T-24 "Köşebaşı + Gündem" -6 Kasım 2025-

Özgür Özel: Akın Gürlek, başsavcıyken Eti Maden'in Lüksemburg'daki şirketine yönetim kurulu üyesi olarak atanıyor, 9 ay boyunca maaş alıyor

"HSYK’ya, Erdoğan’a sesleniyorum, bir başsavcı başka görev alamaz derken ETİ Maden’in Lüksemburg şirketinden maaş bağlandığını biliyor musunuz?"

https://www.dailymotion.com/video/x9t9ft2

Özgür Özel Akın Gürlek

CHP lideri Özgür Özel, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek'in başsavcılık görevine geldikten sonra Eti Maden şirketinin Lüksemburg'daki iştiraki Etimine şirketine yönetim kurulu üyesi olarak atandığını öne sürdü, Özel, daha önce açıklayacağını duyurduğu iddiasıyla ilgili, "2 Ekim 2024'te bu göreve  (başsavcılık) atanıyor, ardından 29 Kasım 2024'te Eti Maden'in Lüksemburg'daki şirketine Akın Gürlek yönetim kurulu üyesi olarak atanıyor. Şimdi bütün basına yolluyorum. Ekrem başkanı tutukladığı günün de içinde olduğu 9 ay boyunca buralardan maaşlarını alıyor" dedi.

Özel, "Ne zaman ki Özgür Özel 2 Ağustos günü çıkıp, 'Dedim ya, Hollanda, Lüksemburg taraflarında neler olduğunu biliyorum' deyince, apar topar 6 Ağustos 2025’te yönetim kurulu üyeliğinden ayrılıyor" ifadelerini kullandı.

Gürlek'e seslenen Özel, "Ben görmeden Lüksemburg’tan, yüklü Euro bazında, bilmediğin dilde kararlar alan bir şirket üzerinden gelir elde ettin. Yarın sabah istifanı verecek misin, vermeyecek misin?" dedi.

Özel, "Ey Erdoğan, sen de 'Bu çocuk bu kadar ağır işi, bu kadar haksızlığı bu maaşa yapmaz' mı diyorsun; 'Eti Maden’den Euro bazında maaş bağlayalım mı?' mı diyorsun? Böyleyse bu haysiyet cellatlığının karşılığı, bu devletin şirketinden dışarıda gizli ikinci maaşsa, ikinize de yazıklar olsun! İkinize de yazıklar olsun!" ifadelerini kullandı.

Özel'e jet hızıyla soruşturma: Elinizden geleni ardınıza koymayın!

Daha sonra Özgür Özel hakkında, bu konuşmasını yaptığı Ümraniye mitiginde Cumhurbaşkanı Erdoğan'a seslendiği, "Bundan sonra, etrafındakine, talimat verdiğine, bizimle uğraşan itine, köpeğine sahip çık" sözleri nedeniyle "Cumhurbaşkanı'na hakaret "ve Kamu görevlisine görevinden dolayı hakaret" suçlarından re'sen soruşturma başlatıldı. 

Özel ise, "Bu skandala karşı hukuk devletinde yapılması gereken, derhal soruşturma açmak bu suçu işleyen kişiyi görevden almaktır. Ama hala; ailelerle, babalarla, evlatlarla uğraşan Çağlayan’daki çete hesap vermek yerine bize soruşturma açıyor. Elinizden geleni ardınıza koymayın!" diye tepki gösterdi.

Gürlek'in görev tarihleri - Hakimler ve Savcılar Kanunu ne diyor?

Daha önce İstanbul 37. Ağır Ceza Mahkemesi ve 14. Ağır Ceza Mahkemesi başkanlığı görevlerini yürüten Gürlek, 2 Haziran 2022 tarihinde Adalet Bakan Yardımcılığı görevine getirilmişti.

Gürlek, Hakimler ve Savcılar Kurulu tarafından 2 Ekim 2024'te İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı olarak atanmıştı.

Özel ise, "Akın Gürlek, kanuna aykırı olarak, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına atandıktan sonra 29 Kasım 2024’ten, 6 Ağustos 2025’e kadar yurt dışındaki kamu şirketinde yönetim kurulu üyeliği yapıp, 9 ay boyunca maaş almıştır" demişti.

Portre: Akın Gürlek kimdir?

2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu'nda "Başka iş ve görevleri" düzeleyen Maade 48 şöyle: 

"Hakim ve savcılar, kanunlarda belirlenenlerden başka, resmi ve özel hiçbir görev
alamazlar, kazanç getirici faaliyetlerde bulunamazlar. Eşlerinin, reşit olmayan veya
kısıtlanmış çocuklarının kazanç getiren sürekli faaliyetlerini Adalet Bakanlığına onbeş gün içinde bildirmekle yükümlüdürler."

Özel'in sorusu: "Başsavcılık görevinin ve maaşının yanında başka bir gelir elde ettiniz mi?"

CHP lideri Özgür Özel, dün TBMM'de düzenlenen grup toplantısında, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek'e sorduğu "Başsavcılık görevinin ve maaşının yanında başka bir gelir elde ettiniz mi başka yoldan?" sorusuna yanıt aradığını söylemişti.

Özel'in, CHP'nin Ümraniye mitinginde konuya ilişkin olarak şu açıklamayı yaptı:

"Başsavcılık Oldukça iyi maaş alınan bir yer. Bugün bu meydanda 16 bin 800 lira maaş alanlar var, dünya kadar. Bir göreyim, elleri 16 bin 800 yüz. 168 bin lira on emekli maaşına denk maaş alınıyor. Ama bir bakıyorsunuz: 2 Ekim 2024’te bu göreve atanılıyor. Ardından 29 Kasım 2024’te Eti Maden Şirketi’nin Lüksemburg’daki Eti Maden Anonim Şirketi’ne, Akın Gürlek yönetim kurulu üyesi olarak atanıyor. Kendi beyanına göre dil bilmez; yabancı dil bildiğine dair belgesi yok. Şirketin kararları Fransızca yazılıyor. Ne Fransızca biliyor, ne yeterli İngilizce biliyor. Kendisi dışındaki tüm yönetim kurulu üyeleri işe uygun liyakatla atanmış isimler.

Şimdi bütün basına yolluyorum: 29 Temmuz 2025’te buradaki diğer yönetim kurulu üyelerinin isimleri belli oldu. Ardından 29 Kasım 2024’te atanıyor; dokuz ay boyunca Ekrem başkanı tutukladığı günün de içinde olduğu dokuz ay boyunca buralardan maaş alıyor. Ne zaman ki Özgür Özel 2 Ağustos günü çıkıp 'Dedim ya, Hollanda, Lüksemburg taraflarında neler olduğunu biliyorum' deyince, apar topar 6 Ağustos 2025’te yönetim kurulu üyeliğinden ayrılıyor.

Soruyorum: HSK'ya, Adalet Bakanı’na, Sayın Cumhurbaşkanı’na: 'Bir başsavcı başka görev alamaz' derken; Etimaden’in Lüksemburg’daki şirketinden buna maaş bağlandığını biliyor musunuz? Bilmiyor musunuz? Biliyorsanız nasıl görevde tutuyorsunuz? Bilmiyorsanız şimdi bundan sonra ne yapacaksınız?

Buradan Akın Gürlek’e sesleniyorum: Lüksemburg’tan ben görmeden Türkiye’den olsa yakalayacağım. Ben görmeden Lüksemburg’tan, yüklü Euro bazında, bilmediğin dilde kararlar alan bir şirket üzerinden gelir elde ettin. Yarın sabah istifanı verecek misin, vermeyecek misin?

İşim de şuradan okuyun: 168 bin lira maaşla, boğazda yalıyla, lüks makam araçlarıyla, dünya kadar harcamayla… bunlarla bu iş yapılmaz. Bana verilen görev: Ekrem İmamoğlu’nu tasfiye etmek, diplomasını iptal etmek, CHP’ye ve belediye başkanlarına haysiyet suikasti yapmak bu maaşa yapılmaz, diyorsun?

Ey Erdoğan, sen de 'Bu çocuk bu kadar ağır işi, bu kadar haksızlığı bu maaşa yapmaz' mı diyorsun; 'Eti Maden’den Euro bazında maaş bağlayalım mı?' mı diyorsun? Böyleyse bu haysiyet cellatlığının karşılığı, bu devletin şirketinden dışarıda gizli ikinci maaşsa, ikinize de yazıklar olsun! İkinize de yazıklar olsun!"

Özel'den ikinci açıklama

Özel, miting sonrası X hesabından yaptığı açıklamada da şu ifadelere yer verdi:

"Akın Gürlek, kanuna aykırı olarak, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına atandıktan sonra Kasım 2024’ten, Ağustos 2025’e kadar yurt dışındaki kamu şirketinde yönetim kurulu üyeliği yapıp, 9 ay boyunca maaş almıştır.

Bu skandala karşı hukuk devletinde yapılması gereken, derhal soruşturma açmak bu suçu işleyen kişiyi görevden almaktır.

Ama hala; ailelerle, babalarla, evlatlarla uğraşan Çağlayan’daki çete hesap vermek yerine bize soruşturma açıyor. Elinizden geleni ardınıza koymayın!

Sayın Erdoğan size sesleniyorum: Millet sizden, devlete ve millete düşmanlık eden Çağlayan’daki bu çeteye karşı gerekeni yapmanızı bekliyor.

Bu çete size dosya sağlam dedi ama yapamadılar, beceremediler.

Milletin yüzde 70’i Ekrem Başkana atılan iftiralara inanmıyor. Bu ülke kavgadan kutuplaşmadan bıktı. Millet barış istiyor, huzur istiyor. Çok daha geç olmadan bu yoldan dönün. Bu ülkeye uzun yıllar hizmet etmiş bir siyasetçi olarak geçmek varken, bu şekilde tarihe geçmeyin. 

Hayvanlara hakaret olmasın diye bir daha söylemiyorum: Çerinize çöpünüze sahip çıkın. Bunlardan size de ülkeye de fayda gelmez!"

***

Özgür Özel'in "İtine, köpeğine sahip çık" konuşmasına 'Cumhurbaşkanı'na hakaret' ve 'kamu görevlisine hakaret'ten jet hızıyla soruşturma

Soruşturma, miting bitiminden kısa bir süre sonra açıldı.

https://t24.com.tr/haber/ozgur-ozel-hakkinda-cumhurbaskani-na-hakaret-ve-kamu-gorevlisine-hakaret-ten-jet-hiziyla-sorusturma,1273875 

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Özgür Özel hakkında, Ümraniye mitinginde Cumhurbaşkanı Erdoğan'a seslendiği, "Bundan sonra, etrafındakine, talimat verdiğine, bizimle uğraşan itine, köpeğine sahip çık" sözleri nedeniyle "Cumhurbaşkanı'na hakaret "ve Kamu görevlisine görevinden dolayı hakaret" suçlarından re'sen soruşturma başlatıldı.

***

Gazeteciler Şaban Sevinç, Batuhan Çolak, Soner Yalçın, Ruşen Çakır, Aslı Aydıntaşbaş Yavuz Oğhan polis eşliğinde ifadeye götürüldü!

şaban sevinç, Batuhan Çolak, Soner Yalçın, Yavuz Oğhan

Gazeteci Şaban Sevinç, gazeteci ve CHP İletişim Koordinatörü Yavuz Oğhan,  Aykırı Genel Yayın Yönetmeni Batuhan Çolak ve gazeteciler Soner YalçınRuşen Çakır ve Aslı Aydıntaşbaş polis tarafından ifadeleri alınmak üzere İstanbul Emniyet Müdürlüğü Mali Suçlarla Mücadele Şubesi’ne götürüldü. Gazeteci İbrahim Haskoloğlu, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda, ifade nedeninin İBB Medya AŞ olduğu belirtildiğini yazarken, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı gazetecilerin ifadeye götürülme sebebinin "İmamoğlu çıkar amaçlı suç örgütü" soruşturması kapsamında savunmalarının alınması olduğunu bildirdi.

Polis ekiplerinin saat 06.00 sıralarında gazetecileri ifadeye götürmek üzere evlerine gittiği öğrenildi. Gazetecilerin cep telefonlarına el konulduğu ifade ediliyor.

"İfade nedeninin İBB Medya AŞ olduğu belirtiliyor"

Gazeteci İbrahim Haskoloğlu, sosyal medya hesabından yaptığı patlaşımda, ifade nedeninin İBB Medya AŞ olduğu belirtildiğini yazdı.

Başsavcılık: "Yalan bilgiyi alenen yayma" ve "suç örgütüne yardım etme" suçlarından savunmaları alınıyor

Başsavcılığın açıklamasında şu ifadelere yer verildi: "Cumhuriyet Başsavcılığımızca İmamoğlu Çıkar Amaçlı suç örgütüne yönelik yürütülmekte olan soruşturma kapsamında Şüpheliler Soner YALÇIN, Şaban SEVİNÇ, Aslı AYDINTAŞBAŞ, Ruşen ÇAKIR, Yavuz OĞHAN ve Batuhan ÇOLAK'ın üzerlerine atılı Yalan Bilgiyi Alenen Yayma, Suç Örgütüne Yardım Etme suçlarından savunmalarının alınması için İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne talimat verilmiştir. İfade alma işlemleri Emniyet Müdürlüğü’nde gerçekleşecektir. Kamuoyunun bilgisine duyurulur."

Akşam gazetesi tutuklu İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun basın danışmanı, Medya A.Ş. Başkanı Murat Ongun’un bazı gazetecileri finanse ettiği iddia etmişti. Akşam gazetesinin söz konusu haberinde, Medya A.Ş. Başkanı Murat Ongun’un bazı gazetecileri finanse ettiği, Emrah Bağdatlı’nın da bu gazetecilere para teslimini yaptığı ileri sürülmüştü. Söz konusu haberde bugün polis eşliğinde ifadeye götürüldüğü öğrenilen Batuhan Çolak, Şaban Sevinç, Yavuz Oğhan’ın isimleri geçiyordu.

T24 Sorumlu Yazıişleri Müdürü Candan Yıldız, Akşam gazetesinin söz konusu haberinin basılı gazete ve internet sayfasında yayımlanan halinde fark olduğunu yazmıştı. Yıldız, gazetede, Oda TV'nin kurucusu gazeteci-yazar Soner Yalçın'ın adı yer alırken, internet haberinde yer almamasına dikkati çekmişti. Soner Yalçın da bugün ifadesi alınmak üzere polis tarafından kapısı çalınan isimler arasında.

TIKLAYIN - Akşam'ın gazeteci 'avı'nda bir isim hem var hem yok!

Yavuz Oğhan sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada söz konusu iddiayı reddetmişti: "Akşam Gazetesi İmamoğlu Medya AŞ başlığıyla haberimsi bir şey yapmış.  Sözümona ben Murt Ongun ile 20, Emrah Bağdatlı ile 6 defa buluşmuşum! Allah kuru iftiradan saklasın derler ya, tam da öyle. Hayatımda Emrah Bağdatlı’yı hiç görmedim, tanımam. Bir de Nevşin Mengü ile görüşmeye götürmüş Murat Ongun beni. Bu da kuyruklu yalan. Üçümüz hiç bir arada olmadık. Amacın ne olduğu anlaşılabiliyor ama buradan kimseye ekmek çıkmaz. Suç duyusunda bulunacağım."

***

2026’da uygulanacak vergi ve ceza tutarları -Murat Batı-

2026 yılında bütçe giderlerinin 18 trilyon 929 milyar TL, bütçe gelirlerinin ise 16 trilyon 216 milyar TL olacağı öngörüldü. Bazı vergi, harç ve cezalar önümüzdeki yılbaşından itibaren yüzde 25,49 oranında zamlı ödenebilecek.

2026 yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Teklifi, Plan ve Bütçe Komisyonuna sevk edildi. Sırada TBMM Genel Kurul'da görüşülmeye başlanacak ve sonrasında da Cumhurbaşkanı'na imzaya sunulacak. Bütçe Kanun Teklifinde hem giderler hem de gelirler geçen yıla göre arttırılmış görünüyor. 2026 yılında bütçe giderlerinin 18 trilyon 929 milyar TL, bütçe gelirlerinin ise 16 trilyon 216 milyar TL olacağı öngörüldü.

Bu harcamalar, finanse edilmek için maktu vergi, harç ve cezalar yeniden değerleme oranında (YDO) artırılacak. Türkiye İstatistik Kurumu, 2026 yılı vergi, harç ve cezalara uygulanmak üzere yeniden değerleme oranı açıkladı.

Yeniden değerleme oranı yüzde 25,49 olarak açıklandı. Ancak VUK mük.m.298 uyarınca Hazine ve Maliye Bakanlığınca da bu oranın Resmi Gazete'de ilan edilmesi gerekmekte. Ancak henüz ilan edilmedi.

Aşağıda açıklayacağım bazı vergi, harç ve cezalar önümüzdeki yılbaşından itibaren yüzde 25,49 oranında zamlı ödenebilecek.

Ancak aşağıda da görüldüğü üzere kendi kanunlarında bu oranlar uygulanırken Cumhurbaşkanına her bir madde için ayrı ayrı oran belirleme yetkisi verilmiştir. Bu nedenle şu an bu kadar artırılır demek çok doğru olmayabilir. Yıl sonuna doğru Cumhurbaşkanı kararları ile kanunlarında belirlenen düşük oranda artırılabilecek ya da Cumhurbaşkanı yetkisini hiç kullanmayabilecektir.

Yeniden değerleme oranı

VUK mükerrer m.298 uyarınca yeniden değerleme oranı, Ekim ayında (Ekim ayı dahil) bir önceki yılın aynı dönemine göre üretici fiyatları genel endeksinde (ÜFE) meydana gelen ortalama fiyat artış oranıdır. Bu oran Hazine ve Maliye Bakanlığı'nca ilan edilmekte ve Resmi Gazete'de yayımlanmaktadır. Ancak henüz ilan edilmedi.

Aşağıdaki tabloda son 26 yılın yeniden değerleme oranları bulunmaktadır.

2026 yılında uygulanmak üzere bu oran yüzde 25,49 olarak belirlendi. 2000 yılından bugüne kadar en yüksek oran 2023 yılında uygulanan oran idi. Son 26 yılda ikinci en yüksek 2002 ve üçüncü en yüksek oran 2023’de uygulandı.

Bu oranı Cumhurbaşkanının değiştirme yetkisi yoktur

VUK mük. m.298/B uyarınca yeniden değerleme oranı yüzde 25,49 olarak açıklandı. Bu oranı Cumhurbaşkanının değiştirme yetkisi yoktur. Kanunlarımızda birçok maktu vergi/harç ve cezalar/trafik cezaları ile istisna hadleri bu oranda artırılacak. Ancak kendi kanunlarında Cumhurbaşkanının yeniden değerleme oranını farklı şekilde kullanma yetkisi verilmiştir.

Daha basit bir ifadeyle yeniden değerleme oranını Cumhurbaşkanının değiştirme yetkisi yoktur ama Cumhurbaşkanının Anayasa m.73/son fıkra uyarınca kendi kanunlarında Cumhurbaşkanına bu oranları hangi aralıkta uygulayacağına ilişkin bir opsiyon sunulmuştur. Bu opsiyonlar her kanunda kendi maddesinde belirtilmiştir. Şayet Cumhurbaşkanına bu oranı değiştirmeyle alakalı yetki veren bir hüküm yoksa o zaman Cumhurbaşkanının değiştirme yetkisi de yoktur anlamı çıkacaktır.

Aşağıdaki kanunlar ve ilgili maddesinde YDO oranında artırılacak olanlar ile Cumhurbaşkanının bunu hangi oranda artırıp-azaltacağı belirtilmiştir.

Bir daha söylemekte fayda var; kendi kanun maddesinde Cumhurbaşkanına değişiklik yapma ve hangi aralıkta değişiklik yapma yetkisi verilmemiş ise Cumhurbaşkanının bunu değiştirme yetkisi bulunmamaktadır.

Maktu harçlar zamlanacak

Harçlar Kanunu kapsamında alınan maktu harçlar yeniden değerleme oranı kadar zamlanacak. Harçlar Kanunu'nun mükerrer 138'inci maddesi uyarınca alınacak maktu harçlar yeniden değerleme oranı ile artırılarak uygulanacak. Bu artış sadece maktu yani sabit bir parasal tutar olarak belirtilen harçlara uygulanacak.

Buna göre yargı harçları, tapu kadastro harçları, noter harçları, vergi yargısı harçları, konsolosluk harçları, gemi ve liman harçları, diploma harçları ve trafik harçları bu oran kadar artırılacaktır.

Yurt dışından getirilen cep telefonları için de uygulanacak (IMEI kayıt harcı) 45.614 liralık tutar 57.241 TL’ye yükselecek.

Özellikle noterde çok işi olanların biraz daha hazırlıklı olmaları gerekmektedir. İlk defa avukatlık ruhsatı alacaklar, pasaport alacaklar, yurt dışına çıkacaklar, dava açacaklar, ehliyet alacaklar, ruhsat alacaklar da alacakların hepsi önümüzdeki yıl zamlı harç ödeyecek.

Aşağıda 2026 yılında uygulanacak bazı harç tutarları bulunmaktadır.

Harçlar Kanunu mük.m.138 uyarınca maktu harçlar YDO oranında artırılır ve Cumhurbaşkanı, bunu yarı oranda azaltma yetkisine sahiptir. Yani Cumhurbaşkanı isterse yukarıda bir kısmı belirtilen maktu harçları yarı oranda (12,75) artırabilir.

Ayrıca Gider vergileri kanunu m.39, Özel iletişim vergisi (deprem vergisi) mobil telefon aboneliğinin ilk tesisinde maktu özel iletişim vergisi alınır ve bu tutar yani 570 TL’lik tutar YDO oranında artırılır. Cumhurbaşkanı bunu yarı oranda azaltabilir.  Hesaplanan tutarın yüzde beşini aşmayan kesirler dikkate alınmaz. 2026 yılı için bu tutar 710 TL olacak.

Yurt dışı çıkış harcı da artacak

9 Eylül 2025 günü 10381 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile yurt dışı çıkış harç tutarı 710 TL’den 1.000 TL’ye yükseltilmişti. İşte bu tutar da yüzde 25,49 kadar artırılacak ve 1 Ocak 2026’dan itibaren 1.250 lira olacak. Bu nedenle aslında 710 liradan 1.250 liraya yüzde 76 artmış olacak.

Vergi cezaları da artacak

Vergi Usul Kanunu'nda düzenlenen idari para cezaları da Vergi Usul Kanunu'nun mükerrer 414'üncü maddesi uyarınca yeniden değerleme oranı kadar artırılacaktır. Hesaplanan maktu had ve miktarların yüzde beşini aşmayan kesirler dikkate alınmaz. Fiş ya da fatura almazsanız, fiş ya da fatura vermezseniz, kiranızı bankadan vermezseniz, elektronik beyanname gönderme yükümlülüğünüzü yerine getirmezseniz, işe başladığınızı ya da iş/adres değiştirdiğinizi zamanında vergi dairesine bildirmezseniz idari para cezasına tabi tutulacaksınızdır. Ve bu tutarlar da yüzde 25,49 oranında artırılarak 2026 yılında uygulanmaya başlanacaktır.

VUK mük.m.414 uyarınca VUK kapsamındaki maktu cezalar YDO kadar artırılır. Cumhurbaşkanı, bunu yarı oranda azaltma yetkisine sahiptir.

Örneğin fiş, fatura almamanın cezası 7 bin liradan yaklaşık 8.700 liraya çıkacak

Trafikte daha dikkatli olmak lazım artık

Trafik cezaları da yüzde 25,49 oranında artırılacak. Trafik cezalarında kırmızı ışık ihlalinin cezası 2.168 TL'den 2.720 TL'ye çıkacak.

Aşağıda 1 Ocak 2026’dan itibaren uygulanacak trafik para cezaları bulunmaktadır.

Motorlu taşıtlar vergimiz de artacak

Motorlu Taşıtlar Vergisi Kanunu'nun 10'uncu maddesi uyarınca ödenecek tutarlar her yıl yeniden değerleme oranı kadar artırılarak uygulanmaktadır. Yani bu yıl 100 TL MTV ödediyseniz önümüzdeki yıl 125 TL ödeyeceksiniz.

Ancak Motorlu Taşıtlar Vergisi Kanunu m.10 taşıt değerleri ve vergi miktarları YDO oranında artırılır ve Cumhurbaşkanı yüzde 20'sinden az olmamak üzere yeni oranlar belirleyebilir

Yani Cumhurbaşkanı MTV’yi yüzde 80 kadar azaltabilir ama yüzde 50 de artırabilir.

Vergi mevzuatımızda uygulanan maktu istisna tutarları da artacak

Vergi mevzuatımızda konut gelirlerine, değer artışı kazançlarına gibi kısımlarda maktu istisna uygulanmaktadır. Bu istisnalar mükelleflerin lehinedir ve bu tutarlar da yeniden değerleme oranı kadar artırılacak. Bu tutarları Cumhurbaşkanının değiştirme yetkisi bulunmaktadır.

Bunlar, konut kira gelirlerinden elde edilen istisna tutarı (GVK m.21), iş yeri dışında yemek verilen ücretliye uygulanacak istisna yemek bedeli (GVK m.23/8) ve özellikle tüm ücretlileri/gelir vergisi mükelleflerini ilgilendiren vergi dilimi de (GVK m.103) yeniden değerleme oranı kadar artırılacaktır.

Vergi dilimleri de değişecek

Ücretliler dahil olmak gelir elde eden gerçek kişilere uygulanan vergi tarifesi dilimleri de yüzde 25,49 oranında artacak. Ancak yüzde 5’e kadar olan küsuratlar geriye doğru uygulanacak

Buna göre GVK m.103 uyarınca 1 Ocak 2026’dan itibaren uygulanacak gelir vergisi tarifesinin ilk dilimi 158 bin TL olacaktır.

Yani bu yıl yüzde 20'lik dilime geçmek için yıl içinde ücretinin toplamının 158 bin TL'yi aşması gerekirken 2026 yılında "bu tutar 198 bin TL'yi aşarsa" şeklinde düzenlenecektir.

Maktu damga vergisi de arttı

Damga Vergisi Kanunu mük.m.30 uyarınca maktu damga vergisi YDO oranında artırılır ve Cumhurbaşkanının bu tutarları farklı oranlarda değiştirme yetkisi vardır.

/././

Zohran Mamdani'nin zaferinde sosyal medya ve teknoloji nasıl bir rol oynadı?-Füsun Sarp Nebil-

Mamdani, rakibi Cuomo'nun kullandığı yoğun TV reklamları ve e-posta gönderimleri yerine, doğrudan dijital iletişime, sosyal medyaya ve gerçek zamanlı etkileşime ağırlık verdi. Zaferi, daha genç ve dijital odaklı kampanyaların, teknoloji, sosyal medya, yerel yönetim sorunlarına daha içten yaklaşımlar getirerek, yerleşik (yaşlanmış) siyaseti yenebileceğini gösterdi

Zohran Mamdan

Dün yapılan New York Belediye Başkanlığı seçimlerini, Uganda doğumlu ve Müslüman olan Zohran Mamdani kazandı. 34 yaşındaki Mamdani, 67 yaşındaki eski New York valisi Andrew Cuomo ve Cumhuriyetçi Parti'nin suç karşıtı örgütü "Guardian Angels"ın kurucusu 71 yaşındaki Curtis Sliwa ile yarıştı. Bunlardan yüzde 41 oy alan Cuomo'yu Haziran 2025’teki Demokrat Parti ön seçiminde süpriz bir şekilde yenmişti. Ama arkasından Cuomo seçime bağımsız olarak katıldı. Sliwa'nın oyu ise yüzde 7,2 oldu. Mamdani resmi olmayan sonuçlara göre yüzde 50,4 oy alarak zaferini ilan etti.

Momdani'nin kendisinin iki katı yaşındaki rakiplerine karşı yürüttüğü kampanyası, otobüslere ücretsiz biniş, kiraların dondurulması, belediyeye ait marketler gibi ekonomik konulara, cesur ilerici politikalara ve siyasette yeni ve genç bir yüz gibi konulara odaklanmıştı. Genç seçmenler, göçmen toplulukları, çok dilli gönüllüler ve taban örgütlenmesi gibi geniş bir koalisyonu harekete geçirdi.

Sosyal medya ve yapay zekâ ile kampanya

Bu koalisyonu harekete geçirip, seçimi kazanırken, Momdani ağırlıklı teknolojiyi kullandı. Instagram, TikTok, X.com gibi sosyal platformlarda yoğun kampanya içerikleri yayınlandı. Örneğin, Urduca ve Hintçe sıralı seçim sistemini açıklayan videolar, yürüyüş mitingleri, içerik üreticileri ve influencer'lar üzerinden etkileşim sağladı.

Kampanyasında, 12'den fazla dil konuşan 21 binden fazla gönüllü görevlendirildi. Çok dilli paylaşımların, göçmen toplulukları için kültürel açıdan yankı uyandıran içeriklerin ve Z kuşağı ve daha genç seçmenleri etkileyen video formatlarının kullanımı başarının bileşenleri olarak değerlendiriliyor.

Genç olması, ilk Müslüman, ilk Afrikalı belediye başkanı adayı kimliği ve kişisel hikayesi, sosyal medya hikaye anlatımına çok uygun anlatılar oluşturulmasına yardımcı oldu. Analizler, Momdani'nin seçim sırasında bir ayda Instagram etkileşiminin, Cuomo'nunkinin 14 katı olduğunu gösterdi. Sosyal medyada bahsedilme hacmi Cuomo'yu 30'a 1 geride bıraktı.

Neler yaptıklarına yakından bakalım…

- TikTok, Instagram Reels platformlarında konut sorunu ve toplu taşımayı açıklayan kısa, çok dilli klipler yayınlandı. Müzik iş birlikleri yapıldı. Hibrit mitingler, canlı altyazı çevirisiyle TikTok ve YouTube'da canlı yayınlandı. Son dört haftada 12 milyondan fazla organik görüntüleme raporlanıyor.  

- X.com üzerinde canlı politika konuları, esprili yaklaşımlar, medya yankı odalarına katılımı artırdı. Sorun içeren konulardaki gönderilerde Cuomo'ya karşı 20 kat etkileşim raporlandı.

- WhatsApp, Signal gibi anlık haberleşme gruplarında, gönüllü koordinasyonu ve çok dilli seçmen mesajlaşması gerçekleştirildi. 21.000 gönüllü, 12 dil kapsandı.

- Yapay zekâ ve analitik temel yapay zekâ araçları ile seçmen hedefleme duyarlılığı araçları, kişiselleştirilmiş destek ve maliyet azaltma çalışmaları yapıldı. Kültürel mikro hedefleme yapıldı. Çeviriler, Urduca, İspanyolca, Bengalce ve Arapça dillerinde yerelleştirilmiş şekle dönüştürüldü.

- CRM platformları (NGP Van / özel Airtable) ile seçmen verileriyle bağlantılı dijital araştırmalar gerçekleştirildi.

- Gönüllü kontrol panelleri ile kapı çalma ile doğrudan ilişkiler kuruldu. Sosyal medyada bahsedilen sıcak noktaların gerçek zamanlı haritası paylaşıldı.

Genç nesiller siyasete ağırlığını koyuyor

Obama'dan başlayarak, Amerikan siyasetçileri içinde sosyal medyayı kullanan pek çok aday oldu. Tabii ki en tartışmalı olanı, bir cins izinsiz kişisel veri kullanımı şeklinde olan Cambridge Analytica kullanımıydı. Trump'ın kazandığı seçim uzun süre tartışıldı. Şimdi Momdani'nin çok daha yoğun ve sosyal medyanın karakterine uygun bir kampanya tarzı benimsediği anlaşılıyor. (Bizden örneklersek, 2023 seçimlerinde AKP'nin yoğun Facebook kullanımına karşın, muhalefetin konuya ilgi duymadığını görmüştük.)

Tekrar Momdani'ye dönersek, rakibi Cuomo'nun kullandığı yoğun TV reklamları ve e-posta gönderimleri yerine, doğrudan dijital iletişime, sosyal medyaya ve gerçek zamanlı etkileşime ağırlık verdi. Zaferi, daha genç ve dijital odaklı kampanyaların, teknoloji, sosyal medya, yerel yönetim sorunlarına daha içten yaklaşımlar getirerek, yerleşik (yaşlanmış) siyaseti yenebileceğini gösterdi.

Ama teknoloji, kazanmasında önemli bir neden olsa da tek neden değildi. Teknoloji kullanımı yanında, kapı kapı dolaşarak kampanya yürütme, çok dilli iletişim, influencer, içerik üretimi ve geleneksel TV ve postalar yerine platformlar aracılığıyla genç seçmenlere ulaşmaya çalıştı. Bir yandan da aslında böyle kampanyalar, daha düşük maliyet, daha yüksek özgünlük ve daha fazla akran etkileşimi anlamına geliyor. Kampanyası, ona güvenilirlik kazandıran çok somut yerel sorunları (konut, uygun fiyat) ele alıyordu.

Ayrıca taban örgütlenmesi çok başarılıydı. Uzmanlara göre seçimlerde, saha çalışması ve çok dilli erişim, dijital çabaların yanı sıra hâlâ büyük önem taşıyor. Momdani ekibinin bunu anladığını görülüyor.

Sonuç olarak küresel siyasetin artık çok hantallaştığı günümüzde gençlerin artık siyasete el koymaya başlayacağı da anlaşılıyor. Çünkü Momdani'nin seçilmesi şimdiden büyük etki yarattı.

/././

“İnsan düzeyinde yetenekli ama farkındalığı yok”: Yapay zekâ bilinçli olabilir mi?-Füsun Sarp Nebil-

Microsoft'un Yapay Zekâ bölümünün CEO'su Mustafa Süleyman’nın açıklamasından önce AGI "İnsan benzeri düşünme ve belki de farkındalık" şeklinde hedeflenmişti ama şimdi "İnsan düzeyinde yetenekli, ama insan düzeyinde farkındalığı yok" olarak tanımlanıyor. ASI ise öncesinde "potansiyel olarak öz-farkındalığa sahip süper zekâ" olarak hedefleniyordu. Şimdi "Son derece yetenekli makine, ama bilinçli değil ve yönetişime ihtiyaç duyuyor" diye tanımlanıyor.

yapay zeka

Teknoloji sektörü, inovasyon bazlı olması yani daha önce olmayan şeylerin üretilmesi nedeniyle, reklam ve halkla ilişkilerin en fazla kullanıldığı ve dolayısıyla sürekli hype'ların (olduğundan fazla abartı) yaratıldığı bir alandır. Çünkü yeni şeylerin ne işe yarayacağı ya da nasıl kullanılacağı bilinmez. Bu da reklam ve halkla ilişkilere abartılı tanıtımlar yapmaları için fırsat tanır.

İnsan karakteri de yeni şeylere meraklı olduğu için bu abartılar fazlasıyla tutar. Son örneklerden birisi Metaverse idi. 2022 yılındaki araştırmaya göre McKinsey Metaverse ekonomisinin 2030 yılında 5 trilyon dolar olacağını açıklamıştı. Ama 1 yıl sonra 2023'de markaların Metaverse'de aradıklarını bulamadıkları ortaya çıktı. Ben de hala merak ediyorum, o dönemde Metaverse'den kapış kapış arsa alanlara sonra ne oldu acaba?

Bir başka örnek, otonom arabalar, yani kendi kendine giden arabalar ama sanıldığı gibi tamamen yapay zeka tarafından değil, insan zekasının yardımıyla hareket edebiliyor. Yani bir kumanda merkezindeki asistan sürücülerin yönlendirmesiyle.

Mustafa Süleyman: Sadece biyolojik varlıklar gerçek bilince sahip olabilir

Şimdi yapay zekâ için de, iki yıl ya da beş yıl ya da 10 yıl sonra AGI ya da ASI'ye varılacağı iddiaları var. Peki AGI ya da ASI nedir? Süper bilgisayar yani kendi kendine karar verebilen, bilinci olan, kendi kendine hareket eden yapay zekâ.

Şimdi Microsoft'un Yapay Zekâ bölümünün CEO'su Mustafa Süleyman, yalnızca biyolojik varlıkların (yani biyolojik beyinlere sahip olan canlıların) gerçek bilince sahip olabileceğini söyledi. "Yapay zekâ bilinçli olabilir mi?" sorusunu yanlış bir soru olarak nitelendirdi ve yapay zekâ bilinci üzerine araştırma yapmayı "saçma" veya “yanıltıcı” olarak nitelendirdi.

Süleyman, yapay zekâ modellerinin bilince benzeyen davranışları (hafıza, kişilik, öz referanslar) simüle edebileceğini, ancak bunun acı, ızdırap, duygu veya öznel farkındalık yaşamakla aynı şey olmadığını vurguladı:

"Yapay zekâ, 'acıçektiğinde üzülmez. Sadece bir algı yaratır. Ama aslında deneyimlediği bu değildir."

Ayrıca, "görünüşte bilinçli yapay zekâ"nın (bazen SCAI olarak da adlandırılır) toplumsal riskleri konusunda da uyardı; örneğin, kullanıcıların yapay zekanın gerçekten bilinçli olduğuna inanması, ona haklar atfetmesi veya psikolojik olarak bundan etkilenmesinin riskleri.

Süleyman'ın yaklaşımı nasıl etki yaratır?

Yapay zekânın gerçekten bilinçli olamayacağına dair net bir çizgi çekmek, yapay zekâ sistemlerine düzenleyici, etik ve yasal açıdan nasıl davrandığımızı etkiler (örneğin, makinelerin hakları, yaratıcıların sorumluluğu). Yapay zekânın "kişiliği" veya "duyguları" varmış gibi görünmesi, yanlış algılara (bağlılık, bağımlılık, biliş yanılsaması) yol açabilir. Yapay zekâ ile konuşurken intihar edenler hatırlayın. Süleyman'ın açıklamaları, işletmelere ve hükümetlere "Bunlar duyarlı varlıklar değildir" hatırlatması yapıyor.

Tabii ki yapay zekaya en çok yatırım yapan firmalardan birisi olan Mustafa Süleyman yönetimindeki Microsoft'un, "gerçek makine bilinci"ni hedefleyen araştırmalara yatırım yapmak yerine "güçlü araç-yapay zeka" geliştirmeye öncelik verebileceği öne sürülüyor. Bu, yapay zekaya yatırım akışlarının nereye gideceğini (araçlar mı yoksa duyarlılık mı) değerlendirirken önemli. Telekom, yazılım, bulut ve altyapı sektörlerinde faaliyet gösteren şirketler için bu, yapay zekânın neler yapabileceği ve yapamayacağına dair sınırları ve beklentileri belirlemesi açısından da gerekli ve önemli.

Süleyman'ın yaklaşımı AGI (ASI) çalışmalarını etkiler mi?

Süleyman'ın bu açıklaması yapay zekâ camiasına faydalı bir ayar çekiyor."Yapay zekâyı bir araç olarak değil, bir duygu sahibi varlık olarak ele almalıyız" diyerek sektöre öncülük eden bir duruş sergiliyor. Bu, operatörlere ve hükümetlere, yapay zekâ özelliklerini (pazarlamada, hizmet tasarımında) insanlaştırmanın hem etik hem de güven açısından riskli olabileceği konusunda uyarıda bulunuyor.

Bu açıklama bir yandan da bazılarına göre iki yılda, bazılarına göre 10 yılda ya da 100 yılda ulaşılabilecek olan süper yapay zekâ (AGI ya da ASI) açısından bir sınır çekiyor. Malum başta Sam Altmann OpenAI'ı olmak üzere AGI'ciler, beş adımda kendi kendine hareket edebilecek bir yapay zekâ oluşumuna (AGI) ulaşmaktan bahsediyorlar. Zuckerberg "ufukta gözüktü" iddiasında bulunuyor.

Süleyman'ın "sadece biyolojik varlıklar bilinçli olabilir" ifadesi ise yapay zekâ/Asi araştırmalarını sonlandırmıyor, ancak hedeflerini yeniden çerçeveliyor ve potansiyel olarak hangi tür yapay zekânın meşru veya finanse edilebilir kabul edileceği alanı daraltıyor.

Süleyman'ın duruşu, yapay zekâ (AGI) tanımının "fenomenolojik değil, işlevsel kaldığı" anlamına geliyor. Yani yapay zekâ, insanların yapabileceği herhangi bir bilişsel görevi, programlamanın becerilmesi durumunda bile bunu yaptığının farkında olmadan gerçekleştirebilen bir sistem olduğunu söylüyor.

Bu nedenle, genel zekâ üzerine araştırmalar devam ediyor, ancak öznel deneyim (bilinç, duyarlılık, ahlaki statü) üzerine araştırmalar "felsefi açıdan alakasız" veya "tehlikeli bir dikkat dağıtıcı" haline geliyor.

Süleyman'ın duruşundan sonra araştırmaların yönü artık "İşlevsel AGI (hedef odaklı, araç benzeri, bilişsel eşitlik)" haline dönüşüyor. AGI araştırmaları, hâlâ önemli ve güçlü bir şekilde takip ediliyor. Daha yetenekli yapay zekâ geliştirilmeli ama Süleyman açıklaması ile "bilinç değil, muhakeme, özerklik ve planlamaya odaklanın" demek istiyor. Süleyman'ın ifadesi AGI veya ASI'nin değerini azaltmıyor, fakat sınırlarını netleştiriyor.

Süleyman'nın açıklamasından önce AGI "İnsan benzeri düşünme ve belki de farkındalık" şeklinde hedeflenmişti ama şimdi "İnsan düzeyinde yetenekli, ama insan düzeyinde farkındalığı yok" olarak tanımlanıyor. ASI ise öncesinde "potansiyel olarak öz-farkındalığa sahip süper zekâ" olarak hedefleniyordu. Şimdi "Son derece yetenekli makine, ama bilinçli değil ve yönetişime ihtiyaç duyuyor" diye tanımlanıyor.

Anlayacağınız yapay zekânın bileşenleri ve kavramları yavaş yavaş yerine oturuyor.

/././

Ordu'da taş ocağı şantiyesinde göçük: Enkaz altındaki iş makinesi operatörü hayatını kaybetti, 1 işçi için arama sürüyor

https://www.dailymotion.com/video/x9t8wrk

Ordu'da taş ocağı şantiyesinde göçük: Enkaz altındaki iş makinesi operatörü hayatını kaybetti, 1 işçi için arama sürüyor

Ordu'nun Fatsa ilçesindeki bir taş ocağı şantiyesinde göçük meydana geldi. Ekiplerin, göçük altında kalan 2 kişiye ulaşmak için çalışmalara başladığı öğrenildi. Ordu Valiliği, Fatsa'da taş ocağında meydana gelen göçükte, iş makinesi operatörünün hayatını kaybettiğini açıkladı. Ordu Valisi Muammer Erol, göçüğün meydana geldiği bölgede heyelan riski olduğunu söyledi.  Erol, AA muhabirine, Fatsa-Çatalpınar kara yolu üzerindeki bir çakıl ocağı şantiyesinde göçük meydana geldiğini, şu anda kütlenin altında bir kamyon ve bir iş makinesi, sürücüsü ile operatörü bulunduğunu bildirdi. İhbar üzerine bölgeye AFAD, itfaiye, jandarma ve sağlık ekipleri sevk edildi. Ekipler, göçük altında kalan 2 kişiye ulaşmak için çalışmalara başladı.

İlgili ekiplerin bölgeye sevk edildiğini ifade eden Vali Erol, "Şu anda net bir bilgi yok. İş makinelerinin olduğu bilgisi var. Ekipler sevk edildi" diye konuştu. 

Olay yerinde çalışmaları takip eden Erol, göçük altında kaldığı belirlenen 2 işçi için ekiplerin arama çalışması başlattığını söyledi.

Erol, taş ocağının ilçe merkezine 7 kilometre mesafede olduğunu ifade ederek, şunları kaydetti: "Taş ocağında saat 12.00 sularında rutin işler kapsamında yapılan bir patlatma var. Ancak 16.30 sularında üst kotlardan bir kütle hareketi söz konusu. Şu anda kütlenin altında bir kamyon ve bir iş makinesi, sürücüsü ile operatörü bulunuyor. Şu anda burayı bilen arkadaşlarımızın tarif ettiği noktada çalışan iş makineleri var. Bu çalışmalara destek veren 20'ye yakın iş makinemiz var. AFAD, UMKE, jandarma ve 112'in ekipleri burada."

Ordu Valisi Muammer Erol, göçük alanındaki çalışmaları aktardı. Erol, göçüğün yaşandığı alanın riskli olduğuna dikkat çekerek şu ifadeleri kullandı: "Taş ocağında öğle saatlerinde malzeme çıkarmak için bir patlatma yapılıyor. Göçen kısmın altında çalışan bir iş makinesi ve kamyon sürücüleri ile birlikte göçük altında. 30'a yakın iş makinesi sevk edildi. Olay yerinde kayma riski var. Sınırlı sayıda iş makinesi sokabiliyoruz. Göçük altındaki kurtarmak için çalışmalarımız hassas bir şekilde devam ediyor."

Arama kurtarma çalışmalarının devam ettiği bölgede, iş makinesine ulaşıldı. İlk belirlemelere göre iş makinesinin içinin boş olduğu belirtildi. Bölgede iş makinelerinin müdahalesi ile arama çalışmaları devam ediyor.

1 işçi hayatını kaybetti

Ordu Valiliği'nden yapılan açıklamada iş makinesi operatörünün hayatını kaybettiği bildirildi. Sosyal medya paylaşımı şu şekilde: "Fatsa ilçemizde faaliyet gösteren özel taş ocağında meydana gelen göçükte yürütülen arama-kurtarma çalışmalarında, maalesef iş makinesi operatörünün cansız bedenine ulaşıldı. Hayatını kaybeden iş makinesi operatörüne Allah’tan rahmet, acılı ailesine başsağlığı ve sabır diliyoruz."

***

Yeni çağda dış politika: Starmer ve Merz ziyaretleri -Namık Tan-

Yeni düzende dünya tümleşik bir pazar yeri ve hatta belki emlâk yatırımcısı Trump siyasal haritaya baktığında sınırlarla ayrılmış egemen ülkeler değil devasa arsalar bile görüyor olabilir. İlkeler ve değerler hak getire. Bu yeni düzen veya düzensizlik de kuşkusuz Erdoğan’a eldiven gibi uyuyor.

Önce İngiltere Başbakanı Starmer, ardından Almanya Şansölyesi Merz kısa arayla Ankara’ya geldi. Biri sosyal demokrat diğeri hristiyan demokrat da olsa Avrupa’nın bu iki ağır sıklet devletinin liderlerinden ülkemize ilişkin herhangi bir demokrasi kaygısı ya da sorgusu işitmedik.

Starmer, 10.7 milyar dolar tutarında olan ancak içeriğini bilemediğimiz 20 adet Eurofighter (EF) satış sözleşmesinden olağanüstü mutlu biçimde ayrıldı. Zaten, Almanya da, İspanya ve İtalya ile birlikte EF üretim zincirinin dört halkasından biri. Ancak, asıl üretim İngiltere’de. Warton’daki BAE Systems fabrikasının geleceği böylece kurtuldu. Konuk başbakan da 20 bin kişilik istihdam yaratıldığını seçmenine müjdeleme olanağı buldu.

İngiltere’den tedarik edilecek 20 EF savaş uçağına ek olarak Katar ve Umman’dan da 12’şer adet EF edinilmesi konusunda müzakereler sürüyor. Bunlar olumlu sonuçlanırsa hem Türkiye 1947’den bu yana ilk defa ABD dışı kaynaktan savaş uçağı almış hem Hava Kuvvetleri’nin acil uçak gereksinimi de 15 yıla varan umursamazlığın ardından nihayet bir ölçüde karşılanmış olacak.

Söz konusu on milyar doları aşan olağanüstü tutarın basit hesapla uçak sayısına bölünmesi de yanıltıcı olabilir. İçeriğini bilemediğimiz sözleşme muhtemelen Avrupa çokuluslu füze ve ilgili hava savunma sistemleri üreticisi MBDA’dan Meteor gibi havadan havaya füze alımını da içeriyor olmalı. İngiltere EF uçaklarını 2030 yılında teslim etmeyi öngörüyor.  

Avrupa’nın büyük dört ülkesinin üretim zincirinde olduğu bu büyüklükte bir alımın Türkiye’nin 150 milyar avroluk uzun vadeli Avrupa Birliği (AB) savunma kredisi fonu SAFE’den yararlandırılması için kapının aralığına diplomatik açıdan ayağını sokması anlamına da gelecektir. Yunanistan ve GKRY’nin itirazlarının aşılacağına ilişkin şimdilik bir belirti bulunmasa da söz konusu direncin kırılması düne göre bugün daha olası.

Merz ise Türkiye’nin çeyrek yüzyıl önce resmileşen ancak 2016’dan bu yana dondurulan AB üyelik sürecinin yeniden canlandırılacağına ilişkin bir umut haliyle vermedi. AB üyeliği treninin gardan çoktan ayrıldığı açık. Erdoğan yönetiminin ve gayrı resmi koalisyon ortaklarının AB üyeliğiyle zerre ilgilenmedikleri de öyle.

Vizesiz seyahat için gereken altı kriter üzerinde yıllardır yapılan sözde “çalışmanın” bir türlü tamamlanamaması bu durumun en somut kanıtlarından. Buna karşılık Dışişleri Bakanı Fidan’ın halen daha AB tarafından olumlu adım beklendiğini açıklaması en fazla tebessüme yol açacak nitelikte. Nitekim daha çok yasadışı mültecilerin geri gönderilmesi konusuna odaklanan Merz de Ankara’da “Büyük güçlerin politikayı etkilediği jeopolitik dönemlerde Almanlar ve Avrupalılar olarak stratejik ortaklıklarımızı geliştirmeliyiz. Bu konuda Türkiye ile iyi ve derin bir ortaklık kurmaktan başka bir yol yoktur" ifadelerini kullandı.

Avrupalı ortakların Türkiye’yi AB’nin “içinde” değil “yanında” görmek istedikleri belli. Ankara da “müttefik” değil “müşteri” olmaya dünden razı. Bu yönetim çağdaş uygarlık, kurumsal kimlik ve tarihsel yönelim bakımından herhangi bir şuur ve tasavvura sahip değil. Onların öncelikli derdi ne pahasına olursa olsun iktidarlarını korumak ve bu uğurda tutarsız, okunaksız bir dış politikayı sürdürmek.

Erdoğan’ın payandası Bahçeli’nin, son Vaşington ziyareti öncesinde Rusya ve Çin’le yeni ittifak kurmak çağrısı ve yine yönetimden AB üyeliği hedefinin (laf ola beri gele) halen geçerli olduğu iddiaları sırasında KKTC’yi ilhak etmek çıkışı Ankara’da alttan alta bir uyumsuzluk olduğunu anlatıyor. Bu uyumsuzluğun çatlağa evrilip evrilmeyeceğini zaman gösterecek ve fırsatçılık düzeyi belirleyecek.      
Esasen Erdoğan da Avrupalı muhatapları gibi AB’ye “dönüş” değil kendi ikbali açısından “kazan-kazan” yaklaşımıyla AB’ye “yanlama” çabasında. AB ülkelerinin de ve AB’den çıkan İngiltere’nin de liderleri Avrupa’daki verili siyasal ortamda Türkiye’nin hele güncel durumuyla AB adaylığının canlandırılmasının hatta anımsatılmasının dahi onlara seçim kaybettireceğinin bilincinde.  

Tüm bunlar aynı zamanda Trump’ın ikinci başkanlığında perçinlenen perakendeci, al-verci diplomasi yaklaşımının küresel olarak yerleşikleştiğinin de sıradan göstergeleri. Bu dönüşüm kalıcı ve oldukça tekinsiz yeni bir çağın eşiğinde bulunduğumuzu ortaya koyuyor.  

Trump tüm NATO ülkelerinin liderlerini karşısında el pençe divan durdurdu.  Zelenskiy’i önce aşağıladı, sonra askeri desteğe karşılık NTE anlaşmasına zorladı. Şi ile görüşmesinde Taiwan konusunu açmadığı gibi ABD ile Çin’i birlikte “G-2” olarak tanımladı. Yani Çin ve ABD dışında dünyada sözü geçecek devlet bulunmadığını kendince tescilledi.

Bu yeni düzende dünya tümleşik bir pazar yeri ve hatta belki emlâk yatırımcısı Trump siyasal haritaya baktığında sınırlarla ayrılmış egemen ülkeler değil devasa arsalar bile görüyor olabilir. Yukarıda örneklerini verdiğim üzere müttefiklik ilişkisinin yerini müşterilik alıyor. İlkeler ve değerler hak getire. Bu yeni düzen veya düzensizlik de kuşkusuz Erdoğan’a eldiven gibi uyuyor.

Buna karşılık dünyada bir anlamda diplomasinin ölmesi, Türkiye’de de (Erdoğan’ın tüm hukuk dışı baskılarına ve oyunlarına rağmen) siyasetin öldüğü anlamına gelmiyor. Aksine: Erdoğan dilediği kadar “Türk, Kürt, Arap…” veya “ümmetin liderliği” gibi uydurma anlatılar dayatsın, çağdaş ülkeler topluluğuyla ilişkileri bir Mısır veya bir Pakistan düzeyine indirgemeye çabalasın, bu zorlama aşı tutmuyor.

Tam da cumhuriyetimizin kuruluşunu kutladığımız bu günlerde Türkiye’nin ana muhalefet ve birinci partisi olarak CHP’nin -dış politikada yordamın artık kalıcı biçimde değiştiğini teslim etmekle birlikte- 102 yıl önce çıkılan yol, varılacak yer, ulaşılacak amaçlar konusunda hiçbir kafa karışıklığı bulunmuyor.

Bugün CHP siyasetin demokratik merkezine geniş bir çatı açmış durumda ve ilk seçimde iktidarı devralacağının bilinciyle, salt aklın rehberliğinde ve yalnızca ulusal çıkarları yani kamu yararını gözeten bir dış politikayı savunmayı sürdürüyor.

Geçen yazımda 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’mızı kutlamıştım. Bu defa 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılmasını ve 1 Kasım 1928’deki Harf İnkılâbı’nı anarak kararlılığımızı aldığımız kökleri bu vesileyle bir kez daha kayda geçirmek isterim.

/././


Beşiktaş’a tayini tartışmalı olan Ferit Tutşi’nin Bağlar Belediyesi’ndeki icraatları!-Candan Yıldız-

Aziz İhsan Aktaş’ın Beşiktaş Belediyesi’ndeki eli kolu olan Ferit Tutşi’nin adı şimdi de Bağlar Belediyesi’ne ait hurdaların satımında elde edilen gelirle ilgili soruşturmada geçiyor.

Ferit TutşiFerit Tutşi

Diyarbakır Bağlar Belediyesi’nden Beşiktaş Belediyesi’ne tayini gerçekleşen Ferit Tutşi adının uzun zamandır peşindeyim. Zira kendisi hem Bağlar Belediyesi’ndeki yolsuzluklarla ilgili yargılanıyor, hem de Beşiktaş Belediyesi soruşturmasında tutuklu.

Ferit Tutşi aynı zamanda CHP’li belediyelere yönelik operasyonların ‘itirafçısı’ ve sanığı Aziz İhsan Aktaş’ın Beşiktaş Belediyesi’ndeki kolu.

Ferit Tutşi şimdi yeni bir suçlamayla karşı karşıya… 2019 yerel seçimlerinde Yüksek Seçim Kurulu (YSK), Diyarbakır’ın Bağlar Belediyesi başkanlığı seçimini kazanan Halkların Demokratik Partisi (HDP) adayına mazbatasını vermemişti KHK’lı olduğu gerekçesiyle. Onun yerine mazbatayı AKP’nin adayı Hüseyin Beyoğlu’na vermişti. AKP’li Hüseyin Beyoğlu’nun belediye başkanı olduğu dönemde Fen İşleri’nden sorumlu başkan yardımcısı olan Ferit Tutşi şimdi de Bağlar Belediyesi’ne ait hurdaların satılması sonrası elde edilen geliri, o dönem zabıta müdürü olan Remzi Ükelge ile paylaşmakla suçlanıyor. Konuyla ilgili Bağlar Belediyesi’nde işçi olan, o dönemde Remzi Ükelge’nin şoförlüğünü yapan H.A.’nın ifadesine başvuruldu. Diyarbakır Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele’ye ifade veren H.A. ifadesinde 2019 yılında belediyenin temizlik işlerinde kullanılan araçlardan sökülen parçaların satılmasıyla elde edilen gelirin belediye kasasına girmediğini iddia etti.

İfade tutanağı

H.A. ifadesinde “Hurdacı, 90 bin TL’yi göndermek için Bağlar Belediyesi’ne ait hesap numarasını istedi. Ben de Remzi Ükelge’yi aradım. Bana parayı elden alıp kendisine getirmemi söyledi. Hurdacı 90 bin TL’nin 70 bin TL’sini elden, 20 bin TL’sini de benim banka hesabıma gönderdi. Ertesi gün işe giderken 20 bin TL’yi de çektim. 70 bin TL’yi de ekleyerek toplam 90 bin TL’yi Remzi Ükelge’ye elden teslim ettim. Ertesi gün Remzi ve Ferit Tutşi’nin telefonla görüşmesine şahit oldum. Bu görüşmede Remzi bu parçalardan 70 bin TL aldığını söylemişti” demişti.

Havale edilen 20 bin TL’nin dekontu

Öğrendiğim kadarıyla Bağlar Belediyesi çalışanların maaşlarını ödemekte zorlanıyor. Gerekçe geçmiş dönemlerden kalan borçlar. Bağlar Belediyesi dönemindeki icraatları nedeniyle yargılanan Ferit Tutşi örneği gösteriyor ki, Bağlar Belediyesi’nin kasası böyle boşaltılmış.

Bağlar Belediyesi’nin kasasına ‘ortak’ olan bir belediye personeli, soruşturma ve kovuşturmalara rağmen nasıl Beşiktaş Belediyesi’ne tayin olup Destek Hizmetleri Müdürü’ olabiliyor?  Soruşturmayla ilgili süreci takip edeceğim.

/././

Bir sadakat garantisi olarak rehinelik -Mine Söğüt-

Zaten çoktan gerçekleşmiş olması gereken tahliyelerin, bugün muhtemel bir satranç hamlesi olarak öne çıkarılması, siyasi rehineler üzerinden yapılan algı oyunları tartışılmadan, “hukuk kazanımı” diye kodlanamaz

işkence adalet

Siyasi rehineliğin tarihi yazılı insanlık tarihi kadar eski.

Antik Mezopotamya’da krallar aralarında anlaşma yaparlardı. Taraflardan biri sadakatini göstermek için oğlunu rehine olarak diğer tarafa gönderirdi. Eğer karşı taraf anlaşmaya ihanet ederse o ana kadar iyi davranılan rehine öldürülürdü.

Antik Roma’da da fethedilen yerlerde yaşayan önemli ailelerin çocukları rehin alınır, Roma’ya götürülüp Roma kültürüyle eğitilirdi. Ki ileride Roma’ya karşı değil Roma için çalışan yöneticiler olsunlar.

Orta Çağ Avrupa’sında da yapılan anlaşmaların teminatları, tarafların birbirlerine verdikleri rehine prensler olurdu.

Osmanlı Roma geleneğini devam ettirdi ve o da fethettiği yerlerdeki soyluların çocuklarını saraya aldı ve yetiştirip vezirliğe kadar yükseltebildi.

Tarihe bakıldığında siyasi rehineliğin başlangıçta aslında bir tutsaklıktan çok “sadakat garantisi” olarak kullanıldığı görülüyor.

Modern çağda hukukun ilerlemesiyle rehinelik yasa dışı ilan edildi ama bu sefer de gizli ya da terörist eylemlerin aracı haline geldi. İllegal örgütler diplomatik baskı aracı olarak muhalifleri, gazetecileri ya da diplomatları rehin almaya başladılar.

“Siyasi rehine” kavramı bugün, hukuken rehinelik yasak olduğu halde bir devletin dahili ya da harici siyasi amaçları uğruna hukuku usulsüz kullanarak lüzum gördüğü kişileri kasten tutuklaması anlamına da gelebiliyor.

Kendi türünü kendisinden korumak için yoktan hukuk var eden insan, yine kendi türüne fenalık etmek için kendisi o hukuku devlet eliyle yıkabiliyor.

Kurarken yıkılan ve yıkılırken yeniden inşa edilen bir hukukun istikrarlı istikrarsızlığına bel bağlayan insanlık da bu kaosta hak kazanmayı demokratik, hak kaybetmeyi de antidemokratik bir mesele sanıyor.

Oysa yaşanan her şey sadece kaotik.

Kaosun gücünden faydalanan iktidarların gölgesinde inşa edilen bir demokrasiden ve hukuktan medet uman insanlığın bu çabadan hep yılgın ve kaybetmiş olarak çıkması kaçınılmaz.

Bizzat hukuku bile rehin alınmış bu ülkede birbiri ardına düzenlenen kumpas mahkemeleri açıldıklarında değil ancak misyonları tamamlandığında deşifre edilmişken...

Ve bu korkunç gerçeklik o mahkemelerin mimarı olan iktidarın gücüne zerre kadar zarar vermemişken…

“Ben yapmadım, Miki yaptı” diyerek kendi sicilini kendi temize çeken şaibeli bir gücün, gücüne güç katmayı başardığı, yasama ve yargı dahil devletin tüm kurumlarını ele geçirdiği, demokratik tüm hakları en ulaşılmaz rafa kaldırdığı bir süreçte…

Zaten çoktan gerçekleşmiş olması gereken tahliyelerin, bugün muhtemel bir satranç hamlesi olarak öne çıkarılması, siyasi rehineler üzerinden yapılan algı oyunları tartışılmadan, “hukuk kazanımı” diye kodlanamaz.

Dün verdiği beyanların bugün tam tersini vererek ideolojisinin ekseninin eksensizlik olduğunu alenen ilan eden politik erkin kararıyla salıverilmesinden bahsedilen tutsakların özgürlüğüne, onların bireysel kurtuluşu adına tabii ki sonsuz bir sevinç duyulmalıdır.

Ve maalesef o sevince vesile olan işleyişin aynı zamanda bu ülkenin başına gelenler ve daha da gelecekler için derin bir endişeye sağlam bir gerekçe olması da kaçınılmazdır.

O yüzden siyasi rehineliği sadece iktidarların “ahlakı” ile ölçemeyiz.

Sevincimizin ve ahlakımızın çelişmediği bir dünyayı inatla düşlemeliyiz.

/././

Etiket -Ahmet Çelik Kurtoğlu-

Konser öncesinde sanatçı ve çalınacak eser hakkında önemli bilgi veren sohbetler düzenlenmesi çok yararlı. Bu sohbetler sırasında klasik müzik icra etme ve dinleme “etiketi” hakkında da bilgi verilebilir.

Etiketİstanbul Filarmoni Orkestrası konseri, AKM

Konser miydi, panayır mı?

Galiba iki hafta önceydi, AKM’de Denizbank’ın desteklediği, İstanbul Filarmoni Orkestrası konserine gittik, ilk yarı sonunda koşarcasına kaçtık.

Neden? Yıllardır yerleştirilemeyen klasik müzik dinleme adabı yerle bir olmuş, kreşendolarda müzik hızlanıp dinleyicilerin kalp atışı yükseldikçe bu, dinleyicilerin yoğun ve bilinçsiz tezahüratına yol açmıştı.[1] Bununla da kalmamış; konser salonu alkış ve ıslıklar yanında bağrışmalarla esaslı bir karakter değişikliğine uğramış, güreş, boks spor arenasına dönmüştü. İcra edilen artık yüzyıldan yaşlı bir konçerto değildi.

Yazık, ama kime, öteki dinleyicilere, yani bizlere mi, orkestraya mı (belki onlar da artık umursamıyor, işlerini bitirmeye bakıyorlar), yoksa adı tarihte ve konser programında kalmış besteciye mi?

Aralarında önemli sayıda genç dinleyici bulunan kitle, futbol, basketbol, voleybol maçına veya mahalleden bir arkadaşlarının askere gitmesini kutlarmışçasına keyif alıyorlardı. Bizim bu “eğlence”yi takdirden aciz olduğumuz için, hoşnutsuzluğumuzu belirtip ayrılmamızı hayretle karşılıyorlardı. Ben böyle durumlarda fevkalade rahatsız oluyorum, çünkü en başta dikkatim dağılıyor. Sahnedeki sanatçılar profesyonel olsalar dahi aynı dikkat dağınıklığına hedeftir.

Herkes aynı düşüncede değil

Konserin yöneticisi olan şef aslında yalnız orkestrayı değil, dinleyicileri de yönetmek durumunda, nitekim önemli şeflerden Daniel Barenboim, yurt dışında bir konserde buna müdahale etmiş, yersiz, zamansız alkışlayan seyirciyi susturmuştu. Önemli konser salonlarının bulunduğu yerlerdeki bilinçli müzik dinleyicilerine imrenmemek mümkün değil.

Ülkemizde sık sık klasik müzik konserleri düzenlenen ve artık tarihte kalan çağdaş dönemin güzel günlerinde, Robert Kolej ya da Boğaziçi Üniversitesi Albert Long Konser Salonu’nda harp konseri verildiğinde, sanatçı Şirin Pancaroğlu konserin başında şu uyarıyı yapmıştı: klasik müzik eseri takım elbise gibidir. Pantolon, yelek, ceket bir araya geldiğinde takım tamamlanır. Klasik müzik de böyledir, bir eser çeşitli bölümlerden oluşur. Ama öteki bölümlerden bağımsız değildir. Bunu görmezden gelerek, heyecana kapılıp alkışlamak parçanın bütünlüğünü bozmaktadır.

Konser tamamlanınca mı alkışlanmalı, yoksa aralarda, dinleyiciyi “heyecanlandırıcı” bölümlerin sonunda da alkışlanabilir mi? Ünlü piyanist Arthur Rubinstein 1966’da dinleyicinin dilediği yerde takdirini alkışlayarak göstermesini engellemek barbarlıktır demiş. A. Rubinstein AKM’deki barbarları görse ne derdi acaba? Gustav Mahler, klasik müzik konserlerinde tezahüratın serbest olmasına karşı çıkanlardan.

Özel sipariş, özel sunum

Erken dönemlerde BachBeethovenHaydnBrahms gibi besteciler, dönemin aristokratlarının, prenslerin, daha sonra sanayicilerin siparişi üzerine beste yapıyordu. Bazen kendiliklerinden bazı olayları kınamak veya kutlamak için hünerlerini gösteriyordu. Bu besteler kalabalık dinleyicilere değil, besteyi sipariş edenin, yani sahibinin daveti üzerine özel salonlarda, hatta odalarda ve genellikle solo olarak çalınıyordu. Böyle ortamlarda davetlilerin takdirlerini göstermeleri, eserin tamamlanmış olup olmamasına göre değil, kişilerin sosyal statüsüne bağlıydı ve herhalde tamamlanmadan alkışlanmak ne kadar beğenildiğini göstermesi bakımından önemliydi. Bestenin destekçisi olan prens, lord ve benzerine yaranmak da bir başka etken olabilirdi.

Bütünlük

Bu bağlamda solo veya orkestra tarafından icra edilen klasik müzikle bale, opera, caz gibi performansları da ayırmak gerekir. Biraz önce Arp konusunda Şirin Pancaroğlu’nun uyarısından söz ettim. Bale, opera, caz gibi performanslarda öne çıkan, ister balerin ister çellist ister davulcu veya tenor olsun, sanatçının kendisidir ve tüm temsil bitmeden alkışlanmasını beklemek doğaldır. Zaten böyle olaylarda müzik de orkestra da buna izin verecek zaman boşluğunu yaratır.

Yine bu gibi toplu olaylarda sık sık rastladığımız bir olay, konserin, resitalin, bale gösterisinin, cep telefonlarıyla kaydedilmesi. Kaydedenler daha sonra bu kayıtları izliyorlar mı, bundan ne zevk alıyorlar, bilmiyorum. Konserin başında bunun yapılmasının yasak olduğu duyuruluyor. Ülkemizde kurallar, yasaklar ihlal edilmek içindir inancı hâkim olduğu için bunu da geçiyorum.

AKM’deki konserde eşim yanında oturan ve konseri kaydeden kişiyi uyardığında aldığı yanıt, “herkes çekiyor” deyip kayda devam etmek olmuştur. Bu hareket, heyecanla sahnede olanları kaydeden dışında, onun yanında, arka sırada oturanların dikkatini dağıtmaktadır.

Telif hakkı ihlali

Kayıt konusu aslında, telif hakkının ihlâl edilmesidir. Konserin başında, bu gibi kayıtların, ne ses ne görüntü, yapılmasının yasak olduğu duyurulmaktadır. Bunun bir başka ifade şekli, yasağa rağmen kayıt yapmanın, sanatçıların, şefin ve konser salonunun telif haklarının ihlali, kısaca çalınmasıdır. Duyar gibiyim, ülkede çalınmadık ne kaldı ki, piyanistin, bestecinin telif hakkının çalınmasından söz ediyorsun. Unutmayalım, bir yerde görmezden gelirsek arkası çorap söküğü gibi gelir. Bugün yaşadıklarımız, gördüklerimiz, 1980’lerdeki başbakanın “anayasa bir defa delinmekle bir şey olmaz”, “benim memurum işini bilir” demesinin sonucu değil midir? O gün bunu susarak karşıladık, bugün neden şaşırıyoruz? Belki de şaşıran sadece birkaç kişi.

Konu etiket, neyin uygar koşullarda, herkesin tercihine uygun şekilde nasıl yapılması gerektiği, kimsenin ötekinin haklarına aykırı hareket edemeyeceğinin bilinmesidir. Ben gittiğimiz konserdeki, hele bazen aşırıya kaçan tezahürattan rahatsız oldum ve salonu terk ettim. Çünkü artık dinleyemeyecektim. Salonun çoğunluğunun konser “etiketi” anlayışı bana uymuyordu. Ama bunun adı aslında terbiyedir, saygıdır, “adab-ı muaşeret” yani “birbiriyle ilişkide bulunmanın”, birlikte toplantıya katılmanın, yemek yemenin ve benzeri faaliyetlerde bulunmanın terbiye kurallarıdır. Bu sadece ses değil, davranış, giyinme, konuşma gibi kişinin kendisinin belirleyip yöneteceği özelliklerdir. Günümüzde bunların ne kadarı kaldı dersiniz? Böyle ortamlar sizi rahatsız etmiyor mu?

Etiket, sayın ve eşitlik…

Etiket kavramı tabii bununla sınırlı değil. Yazışmalarda, toplantılarda sayın sözcüğünün, hangi durumlarda kullanılacağı, ne gibi toplantılarda bir devlet büyüğünün salona girmesi anında oradakilerin ayağa kalkması gerektiğinden başlayın da, davetlerde yemeğe başlama anının nasıl belirleneceği, davet sahibi veya en kıdemli kişi sofradan kalkmadan kalkıp kalkılmayacağı, aynı şekilde davet yerinden ne zaman ayrılmanın doğru olacağı, etiket konusudur. Ülkemizde "sayın" kelimesinin kullanılması Bülent Ecevit tarafından demokrasi, yurttaşlar arasında eşitlik ilkesinden hareketle yerleştirilmiştir. Bir anekdot olarak Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde bir dönem dekan olan arkadaş fakülte kurulu toplantısını açarken, herkesi “sayın parantezinde...” diyerek selamladıktan sonra herkese adıyla hitap ederdi. Şirketlerin yönetim kurullarında nasıl davranılıyor acaba?

Kimi ülkelerde bu “protokol” kuralları yüzyıllar önce tanımlanmıştır ve günümüzde aynı ciddiyetle uygulanmaktadır. Bu ülkeler genellikle monarşik geleneğe sahiptir ve uzun süre aynı aile bireyleri tarafından yönetilmektedir. Yine monarşik geleneğe sahip olmasına rağmen, Belçika, İngiltere, Hollanda, İsveç, Norveç, Finlandiya, Japonya demokrasinin en ileri olduğu ülkelerdir ve bazılarına değindiğim etiket kuralları bugün harfi harfine uygulanmaktadır.

Esas konum olan klasik müzik konserinde izlenmesi gereken “etiket”le son vermek için şu öneriyi yapmak isterim. Organizatörler, vakıflar, bankalar, özel gruplar ülkenin eğitim düzeyinin yükselmesinde çok önemli rolü olan bu faaliyetler için fedakarlıkta bulunuyorlar.

Konser öncesinde sanatçı ve çalınacak eser hakkında önemli bilgi veren sohbetler düzenlenmesi çok yararlı. Bu sohbetler sırasında yazımda dile getirdiğim klasik müzik icra etme ve dinleme “etiketi” hakkında da bilgi verilebilir. Konserin başlangıcında çeşitli uyarılar yapılırken bu tekrar hatırlatılabilir. Nihayet, orkestrayı yöneten kişi konser sırasında izleyicileri yönlendirebilir. Bunların hiçbiri klasik müzik konserlerine disiplin getirmeyi amaçlamamaktadır. Bu müziğin, sanatın temel ilkelerine aykırı olur. Hedef hem müzisyenlerin hem dinleyicilerin müziği öğrenerek dinleme alışkanlığını edinmelerinde yardımcı olmaktır. Yazımda verdiğim Daniel Barenboim örneği böyle yorumlanmalıdır. Serbestlik gökten gelen değil, hak edilen bir ayrıcalıktır.

[1] Tezahürattan söz ederken yıllardır açıklayamadığım bir alışkanlığa da değinmek isterim. İster konser, ister konferans olsun böyle olaylarda sahneye gelen sunucu ne söylerse söylesin, soluk alma aralarında mutlaka alkışlanır, bunu başka ülkelerde görmedim, nedir bu alkış merakının nedeni?

/././

Yatırım fonuna ilişkin düzenlemede yürürlük tarihinin önemi -Erdoğan Sağlam-

Yatırım fonu katılma belgeleri hangi tarihte iktisap edilmiş olursa olsun elden çıkarılmaları halinde yeni hüküm uygulanacak, dolayısıyla geçmiş dönemlere ilişkin olarak işlemiş gelirler de stopaja tabi tutulacak

yatırım

Değerli okurlar, 18 Ekim 2025 tarihli yazımda, şu anda Meclis gündeminde olan torba yasayla yapılması öngörülen vergisel düzenlemeleri kısaca açıklamıştım.

Planlanan değişiklerden biri, Türkiye Elektronik Fon Alım Satım Platformu'nda (TEFAS) işlem görmeyen yatırım fonlarının geçici 67 kapsamında tevkifat kapsamına alınmasıdır.

Gelir Vergisi Kanunu'nun geçici 67'nci maddesine göre, sürekli olarak portföyünün en az yüzde 51'i Borsa İstanbul'da işlem gören hisse senetlerinden oluşan yatırım fonlarının 1 yıldan fazla süreyle elde tutulan katılma paylarının elden çıkarılmasında tevkifat uygulanmamakta ve bu katılma paylarından elde edilen gelirler için gelir vergisi beyannamesi verilmemektedir. Diğer gelirler dolayısıyla beyanname verilmesi durumunda bu gelirler beyannameye dahil edilmemektedir.

Yapılması öngörülen düzenleme ile söz konusu istisnanın vergi planlama aracı olarak kullanılmamasını teminen, sürekli olarak portföyünün en az yüzde 51’i Borsa İstanbul'da işlem gören hisse senetlerinden oluşan fonlardan; katılma payları sadece nitelikli yatırımcılara satılabilen, TEFAS’ta işlem görmeyen ve fon portföyüne alınacak varlık ve işlemlere ilişkin herhangi bir oransal sınırlamaya tabi olmayanlar için 1 yıllık elde tutma süresine bağlı tevkifat istisnasının uygulanmaması öngörülüyor. 

Bu özelliklere sahip olanlar dışında kalan, sürekli olarak portföyünün en az yüzde 51’i Borsa İstanbul'da işlem gören hisse senetlerinden oluşan fonların katılma payı sahipleri ise istisnadan yararlanmaya devam edecekler.

Bu durumda istisna kapsamından çıkarılan gelirler üzerinden stopaj yapılacak, bu gelirler üzerinden stopaj yapılacağı için söz konusu gelirler yine beyan edilmeyecek. Stopaj nihai vergi olacak.

Bu düzenleme kanunun yayımı tarihinde yürürlüğe girecek.

İşte bu noktada tartışmalar başladı. Çünkü bugüne kadar yatırım fonu katılma belgelerine ilişkin stopajla ilgili yapılan düzenlemelerde değişiklik, değişikliğin yapıldığı tarihten itibaren iktisap edilen yatırım fonu katılma belgelerine uygulanmıştı.

Ayrıca kurumlar vergisi mükellefleri için getirilen yatırım fonlarına ilişkin istisnanın kaldırılmasına ilişkin düzenlemede değişikliğin yapıldığı tarihten önce iktisap edilen yatırım fonu katılma belgeleri için eski hükümlerin uygulanacağı öngörülmüştü.

Bu defa yapılması öngörülen düzenlemede ise maalesef değişikliğin maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren uygulanması söz konusu. Bu durumda yatırım fonu katılma belgeleri hangi tarihte iktisap edilmiş olursa olsun elden çıkarılmaları halinde yeni hüküm uygulanacak, dolayısıyla geçmiş dönemlere ilişkin olarak işlemiş gelirler de stopaja tabi tutulacak.

Bu yaklaşım hukuka uygun olmadığı gibi, geçmişte yapılan düzenlemelerle de uyumlu değil. Bu nedenle konunun Meclis Genel Kurulu'nda görüşülmesi sırasında yürürlük maddesinin düzeltilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Gereksiz ihtilafların yaşanmaması ve hukuka uygun düzenleme yapılması için değişikliğin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren iktisap edilecek yatırım fonları katılma belgeleri için uygulanması gerekir. Veyahut değişikliğin gerçekleştiği tarihe kadar olan değer artışları için stopajın uygulanmayacağı öngörülebilir.

Bakalım bu hafta Mecliste görüşülecek bu konuda nasıl bir yaklaşım sergilenecek; torba yasanın geneline hakim olan tahsilat anlayışı mı, yoksa hukuka uyum mu benimsenecek.

/././

AİHM ile ilgili yeni gelişmeler -Rıza Türmen-

AİHM'deki değişiklikleri Avrupa’da sayısı giderek artan, Türkiye’nin de dahil olduğu otoriter rejimler açısından değerlendirmek gerekir. Bu rejimlerin ortak özelliği, muhalefeti, iktidarın kontrolündeki yargı aracılığıyla sindirmeye ve bunu yaparken hukuka uygun davrandıkları görünümünü vermeye çalışmaları. Oysa hukuk devleti ilkesinin geçerli olmadığı otoriter rejimlerde yaşayanların adalet arayışında AİHM son çare, son umut.

aihmAvrupa İnsan Hakları Mahkemesi

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM), Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) yorumunda ve uygulamasında çok yaygın bir biçimde kullandığı iki kavram “takdir yetkisi doktrini” ile “ikincillik ilkesidir.” Bu iki kavram, son zamanlara kadar Sözleşme’de zikredilmemişti. AİHM’in kararlarıyla içtihada yerleşmişti.

Takdir yetkisi, devletin Sözleşme’de yer alan bir hakla ilgili olarak bir eylemde bulunduğunda belirli bir takdir yetkisine sahip olmasıdır. Bu doktrin, AİHM tarafından ilk kez Handyside / İngiltere (1976) davasında kullanıldı. Ancak bu kararda da belirtildiği gibi devlete bırakılan takdir yetkisi sınırsız değildir. AİHM’in denetimi altındadır.

Takdir yetkisi hakkının niteliğine, olayın bağlamına göre değişir. Örneğin, yaşam hakkı ya da işkence yasağı konusunda devletin takdir yetkisi yoktur. İfade özgürlüğüyle ilgili olarak, siyasal kişilerin eleştirilmesinde ya da basın özgürlüğüyle ilgili konularda devletin takdir yetkisi çok dardır. Buna karşılık genel ahlak, ticaretle ilgili konularda devlet geniş takdir yetkisine sahiptir.

Takdir yetkisi tartışmalı bir doktrindir. Geniş bir biçimde yorumlandığında AİHM’in sorumluluğu üzerinden atmaya çalıştığı şeklinde anlaşılabilir. AİHM’in bu konudaki uygulamalarının istikrarlı olmaması da bu tür eleştirilere yol açmaktadır. Tanınmış İngiliz hukukçusu Lord Lester takdir yetkisi öğretisi için “yılan balığı gibi kaygan” demekte.

İkincillik ilkesi de AİHM’in kararlarına yön veren önemli bir ilkedir. Bu ilke, Sözleşme’de yer alan hak ve özgürlüklerin koruması bakımından AİHM’in ikincil bir role sahip olduğunu belirtmekte. Bu ilke gereğince Sözleşme’deki hak ve özgürlüklerin uygulanmasına ilişkin sorumluluk öncelikle ulusal makamlara aittir. Ulusal makamlar sorumluluklarını Sözleşme’ye uygun olarak yerine getirmezlerse o zaman AİHM devreye girer. AİHM’in ikincil rolünü Sözleşme’nin 1, 13, 35. Maddelerinde bulmak olanağı vardır.

Bu iki kavram Sözleşme’de açıkça ifade edilmemiştir. Ancak Sözleşme’de değişiklik yapan 15 sayılı Protokol’ün 2021 yılında bütün taraf devletlerce onaylanıp yürürlüğe girmesiyle, Sözleşme’nin girişinde bu iki kavrama açıkça yer verildi. Bu kavramların Sözleşme’ye girmesi bir dönüm noktasıdır. Bu değişikliğin uzun bir öyküsü vardır.

Sözleşme, 1953 yılında yürürlüğe girdiğinde, insan haklarının korunması bakımından büyük bir adım olarak görüldü.

“Taştaki mücevher” olarak nitelendirildi. AİHM’in kararlarındaki ilkeler, birçok devletin iç hukukunu etkiledi. Kararlar erga omnes yani davaya taraf olmayan devletler için de geçerli oldu. Sözleşme’nin bir Avrupa anayasası olduğu görüşü benimsendi.

Ancak 2000’li yıllarda AİHM’e verilen destek değişmeye başladı. Bir yandan Avrupa’da muhafazakâr partilerin iktidara gelmesi, öte yandan AİHM’in önüne gelen kritik davalardaki kararları, devletlerin Sözleşme’ye taraf olmakla egemenliklerinden verdikleri ödünleri sorgulamalarına yol açtı.

Bu yeni trendin başlangıç noktası olarak Hirst/İngiltere (2006) davasını gösterebiliriz. Hirst davası İngiltere’de mahkumların seçimlerde oy kullanma hakkına sahip olmamalarıyla ilgili. AİHM Büyük Dairesi bunun seçme ve seçilme hakkının ihlali olarak gördü ve İngiltere’de yasayı değiştirmesini istedi. Karara İngiltere’deki muhafazakâr hükümet tarafından büyük bir tepki gösterildi. AİHM, İngiltere’nin egemenliğini ihlal ettiğini ileri sürdü. İngiltere’nin Sözleşme’den çekilmesi gündeme geldi. İngiliz makamları itirazlarını takdir yetkisi doktrinine dayandırıyordu.

İngiliz Hükümetiyle Bakanlar Komitesi arasındaki diyalog sonuç verdi. İngiliz Hükümeti idari bir değişiklik yaptı. İngiliz sisteminde mevcut geçici izinle serbest kalan mahkumların oy verme hakkı kabul edildi. Yapılan bu değişiklikten yalnızca 100 kadar mahkûmun yararlanacak olmasına karşın, Bakanlar Komitesi değişikliği kararın uygulanması için yeterli gördü. Dosyayı kapattı. Ancak İngiliz muhafazakar politikacıların Sözleşme’ye ilişkin eleştirileri devam etti. Buna, Sözleşme’nin sadık bir uygulayıcısı olan Hollanda ve Fransa da katıldı.

Onlar da AİHM’in göçmenler, sosyal güvenlik gibi konularda çok ileri gittiği, ikincillik ilkesini yeterince gözetmediği görüşündeydiler. Bu itirazlar değişik nedenlerle, birçok devlet tarafından paylaşıldı. Bütün bu itirazlar, 2012’de Brighton Konferansı’nda sonuç verdi.

Konferans’ta İngiltere Sözleşme’ye devletlerin egemenliği kavramının eklenmesini önerdi. Varılan uzlaşı gereğince ikincillik ve takdir yetkisi kavramlarının Sözleşme’nin girişine eklenmesi kabul edildi. Bu yönde yapılan değişiklik bütün taraf devletlerce onaylandıktan sonra 15. Protokol olarak 2021 yılında yürürlüğe girdi.

2025 yılı mayıs ayında İtalya ve Danimarka Başbakanlarının bayraktarlığını yaptığı 9 AB ülkesi AİHM’in yetkileriyle ilgili bir mektup yayımladı. Mektupla AİHM’in Sözleşme’ye getirdiği yorumların bazı davalarda devletlerin siyasal karar alma olanağını sınırladığı, suç işleyen yabancıların sınır dışı edilmesini engelleyen kararların yanlış insanları koruduğu, bu konuda devletlerin daha geniş bir hareket alanına sahip olmaları gerektiği, bu amaçla Sözleşme’nin yorumuyla ilgili yeni bir tartışma açmak için yetki istedikleri belirtilmekte.

9 hükümet başkanı tarafından imzalanan bu mektup AİHM üzerinde ağır bir baskı kurdu.

İkincillik ve takdir yetkisi kavramlarına Sözleşme’de yer verilmesi insan hakları çevrelerinde çok eleştirildi. İnsan haklarını korumaktaki rolünün zayıfladığını, buna karşılık ulusal makamların yetki alanlarının genişlediğini ileri sürdüler. Yapılan araştırmalar da göstermektedir ki 15 nolu protokolün yürürlüğe girmesinden sonra AİHM kararlarında bu iki kavrama daha çok yer vermekte, devletler de savunmalarında bu iki kavramı daha çok kullanmakta.

Bir başka eleştiri ise şu: AİHM’in kararlarında tek tek kullandığı orantılılık, dinamik yorum, Sözleşme’nin yaşayan bir belge olması gibi birçok ilke var. Bu ilkelere Sözleşme’de yer verilmezken sadece ikincillik ve takdir yetkisi ilkelerine yer verilmesinin ilkeler arasında bir ayrım yarattığı ileri sürüldü.

İkincillik ve takdir yetkisi kavramlarının Sözleşme’ye girmesiyle bu iki kavramın statüsü yükseldi. Bu durumun AİHM bakımından önemli etkileri oldu. AİHM’in davalara yaklaşımı değişti. AİHM başvuruları hem esastan hem de ulusal makamların karar verme sürecinin AİHM kriterlerini karşılayıp karşılamadığına ilişkin olarak usul üzerinden incelerdi 15. Protokolün yürürlüğe girmesinden sonra AİHM’in esasa girmeyip usul üzerinde yani ulusal makamların karar verme sürecinde Sözleşme’den doğan yükümlülüklerini yerine getirip getirmediklerini incelemeye başladı. Başvurunun esası geri planda kaldı. Buna “usuli inceleme” (process based review) deniyor. Bu yeni inceleme usulünü benimseyen AİHM, ulusal yargı organlarının karar verirken yeterli gerekçe gösterip göstermedikleri ya da AİHM’in ilkelerine uyup uymadıklarına bakıyor. AİHM’in üzerinde durduğu başka bir nokta ise ulusal yargıcın Sözleşme’deki haklar arasında bir denge kurması gerekliliği. Örneğin, dava konusu hem ifade özgürlüğünü hem de özel yaşamı ilgilendiriyorsa, AİHM ulusal mahkemelerin karar verirken bu iki temel hak ve özgürlüğü dikkate almasını ve aralarında adil denge kurmasını bekliyor. Ulusal mahkeme böyle bir denge kurmuşsa, AİHM artık bu dengenin doğru ya da adil olup olmadığına bakmıyor. Kurulan dengeyi kabul etmeyip ulusal mahkemenin görüşü yerine kendi görüşünü geçirmesi için son derece önemli bir nedenin olması gerekiyor.

İkincillik ve takdir yetkisi ilkelerinin Sözleşme’ye girmesi ve AİHM usuli inceleme yöntemini benimsemesi, AİHM’i taraf devletlerin AİHM’in yetkisini aştığı eleştirilerine karşı koruduğu gibi, ulusal yargı organlarının sorumluluğunu arttırarak iş yükünün hafiflemesine yol açtı. AİHM’i kuran Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin devletler olmasına karşın, devletler egemenliklerini sınırlayan bu mahkemeye kuşku ile bakmışlardı. Bunun sonucu AİHM ile taraf devletler arasında yetki çekişmesi hiçbir zaman eksik olmadı. Avrupa insan hakları sisteminin tarihini bu çekişme yazar.

Söz konusu değişiklikleri Avrupa’da sayısı giderek artan, Türkiye’nin de dahil olduğu otoriter rejimler açısından değerlendirmek gerekir. Bu rejimlerin ortak özelliği, muhalefeti, iktidarın kontrolündeki yargı aracılığıyla sindirmeye ve bunu yaparken hukuka uygun davrandıkları görünümünü vermeye çalışmaları. İkincillik ve takdir yetkisi ilkelerinin Sözleşme’ye girmesiyle ve AİHM’in önüne gelen davalarda usuli inceleme yapmasıyla, otoriter rejimlerin hukuk dışı uygulamalarının, hukuk devleti görünümü altında sürdürülmesi kolaylaşacaktır. AİHM’in kuruluş amacı herhalde bu değildi.

Hukuk devleti ilkesinin geçerli olmadığı otoriter rejimlerde yaşayanların adalet arayışında AİHM son çare, son umut. Bu umut ışığının yitirilmesine AİHM izin vermemelidir.

/././

İki dosya, iki karar: Kartalkaya ve Sisli Vadi dosyalarından çıkan farklı kararlar!-Tolga Şardan-

Bolu’daki dosyaya bakıldığında, Grand Kartal Otel’de yaşanan katliama karşın bazı yasal işlemlerin yapıldığı görülüyor. Ve mahkeme buna rağmen “olası kastla ölüme sebebiyet vermek”te karar kıldı. Oysa Sisli Vadi dosyasında yapılan yasal hiçbir işlem yok! Tesisin inşaat ve faaliyet ruhsatı olup olmadığı bir yana, acil eylem planı bile hazırlanmamış.

İki dosya, iki karar: Kartalkaya ve Sisli Vadi dosyalarından çıkan farklı kararlar!Sisli Vadi

Kartalkaya’daki Grand Kartal Otel’de 78 kişinin ölümüyle sonuçlanan yangının davası sonuçlandı.

Yargılamayı geçen hafta tamamlayan Bolu 1. Ağır Ceza Mahkemesi, sanıklara “olası kastla ölüme sebebiyet vermek” suçunu içeren hükümle verdiği mahkûmiyet kararlarıyla, yaşananların kaza veya yangın ya da facia olmadığını, düpedüz katliam olduğunu tasdik etti.

Katliamda yakınlarını kaybedenler arasındaki Danıştay 9. Daire Başkanı  Abdurrahman Gençbay, mahkemenin kararına yönelik “Çok şükür bugün geldiğimiz noktada verilen karar, bana göre Türk hukuk tarihinde emsal olabilecek müthiş bir karardır. Bugün heyet, Bolu’da hâkimler olduğunu bütün Türkiye’ye, bütün dünyaya ispatlamış oldular” değerlendirmesini yaptı.

Mahkemenin verdiği karar, katliamda yakınlarını kaybedenlerin ve gelişmeleri yakından takip eden kamuoyunun yüreklerini az da olsa ferahlattı.

Bolu’da gerçekleşen yargılamanın bir benzeri halen Kırklareli’nde devam ediyor.

Büyüteç’in takipçilerinin yakından izlediği ve Sisli Vadi adlı turistik tesiste yaşanan sel felaketinde yakınlarını yitirenlerin adalet mücadelesi halen devam ediyor.

“Devam ediyor” diyorum, çünkü yargılamayı yapan Kırklareli 2. Ağır Ceza Mahkemesi her ne kadar sanıklara cezalarını vermiş olsa da mağdur aileler bir kez daha dosyayı İstinaf’a taşıyacak.

Birbirinin benzeri iki yargı dosyasında iki farklı görüşün çıkması, Sisli Vadi mağdurlarının elbette tepkisini çekti.

Sisli Vadi yargılamasının son duruşmasında yaşananlar henüz tazeliğini koruyor.

Bolu’daki mahkemede mağdur aileler her türlü değerlendirmeyi yaparken, Sisli Vadi’de kaybettiği iki evladının adaletini arayan mağdur Safiye Yaşa, mahkeme heyetince “yargılamanın huzurunu bozduğu” iddiasıyla tutuklandı. Tam cezaevinde gireceği dakikalarda konuyu yakından bilen Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’un girişimiyle hapishane kapısından geri döndü Safiye Yaşa.

Acılı anneye yönelik heyetin yaklaşımı çok tartışılacak cinsten. Bırakın Bolu’daki yargılamayı, Ergenekon yargılamalarını düşünün; sanıklar yargı mekanizmasını nasıl ağır eleştirilere boğdu.

Burada rahatsızlık veren asıl mevzu, Yaşa’nın heyete yönelik sesini yükseltmesi değildi. Asıl konu, yargılamayı yöneten heyetin başkanı Serdar Aslan’ın, aynı dosyada hakkında adli soruşturma yürütülen Kırklareli İl Özel İdaresi Genel Sekreteri Bilal Kuşoğlu’nu makamında ziyaretinin Büyüteç aracılığıyla kamuoyuna yansımasıydı.

Bu temas, bilhassa Kırklareli’ndeki yargı çevresinde fazlasıyla dikkat çekti. Elbette, Ankara’da da işlerin takip edildiğini düşünürsek yargı heyetinde yaşanan rahatsızlığın boşa olmadığını söylemek yanlış olmaz.

Yanı sıra, son duruşmada Yaşa Ailesi’nin avukatının; yargılamayı yapan heyetin başkanı Aslan’ın Kuşoğlu’nu ziyaretinden duyulan rahatsızlığı aktarmasından sonra Başkan’ın “ziyaretin dosyayla ne alakası var?” şeklindeki tepkisi zaten verilen kararlardaki yaklaşımı açık biçimde ortaya koydu.

Bu arada, son duruşmanın görüntüleri nedense mağdur ailelere verilmedi!

Sanırım, özellikle hakkında tutuklama kararı verdikleri Safiye Yaşa ile gerçekleşen konuşmalar ve kaydedilen görüntülerin kamuoyuna yansımasından endişe edilme hali var.

Diğer yandan Sisli Vadi yargılamasında görüş veren savcılık, daha önce olduğu gibi sanıklara yine “olası kastla ölüme sebebiyet vermek” hükmüne göre ceza verilmesinde ısrarcı oldu. Savcılık, Kartalkaya’da yaşananların benzeri karşısında görüşünü bir kez daha ortaya koyarken, mahkeme heyeti ise yine ilk yargılama sonucunda olduğu gibi “bilinçli taksirle ölüme sebebiyet vermek” hükmünde direndi.

Bir bilgi daha vereyim; Bolu’daki dosyaya bakıldığında, Grand Kartal Otel’de yaşanan katliama karşın bazı yasal işlemlerin yapıldığı görülüyor. Ve mahkeme buna rağmen “olası kastla ölüme sebebiyet vermek”te karar kıldı.

Grand Kartal Otel

Oysa Sisli Vadi dosyasında yapılan yasal hiçbir işlem yok! Tesisin inşaat ve faaliyet ruhsatı olup olmadığı bir yana, acil eylem planı bile hazırlanmamış.

Tesise yönelik 2019’da başlayan usulsüzlükler ve ihmaller zinciri 2023’e kadar sürdü. Dört yıl boyunca kamu görevi yerine getirilmedi kasıtlı olarak.

Hukuksuzluğa dört yıl boyunca göz yumuldu. Kaldı ki; bu konuda haklarında görevi ihmalden dava açılan jandarma personelinin ifadeleri var. Kendilerine hiç bilgi verilmediğini ifade ediyorlar.

Yeri gelmişken, mahkemenin verdiği kararlara ait gerekçeli karar heyet tarafından açıklandı.

Heyet, gerekçeli kararında hangi gerekçelerle “bilinçli taksirden” ceza verdiğini tanımlasa da benzer durumdaki Bolu’da “olası kasttan” ceza verilmesinin Kırklareli 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nce bir açıklaması olmalı kuşkusuz.

Kim ya da kimler korunmaya çalışılıyor acaba?

Mağdur aileler, ikinci kez İstinaf’ın kapısını çalacak. Hazırlıklar tamamlanmak üzere. Büyük olasılıkla dosya üçüncü kez yerel mahkemede görülecek.

* * *

3 bin 700 futbolcunun kayıtları TFF’ye geldi, isimler açıklanacak!

Ülke futbolundaki skandallara alışıldı epey zamandır.

Son skandalın adı, futbol camiasındaki bahis faaliyetleri.

Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) Başkanı İbrahim Hacıosmanoğlu, futboldaki bahis faaliyetleri/organizasyonları içinde 3 bin 700 futbolcunun yer aldığını geçen hafta duyurdu.

Önce futbol hakemleriyle başlayan TFF’deki bahis araştırmasında en dikkat çeken kitle futbolcular doğal olarak.

Bilindiği üzere TFF yönetimi bahis sürecini Gençlik ve Spor Bakanlığı ile beraber yürütüyor. Daha doğrusu Spor Toto Teşkilat Başkanlığı’ndan gelen bilgiler sonrasında TFF araştırma/soruşturma yürütüyor.

Sürecin ilk aşaması hakemlerdi. Bahis oynadığı tespit edilen hakemler Profesyonel Futbol Disiplin Kurulu’na (PFDK) sevk edildi. Kurulun çalışmaları halen devam ediyor.

Bu konuda yeni bilgilere ulaştım.

Şöyle ki, TFF Başkanı’nın sözünü ettiği bahis oynayan futbolcuların listesi federasyona ulaştı.

Hafta içinde büyük olasılıkla PFDK’ya sevkler yapılacak. Böylece hangi futbolcuların bahis oynadığı gün yüzüne çıkacak.

Bu arada dikkat çekilmesi gereken bir tablo daha var. TFF Başkanı’nın açıklamalarından anlaşılacağı üzere, futboldaki bahis meselesi yeni değil.    

Önceki TFF yönetimi, bu meseleye karşı kulakları kapatıp, gözünü yummuş görünüyor.

Hatırlayacaksınız, önceki TFF Başkanı Mehmet Büyükekşi ve yönetiminin çok tartışılan çalışmaları oldu.

TFF’nin şimdiki yönetiminin, filmi geriye sarıp önceki yönetimleri de incelemesi gerekecek. Bu inceleme gerçekleşirse işte o zaman yandı gülüm keten helva!

* * *

Emekli Vali ve Emniyet Genel Müdürü Alaaddin Yüksel’in ölümü

28 Şubat sürecinde “Emniyet’teki darbe gecesi”nin merkezindeki isim hayata veda etti.

Bu isim, Emekli Vali ve Emniyet Genel Müdürü Alaaddin Yüksel’den başkası değil.

Emekli Vali Yüksel, önceki hafta sağlık sorunları sebebiyle hayatını kaybetti.

Yüksel’in hayata vedasını duyunca, merkezinde yer aldığı ve ülke gündeminde tartışılan “Emniyet’te gece darbesi” olayını hatırladım.

Ülkenin siyasi tarihinde önemli yeri bulunan 28 Şubat sürecinin içindeki en dikkat çekici olaylar arasındadır bu.

Kısaca özetleyim; Yüksel, Trabzon Valisi iken Nisan 1996’da, görevdeki Başbakan Mesut Yılmaz’ın yönetimindeki 53. Hükümet yani Anayol kabinesince Emniyet Genel Müdürü yapıldı.

Yüksel’in göreve başlamasından hemen sonra Haziran 1996’da Refah Partisi ile Doğru Yol Partisi’nin koalisyonuyla Refah Yol Hükümeti iş başı yaptı.

Anayol’un İçişleri Bakanı Ülkü Güney’in yerine bu koltuğa Refahyol döneminde Mehmet Ağar oturdu. Ağar, Başbakan Necmettin Erbakan’ın Libya gezisine yönelik eleştirilerde bulununca 8 Kasım 1996’da istifa etti. Bu arada istifadan beş gün önce Türkiye’yi yaşandığı dönemde “mafya-siyaset-devlet” düzleminde büyük çalkantılara sokan ünlü Susurluk Kazası yaşandı.

Gerek kaza sonrasında kendisine yönelik ağır iddialar gerekse Libya gezisini protesto etmesiyle Ağar’ın ayrıldığı makama DYP’li Meral Akşener oturdu.

Genç bir siyasetçi olarak İçişleri Bakanı olan Akşener’in ilk icraatlarından birisi Emniyet Genel Müdürü Yüksel’i değiştirmekti.

Takvimler Nisan 1997’yi gösterdiğinde Akşener ve ekibinin hazırladığı valiler kararnamesiyle Yüksel görevinden alındı ve yerine dönemin Hakkâri Valisi Kemal Çelik atandı.

Bu satırların yazarının gazeteci olarak bizzat takip ettiği süreçte, daha ilginç gelişmeler yaşandı.

Refahyol Hükümeti’ne karşı rahatsızlığını sürekli gündeme getiren Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) destek verdiği bürokratlar arasındaki Yüksel, atama kararnamesine karşın odasını boşaltmadı.

Ve 4 Nisan gecesi saat 03.30 sıralarında Emniyet Genel Müdürlüğü’nün (EGM) Dikmen yerleşkesinde hareketli saatler yaşanmaya başlandı.

Yaşananlar o kadar heyecanlıydı ki, EGM yerleşkesinin hemen karşısındaki Kara Harp Okulu’nun nöbetçi askerleri teyakkuza geçip, tam teçhizatlı vaziyet almışlardı.

İçişleri Bakanı Meral Akşener, bu saatte bizzat binaya geldi. Nöbetçi polislerin meraklı bakışları altında nizamiyeden giren Akşener’in beraberinde Hakkâri’den gelen yeni Emniyet Genel Müdürü Kemal Çelik ve yakın çalışma ekibinden isimler vardı. Bu isimlerin başında dönemin Emniyet İstihbarat Başkanı Bülent Orakoğlu  bulunuyordu.

Akşener ve beraberindekiler, binanın ikinci katındaki genel müdür makam odasına geldiler. Binanın ışıkları tamamıyla yanmaya başlarken; evinden getirtilen Yüksel’in özel kalem müdürü odanın kapısının kilidini açtı ve Çelik, Emniyet Genel Müdürü olarak o an itibarıyla göreve başladı.

Yüksel, görevinden ayrılmak zorunda kaldı. Önce Balıkesir’de, sonra İzmir’de ve son olarak da Ankara’da valilik yaptı. Yüksel 2014’te emeklilik hakkını kullandı.

Akşener dün siyasetten ayrıldı, bugün evinde. Kemal Çelik önce DYP’den milletvekili oldu. Şimdilerde AKP’den Antalya milletvekili. Orakoğlu, 28 Şubat sürecinde “polisin, askeri takibe aldığı ve telefonlarını dinlediği” iddiaları çerçevesinde Emniyet İstihbarat Başkanı iken gözaltına alındı, tutuklandı cezaevine girdi. Şimdilerde iktidar yanlısı Yeni Şafak’ta yazarlık yapıyor.

Bilmeyenler için küçük bir kesit aktardım.

Bu arada Yüksel’in yaşamını yitirmesi sebebiyle ne İçişleri Bakanlığı’nın ne de Emniyet Genel Müdürlüğü’nün, sosyal medyada herhangi bir paylaşımda bulunmaması dikkat çekici.

Yüksel’in konumunu beğenip beğenmemek bir yana, bugün o makamlarda oturanlar, ebediyete intikal edince acaba nasıl hatırlanacaklar?

/././






 




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

Üç başkan ve 12 belediye bürokratına kıyı işgali soruşturması! - Yusuf Yavuz/ soL -

Antalya’da Kundu ve Kemerağzı turizm bölgelerindeki lüks otellerin kıyı işgalleriyle ilgili belediye başkanları ve bürokratlar hakkında soru...