu Hanzala" kod adlı Halis Bayancuk'a, "silahlı terör örgütü kurma veya yönetme" suçundan 12 yıl 6 ay hapis cezası verilmesini kararlaştırdı.
  • 09.02.2021: Ebu Hanzala, El-Kaide kapsamında yargılandığı davada 'silahlı terör örgütü kurma ve yönetme' suçundan 12 yıl 6 ay hapisle cezalandırıldı.
  • 10.07.2023: IŞİD yöneticiliğinden yargılanan, "Ebu Hanzala" rumuzlu Halis Bayancuk “silahlı terör örgütü kurma veya yönetme” suçundan 12 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırılmıştı. Bayancuk hakkında üç ayrı dosyanın birleştirilmesiyle yargılandığı davada bugün tahliye kararı verildi.

Sürekli olarak kısa süreli tutukluluk ya da gözaltıların ardından bir şekilde salıverilen bu şeriatçı, sonrasında kaldığı yerden çalışmalarına devam ediyordu. 

Şimdi de İzmir’de 16 yaşındaki bir çocuğun karakola saldırmasıyla ilişkilendirilmiş durumda.

Ancak ortada şaşırılacak bir şey yok. Yine arşivden bir hatırlatmayla Bayancuk kısmını kapatalım. 

Tarih 24 Ekim 2017:

“Ankara Emniyet Müdürlüğü  İstihbarat ve Terörle Mücadele Şubesi ekiplerince, IŞİD'in yayını olarak bilinen ve binasında "Ebu  Hanzala" kod adlı Halis Bayancuk isimli IŞİD sanığının toplantılar yaptığı belirlenen "Tevhid" dergisine operasyon düzenlendi. Operasyonda, binada yaşları 4 ile 7 arasında değişen çocuklara "eğitim" verildiği belirlendi. Binada görevli olduğu belirlenen 6 şüpheliyi gözaltına alan ekipler, binadaki 60 çocuğu, yakınlarına teslim etmek üzere Çocuk Şube Müdürlüğüne götürdü.”

Ebu Haris ve Ebu Ubeyde kimdir?

Önce Ubeyde’den başlayalım.

Kimlikteki adı İlyas Aydın. Haberlerde yurt dışında olduğu için yakalanamadığı belirtildi.

Ancak ortada bir tuhaflık var. Aydın 2019 yılından bu yana Suriye’de YPG kontrolündeki bir hapishanede tutuklu. (Bu tutukluluğun sona erdiği, Aydın'ın tahliye edildiğine ilişkin Kürt kaynaklarında bir habere rastlanmadı.)

Peki, nereden biliyoruz bu Aydın’ı, hakkında daha önce hangi iddialar gündeme gelmişti?

Aydın, Türkiye’den IŞİD’e katılan şeriatçılardan biri, bunun öncülerinden hatta.

İlyas Aydın adlı IŞİD'li

İddiaya göre 2015'te er Sefter Taş'ın kaçırılmasının ardından IŞİD adına Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) ile görüşmeye giden üç kişilik heyette de yer alıyordu.

Aydın, 2019’da Fehim Taştekin’e verdiği röportajda şunları söylüyordu:

"İlk patlama Diyarbakır'dır. Sonra Suruç. Tabi İslam Devleti resmi olarak üstlenmedi. İslam Devleti'nin bir reklam siyaseti vardı. Bazen tepki çekmemek için üstlenmeyebilir. MİT ile görüşmedeyken dediler ki 'Biz size dokunmuyorduk, siz bize el uzattınız. Geldiniz burayı patlattınız. Vatandaşlarımızı öldürdünüz, bizim iç siyasi dengelerimiz var.' Bunu söyleyeceklerini biliyorduk, bizim de yanıt vermemiz gerekecekti. O yüzden bizi MİT ile görüşmeye gönderirken bu malumatı verdiler; 'Diyarbakır ve Suruç bir içtihattır.' Yani merkezin izni alınmadan, bu dosya ile görevlendirilmiş hücrenin merkezin izni olmadan kendi kararıyla yaptığı eylemdir. Ama geri kalanlar; Ankara Garı, Reina, İstanbul (Atatürk) Havalimanı, Adana HDP merkezi ve Diyarbakır HDP mitingindeki patlamalar merkezin emriyle yapıldı."

Türkiye’den 3 bin kişinin Suriye’ye giderek IŞİD saflarına katıldığını iddia ediyordu Aydın.

Aynı röportajda devletin göz yummasıyla cihatçıların sınırları nasıl ellerini kollarını sallayarak geçtiğini de aktarıyordu.

Aydın’ın adı yukarıda da aktardığımız üzere Bayancuk’un da yargılandığı IŞİD’in Türkiye yapılanması davasında bir numaralı sanık olarak geçiyordu.

Yıllarca elini kolunu sallayarak Türkiye'de IŞİD'i örgütledi, sonra da elini kolunu sallayarak geçtiği Suriye'de şu anda YPG kontrolündeki bir hapishanede tutuklu.

Gelelim Ebu Haris’e, yani Haris Karadağ’a.

Bu isim Bayancuk’a yakın biri olarak biliniyor.

Ebu Haris olarak bilinen Haris Karadağ

Bu ismi yakından tanımak için 2019’a, İzmir’e gidelim.

"İzmir'de tarikatlar birbirine girdi, çıkan olayda silah çekildi." 

Evet, İzmir'de tarikatlar arasındaki silahlı kavganın merkezinde Haris Karadağ bulunuyordu.

Etkisiz bulduğu Menzil ve İsmailağa gibi grupları hedef alan yayınlar yapan Haris Karadağ, İsmailağa Cemaati lideri Mahmut Ustaosmanoğlu’nun İzmir’deki temsilcisi olduğu belirtilen Hüseyin Avni Kansızoğlu'nu "münazara" dediği bir programda açık açık hedef alıyordu.

Sonrasını o dönem, 2019'daki kavga sonrası basına yansıyan bir haberden takip edelim: "Sosyal medyada yayımlanan mesajlarla “Ebu Haris” grubu ile Menzil Cemaati ve İsmailağa Cemaati arasındaki “İslam” tartışması, geçen hafta yaralananların da olduğu silahlı çatışmaya dönüştü. Bir iddiaya göre, Vasat Yayınevi’nden “Ebu Haris”, Menzil Cemaati mensuplarına silahla saldırdı. Yaşanan olayda Menzil Cemaati’nden yaralananlar da oldu. Vasat Yayınevi’nden “Ebu Haris” grubu ise, Menzil Cemaati’nin yayınevine gelerek kendilerini tehdit ettiğini, kendilerinin de bunlara karşılık verdiklerini öne sürdü."

Evet, IŞİD’e yakın bir isim, Türkiye’yi saran diğer karanlık cemaat ve tarikatları beğenmiyor, onları yeterince radikal bulmadığı gerekçesiyle sıkıştırıyor, sonrasında da aralarında silahlı bir kavga çıkıyordu.

Bu kavgada silah kullanan kişi Haris Karadağ’dı.

O da elini kolunu sallayarak şeriat propagandası yapmaya devam etti.

Şimdi 16 yaşındaki bir çocuk polisleri öldürünce akıllara geldi ve gözaltına alındı.

Neler oluyor?

Başa dönelim...

Bir çocuk, henüz 16 yaşındaki bir çocuk eline silah alıyor ve polis karakoluna saldırı düzenliyor. Bir buçuk ay sonra bu olayla bağlantılı olduğu gerekçesiyle üç isim hakkında gözaltı kararı veriliyor.

Ortada şaşırılacak hiçbir şey yok gerçekten.

Üçü de yetkililer ve ilgililer tarafından "yakından" bilinen kişiler.

Yıllarca diledikleri gibi şeriat çağrısı yapan, IŞİD'e destek veren bu isimler göstermelik soruşturmalar ve gözaltılar dışında hiçbir ciddi soruşturmaya maruz kalmadılar.

Bunun başladığı her seferde ise jet hızıyla bir şekilde özgürlüklerine kavuştular.

Suriye'nin şeriatçı çeteler tarafından ele geçirilmesi için verilen açık siyasi destekten yararlanan bu gruplar kazandıkları büyük güçle istedikleri gibi hareket ettiler, etmeye de devam ediyorlar.

Şimdi yeniden bir dava kapsamında adları geçiyor belki ama bu hiçbir şeyi değiştirmiyor. Yakında yeniden serbest bırakılmak üzere bir süre yeniden konuk edilecekler, hepsi bu.

/././ 

 Sosyalizme savaş açtılar: Marksizm ve Leninizmi sistem savunucusu, Rojava’yı ‘ilk durak’ ilan ettiler 

Kürt milliyetçi hareketinin haber sitesi ANF’de sosyalizm mücadelesi bir bütün olarak hedef tahtasına oturtuldu. "Marksist, Leninist ve Maoist devrimler sisteme angaje olarak sistemin en büyük savunuculuğunu yaptı" gibi tuhaf iddialara yer verilen yazıda Rojava ise "sosyalizmin ilk durağı" ilan edildi. Aynı yazıda, "Sadece bir sınıfa ait olmayan sosyalizm anlayışını geniş bir yelpazede ele alıp topluma mal etmek gerekiyor" denildi.

Abdullah Öcalan’ın İmralı’da sosyalizm deneylerini hedef alan açıklama ve yazıları Kürt milliyetçi hareketenin medyasında bir süredir ilginç haber ve yazılara konu oluyor.

Bunların şu ana kadarki en ilginç olanı ANF’de “Rojava sosyalizmin son durağı, demokratik sosyalizmin ilk adımıdır” başlığıyla yer aldı.

Yazı marksizminden tamamen bihaber değerlendirmeleri bir yana, sosyalizm mücadelesinin tarihine de açık bir savaş ilan ediyor.

“Marksist, Leninist ve Maoist devrimler sisteme angaje olarak sistemin en büyük savunuculuğunu yaptı” iddiasına yer verilen yazı, “Lenin’in Sovyetleri, Stalin’le beraber bir Sovyet faşizmine dönüşürken, Mao’nun komünizmi ise en büyük sermayader ve kapitalist olarak dönüşüme zorlandı. Toplumsallıktan uzak bir sosyalizm, sistemin devamı olmaktan öteye gidemez” ifadeleriyle açıkça antikomünizme varıyor.

Patronlar bunu çok sevecek: 'Bir sınıfa ait olmayan sosyalizm'

Yazıda yer alan bu iddialar düzenin yıllardır sosyalizmi karalamak için kullandığı argümanlardan esinlenirken düzenin en sevdiği şeyi, “sınıflar öldü” masalını da yeni bir icatmış gibi tekrarlıyor: “Bu nedenle sosyalizmde, Marksizm’de, Leninizm’de ve Maoizm’de tamamen yenilikçi düşünceler yaratılmak gerekiyor. Sadece bir sınıfa ait olmayan sosyalizm anlayışını geniş bir yelpazede ele alıp topluma mal etmek gerekiyor.”

Marksizme, sosyalizme açıkça bir reddiye olan bu tuhaf değerlendirmelere “demokratik sosyalizm” adının verilmesi de bir ironi olarak kayıtlara geçmiş oldu.

Yazıda Öcalan’ın “Reel sosyalizm ve bilimsel sosyalizmin eksik yanlarını düzelterek sosyalizme yeni bir bakış açısı getirdiği” gibi ilginç iddialar dile getirilirken, “Bundan yıllar önce okuduğum Thomas More’nin 'Ütopya' kitabında bahsedilen cennet yaşamın, Rojava’da ilk somut adımı görülmektedir” ifadesine de yer verildi.

Rojava sosyalizmin son durağı, demokratik sosyalizmin ilk adımıdır” denilen bu yazının arkasına aldığı deneyimin bir yanında tüm dünyada antikomünizmin bayraktarlığını yapan ABD askeri, ABD üsleri ve ABD sermayesinin bulunması da tarihin bir cilvesi olsa gerek.

***

 ‘Yeni bir dünya görüşü’nün anayasası -Ali Rıza Aydın- 

Anayasanın sömürücü ve gerici sınıfın, karşı devrimin iradesini yansıtan üstün ve bağlayıcı belge olarak düzenlenip, değiştirilmesi ve sıklıkla gündemde tutulması da buraya oturur. Bu yapıyı yıkıp atacak olan devrim zaferidir.

“Yeni anayasayı kendimiz için değil, ülkemiz için istiyoruz” diyen Erdoğan’dan “İnşallah bir gün güçlü, sivil bir anayasa yapacağız” diyen Özel’e… Konuşulmaya devam ediyor yeni, sivil anayasa.

Umut, sığınma, kandırma, uygulamama, çaresizlik, düzen içinde oyalama, yaratıcı ve yenilikçi olamama, yeni bir dünya görüşüne uzak durma… Gerekçesi ne olursa olsun, o kadar sık yineleniyor ki sonunda önemini yitirmeye yüz tutuyor anayasa. Anayasasızlaştırılan Türkiye, bu Türkiye’nin Anayasa Mahkemesinin durumu, hukuksuzluk ve yargısızlık, dar amaçlı ve çıkarcı yargı paketleri, zamanaşımına uğrayan davalar, çifte standart siyaset ve siyasal davalar, içinden çıkılamaz iddianameler, suçlar, suçlular, suç ve suçluların cezasızlıkları, masum olanlara suç yüklenmesi öne çıkarıldıkça özelleştirme ve yağmanın, yoksulluk ve yoksunluğun, cinayet ve katliamların, içinde yaşanılan düzenin, eşitsizliğin, sömürünün analizi ve çözüm arayışları dar alanlara sıkışıp kalıyor.   

18 Kasımda aramızdan ayrılan, saygıyla andığımız G. Doğan Görsev (2015) ve H. Aykut Göker (2016) bilimsellikleri, dünya görüşleri, üretkenlikleri, barış hareketi önderlikleri (Göker ve Görsev, Barış Derneğinin 12 Eylül sonrası ilk yargılanan yöneticileri arasındaydı), sınıfsal savaşım güçleri, toplumsal yaşam ve insanlık sevdalarıyla dar alanları, kısır tartışmaları aşan yoldaşlarımızdı, yol göstermeye devam ediyorlar.

Aykut Göker, “Kaotik ortam ürkütücü... Zaman, bu gidişe itirazı olanların potansiyel güç ve değerinin farkına varma ve o potansiyeli kuvveden fiile çıkaracak örgütlü gücü yaratabilme zamanı...” diyerek hem ortamı hem de çözümü kısa ve net açıklıyor. “Bilim, Teknoloji ve İnovasyon Politikaları Tartışma Platformu” ile “Cumhuriyet Bilim Teknik/Teknoloji Dergisi”ndeki yazıları yanında kendisini de heyecanlandıran “İnsanın Yükselişi” (Jacob Bronowski, V Yayınları, 1987) kitabı çevirisi ve gecikmiş olarak yayımlanan “Yaratıcılık ve Yenilikçiliğin Kültürel Kökenleri ve Bizim Toplumumuz” (Yaratıcılık ve Yenilikçilik, Ayrıntı yayınları, 2021) kitabında “zamanın ileriye doğru işlemeye başlaması”nı vurguluyor.

Şöyle diyor: “Türkiye Cumhuriyeti tarihinin bu kritik kesitinde, zamanın yeniden ileriye doğru işlemeye başlaması, Ortadoğu coğrafyasında lâik bir cumhuriyet yaratma başarısını gösterenlerin mirasına sahip çıkılabilmesine; bu mirasa sahip çıkanların kararlılığına, verecekleri mücadelenin sürekliliğine ve örgütlenebilme yeteneklerine bağlıdır.”

Aykut Ağabey, yanıt bulmaya uğraşılan sorunların “sistemsel bir bütünün parçası” olduğunu söylerken, “hangi toplumu ya da toplumsal meseleyi o toplumun tarihsel geçmişinden ve içinde bulunduğu iktisadî-siyasî sistem gerçeğinden soyutlayarak ele alabiliriz ki...” derken toplum yönünden içi boş anayasa nakaratlarına da yanıt veriyor.

Doğan Görsev, “Türkiye Barış Komitesi Derneği Serüveni üzerine” çalışmasında “2. Dünya savaşının ardından dış dünyada ABD’nin yönlendiriciliği altına sürüklenmiş, Soğuk Savaş’ta bir taraf haline getirilmiş ülkemizde ortaya çıkan acılı ekonomik, toplumsal ve siyasal çalkantılar” ortamından söz ederken, “dünyada ve ülkemizde ekonomik, toplumsal, siyasal ve kültürel yaşamda -geçmişte benzeri olmayan- derin değişmelere” dikkat çekiyor. “Gerçekten” diyor Görsev, “12 Eylül’de çocuk yaşta olanlardan yola çıkarak hesaplayacak olursak ülkemiz nüfusunun neredeyse yarısı (günümüzde üçte ikisi) onurlu, adil ve özgür bir yaşam beklentisinin sürekliliğini pek tanımadan, insani değerlerden daha çok ‘piyasa’, (günümüzde piyasayla birlikte din ve milliyetçilik) değerleriyle yüz yüze gelerek gündelik yaşamlarını sürdürmektedir.”

“Dünya görüşü denilince tüm dünyada, dünyanın doğuşuna, doğaya, evrenin gelişmesine, insanlığın oluşumuna, gelişmesine ve geleceğine, insan yaşamının mahiyetine ve anlamına, insanın toplumsal davranışına, insan düşüncesinin olanaklarına, kültür değerlerine ve benzeri sorunlara ilişkin görüşlerin toplamı anlaşılır. Bundan çıkan sonuç ise, felsefi, sosyo-ekonomik, sosyo-politik, etik, estetik ve doğabilimsel görüşlerin ve anlayışların belli bir tarzda dünya görüşü içinde toplandıklarıdır.”1

Görsev’in yayıma hazırladığı “Komünist Manifesto”nun (Yazılama Yayınevi) “160. yılında Türkçede ‘Komünist Manifest” başlıklı son sözünde yer alan “gündelik yaşamda, tek tek kişilerin, değişik ölçeklerde toplulukların, değişik sınıf ve katmanların, var olan durumlar karşısında davranışlarını belirleyen ‘görüş’leri olması anlaşılır bir şeydir. Oldukça yaygın bir yanılgı, o görüşlerin ‘dünya görüşü’ diye adlandırılmasıdır.” sözlerinden de anlaşılacağı üzere Türkiye’deki yönlendirilmiş gündelik yaşamdan ne dünya görüşü ne de emekçi halkın ve sömürülenlerin anayasası çıkar.

Burjuvazi, egemenliğini sürdürmek için hem hukuksal, anayasal, yönetimsel ve denetimsel kurumlara gereksinim duyar hem de koşullara göre bu kurumları değiştirir, bozar; bu üst yapıyı eşitsiz uygulamalarla topluma dayatırken çaresiz kaldığında kendisi uymaz, uygulamaz. Anayasanın sömürücü ve gerici sınıfın, karşı devrimin iradesini yansıtan üstün ve bağlayıcı belge olarak düzenlenip, değiştirilmesi ve sıklıkla gündemde tutulması da buraya oturur. Bu yapıyı yıkıp atacak olan devrim zaferidir.

1Manfred Buhr – Alfred Kosing, “Marksçı-Leninci Felsefe Sözlüğü”, Çev. Veysel Atayman, Konuk Yayınları, İstanbul, 1978’den akratan Doğan Görsev, “160. yılında Türkçede ‘Komünist Manifest”.

/././

 Çocuk katili -Alpaslan Savaş- 

2025 yılında dünya üzerinde hâlâ 138 milyon çocuk işçi varsa, bunların 54 milyonu sağlık ve güvenlik açısından tehdit altındaki işlerde çalışıyorsa, pek çoğu Engels’in aktardığı gibi çalışırken vahşice ölüyorsa nedeni, sömürüye tanrı gibi tapan burjuvazinin sınırsız açlığıdır.

Bir medeniyetin gelişkinliği en çok da çocuklarına nasıl davrandığı, onlara ne vaat ettiğiyle ölçülmeli. Onlar güvende ve sağlıklı mı, gelecekleri umutlu mu?  Oysa sınıflı toplumlarda, çağlarının en ileri örnekleri olarak gösterilenlerde bile küçük bir azınlık dışında çocuklar hiç sağlıklı, umutlu ve güvende olmadı.

Tarihçiler 1400’lü yıllara ait olduğunu düşünüyor, Güney Amerika’da Ant Dağları’nın eteğinde arkeolojik kazılar sırasında 296 çocuğun iskeletine ulaştılar. İncelemelerde göğüs kafeslerinin kesilmiş, kalplerinin çıkarılmış olduğu anlaşıldı. Mezarlar dönemin zengin, modern ve güçlü medeniyetlerinden biri olan Chimu topluluğuna aitti. Chimu’nun elitleri, bölgede sıklıkla meydana gelen kasırgalardan kurtulup kendi zenginliklerini tehdit eden kuraklık dönemlerinden korunmak için alt tabakadan çocukları tanrılara düzenli olarak kurban veriyorlardı.

Bu topraklara daha sonra İnkalar yerleşti. Onlar da su ve yiyecek kaynaklarının azaldığı kıtlık dönemlerinde çocukları tanrılara kurban ettiler. Sonra İspanyollar ve Hollandalılar geldi, kıtayı sömürgeleştirdi, yerlileri, en çok da çocukları katledip sağ kalanları medeniyetin beşiği Avrupa’ya köle olarak götürdü.

İnsanlık ilerledi, eşitlik, özgürlük, kardeşlik ülküsü yükseldi. Adı kapitalizm olan yeni düzen, toprak sahibine bağlı yarı köle serfi özgür işçiye dönüştürdü. Üretim araçlarının sahibi olan sermaye sınıfı bu yeni düzenin egemeni oldu. Ve bu kez çocuklar, alt tabakanın yani özgür işçilerin özgür çocukları eski tanrılara değil tanrılaştırılmış sömürüye kurban verildi. Bu kıyımın en az diğerleri kadar acımasız olduğunu Engels 1845 tarihinde “İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu”nda yazdı: “15 Haziran’da Saddleworth'te dişliye kapılan genç parçalanarak öldü. 29 Haziran’da Manchester yakınlarındaki Green Acres Moor'da makine atölyesinde çalışan genç bir adam, bileme taşının altına düştü, iki kaburga kemiği kırıldı, vücudu korkunç biçimde yaralandı. 24 Temmuz’da Oldham'da bir kız makine kayışına yakalandı, kayışla birlikte tam elli kez döndü ve öldü; kırılmamış kemiği kalmamıştı. 27 Temmuz’da Manchester'da bir kız, hallaç makinesine kapıldı ve aldığı yaralar sonucu öldü. 3 Ağustos’ta Dukenfield'da, makinenin çemberine kapılan bir bobin işçisi, tüm kaburga kemikleri kırılarak öldü.”1

Engels’in aktardıklarını kapitalizmin ilk dönem arızaları olarak niteleyenler oldu. Evet, sonra çalışma ve yaşam koşullarında önemli düzelmeler oldu. Gerçi bunlar sermaye sınıfının bahşettiği şeyler değil, işçi sınıfının mücadeleyle elde ettikleriydi ama olsun. İşçi sınıfının 8 saatlik işgünü, sendikaları, grev hakkı, hatta kendilerini mecliste temsil eden partileri oldu. Çocuk işçilik yasaklandı.

İşçi sınıfının elde ettiği her şey, geçen yüz yılın başında Ekim Devrimi ile işi daha ileri götürüp iktidara yerleşmeyi başaran Rus işçi sınıfının kendi ülkesinde insanlık için tartışmasız en gelişkin toplumsal düzeni, sosyalizmi kurmasıyla daha da gelişti ve güçlendi. Yüz yılın sonlarına doğru bu eşitlikçi toplumsal düzenin geçici yenilgisiyle güçten düşmeye başlayan işçi sınıfına tüm dünyada ve her düzeyde muazzam bir saldırı başladı. Sermaye sınıfı, kabullenmek zorunda kaldığı hakları ortadan kaldırmak, olmuyorsa geriletilmek için harekete geçti. Böylece burjuvazinin, işçi sınıfının elde ettiği her hakkın daha baştan kâğıt üstünde kalmasını istediği anlaşıldı. Şimdi bu çağı yaşıyoruz.

2025 yılında dünya üzerinde hâlâ 138 milyon çocuk işçi varsa, bunların 54 milyonu sağlık ve güvenlik açısından tehdit altındaki işlerde çalışıyorsa, pek çoğu Engels’in aktardığı gibi çalışırken vahşice ölüyorsa nedeni, sömürüye tanrı gibi tapan burjuvazinin sınırsız açlığıdır.

Yukarıdaki rakamları kapitalizmin vitrin toparlama kurumları olan ILO ve UNICEF’den öğreniyoruz. 2000 yılının başına göre yarı yarıya düşmüş sayı ama 2025 yılında çocuk işçiliği ortadan kaldırma hedefi için “ilerleme hızımız çok yavaş”mış.

Dünya genelinde her 10 çocuktan biri çocuk işçi olarak çalışıyor. Küresel tedarik zincirinde çocuk işçilerden en çok nemalanan AB ülkeleri, Japonya ve ABD merkezli tekeller. Bunlar mı ortadan kaldıracak çocuk işçiliği?

İlerleme hızı yavaşmış!

Sınıflı toplumda zenginliğin ve iktidarın sahibi olanların, insanların yaşam ve çalışma koşullarını önemsemesini sağlayacak tek gelişme, sömürülen sınıfın örgütlü olarak karşısına dikilmesidir.

Ne oluyorsa bu zayıfsa oluyor işte.

On beş yaşındaki Cansu parfüm deposunda bir kıvılcımla diri diri yanıyor. On dört yaşındaki Nursefa tarlada çalışırken biçerdöver altında kalıp parça parça oluyor. On üç yaşındaki Ahmet prese kafası sıkışıp…

Yazmaya devam etmek çok zorlaşıyor…

NOT: Günlerdir çocuk işçi cinayeti haberleriyle uyanıyoruz. Sayı 82’e yükseldi. O da tespit edilebilen. Bugün Dünya Çocuk Hakları Günü. Bırakın yazmayı, artık yutkunmakta zorlanıyoruz. Türkiye Komünist Gençliği Milli Eğitim Bakanı’na bu çocuklardan nasıl vazgeçtiklerini sormaya gidiyor. Yumruğumuz sıkıp yanlarında olacağız.  https://x.com/TKGninsesi/status/1990843136118337934

/././

 Asgari ücrette ‘yapı’ tartışması -Atilla Özsever- 

Türk-İş, Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nda 5 işçi, 5 işveren 1 de tarafsız başkan olursa katılabileceğini açıkladı. “Tarafsız başkan” aslında hükümet demek. Esnaf örgütü TESK ve Odalar Birliği de komisyonda yer alıp bölgesel asgari ücreti savunmak istiyor. Oysa önemli olan işçinin bu meselede eylemli, kitlesel olarak ağırlığını ortaya koymasıdır…

Asgari Ücret Tespit Komisyonu, Aralık ayı başında toplanacak. Komisyonun mevcut yapısında 5 işçi, 5 işveren ve 5 de hükümet temsilcisi bulunuyor. Komisyon, 10 kişinin oyu ile de karar aldığından büyük ölçüde hükümet ve işveren tarafının dediği oluyor.

Türk-İş de, komisyonun bu yapısıyla devam etmesi halinde Aralık ayındaki görüşmelere katılmayacağını açıkladı. Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay, 2000 yılından bu yana 29 kez belirlenen asgari ücretin 21’inin hükümet ve işveren tarafından birlikte saptandığına dikkati çekti.

Türk-İş Başkanı Atalay, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na komisyonun yapısıyla ilgili talepleri ilettiklerini belirterek şunları söyledi:

“O masada işçinin dediğinin olacağı bir tablo olursa adil bir tablo olur. Formül ne, adil bir yapı. Komisyonda 5 kişi işveren, 5 kişi bizden olur. Bir de tarafsız birisi olur.”

Yani, özetle Türk-İş, 5 işçi, 5 işveren ve 1 de “tarafsız başkan”dan oluşan bir komisyon yapısını öneriyor.

‘Tarafsız başkan’ mümkün mü?

Aslında “tarafsız başkan”ın devlet (hükümet) yanlısı olacağı açık. Çünkü Yüksek Hakem Kurulu’nda olduğu gibi kurulun başkanı bir Yargıtay üyesi olduğunda, hakimleri de AKP iktidarı belirlediğinden asgari ücretin komisyon yapısında da benzer bir yasal düzenleme yapılırsa sonuçta hükümet ve işverenin dediği olacaktır.

Komisyon başkanı, akademik bir kişi olsa bile YÖK (Yüksek Öğretim Kurulu) ya da hükümetin belirlemesi halinde 11 kişilik komisyonda yine 6’ya 5 işçi aleyhine bir sonuç çıkacaktır. İşçi ve işveren tarafının ortak seçtiği başkan da yine hükümete yakın durabilir.

Öte yandan Hak-İş Genel Başkanı Mahmut Arslan, 5 Kasım 2025’te yaptığı açıklamada, Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun mevcut yapısına karşı olduklarını, Almanya modelinde olduğu gibi 5 işçi, 5 işveren ve gerekirse 1 de işçi ile işverenin birlikte belirleyeceği “tarafsız başkan” modelini önerdi.

Mahmut Arslan, 18 Kasım günü Hak-İş’in 50. kuruluş yıldönümünde yaptığı konuşmada ise, asgari ücret konusuna hiç değinmedi, törende bulunan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a bol, bol övgüler yağdırdı.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan da, 11 Kasım günü TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda yaptığı konuşmada, doğrudan ifade etmemekle birlikte Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun mevcut haliyle devam etmesinden yana bir eğilim gösterdi.

Sendika kulisleri

Asgari ücretle ilgili sendika kulislerinde şu senaryolar konuşuluyor:  Türkiye Esnaf ve Sanatkarlar Konfederasyonu (TESK), asgari ücretin geçerli olduğu işyerlerinin daha çok esnaf ve küçük işyerleri olduğundan kendi örgütlerinin de komisyonda yer almasını istiyor.

Hatta TESK, Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu’nun  (TİSK) ağırlıklı olarak sendikalı işyerlerinde örgütlü olduğundan bu işyerlerindeki ücretlerin asgari ücretten yüksek olması nedeniyle TİSK’in komisyonda temsil edilmemesi görüşüne sahip.

Öte Yandan Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) de bu komisyonda temsil edilmek istiyor. Türk-İş Başkanı Atalay’ın da Asgari Ücret Tespit Komisyonu’ndaki işveren tarafında TOBB ile TESK’in bulunmasına sıcak baktığı ifade ediliyor.

Bölgesel asgari ücret tuzağı

Özellikle TOBB’un komisyonda bulunması, bölgesel asgari ücret meselesinin de gündeme gelmesi demektir. Çünkü Odalar Birliği’nin Anadolu’da da birçok üyesi bulunduğundan örneğin Van’daki işyerinde çalışan işçiyle İstanbul’daki işçinin yaşam koşulları ve geçim durumunun farklı olması nedeniyle daha düşük bir ücretin saptanmasına zemin hazırlanıyor.

Asgari ücret zaten en düşük ücrettir, bölgesel asgari ücret uygulamasıyla asgari ücretin daha da aşağıya çekilmek istenmesi, gelir dağılımı adaletsizliğine ve bölgeler arası gelir uçurumun derinleşmesine yol açacaktır.

Bu arada Türk-İş Başkanı Atalay’ın komisyonun yapısı ile ilgili tartışmaları öne sürerek “minderden kaçmak” istediği, asgari ücretin mevcut yapıyla düşük saptanması halinde ortaya çıkacak “suçlamalardan” kurtulmayı amaçladığı öne sürülüyor.      

Hükümetin hedefi

AKP Hükümeti, asgari ücretin hedeflenen enflasyon oranında belirlenmesi görüşündedir. AKP’nin Orta Vadeli Programı’nda (OVP) hedeflenen enflasyon oranı yüzde 16’dır. Uluslararası mali kuruluşlar ise, yüzde 20’lik bir zammı uygun buluyor. İşveren sendikaları da, 5 puan daha artırılıp yüzde 25’lik bir artışa (evet) diyebilirler. Bu durumda 2026 yılı asgari ücretinin 26 bin 500 ile 27 bin 700 TL dolayında olabileceği ileri sürülebilir.

Oysa Türk-İş’in Ekim 2025 sonu verilerine göre dört kişilik bir ailenin sadece gıda harcamalarını içeren açlık sınırı 28 bin 412 TL’dir. Bu rakamın yılsonu itibariyle 30 bin liraya çıkabileceği dikkate alındığında yeni asgari ücret yine açlık sınırının altında kalacaktır.

Türk-İş’in dört kişilik bir ailenin geçim harcamalarını içeren yoksulluk sınırı ise 92 bin 547 TL olarak saptandı. Bir aileye en az iki kişilik asgari ücretin girmesi gerektiği hesaplandığı takdirde 2026 yılı asgari ücretinin 46 bin 274 TL olması gerekiyor. 

En düşük memur maaşı emsal alındığında ise halen bu ücret de, aile yardımı dahil 50 bin 503 TL’dir.

Esas mesele sendikalaşma

Aslında esas mesele, asgari ücretle çalışan sayısının azaltılmasıdır. Oysa bugün asgari ücret ortalama ücret haline gelmiştir, çalışan nüfusun yarısına yakını, yani 8 milyon kişi asgari ücretle çalışıyor.

Avrupa ülkelerinde asgari ücretle çalışanların tüm çalışanlara oranı yüzde 4 ile 6 oranında iken bizde yüzde 50’leri bulması toplumun yoksullaştığının da bir göstergesi oluyor. Asgari ücretli sayısının düşürülmesi için sendikalaşma oranının yükselmesi gerekiyor.

Sendikasız işyerlerinde çalışanlar genellikle asgari ücret düzeyinde ücret alırken sendikalı işyerlerinde ise işçi başlangıçta işe asgari ücretle de girse toplu sözleşme gereği hemen ücretine yüzde 8’lik bir zam yapılıyor, yılda 4 ikramiye ve diğer sosyal haklarla birlikte mevcut ücreti iki asgari ücrete yaklaşabiliyor.

O nedenle asgari ücretin ülke düzeyinde çok sınırlı kesimi kapsaması açısından sendikalaşma oranın yükseltilmesi gerekli gözüküyor. Ancak şimdi içinde bulunduğumuz mevcut koşullarda asgari ücretin gerçek bir geçim ücreti olması için mücadele verilmesi kaçınılmazdır.

Kitlesel mücadele

Bu anlamda işçi sınıfının, sendikalarının örgütlü bir biçimde kitlesel eylemlere başvurmasında yarar var. Türk-İş, asgari ücretin yükseltilmesi konusunda komisyona katılmama dışında bir etkinlikte bulunmuyor.

Oysa yerel bir kuruluş olmasına rağmen örneğin Gebze Sendikalar Birliği, 26 Kasım’da ilçenin kent meydanında asgari ücretle ilgili bir miting düzenleyecek.

AKP Hükümeti’ni ve sermaye sınıfını zorlamak açısından bu tür eylemlere, üretimden gelen gücün kullanılmasına gayret göstermek gerekecek…

/././

 Macerasını arayan insanlık -Nevzat Evrim Önal- 

Abuk sabuk Tik Tok videolarının, gözlerinde neşe olmayan yüzlerden yükselen abartılı kahkahaların ve bomba patlamalarının gürültüsünden henüz pek duyulmuyor ama, tarih giderek yükselen bir sesle “devrim” diyor.

Bize söylenen en yaygın yalanlardan biri insanın içgüdüsel biçimde huzur ve denge arayışında olduğudur. Öyle ki, genel kanaate göre “huzurlu” olarak tanımlanacak bir ortamda kendimizi rahat hissetmiyorsak bizde bir sorun vardır, “rahat batıyordur.”

Kuşkusuz çoğu insan olanaklar çerçevesinde tehlikelerden ve diğer rahatsızlıklardan kaçınmaya, kendine güvenli ve huzurlu bir yaşantı kurmaya çalışır. Ama içinde yaşadığımız düzen insanın bu arayışını mutlaklaştırırken macera arayışı ve risk alma eğilimi sanki yokmuş gibi bir anlatı kurar; bu eğilimleri, güvenlik önlemleri alınmış boş zaman aktiviteleriyle tatmin edilecek marjinal heveslere indirger.

Oysa insanlık, bilhassa içinde yaşamakta olduğu düzenin tıkanıp kaldığı dönemlerde, risk alanlar olmasa ilerlemezdi. Devlet yenilgiyi kabul etse de boyun eğmeyen komutan, entelektüel camia yerleşik düşünceleri benimserken alaya alınma pahasına onları sorgulayan düşünür, kabile sıkışıp kaldığı vadide kıt kanaat yaşamaya çalışırken dağların arasından bir çıkış olup olmadığını arayan yolgezer…

Hatta, türdeşleri sırtlandan ölümüne korkarken, yamru yumru elleriyle bir sopa kapıp bağırarak koşmaya başlayan, “av” olmayı reddeden ilk avcı atamız...

İnsanlık tarih boyunca kolektif eylemiyle ilerledi; ama bu ilerleyişinde ona daima düşünülmemiş olanı düşünmeyi ve yapılmamış olanı yapmayı göze alan öncüler rehberlik etti.

***

Herhangi bir toplumsal düzen yerleşik hale geldikçe, yani statükoya dönüştükçe, kendisini sürdürmek için insanın yeniyi arayış eğilimini baskılamak durumundadır.

Statüko genel anlamda işliyorken, yani maddi hayatın büyük sorunlar yaşanmadan günden güne aktığı “olağan” dönemlerde, bu baskılama büyük ölçüde kendiliğinden gerçekleşir. Mevcut statükonun sağladığı öngörülebilir ve huzurlu yaşantıya razı olan çoğunluk, değişim arayışında olanlara “icat çıkartma” der, özel olarak engellemese de peşlerine takılmayıp yalnız bırakır.

Dahası düzen, gelişmeye devam ettiği dönemlerde bu eğilimi yalnızca baskılamaz, ehlileştirir. Böyle dönemlerde, daha nitelikli olanı aramaya meyilli bireylerin bazıları egemenler tarafından devşirilir; krallara danışmanlık yapar, ordu için yeni silahlar veya yeni üretim teknikleri icat eder, keşif yolculuklarına çıkarak gerçeğin daha detaylı haritalarını çizerler.      

Düzenin tıkandığı ve devrimin mümkün hale geldiği “olağanüstü” dönemlerde ise baskı aktif bir nitelik kazanır. Düzen kasılır ve değişimi engellemek için statükonun sorgulanmasını bir suça dönüştürür. İnsanlar tutuklanır, hapsedilir, katledilir; engizisyonlar, özel yetkili mahkemeler, muhbir ve hafiye teşkilatları kurulur. Bu baskı, düzene krizi aşmak ve tekrar gelişmeye başlamak (yani restorasyon) için zaman sağlayabilir; ama hiçbir düzen kendisini sadece baskı ile sonsuza dek sürdüremez.

***

İçinde yaşadığımız sermaye düzeni, sermayedar sınıfın ekonomik rekabeti temel bir dinamik olduğu için, kendisinden önceki düzenlere göre teknik ilerlemeye çok daha yatkındır. Öte yandan bu onu toplumsal ilerlemeye değil krize daha meyilli hale getirir. Sermayedarlar sürekli üretimi daha verimli hale getirecek (yani maliyeti düşürecek) yollar arar, ama bu yolları buldukları zaman ürünlerin fiyatını düşürmeye, ya da aynı manaya gelmek üzere işçilerin ücretlerini yükseltmeye yanaşmaz. Bu da bollaşan ürünlerin satılamamasıyla sonuçlanır.

İçinde yaşadığımız düzen öyle çelişkilidir ki, önceki tüm düzenlerden farklı olarak kıtlıktan değil bolluktan krize girer.

Tabii hiçbir kriz sonsuza dek sürmez. Kriz dönemlerinde rekabet şiddetlenir. Batanlar batar, batmayanlar piyasa hakimiyetlerini genişletip tekelleşir. Böylece üretimin aşırı bolluğu törpülenir ve kârlılık tekrar mümkün hale gelir. Bu süreçte bilhassa ezilenlerin ayaklanma tehdidi güçlenirse bir miktar refah artışı da yaşanabilir; ama toplum asla sahip olduğu üretim olanaklarının tüm potansiyelini gerçekleştirecek bir üretim seviyesine ulaşamaz. Çünkü bu seviye kârlı değildir.

Dolayısıyla tekelleşme düzenin olgunlaşma göstergelerinden biridir. Ne var ki sermaye tekelleştikçe, kriz dönemlerinde şiddetlenen rekabetin sonuçları olağanüstü yıkıcı hale gelir. Zira sermayedar sınıf tekelleştikçe her ülkede ulusal anlamda çok daha kolay eşgüdüm sağlayabilmeye başlar ve devleti de tek bir doğrultuya sevk edebilme becerisi kazanır. Buna paralel olarak, kapitalist ekonominin dünya çapındaki işleyişi tüm dünyayı tek bir pazara dönüştürdükçe (ki bu başka bir olgunlaşma göstergesidir), tekelleşmiş sermayenin bu pazarı paylaşma mücadelesi de emperyalist bir karaktere bürünür ve “dünya savaşı” mümkün hale gelir.

Bu yüzden kapitalizmin tarihinde kriz, savaş ve devrim iç içedir.

Az önce söylediğimiz üzere, sermayedar sınıf yenilikçi bireyleri kullanma konusunda öncüllerinden daha beceriklidir. Dolayısıyla kriz dönemlerinde sadece devrim değil düzen safında da, bilhassa egemen sınıfın içinden ya da yakın çevresinden çıkan böyle bireyler kendilerine kritik yerler bulabilir ve psikolojide çok sevilen tabirle “kendilerini gerçekleştirirler.” Ne var ki bu bireysel başarılar, önemli atılımlarla sonuçlandığı durumda dahi, tarihsel anlamda ilericiliğin değil gericiliğin hizmetinde olduğu için çoğunlukla insanlığın zararına sonuçlar verir ve müsebbipleri tarihe insanlığın sevgisinden ziyade nefretini kazanarak geçer.

Albert Einstein, sadece görelilik kuramına katkılarından dolayı değil, aynı zamanda ilk atom bombasının yapıldığı Manhattan Projesi’nde yer almamış olduğu için bugün tüm insanlık tarafından sevgiyle anılmaktadır. Aynı bilim alanına katkıları tartışmasız olan Robert Oppenheimer ise (hakkında kaç iade-i itibar filmi çekilirse çekilsin) insanlığın ortak hafızasında, bugüne dek yapılmış tek nükleer saldırının emir komuta zincirindeki herhangi bir askerden çok daha tartışılmaz biçimde faili, Hiroşima ve Nagazaki’nin katilidir.

***

Uluslararası kapitalist sistemin tamamını kapsayan ama ülkeden ülkeye kendisini farklı biçimlerde gösteren uzun bir krizin sonuna yaklaşıyoruz ve dolayısıyla tarihin de gördüğü en karanlık dönemlerden birindeyiz. Birikmiş çelişkilerin ağırlığı, tüm insanlığın sadece gündelik yaşantısının değil, aklının, ahlakının ve hayallerinin üzerine bir karabasan gibi çökmüş durumda. Birkaç on yıldır giderek belirgin hale gelen toplumsal çürümeye “böyle gelmiş böyle gider” kayıtsızlığıyla yaklaşan kamuoyu son birkaç yılda yaşananlarla birlikte giderek “böyle gitmez, daha beter olacak” hissiyatına kapılmaya başladı ve bu öngörü her gün yeni felaketlerle ya da rezilliklerle teyit ediliyor.

İşçi sınıfı ve kent yoksulları örgütsüz olduğu, aydınlanmış orta sınıf ise elindeki küçük ayrıcalıkları kaybetme korkusuyla yüzüne ışık tutulmuş tavşan gibi donakaldığı için tepkiler şimdilik sadece bıçağın kemiğe dayandığı yer ve zamanlarda saman alevi gibi parlayıp sönüyor.

Özel mülkiyet düzeninin, insanlığın yenilik ve macera arayışına verebileceği hiçbir olumlu, insani yanıt kalmadı. Düzen, otuz beş yıl önce Sovyetler Birliği yıkıldığında ideolog Fukuyama’nın ağzından “tarihin sonu”nu ilan etti ve bununla “daha ilerisi yok, uygarlığın varabileceği doruğa ulaştık” da demiş oldu.

Bunu kabullenen her uygarlık kaçınılmaz olarak çürümeye başlar, ama kapitalizmin çürümesi pek hızlı ve çarpıcı yaşandı. Sosyalizmin yıkılmasından birkaç yıl sonra Avrupalı zenginler için Bosna Savaşı’na insan avı turları düzenlenmeye başlamıştı.1 Sonrasında iş Jeffrey Epstein’ın kurduğu pedofili adasına kadar vardı.

Egemen sınıf macera arayışını böyle psikopatik biçimlerde tatmin ederken; orta sınıfın arayışları ise yasallaştırılmış uyuşturucu, güvenlik önlemleri alınmış “outdoor” aktiviteleri, egzotik ülkelere rehberli seyahat paketleri ve mistik inziva tatilleri gibi metalara kanalize edildi.

Hep beraber, Peter Weir’in olağanüstü filmi Truman Show’da gibiyiz.2 Tek fark, içinde yaşadığımız suni toplum fanusunun dünyanın ta kendisi olması. Sermaye tüm dünyayı egemenliği altına aldı, her gün yıkıp yeniden yapıyor ve bunu her yaptığında biraz daha yozlaştırıp mahvediyor. Bize de aynı filmdeki gibi “haritada keşfedecek yer kalmadı” diyor ve “beğenmiyorsan aktivist ol, heyecan yaşarsın” diye ekliyor.

Bu uygarlığın sonundayız. Özel mülkiyet altında yaşayabileceğimiz tüm insanca maceraları yaşadık ve geriye sadece bizi insanlıktan çıkartacak olanlar kaldı. Dolayısıyla üç şık ile karşı karşıyayız: Ya kendimizi çağın çürümesine bırakıp insanlıktan çıkacağız, ya macera arayışından vaz geçip içinde yaşadığımız mezbeleliği kabulleneceğiz, ya da çok büyük, çok riskli bir macerayı göze alacağız.

Abuk sabuk Tik Tok videolarının, gözlerinde neşe olmayan yüzlerden yükselen abartılı kahkahaların ve bomba patlamalarının gürültüsünden henüz pek duyulmuyor ama, tarih giderek yükselen bir sesle “devrim” diyor. 

***

Bir düzen ne kadar toplumsallaşmış ve giriftse, onu yıkacak devrim de o denli örgütlenmiş, topluma kök salmış bir öncülüğe ihtiyaç duyar.

Kapitalizm, bugüne dek kurulmuş tüm düzenler içerisinde en toplumsalı. Hiç kimse onun dışında yaşayamıyor ve bünyeyi tamamen saran ama öldürmeyen bir kanser gibi, hayatımızın her alanına girip, buraları sermayenin çıkarları doğrultusunda sürekli dönüştürüyor. Onun karşısında hiçbir bireysel itiraz, eleştiri ya da reddedişin tarihsel kıymeti yok. Dolayısıyla devrime de ne denli nitelikli olursa olsun hiçbir birey öncülük edemez. Bu tarihsel görevi ancak, insanlığın bu çürümüş düzeni yıkma eylemine öncülük etmek için bir araya gelmiş, sadece bireysel gemilerini yakmayı göze almakla kalmamış, hep birlikte aynı devrim gemisine binmeyi göze almış maceracılar yerine getirebilir.

Nuh’un gemisinde sekiz, Jason’ın Argo’sunda elli kişi vardı. Biz ise on binler olmalıyız ki, on milyonlara öncülük edebilelim.

Bundan yüz dört yıl önce, Büyük Ekim Devrimi’nin dördüncü yıldönümünde Lenin “Biz başlangıcı yaptık. Sonunu hangi ülkenin işçilerinin ne zaman getireceğinin bir önemi yoktur. Tek önemli olan şu: Buz kırılmış, yol açılmıştır” demişti.3 Peşinden giden gencecik Nâzım, üç yıl sonra heyecanla “Düşmesin bizimle yola evinde ağlayanların göz yaşlarını boynunda ağır bir zincir gibi taşıyanlar! Bıraksın peşimizi kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar!” diye haykırmıştı.4

Sonra insanlık yenildi ve bedeli çok ağır oldu. Kazandığımızdan fazlasını kaybettik.

Ama buz kırılmıştı bir kere…

Şimdi insanlık bir kez daha yıkım ve devrimin eşiğinde duruyor. İstesek de istemesek de büyük bir macera yaşayacağız. Ve tarih, eğer sürecekse, sadece doğru tarafta duranların öyküsünü yazacak.

1https://haber.sol.org.tr/haber/sorusturma-acildi-avrupali-zenginler-yugoslavya-ic-savasinda-eglence-icin-keskin-nisancilik

2Yeri gelmişken, eğer izlemediyseniz izlemenizi hararetle tavsiye ediyorum.

3https://www.marxists.org/archive/lenin/works/1921/oct/14.htm.  

4http://siir.me/gunesi-icenlerin-turkusu.

/././ 

 Ölümlerin sebebi yasaklı maddeyle ilaçlama mı: Bakanlıkta görevli memur 'denetleyemiyoruz' diyor -Aslı İnanmışık- 

Böcek Ailesi'nin ölüm sebebi henüz netleşmedi ancak Adli Tıp Kurumu ön raporundan yansıyanlar otelde yapılan ilaçlamanın sorumlu olabileceği ihtimalini güçlendiriyor. Sertifikasız çalışan şirketin nasıl bir ilaç kullandığı da henüz belirsiz. Gündeme gelen "alüminyum fosfit" maddesi için Bakanlığa bağlı çalışan memurun anlattıklarıysa tabloyu özetliyor: 'Denetleyemiyoruz!'

Almanya’dan tatil için 9 Kasım’da İstanbul’a gelip Fatih’teki Harbour Suites Old City adlı otelde konaklayan 4 kişilik Böcek Ailesi 12 Kasım sabahı gıda zehirlenmesi şüphesiyle taksiyle hastaneye gitti. Aile, muayene ve tedavi işlemlerinin ardından kaldıkları otele döndü.

Ancak 13 Kasım 01.00 sıralarında tekrar rahatsızlanan aile, bu kez otele çağrılan ambulansla Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne kaldırıldı.

Aileden kurtulan olmadı.

Kadir Muhammet Böcek (6) ve Masal Böcek (3), anne Çiğdem Böcek (27) ile baba Servet Böcek'in (36) yaşamını yitirmesine ilişkin başlatılan soruşturma sürüyor.

Adli Tıp Kurumu ön raporu: Kimyasal zehirlenmesi daha olası

Ailenin ölümü sonrası gözler önce tükettikleri gıdalara çevrildi. İlk bulgularda zehirlenme kaynaklı bir belirti çıkmamasına rağmen midyeci, lokumcu, kokoreççi ve kafe işletmecisi tutuklandı.

Ardından dün akşam paylaşılan Adli Tıp Kurumu ön raporuyla şüpheler iyice kimyasal zehirlenmesine yoğunlaştı. 

Böcek Ailesi.

İlaçlama şirketinin sertifikası yok

Raporda olay yeri inceleme ekibine de dayandırılan bilgiye göre, ailenin kaldığı 201 numaralı odanın hemen alt katında, 101 numaralı odada, üstelik aile otele yerleştikten sonra, ilaçlama yapılmıştı. Zaten 15 Kasım'da da aynı otelden yabancı uyruklu 2 kişi daha benzer şikayetlerle hastanede tedavi gördü.

İlaçlama şirketinin sahibi de gözaltında. İlk ifadesinde “ilaçların öldürücü olmadığını” iddia etti. 6 yıldır faaliyet gösteren şirketlerinin herhangi bir eğitim sertifikasının olmadığını da kabul etti.

Otel işletmecisi ise otelin ruhsatının tam olduğunu ve oteli işlettiği süre zarfında benzer bir şikayetin olmadığını ileri sürdü. 

Otel ilaçlaması yapılırken kullanılan kimyasal maddeler ve kutuları, anne Çiğdem Böcek’in hastanede alınan ilk kan örneği, baba Servet Böcek'in hastanede alınan ilk kan örneği ve mide içeriği, yabancı uyruklu 2 kişinin hastanede alınan ilk kan örnekleri, ailenin kaldığı odadaki çarşaflar, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından incelenmek üzere Adli Tıp Kurumu’na gönderildi.

Otel ile bazı işletmeler mühürlendi. Fotoğraf: ANKA

Neden 'alüminyum fosfit' konuşuyoruz?

Ölümlerin ilaçlama kaynaklı olma ihtimalinin artması nedeniyle 2 gündür "alüminyum fosfit" tartışma konusu oldu. 

Bu tehlikeli maddenin tartışılmasının sebebi özellikle tahtakurusu ilaçlamasında yasak olmasına rağmen çok yaygın kullanılması. 

İlaçlama şirketleri insanların bulunduğu ortamlara sokulmaması gereken bu ölümcül maddeyi rahatlıkla kullanabiliyor.

Aslında ilaçlama şirketlerinin sunduğu hizmete "Pest Kontrol" deniyor. Bu işi yapan firmalar bir mesul müdürlük sertifikasına ihtiyaç duyuyor. Uygulamayı yapacak olan kişinin de ya ilgili bölümlerden mezun olması ya da eğitim sertifikası alması gerekiyor. 

Gıda işletmeleri, okullar, hastaneler, konutlar, oteller ilaçlanabiliyor.

Bu firmaların kullandığı ilaçlar Sağlık Bakanlığı tarafından onaylanmış ilaçlar olmalı. Çünkü bu ilaçlar "halk sağlığı ilacı" olarak geçiyor. Yani zaten zirai ilaçlama yapamıyorlar. Daha doğrusu yapmamaları gerekiyor. Sertifikalı, ruhsatlı her şeyi denetlenmiş uygun bir firma da bu ilaçları kullanamaz. Bu iş ayrı bir uzmanlık gerektiriyor.

Zaten işler bu noktada karışıyor.

Zararlılar daha çabuk ölsün ve etkili sonuç alınsın diye ölümcül olabilen zirai ilaçlar günlük yaşamda kullanılıyor.

Böcek Ailesi'nin yaşamını yitirmesine de bu "alüminyum fosfit" maddesinin sebep olmuş olabileceği konuşuluyor.

Söz konusu madde genellikle bu şekilde tablet olarak satılıyor. Yurtdışında üretiliyor. Perakende satışı yasak, bakanlığın belirlediği şirketler ruhsatlı firmalara satabiliyor. Ürün kullanamadığımız için bu görseli tercih etmek zorunda kaldık. Yoksa ülkemizde de kullanılan ambalajları bu kadar caydırıcı değil. Daha çok normal ilaç kutularına benziyor.

'Nefes alabilen tüm canlıları öldürebilir'

Bilgi almak için başvurduğumuz ruhsatlı, sertifikalı olan ve uzun yıllardır bu işi yapan İzmirli bir ilaçlama firması yetkilileri, kendilerinin dahi bu ilacı kullanamayacağını anlatıyor: Bunun kullanılabilmesi için Tarım ve Bakanlığı'na bağlı il müdürlüklerinden ayrı bir sertifika alınması gerekiyor. İstanbul'da bu uygulamayı yapan firmanın da böyle bir sertifikası yok. Olsa da ev, okul gibi alanlarda bunu kullanmak zaten yasak. Bu ilaç nefes alabilen tüm canlıları öldürebilir.

İlaç havayla temas edince gaz salmaya başlıyor ve gaz etkisiyle tüm alana yayılıyor. Genellikle tablet, bilye gibi koruyucular içerisinde satılan bu ilaç 30 dakika içerisinde bulunduğu alandan çıkarak kullanılan miktara göre etrafındaki diğer konut ve katlara da rahatlıkla yayılıyor. Suyla temas ettiğinde patlıyor, alev alıyor. 

Öyle ki bu işi yapanlar işin tehlikesini şöyle anlatıyor:  Tek katlı, yanında yerleşim yeri bulunmayan binada ancak kullanılabilir. Uygulama yapıldıktan sonra kapalı kalmalı ve ardından da havalandırma yapılmalı. İnsanın soluması ölümcül. Uygulayan kişi nerede nasıl yapacağına hakim olmak zorunda. Yoksa kendisi de tehlike altında olur.

'Satışı devlet kontrolünde ama Gıda Çarşısı'na gidip temin edebilirsiniz'

Peki bu ürün nasıl satılıyor, nerelerde kullanılıyor?

Boş depolarda, fabrikalarda, limanlardaki konteynerlerde yani ancak hiç kimsenin olmadığı alanlarda kullanılabilir.

Öğrendiğimiz kadarıyla ürünü sadece ruhsatı olan firmalar temin edebilir. Hangi ürünün satılacağına onay veren kurum da Tarım ve Orman Bakanlığı'na bağlı il müdürlükleri. İlaçlama şirketi yetkilileri şöyle diyor: Bakanlığa bağlı Zirai Karantina Müdürlüklerinden alınıyor ilaçlar. Ya da ruhsatınızı göstererek satan firmalardan alabilirsiniz. Yani satışı devlet kontrolünde denilebilir aslında. Bu müdürlükler normalde kontrolünü sağlıyor. Ama Gıda Çarşısı'na gidip ilacı temin etmek isterseniz siz bile alabilirsiniz. El altından her türlü kimyasala ulaşmak mümkün. Ziraatçilerin kullandığı yasadışı hormonlar vardır mesele. Bunu herkes bilir. Çiçekçiler bunu kullanabiliyor. Seracı bir tanıdığınız varsa, rahatlıkla bulabilirsiniz. Kimin hangi ilacı ne kadar kullandığı çok belirsiz. Denetim çok zayıf.

İlaçlama uzmanları da eğer başka bir bulgu ortaya çıkmazsa, ilaçlama ile ilgili bir sorun nedeniyle aile rahatsızlandıysa "alüminyum fosfit"in suçlu olma ihtimali yüksek diyor ve ekliyor: "Bizim kullandığımız ilaçlar sebebiyle birinin ölmesi için doğrudan içmesi gerekir."

Alan belli, satan belli, uygulandıktan sonra da raporlanıyor

Otellerin yüzde 80'inde bulunan tahtakurusu baş etmesi zor bir haşere. Tek seferde ilaçlamak yeterli olmuyor. Düzenli ilaçlama yapmak, en az 4-5 uygulama sağlamak gerekiyor. Bu "alüminyum fosfit" kullanarak "fümigasyon" ile yani gazla öldürme işi çok tehlikeli olmasına rağmen tek seferde sorunu çözdüğü için tercih ediliyor.

20 yıldan fazla bir süredir özellikle liman konteynerlerini ilaçlayan bir ziraat mühendisiyle konuştuk. Kendisi tam da bu tehlikeli ilaçlama işini, "fümigasyonu" yapıyor. Yaptığı işi şöyle anlatıyor: Devletin ruhsatını onayladığı firmalar sadece bu ilacı kullanabilir. Onlar da ilacı sadece yetkili firmalardan alabilir. Genellikle yurtdışından getiriliyor ilaç, ülkemizde üretilmiyor. Getirilmesine aracılık eden bu firmalar da dolayısıyla devletin izin verdiği firmalar. Sonra da uygulamalar raporlanıyor. Atığını toplamanın bile koşulları var. Çünkü çöpe atarsanız çöpü yakabilir.

Uygulanan alanları da şöyle sıralıyor: "Konteyner içleri, çevresi açık olan kapalı depolar, un-bakliyat fabrikası ilaçlamalarında kullanılır. Hanelerde, halkın yaşadığı alanlarda kullanılması kesinlikle yasaktır. Bu genellikle tablet şeklinde bir ilaç. Havayla temas ettiğinde alüminyum kül şekilde çözülüp dökülüyor, fosfit de gaz haline geçiyor ve etrafa yayılıyor. Böyle olunca da zarar veriyor."

Bu arada bu "fümigasyon" işlemini yapacaklar o kadar belli ki, Bakanlığın Zirai Karantina Müdürlüğü sitesine girildiğinde tek tek size "Zirai Fümigasyon Ruhsatlı Firmalar" diye isim, adres ve iletişim bilgisi veriyor.

Bakanlığın sitesinde uygulamanın her türlü detayı madde madde anlatılıyor. Kullanımı serbest olan alanlarda bile alüminyum fosfit kullanırken dikkat edilecek çok şey var.

Denetim yapan memur anlatıyor: 'Alüminyum fosfit kullanımını denetleyemiyoruz'

Zirai Karantina Müdürlüğü'nde çalışan bir devlet memuruna ulaştık.

Kendisi doğrudan bu ürünlerin kullanımının denetlenmesinde çalışıyor.

İsmini paylaşmamız mümkün olmayan memur da ilacın insan sağlığı için çok tehlikeli olabileceğini doğruluyor: Fümigasyon uygulamasını yalnızca bu işin eğitimini almış fümigasyon operatörleri yapar. Bu kişiler bizden (zirai karantina il müdürlüklerinden) ruhsat almalı. Bu maddeleri de devletin belirlediği satıcılardan alıp ancak belirli alanlarda kullanabilir. Otel gibi yerlerde kullanılması yasak. 

Yönetmeliğe göre fümigasyon yapan yerler yılda en az bir kere denetleniyor.
Nasıl denetimler yaptıklarını sorduğumuzda aldığımız yanıtsa çok çarpıcı: "Alüminyum fosfitin bizim açımızdan denetimi yok. Denetleyemiyoruz!" diyor: Yurtdışından ne kadar geliyor, ne kadar tüketiliyor inanın ben bile bilmiyorum, fikrim yok. Normalde fümigasyon operatörleri bizden ruhsat almalı. Devletin belirlediği satıcılar var. Bu yerlerden sadece alabilir. Ve yalnızca belirli alanlarda kullanılabilir. Tahtakurusunu bu ilaç öldürdüğü için çok sık kullanılıyor. Ancak aslında yasak.

Bu ölümler -sebebi ilaçlama olduğu kesinleşirse- ülkemizdeki ilk ilaçlama kaynaklı ölümler olmayacak. 2023 yılında Ankara'da, geçen yılsa Konya ve İzmir'de de benzer ölümler yaşanmıştı.

Dolayısıyla bu ilaçlama şirketlerine, ilacı satan yerlere biraz daha yakından bakmak şart. 

Bugün "zirai ilaçların satışını reçeteli yapacaklarını" duyuran Tarım ve Orman Bakanı İbrahim Yumaklı'nın ise önce, zaten satışı devlet kontrolünde olan bir ilacın denetimini yapamadıklarını anlatan kendi memuruna kulak vermesi gerekiyor. 

/././

 Kapitalizmin ulaşım çözümü: Paylaşımlı e-scooter -Erkan Bilgün- 

Merkezi bir planlama ve halkçı bir yaklaşımla oluşturulacak bir ulaşım planında önemli bir tamamlayıcı unsur olabilecek e-scooterlar, bugün birkaç tekele büyük para kazandırırken halka çözüm olmaktan uzak.

Şehir merkezlerinde her geçen gün daha fazla gördüğümüz e-scooterlar mikromobilite alternatiflerinden biri olarak trafik yoğunluğuna, ulaşım sorununa hızlı, ekonomik ve çevreci bir çözüm olarak sunuluyor. Ancak gerçekten böyle mi?

Ulaşım ihtiyacına toplu ulaşım çözümleri yerine özel sermayeye yeni kâr alanı oluşturacak şekilde güvensiz, yeterli düzenlemenin olmadığı ve herkes için eşit erişim şartlarının bulunmadığı bireyselci bir “çözüm” üretmek tam da kapitalizmin ruhuna uygun.

Kapitalizm demişken... Ulaşım da bir iş, veya sevdikleri İngilizce sözcükle, “business”. Bugün bir yerde business varsa, AKP de orada. Milletvekili damatları, Cumhurbaşkanı yeğenleri...Bu elektrikli taşıma araçları, birkaç tekelin oyuncak ettiği koca bir pazar halini almış durumda.

Bu pazara biraz daha yakından bakalım.

'Çevreci' ambalajlı ticaret

Öncelikle kent merkezlerinde, kamusal alanlarda bir işgal sorunu var. Yol kenarlarında, zaten yetersiz olan, zaman zaman araç parkları zaman zaman da dükkanlar tarafından işgal edilmiş kaldırımlarda gelişi güzel terk edilmiş, kimi zaman yan yatmış bu araçlar yayalar için hayatı zorlaştırıyor. Özellikle de çocuklar, yaşlılar ve engelli bireyler için bir güvenlik sorunu oluşturuyor. Yollar kaldırımlar gibi bu alanlar kamusal alan olmanın ötesine geçerek kiralamanın, parklanmanın, aletlerin bakım ve pil değişiminin yapıldığı ticari birer mekâna dönüşüyor.

Elektrikli olması nedeni ile çevreci olduğu iddiasında olan e-scooterlar genellikle Asya’da ucuz emek sömürüsüyle üretiliyorlar. Kısa kullanım ömürlü bu araçların kendileri ve doğaya zararlı lityum pilleri bir süre sonra atık hale gelecek ve geri dönüşüm sorunları yaratacak. Kullanılan enerjinin kaynaklarının ne kadar çevreci olduğu ayrıca soru işareti. Kiralama şirketleri dışında kişisel olarak da sahip olunabilen bu araçların tamamına yakını, pilleri de dahil olmak üzere ithal ürünlerden oluşuyor. Bu kapsamda ülke ekonomisine de üretim anlamında katkısı bulunmuyor.

Trafik güvenliğinde düzenleme yok, tehlike ciddi

E-scooterlarla ilgili en önemli sorun ise güvenlik. Bugün hiçbir eğitim gereksinimi ve güvenlik donanımı olmadan, bir telefon uygulaması üzerinden scooter kiralayıp trafiğe karışmak mümkün. Kapitalist düzen burada da tüm sorumluluğu bireye yüklemiş durumda. “Yollar bozuk, yetersiz, sana ayıracak ayrı bir bisiklet yolu filan yok, kask vs güvenlik ekipmanı ve eğitim gibi konular da senin sorumluluğun. Ancak bir akıllı telefon ve bir kredi kartın varsa belediyelerin sana sağlayamadığı ulaşımı kendin çözersin.” Sistemin tam olarak bize söylediği bu.

Kalabalık yollarda, araçların arasında bir taşıt gibi hareket eden, saatte 25 km hıza çıkan ve çok daha hızlı hareket eden büyük araçların ve daha yavaş hareket eden yayaların arasında fark edilmesi güç bir şekilde dolaşan bu araçların neden olduğu kazalar günden güne artıyor. Kazalardan etkilenenler haliyle sürücüler, yasak olmasına rağmen arkada taşınan yolcular veya yayalar oluyor.

Türkiye’de 2022 yılı verilerine göre e-scooter kullanıcılarının karıştığı 1840 kazada 8 kişi öldü, 1554 kişi yaralandı. 2023 yılında ise 2446 kazada 21 kişi hayatını kaybetti, raporlanan yaralı sayısı 2050 oldu.

Türkiye için 2024 ve 2025 verileri henüz bulunmasa da yurtdışı örneklere bakıldığında e-scooter kullanımı yaygınlaştıkça her geçen yıl kaza ve ölümlerin artığı görülüyor. Avrupa ülkelerinde de benzer bir durum söz konusu. AB ülkelerinde ulaşım güvenliği konusunda çalışmalar yapan ve her ülkeden üyenin katıldığı kar amacı gütmeyen bir kuruluş olan Avrupa Ulaştırma Güvenliği Konseyi (ETSC) konu ile ilgili Kasım 2024’te bir rapor yayınladı. Bu rapora göre 2021 yılında 81 ölümlü e-scooter kazasına karşılık 2022 yılında 119 ölümlü e-scooter kazası gerçekleşmiş. 2022 yılında yaralanma sayısı ise 5867, ancak bireysel kazaların polis raporuna yansımayabileceği, dolayısıyla bunun çok daha üzerinde yaralanma sayısı olabileceği de belirtilmiş.

ETSC bahsi geçen raporda e-scooterlara yönelik ülkelerin bazılarının gönüllü uyguladığı ve ülkeden ülkeye fark eden bazı güvenlik kurallarının yerine AB genelinde standart ve bağlayıcı kurallar seti önerdi. Ülkelere göre 20km/s ya da 25km/s olarak uygulanan hız limitinin 20 km/s olarak belirlenmesi, paylaşımlı e-scooterlar için yazılımlarla bunun yaya yoğun bölgeler için daha da düşürülmesi, sürücü yaşının en az 16 olması, 30km/s hız limiti olan yollarda kullanılması, sadece aynı anda bir kişinin e-scooter ile seyahat etmesi, alkol ve telefon kullanımının yasaklanmasının yanında bazı teknik şartlar da öneriliyor; frenleme kapasitesi standartları, ışıklandırma, kask kullanım zorunluluğu gibi. Ayrıca Avrupa’da da Türkiye’de de düzenlemelerde bulunmayan e-scooter sürücüleri ve diğer sürücülere yönelik trafik eğitimleri konusu da raporun önerileri arasında.

Ülkemizde ise bu konuda Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı tarafından hazırlanan e-skuter yönetmeliği bulunuyor. Güvenlik standartlarını sağlama konusunda oldukça yetersiz olan bu yönetmeliğe göre E-scooter kullanıcılarının 16 yaş ve üzeri olması gerektiği ve bu araçların en fazla 50km/s hız limiti bulunan şehir içi yollarda en fazla 25 km/s hız ile kullanılabileceğine yönelik pratikte etkisiz bir kaç madde dışında güvenliğe yönelik bir düzenleme bulunmuyor.

E-scooterlar ile ilgili bir diğer sorunlu taraf ise erişilebilirlik. Bir akıllı telefon, yeterli internet erişimi, kredi kartı minimum gereklilikler. Diğer taraftan toplu ulaşıma göre pahalı ve hizmetin görece daha üst gelir grubunun yaşadığı şehir merkezlerinde sunulması itibariyle herkes için bir alternatif olmaktan uzak. Çarpık kentleşme sonucunda şehirlere toplu ulaşım ağı yeterince kurulamıyor. Zaten ulaşım konusunda dezavantajlı durumda olan görece az gelişmiş bölgelerde paylaşımlı hizmetlerin de yeterince sunulmaması erişilebilirliğin önündeki bir diğer engel.

Merkezi bir planlama ve halkçı bir yaklaşımla oluşturulacak bir ulaşım planında önemli bir tamamlayıcı unsur olabilecek fakat günümüzde mikromobilite adı altında bir ulaşım alternatifiymiş gibi pazarlanan paylaşımlı e-scooter sistemleri, çoğu zaman tehlikeli birer eğlence aracı olarak algılanıyor.

Ülkemizde hızla yayıldı, çünkü business...

Peki nasıl oluyor da bu sistemler hızla çoğalıp yaygınlaşıyor? Nasıl kuralsız bir şekilde bu “tehlikeli oyuncakların” sokakları işgal etmesine izin veriliyor? Bu gerçekten vizyon sahibi gençlerin girişimcilik başarısı mı? Bu nokta da belki ülkemizde faaliyet gösteren şirketlere yakından bakmak gerek. Türkiye’de son yıllarda birçok paylaşımlı e-scooter firması doğdu. Ancak Pazar payı olarak baktığımızda 3 şirket öne çıkıyor. Martı, Bin-Bin ve Hop. Diğerlerinden farklı olarak HOP Ankara’da kurulan ve bu bölgede daha yaygın olan marka. 3 şirket pazarın %60-80 arası bir kısmını oluşturuyor. Daha küçük oyuncular ise kalanı paylaşıyor.

Yeni şirketler, teknoloji, genç girişimciler, yeni fikirler ama bunlar yetmiyor yanında da yakın iktidar ilişkileri gerekiyor. Pazar payı lideri olan Martı’nın CEO’su genç girişimcimiz AKP milletvekilinin kızıyla evli. Nikah şahitleri zamanın İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ve Meclis Başkanı Mustafa Şentop.

Pazar payında ikinci sırada olan Bin-Bin’in bir ortağı Recep Tayyip Erdoğan’ın yeğeni Usame Erdoğan. Diğer ortak da AKP’ye uzak bir isim değil. Ne ilginçtir ki O’nun da nikahında Süleyman Soylu’nun ve Mustafa Şentop’un bulunduğu basına yansıdı. Nikahı kıyan kişi ise dönemin belediye başkanı Ekrem İmamoğlu. Böylece Ekim 2019’da faaliyete başlayan şirket 2020 yılında  havaalanlarına , üniversite kampüslerine girerek kolayca yaygınlaştı. Kurulduktan 5 sene sonra ise Borsa İstanbul’da halka açılarak işlem görmeye başladı.

Paylaşımlı E-scooterlar ve benzeri mikromobilite çözümleri ancak belirli ve güvenlikli alanlarda ulaşımın tamamlayıcı bir unsuru ve kamusal bir hizmet olarak sunulabilir. Bu hizmete erişmesi mümkün olmayanlar ya da tercih etmeyenler için mutlaka alternatif ulaşım şekilleri ile birlikte sunulmadır.

Kapitalizmin doğası gereği, sermaye ile siyaset iç içe, insanların güvenliği, ihtiyaçları değil kar hedefleri ilk sırada. Ulaşım da tıpkı barınma gibi, beslenme gibi, eğitim ve sağlık gibi temel bir haktır ve tüm yurttaşlar için kamu tarafından sübvanse edilerek ücretsiz ya da çok cüzi ücretlerle sunulmalıdır. Ulaşıma toplumsal ve köklü çözüm yalnızca planlı kentleşme, ucuz, mümkünse parasız ve yaygın toplu ulaşım ile getirilebilir. Bu da ancak karı değil insanı, çevreyi, toplumsal faydayı ön plana alan bir düzende gerçekleşebilir.

/././

soL


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -20 Kasım 2025-

 Bir çocuğun bedeni asansör boşluğuna sığar mı? İstatistiklerin gölgesinde ‘çocuk işçiliği’-Özkan Öztaş-  İstatistiklerin 'iş kazası...