3 Nisan 2018 Salı

Altı kaval, üstü emperyalist - AYDEMİR GÜLER

Memleketin yarısı Erdoğan’ın kamuflaj giysilerine gülmekten kendini alamadı. Biraz da sinirden güldük tabii. 

Diğer yarı ise huşu içinde görünüyor. Az daha, yalın kılıç düşman ordularına dalacak bir cengâver imparator! Milletin etkilenmiş görüntüsünün altında ne var, tam bilemiyoruz. Karışık duygular olduğu kesin. Sanatçıların milletin bağrından çıktığını dinliyoruz mesela. Lakin bunlar pek de tarikat erbabı olmayan, en fazla Adnan hoca taifesine yakışır tipler. Kimisi yeni Türkiye’nin yeni milletinin lanetleyeceği türden iflah olmaz Batı taklitçisi. Bir diğerinin sağlam uyuşturucu geçmişi var; mahkemeden tescilli. Sonradan tövbekâr olmuş, dendiğine göre. Öteki desen, beşinci sınıf kadın programlarında yarı çıplak rating yapmış… 

Önceleri çok bakan, başbakan askeri birlik şovuna çıktığında, tatbikat izlemeye falan gittiğinde sırtına asker parkası geçirmiştir. Ama kamuflaj üniforması başkadır. Bu da Erdoğan’ın veya danışmanlarının keşfi değil, bir Bush taklidi olsa gerektir. 


Amerikan başkanları bile bunu moda haline getirmediler anladığım kadarıyla. Zaten İngiliz ve Fransızlar için düşünülemezdi. Britanya’da hanedan üniforma dahil olmadık kılıklara bürünebilir ve bu, aristokratik başka özellikleri için olduğu gibi tanrı vergisi sayılır. Bu zırzopluk aristokrata vergidir. 

Fransa’da topa koyarlar öyle militarist saçmalığı. Burjuva politikacısı militarist olacaktır elbette. Ama asker kökenli eski politikacı kuşaklarıyla birlikte bu konuda görüntü-öz birliği de bitmiştir.

Almanların elini yakar üniforma. Hitler’in görüntüsünün zihinlerde flulaşması gerekiyor önce. Bu mümkün olsa Merkel’e yakışırdı doğrusu.

Bizim tarafı karıştırmazdım, ama aklınıza gelmiş olabilir. Castro kardeşler başta olmak üzere sosyalist ülkelerin veya anti-emperyalist rejimlerin liderleri üniformalarıyla halk içine çıktıklarında, çağrışım direniş olmuştur. Yani konumuzla alakası yok.

Amerikan başkanlarının uçak merdivenlerinde el sallarken çekilmiş çok resmi olur. Muzip gazeteciler başkanın insansız bir tarafa el salladığını birçok kez afişe etti. Sanırsın ki, millet başkanı uzaktan gelen bir akraba veya dost sıcaklığıyla karşılayıp uğurluyor. “Ne de çok seviliyor!” Amerikalılar öyle sanıyordur…

Peki Erdoğan’ın merdivende falan değil uçağın içinden poz vermesi nedir?

Aşağıda mutluluktan coşanların o eli ayırt etmek için kullandıkları dürbün ne markadır? 

Bu uçan aracı havada asılı tutan bir teknoloji mi kullanılmıştır? 

İşin tuhaf tarafı, gidilen yer bir sınır karakoludur. Oğulpınar’da bir medya şovu yapıldığı anlaşılmaktadır... 

Hey, kim var aşağıda!

Bir de, resme dikkatli bakıldığında aşağıda bir pankart ayırt edilmektedir. Cumhurbaşkanı kendi suretine mi el sallamaktadır?

Amerikalıların, dünya halklarının, başkanı bağırlarına bastığına inanması mümkündür. Peki bizim malum memleket yarısı?

İşin esası, Erdoğan memleketin yarısını Türkiye’nin emperyalist bir ülke olduğuna inandırma çabasındadır. Vasat altı bir akıl, tamamen yitirilmiş bir vicdan, -Hülya hanıma plaj ihalesiyse- bana ne düşer çıkarcılığı gibi özelliklere iki ideoloji eşlik etmelidir. Birincisi dinsel taassup, diğeri saldırgan şovenizm. 

Bu insanlar inanırlar veya inanmış gibi yaparlar. En iyi bildikleri budur. Körü körüne inanacak kadar aydınlanma öncesine aittirler. Onları inandırmaya çalışanın, inanmış görünmelerinden tatmin duyacağını hissederler. İşleri birbirlerini aldatmaktır.
Yalnızca el sallarken, milli sanatçı pohpohlarken değil, işsizlik veya milli gelir verilerini açıklarken, milli uçak, silah veya otomobilden söz ederken de aslolan, birbirini aldatmak, aldatılmış görünmektir. 

Bush’un veya Hitler’in durumu bu değildi. Bunların ve aynı ligde oynayan başkalarının sahip olduğu iktidar mutlaktı. Tayyip bey güçsüz değildir tabii ki. Ama gücünün çok büyük kısmı ittire kaktıra yan yana getirilmiş, bin bir dengeye tutturulmuş ve üstü şişirilmiştir.

Emperyalistliğin altyapısı sağlam, üstyapısı buna uyumlu olmalıdır. 21. yüzyıl Türk emperyalizminin altı kaval üstü şişhanedir. Sanatkârlar grubu böyle de olur diyecektir, el etek öperken. Milletin yarısı başını sallayacak, içlerinden küçük bir kısmı yeni moda zikir dansına koşacaktır. 

Reis bizim diğer yarıyla başa çıkamayacağını anlamış, kovmakta karar kılmıştır. 
Bütün bu pespayeliğe ve bizi kovmaya kalkanlara güleriz. Ama gülüp geçemeyiz. Dünyamız işte bu pespayeliği yaşamakta ve alem buysa AKP Türkiyesi emperyalist olmaya doğru ilerlemektedir. 

Gülüp geçemeyiz. Korkup kaçmayız. Bu pespayeliği silip atmanın yolunu ararız. 

Buluruz.

AYDEMİR GÜLER / SOL

Ancak komünistlerin yüreği, vicdanı sızlar - MUSTAFA K. ERDEMOL

İsrailli komünistler işgale de siyonizme de karşı çıkıyorlar. İKP hem İsrail’in hem Hamas’ın hedefinde.

İsrail, işgal ettiği Filistin topraklarında Filistinlilerin topraklarına el konulmasının 42. yılında düzenledikleri ‘Büyük Dönüş Yürüyüşü’nü kana buladı biliyorsunuz. İsrail askerlerinin saldırısında 18 Filistinli yhaşamını yitirirken çok sayıda Filsitinli de yaralandı.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile Savunma Bakanı Avigdor Liberman, katliamı gerçekleştiren İsrail askerlerine övgüler yağdırdılar, hepsinin madalyayı hak ettiğini bile söylediler. Kuşkusuz büyük bir vicdansızlıktı bu. İsrail’in büyük Yahudi ahlakçılığına ters düşen bu tutumu yeni değil tabii. Uzun zamandır Filistinlilere karşı artık “terör”ü bir devlet politikası olarak uyguluyor. Buna karşı çıkan kendi yurttaşlarına pek insafsızca davranıyor. İsrail’de devletin “terör yöntemlerine” karşı çıkan, eleştiren aydınların, gazetecilerin, akademisyenlerin işi pek kolay değil. Ama asıl büyük zorluğu komünistler çekiyor. Son katliamda da seslerini çıkartanlar, parlamentodaki merkez sol partiyi de sayalım tabii, onlar oldu.

İsrail Komünist Partisi (MAKİ), İsrail devletinin Filistinlilere karşı tutumuna karşıtlığını her fırsatta dile getiren bir parti. Bir komünist partiden beklenen de bu. İsrail Komünist Partisi (MAKİ) Sözcüsü Efraim Benayun yakın bir tarihte, ABD Başkanı Donald Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak kabul etmesi üzerine başlayan krizi BirGün’den Pınar Yüksek ile Mustafa Mert Bildircin’e yorumlarken, “Kudüs tek kimlikli değildir, ortak değerdir” demişti. Benayun Trump’ın karaı için “Bu, ABD yönetimi, İsrail hükümeti ve bazı gerici Arap rejimlerinin ortak kararıdır” diye konuşmuştu.

Bir komünist ancak bu kadar herşeyi göze alarak konuşabilir. Benayun’un yaptığı buydu. Ülkesinin neredeyse tüm bireyleri için “milli dava” olmuş bir konuda, ona tamamen ters düşen bir tutum almıştı. Dahası da var. Anımsatayım, o konuşmada şunları söylemişti Benayun: “ABD, İsrail ve Filistin arasında yıllardan beri süregelen çıkmaz için bir çözüm değil, bu çıkmazın bir parçasıdır. Trump’ın açıklaması, emperyalizmin, Siyonizm’in ve Arap rejimlerinin bölge için yaptıkları tehlikeli planların pratiğinden başka bir şey değildir. Netanyahu da bu durumu kendisi hakkında devam eden yolsuzluk soruşturmalarından uzaklaşmak için kullanmaktadır.”

Benayun, komünistlerin ne yapması gerektiğini de söylüyordu: “Dünya çapında protesto seslerini yükseltmeli, liderlerin suratlarına haykırmalıyız: ‘Katilsiniz!” Bir komünist olarak Filistin sorununun çözümü için önerisi de şuydu: “Başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız bir Filistin devleti kurulması gerekiyor”.

Bunlar İsrail gibi bir “polis devleti”nde dile getirilmesi kolay olmayan düşünceler. Komünistler bunu, her türlü zorluğu göze alarak yapıyorlar. Bu son katliamla birlikte onları bir kez daha hatırlamanın zamanı. Çünkü İsrail, Netanyahulardan, Libermanlardan ibaret bir ülke değil.

İsrail Komünist Partisi 1920’lere kadar giden bir tarihe sahip. İngiliz sömürgeciliğine karşı mücadele koşullarında doğan, Siyonizm’e karşı da mücadele eden Filistin Komünist Partisi’nin içinde bir hücre aslında. 1948 yılında İsrail kurulunca İsrail Komünist Partisi’ne (MAKİ) dönüşüyor.

100 yıllık parti
İsrail Komünist Partisi yani MAKİ’nin de ilk adı Rakah idi, Reshima Komunistit Hadasha’nın kısaltılmışıdır bu isim, Türkçe’de Yeni Komünist Liste anlamına geliyor. Rakah 1 Eylül 1965 günü Maki’de yaşanan ayrışmayla ortaya çıktı. MAKİ, çoğunluğu Yahudi asıllı olan, Moshe Sneh liderliğindeki grup ile çoğunluğu Araplardan oluşan anti-siyonist grup arasındaki anlaşmazlıktan ötürü bölününce, Arapların çoğunluğunu oluşturduğu grup Emile Habibi, Tawfik Toubi, Meir Vilner önderliğinde MAKİ’den ayrılarak Rakah’ı kuracak, Sovyetler Birliği tarafından da “resmi” Komünist Partisi olarak tanınacaktır. 1965 yılındaki seçimlerde Rakah 3 vekillik kazanmıştır. Rakah’ın siyonizme karşı politika gütmüştür, 6 Gün Savaşı’na da karşı çıkmıştır. 1989 yılında Rakah üyeleri partinin ismini tekrar Maki olarak değiştirdiler.

Devletin hoşuna gitmeyen her şeyi yaptı
İsrail Komünist Partisi (MAKİ) arda İsrail’de ülke dış politikasının askerileştirmesine karşı çıktı. Filistin ile Lübnan halkına karşı yapılan askeri saldırılara itiraz etti, bu saldırıları kınayan gösteriler düzenledi. Mavi Marmara’ya yapılan İsrail operasyonunu, Suriye’ye yapılan hava saldırılarını sürekli kınadı, karşı çıktı. İsrail’de çok güçlü bir barış hareketi var. Bunun bir örneği İsrail Komünist Partisi’nin bu politikasına verilen halk desteğidir. Şubat 2009’da yapılan seçimlerde 112 bin oy alan MAKİ 120 üyelik Knesset (İsrail Parlamentos) 4 sandalye kazandı.

İki devletli çözümden yana bir parti MAKİ. Yukarıda da belirttim, başkenti Doğu Kudüs olan bir Filistin devleti kurulmasını savunuyor. İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesini, 1967 öncesi sınırlara dönülmesini sürekli dile getiriyor. Sadece bu değil. İsrail’de yaşayan İsrail vatandaşı Araplara yönelik ayrımcı politikalara da karşı kararlı bir mücadele yürütüyor İsrailli komünistler. İsrail vatandaşlığının Musevilik üzerinden tanımlanmasına da karşılar. Araplar ile Yahudilerin eşit olduğunu parti politikaları yapmış durumdalar. Sonuna kadar laikler. İsrail’in nükleer silahların önlenmesi anlaşmalarına da dahil olmasını savunuyorlar.

Filistinliler de İsrail Komünist Partisi’nin ilgi alanına giriyor elbette. Hamas’ın Filistinliler üzerindeki gericileştirme politikalarının da karşısında bu nedenle. Bu yüzden hem İsrail devletinin hem de Hamas gericiliğinin hedefi durumunda.

Başta BM olmak üzere hiçbir uluslararası kurumun hukukunu tanımayan İsrail devletinin işgal ettiği topraklarda katliamlar yapabileceği konusunda kimsenin kuşkusu yok. İsrail bu politikasıyla kendisi gibi şiddet yanlısı olanları harekete geçirebilir ancak. O nedenle İsrail’de komünistlerin mücadelesi her zamankinden daha büyük bir önem taşıyor.


Barışçıl bir gösteride tam 18 silahsız göstericiyi öldürmenin uluslararası alanda yaratacağı olumsuz etki İsrail’in umurunda değil. Oysa uluslararası ilişkilerde de geçen İmaj Teorisi dediğimiz olguyu yaşama en başarılı biçimde uygulayan, bu teori üzerinde Soykırım, antisemitizm gibi olguları kurarak sempati kazanmaya çalışan, bunda kısmen de olsa, başarılı olan bir devlettir İsrail. Ancak artık bir imaj kaygısı gütmediği görülüyor. Çünkü Ortadoğu’da ABD ile birlikte zaman zaman aksayan ortaklıkları gerici Arap rejimlerinin de katkısıyla daha sıkı bir işbirliğine dönüşmüş durumda. Bu işbirliği hiçbir hukuku tanımaya da niyetli görünmemekte.

Ne İslamcının, ne fanatik Musevinin, sadece komünistin vicdanı sızlar. Filistin ve İsrailli komünistler. Siz çözeceksiniz bu işi.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Kosova’yı paketlemek - L. DOĞAN TILIÇ

Gizli örgütler dünyanın her yerinde gizli operasyonlar yaparlar. Sorun, o operasyonların resmi yetkililerce açık edilip sahiplenilme biçimiyle başlar!
Kosova epeyce acılı bir coğrafya olan ve adı “parçalanma” ile özdeşleşmiş  Balkanlar’ın en acılı bölgelerinden biridir. Kosova’nın çatışma potansiyeli, henüz Yugoslavya iç savaşı patlamadan, bir akademik dergide bir makalenin yol açtığı krizle ile tanışmıştım. Makalenin Kosovalı Arnavut yazarı, İngilizce metinde Kosova’yı sonunda “a” ile yazıyor; Sırplar da Kosova’nın İngilizce sonunda “o” ile Kosovo olarak yazıldığını söyleyip itiraz ediyorlardı.

Kosova: Milliyetçiliğin Pençesindeki Kartal kitabımda “a” ile “o”nun o çatışmasının Kosova’daki savaşın ayak sesleri olduğunu yazmıştım.
Yugoslavya’nın dağılma sürecinde 1991’de Kosova’da şiddet olayları patlak verdi, 1996’da Kosova Kurtuluş Ordusu’nun (UÇK) saldırıları başladı, 1998-99 yılları Arnavutlar ve Sırplar arasında şiddetli çatışmalara sahne oldu. Nihayet, 10 Haziran 1999’da, 77 gün süren NATO’nun hava operasyonları sonrası Sırplar çekilmeyi kabul etti ve kriz değilse bile çatışmalar sona erdi.
O sürecin Kosova tarafındaki baş aktörü, sicilinde savaş suçu iddiaları ve başka karanlık noktalar da olan UÇK’ydi.

1999’dan 2008’e kadar geçen süreç Kosova’nın bağımsızlığa yürüyüşüyle tanımlanabilir. Nihayet 17 Şubat 2008’de tek taraflı olarak Sırbistan’dan bağımsızlık ilan edildi ve Türkiye de Kosova’nın bağımsızlığını tanıyan ilk ülkelerden oldu.

Şimdi KosovaBM’nin 193 üyesinden 114’ünün tanıdığı bağımsız bir devlet! Seçimler yapılıyor, siyasi partiler yarışıyor, kazananlar hükümet kuruyor.
KosovaArnavutluk gölgesinde bir “tırnak içinde bağımsızlığa” mesafeli oldu ve son zamanlarda gözünü artan oranda AB’ye dikti.

Bugün Kosova siyasetinde etkili olanların çoğunun bir UÇK geçmişi var.
Geçen gün Erdoğan’ın bir “bağımsız” ülkenin başbakanına kolay kolay söylenemeyecek sözlerle “Ey” çektiği Başbakan Ramush Haradinaj UÇK’nin askeri liderlerindendi. 2004-2005 yıllarında da kısa süre başbakanlık yapan 
Haradinaj9 Eylül 2017’de, kökü UÇK’ye giden partilerin koalisyonuyla yeniden başbakan olduğunda hedefini yolsuzluklarla mücadele ve   AB  perspektifinde kararlılık olarak açıklamıştı.

O kararlılık, onun Sırbistan’a yaklaşımında da kendisini gösteriyor. “Biz Kosova ile Sırbistan arasında nihai bir çözümün gerekli olduğuna karar verdik ve ne zaman olacağından bahsetmeden böyle bir çözümü memnuniyetle karşılıyoruz” sözleri de bunun kanıtı.

Erdoğan’ın “Ey çektiği” Haradinaj gibi övgüyle andığı Kosova Cumhurbaşkanı Haşim Taci  de  UÇK  kökenlidir.  Haradinaj komutan, Taci siyasi liderdi.

Taci “FETÖ üyesi” olduğu gerekçesi ile “yasa dışı” ilan edilen 6 Türk  vatandaşının “sınır dışı” edilişini onaylarken, Haradinaj şiddetle karşı çıktı ve dahli olan İçişleri ve İstihbarat bakanlarını görevden aldı.

Olayın, “bağımsız” Kosova’da, medyası, siyasal partileri, liderleri ve tüm kurumları ile şiddetli bir tartışmaya neden olması kaçınılmazdı. Her “bağımsız” ülkede olağan olan, bir şekilde “yasa dışı” duruma düşmüş yabancı vatandaşlar varsa, onlar hakkında mahkemelerin karar verip idarenin gereğini yapmasıydı.

Türkiye, bu “gizli örgüt operasyonu”na açıktan ve cumhurbaşkanı düzeyinde dahil olmasa, belki tartışma bir süre devam eder ve sönümlenirdi.
Olup biten “6 FETÖ’cüyü paketleyip Türkiye’ye getirmek” olarak tanımlanınca, bu bağımsızlığını ilk tanıdığınız bir ülkenin bağımsızlığını “paketlemek” olarak algılandı.

Yetmedi, bir “bağımsız” ülkenin başbakanını, kendi bakanlarını görevden aldığı için, sanki oranın valisiymişçesine “Ey Kosova’nın Başbakanı, kimin talimatıyla sen böyle bir adım attın?” diye sorguladık.

O Başbakan’ın da kendi bakanlarına sorduğu da buydu zaten: “Benim haberim yok, siz kimin talimatıyla bu işi yaptınız?

Ortadoğu’da, Orta Asya’da ve Balkanlar’da Türkiye’ye derin dostluk bağlarıyla bağlı ülkeler var. Bu bağlara en fazla zarar verenin; onlara bir “vasi”, “patron” tavrıyla yaklaşmak olduğuna defalarca tanık oldum!

L. DOĞAN TILIÇ  / BİRGÜN

Medya da tamam, sıradaki? - OĞUZ OYAN

İktidar partisi bütün koşulları lehine dönüştürerek ilerlemek istiyor. Bu, kendine güvenden kaynaklanmıyor. Tam tersine: Korkularını besleyen yeni bir 7 Haziran kâbusundan kurtulamamaktan kaynaklanıyor. Kâbus ise, "ya zafer ya yokoluş" ikilemine sıkışmışlıktan ileri geliyor. Söz konusu olan sıradan bir sistem partisi değil; rejim yıkıcı-rejim kurucu olma iddiasındaki bir parti. Dolayısıyla demokratik bir parlamenter sisteme içkin bir siyasal devir-teslim (alternance/alternation) olgusuna tamamen yabancı. Bunu belediyelerde bile zor kabulleniyor.


Medyadaki cılız eleştirilerin veya görece nesnel haberlerin bile susturulmasına ihtiyaç duyması bu yüzden. Oluşturmaya giriştiği dinci toplum projesinin, otokratik bir yönetim sistemi olmaksızın, bunun için askeriyeyi biat ettirmeksizin gerçekleşme olanağı yok. Bu nedenle, bunun meşruiyetini sürekli üretmesi gerekiyor: İçerde başarısız darbe girişimi bahanesi, içerde ve dışarda "terörizme karşı savaş" gerekçesi, gerekirse de "iç savaş"...  Ancak herşeye rağmen bunlardan gerçekleşen ilk ikisinin toplum gözünde siyasi aşınmanın çaresini oluşturamadığı görülüyor. Öyle görülüyor olmasa işi bu kadar sıkı tutma gereği duyulmazdı.

Aslına bakılırsa, seçim kurullarının ve YSK'nın teslim alınması, seçim sistemine dönük bütün demokrasi-dışı önlemler, ilk aşamaydı. Sandık kurullarının yeni yapısı, özellikle sandık başkanlarının iktidarın memurlarına dönüştürülmesi, aynı binada/sitede oturanların aynı sandıklarda oy kullanmasının engellenmesi, böylece milyonlarca gönüllü denetçiyi temsil eden seçmen kitlesinin ayrıştırılması, daha önceden parmak boyasının kaldırılmasının bir uzantısı olarak mühürsüz oy pusulalarının hukuken geçerli sayılması, güvenlik güçlerinin oy kullanma mahallerine herhangi birinin talebi üzerine girebilecek olmaları, sandık birleştirmelerinin idari kararlara bırakılması gibi düzenlemeler, seçimleri iktidar adına garanti etmenin düzenekleri olarak sahneye sürüldü. (AGİTPA üyesi olarak Sovyetler Birliği'nin dağılması üzerine kurulmuş birçok ülkede 2007-2011 döneminde seçim denetmenliği yaptım: Gürcistan'da, Ukrayna'da (2 kez), Moldova'da, Makedonya'da, Belarus'ta... Seçimlerin demokratik örgütlenmesi genelde oldukça iyiydi. Bunlardan sadece birinde, Belarus'ta, tek bir nedenle seçimler şaibeli olmuştu; o tek neden de, sandık başkanlarının iktidarın doğrudan temsilcisi olmalarından ve verilen talimatları uygulamalarından ibaretti; şimdi Türkiye'de bunun çok daha fazlası örgütlenmiş durumda).

Medyanın teslim alınması aşaması ise 2003'ten beri süren bir süreç. Şimdilik son halkası Doğan grubuydu. Ama medya ile yetinilemezdi kuşkusuz. İzleyen aşama, seçimlerdeki siyasi rakiplerin elenmesiydi. Dokunulmazlıkların kaldırılması bunun için kaldıraç görevi gördü, HDP'lilerin cezaevlerine atılmasıyla sonuçlandı. Sırada, MHP'den kopanların kurduğu İYİ Parti'nin olması kaçınılmazdı.

Bu nedenle İYİ Parti'nin seçime girmesinin engellenmesi, bunun için gerekirse hukuk dışı yolların da kullanılması şart görülüyor. İYİ Parti'nin olağanüstü kongresinin Halk Tv ve TELE 1 dışında görsel medyanın canlı yayınlarında yer bulmaması da bu nedenle. Burada medyanın bütünüyle iktidar yandaşı yapılmasının etkileri açıkça görülüyor. Birşey daha: İYİ Parti kurulmamış olsaydı, yani milliyetçi sağ ikiye bölünmemiş ve muhalefeti seçen kolu iktidar partisi seçmenine hitap etmeye yönelmemiş olsaydı, 2019'un siyasi dengeleri şimdiden iktidar lehine oluşmuş ve seçim sonuçları adeta peşinen ilan edilmiş olacaktı. Dolayısıyla şimdiye kadar İYİ Parti'nin 2019 gündeminden çıkartılabilmesi için uygulanan engelleme biçimleri, bundan sonra denenecekler yanında hafif  bile kalabilir.

***

Peki, Doğan Medya grubu bu kadar kritik miydi, zaten büyük ölçüde iktidara biat etmemiş miydi denilebilir. İktidar gözlüğünden bakarsanız, tam kendisinden olmayan her medya birimi, her toplumsal güç unsuru (parti, demokratik kitle örgütü, dernek, vakıf, platform, vb.) potansiyel bir tehdittir. Aslına bakarsanız, uzun erimde buna NTV de girecektir, İslamist olmayan diğer medya birimleri de, İslamist olup da iktidardan yana olmayanlar da, şimdi Doğan Medya grubunu teslim alanlar da...

Doğan Medya'nın satılmasını önemsiz görmüyor olsanız da, büyük sermayenin medya sahipliği aracılığıyla bir demokrasi, bir özgür medya mücadelesi içinde olabileceği gibi safiyane bir düşünce ile aranıza mutlaka açık bir mesafe koymalısınız. Başka ticari faaliyetleri yanında bir de medya sahipliğini kullanan büyük sermayenin böyle bir hedefi hiç olmadı. İktidarın gücünün dengelenebildiği siyasi ortamlarda, özellikle koalisyon dönemlerinde, medya gücünü kullanabilen sermayedar kullanamayana göre birkaç adım önde oluyordu. Bu nedenle 1990'larda en heves edilen işlerin başında geldi medya sahipliği. Buna dinci medya da eklendi.

AKP, 2007'ye kadarki ilk döneminde, hiçbir iktidara nasip olmayacak yaygınlıkta bir medya desteği gördü. Sermaye medyası ile tam bir al gülüm-ver gülüm ilişkisi içindeydi. Doğan Medya Grubu iktidarın tam gövde arkasındaydı. Böylece işlerini büyütmenin yollarını buluyordu. Eşyanın tabiatı/sermayenin doğası gereği, bir talana dönüşmüş olan özelleştirmelerin katıksız savunucusu ve faydalanıcısıydı. Eylül 2005'te TMSF eliyle satılan Star TV'yi alırken medyada tekel konumuna yükselmesi, iktidarın hoşgörüsüyle gerçekleşiyordu. Tekel'in özelleştirilmesi sürecindeki bir düzenlemenin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından çok sağlam gerekçelerle veto edilmesi, Milliyet'te manşetten, Hürriyet'te de genel yayın yönetmeni Özkök'ün köşesinden, '"Ve Sezer tüy dikti" veciz (!) ifadeleriyle acımasızca saldırıya uğruyordu. Liberallerin toplandığı Doğan'ın Radikal Gazetesi'nin AKP'nin yükselişinde oynadığı ideolojik rolü de azımsamamak gerekir. Buradan yapılan salvo atışlarının hedefinde iktidardan çok muhalefet (özellikle CHP ve Kemalizm) bulunmaktaydı.

Evet 2007 sonrasında -çıkar ilişkileri nedeniyle- aralar açılmıştı. Bu süreçte  Aydın Doğan anamuhalefetin yönetimini dizayn etmeye daha fazla öncelik vermeye başlamıştı. Bu geri çekilmeye rağmen izleyen süreçte astronomik vergi cezalarının gelişini önleyemedi ve bu defa iktidara biat edişi güzellikle değil vergi sopasıyla sağlanmış oldu. Son yıllarda artık yelkenler iyice suya indirilmişti. Ama, tekrar başa dönersek, bu kadarı da yeterli olamazdı. Bu nedenle de Aydın Doğan'ın medya sektöründen çekilmesi gene de yeni bir sayfanın açılması anlamındadır: Azgın liberalliğin yerini liberalizmi de içeren başka bir azgınlık almaktadır ve bu, medyamıza, onu yekpare hale getiren yeni bir veçhe kazandırmaktadır.

***

Geçen hafta burada Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek'in bir konuşmasından bölümler aktarmıştık. Şimşek, aslında dünyadaki ekonomik bozulmaya dikkati çekerken konuyu Türkiye'deki mali kırılganlığa da getiriyordu. Ama zamanlaması pek yanlış olmuştu. Göklere çıkarılacak bir şişirilmiş büyüme oranının açıklanmasından bir gün önce bu pozisyonu alması, Reis'e göre, ayağına kurşun sıkmaktan farksızdı.  "İnanmıyorsan, biz bu işe inananlarla yolumuza devam ederiz" diyor ve Pendik İlçe Kongresi'nde bakanını yuhalatabiliyordu. (Gerçi tıpkı faizleri indirmedeki iktidarsızlığı gibi, uluslararası finans kapitalin kabinedeki son temsilcisi olan Bakanını da yıllardır azledemiyordu).

Bizim varmak istediğimiz yer başka: Medyanın neredeyse tamamına el koyan, yargıyı arka bahçesi yapan bir iktidarın, Hükümetin emrindeki kurumların yöneticilerine istediğini yaptırması zor mudur? Ya da başka türlü davranabilir mi? Bakanını azarlayan ve yuhalanmasına neden olan bir zihniyet, doğrudan emrindeki TÜİK'i boş bırakabilir mi? Korkut Boratav Hoca'nın geçen Cuma günü Sol Portal'daki yazısındaki uyarıları yeterince açıktır.

TÜİK'in tutarsız verileri bugün bağımsız iktisatçıların işlerini zorlaştırıyor olabilir, ama yakın bir zamanda TÜİK'in kendi ayağının da bu tutarsız verilere dolanacağından ve bir istatistik kurumu için en kötü sıfatı, 'güvenilmez' sıfatını boynuna takacağından kaygı duyarız.

Oğuz Oyan / SOL

Körler ülkesinde şair uğurlaması - ORHAN GÖKDEMİR

Körler… Tablonun yaygın bilinen adı bu. “Körün Kıssası” ya da “Körlerin Yürüyüşü”, Hollandalı veya rivayete göre Belçikalı ressam Pieter Brueghel tarafından 1568'de yaratılmış. Brueghel, Avrupa’da süren acımasız din savaşlarının ortasında yapmış bütün resimlerini. Ortaçağın cilalayıp azizleştirdiği insanı azizlik mertebesinden indirmiş ve halelerini silerek birer köylü suretinde yeniden yaratmış.

Onun için “Köylü”ye çıkmış adı. Gerçekten köylü mü, bilinmez ama tarihin dehlizlerinden süzülüp gelen bir devrimci olduğunda kuşku yok. "Para Çantalarıyla Kasaların Savaşı" adlı resminin altına şunları yazmış;
"Sakın bırakmayın altın dolu küplerinizi sandıklarınızı, kumbaralarınızı... Altınlarınız ve servetiniz için sıklaştırın safları…" İşte din savaşlarının aslında birer “para” savaşı olduğunun en eski kanıtlarından biri daha.

Brueghel 1569 yılında öldü. Körler’i ölümünden bir yıl önce tamamladı. Tablonun ilham kaynağı, İncil'de yer alan Farisiler hakkındaki bir sözdü. İsa, Matta İncilinde Farisiler hakkında şöyle diyordu: "Bırakın onları; onlar, körlerin kör kılavuzlarıdır. Eğer kör köre kılavuzluk ederse, her ikisi de çukura düşer."

Farisiler Hıristiyanlığın ilk yıllarında hüküm sürmüş yaygın Yahudi tarikatlarından biri. Tarikatın üyeleri teoloji konusunda donanımlıydı, çoğu kutsal kitabı ezbere biliyordu. Fakat bu bağnaz tarikat, din ile çıkar arasındaki mesafeyi de oldukça kısaltmıştı. Hırslarına tanık olan İsa, Farisileri şu sözlerle azarlamıştı: “Kutsal yazıları araştırıyorsunuz. Çünkü bunlarla sonsuz yaşama sahip olacağınızı sanıyorsunuz.” Çıkarcı Farisiler toplumsal anlamda kör olmuşlardı ve çıkarcı öbür körlerin kılavuzluğuna soyunmuşlardı.

Böyledir; dinin en yaygın olduğu zamanlar, ahlaki düşkünlüğün doruğa çıktığı zamanlardır. Ölçüsüz dindarlık ve ahlaki düşkünlük körleştirir. Her şey koca bir çukura dönüşür. İnsanlığın çukurudur bu…

Körler’in ressamı Brueghel, işte o insanlık çukurunu resmetmekteydi. Şöyledir manzara… Birbirlerinin sopalarına ve omuzlarına tutunan kör keşişler yürüyor. Körlerden ilki bir çukura düşmüş ve düştüğünün farkında. Ardındaki ikinci kör, önde giden kör düştüğü için dengesini yitirmiş, çukurdaki körün üzerine kapaklanmak üzere. Üçüncü kör, bir şeylerin ters gittiğinin farkında ama ters gidenin ne olduğunu henüz algılayamamış. Gerideki üç kör ise birkaç adım sonra başlarına geleceklerden habersiz, çaresiz öndekileri izlemekte... Fonda görünen köyde bu altı körün dışında hiç kimse görünmemekte. Ortalıkta bir kilise… Belli ki körler düşerken köy halkı pazar ayininde. Belki de hepsi, körlerin çukura yuvarlanmakta olduğu tam o anda İsa’nın Farisiler hakkında söylediklerini dinlemekte. Kiliseden çıktıklarında onlar da birbirlerine tutunarak çukura doğru ilerleyecekler...
“Körler Düşerken” yıllar önce yayınlanmış bir kitabımın adıdır aynı zamanda ve esinini Brueghel’in Körler’inden almıştır…

***

Hollanda’nın kıyısında bir yerde doğmuştu Brueghel. Hollanda, kapitalizmin ortaya çıktığı ilk ülkedir. Brueghel çizmeye durduğunda Hollanda gemileri çoktan beri denizaşırı sömürge seferlerindeydi. Hâlbuki her şey hâlâ derinlemesine dinsel görünmektedir. Çünkü insan, inançları ve idealleri ile birlikte çökmüştür ve bir çıkış yolu da gözükmemektedir. Yani, uçuruma doğru giden o üç beş kör, tüm insanlığın aldığı tarihsel yolu simgelemektedir. Körseniz çukura yuvarlanmanız kaçınılmazdır…

Belki de trajedi insanlığın her defasında kendi karanlık mağarasını yaratıp kör olmayı seçmesi ve kendini her defasında çukurun başında bulmasındadır. Görmek istemeyenin göze ihtiyacı yoktur. Sözümüz, görmek istemeyen körleredir.

O yüzden gülünçtür ilk bakışta körler ama yüzlerine dikkatle baktığınız zaman görüp görebileceğiniz tüyler ürpertici dramlardır sadece. Brueghel’in devrimci görüşüdür bu, onun tablolarında güzel prensler yerine ablak yüzlü köylüler vardır; melekler yerine dilenciler, kahramanlar yerine körler, sakatlar vardır. Sanki Türkiye’nin son on beş yılını resmetmektedir Brueghel. Kendi karanlık mağarasında kör olmayı seçmişler ülkesidir resmedilen.

***

“Gökyüzü ayaklarımın ucundan başlıyor.
Köpeklerin bakışlarında birer keman tadı.
Avcılar ve kuşlar avdan dönüyor.
Zaten her yanda hüzün görülür
Uzakta çocuklar kayıyorsa,
Kızaklar tahtadan yapılmışsa,
Kar dinmişse, avdan dönüyorsa avcılar,
İnsan anlamışsa ansızın, başladığını
Gökyüzünün, ayaklarının ucunda.

Kuş tüyleriyle kaplıdır burunları
Birer sirk emeklisine benzeyen avcıların;
Soluk alır, tüy verirler yorulunca,
Yürekleri birleşir, geniş bir av ülkesi olur,
İçinde tazılar yaban ördeklerini,
Çantalı okullular kar tanelerini avlar.
Norveç'in nüfusunu bilir de okullular
Karın nüfusunu bilmezler nedense.
Zaten her zaman hüzün bulunur biraz.
Norveç'ten söz açan şiirlerde.

Gökyüzü ayaklarımın ucundan başlıyor.
Ağzımın kemiğinde dağınık bir şiir tadı.
Gürgenler ve kayınlar avdan dönüyor.
Sırtsız atmacalar çizerdim şimdi
Bir kayığın yelkeni geçseydi elime;
Unutmazdım, yelkenin bir köşesine
Tabut başlı bir avcı yerleştirirdim.
İçime çektiğim hava değil, gökyüzüdür.”

Ülkü Tamer, Bruegel'in bir resmine bakarak yazar bunları. “Gökyüzü ayaklarımın ucundan başlıyor, ağzımın kemiğinde dağınık bir şiir tadı…”
Bu şiiri okuduğumdan beri ağzımın kemiğinde dağınık bir şiir tadı takılıp kaldı. Yaptığımız yapacağımız, yazdığımız yazacağımız ne varsa insanlar o uğursuz çukura düşmesin diye. İyi şair, iyi edebiyatçı, iyi sanatçı bu karanlık ve dehşet verici insanlık çukuruna dikkat çekendir, körlere dikkat edin “düşeceksiniz” diyendir.
“Bırakın onları; onlar, körlerin kör kılavuzlarıdır. Eğer kör köre kılavuzluk ederse, her ikisi de çukura düşer." Böyle diyor İsa Farisiler için. Fakat kendisi de kası zamanda bir çukur kazıcısına dönüşüyor. Uzun Ortaçağ diyoruz adına, kazıcısıdır.
Biz ise Ülkü Tamer gibi, insanlığın kara kışında avdan dönen avcılarımızı izliyoruz yine. Körler aynı körler, çukur aynı çukur. Bugünden geriye kalacak tek şey düşen körlerin suratındaki o insanlık dramlarıdır belki, kim bilebilir?

***

Sabahattin Ali’nin katledilişinin yıldönümüydü dün. Ona hazırlanırken kaybettik Ülkü Tamer’i. Bilen bilir, şairdir ama yoksul bir emekçidir ondan daha fazla. Bakmayın ölümünün ardından koparılan fırtınalara, yaşarken kapısını çalıp hatırını soran olmamıştır hiç. Sihirli sözcüklerin peşinden gitmiş, eyvallah etmemiştir paraya pula. Sözün sihrini ve anlamını yitirdiği çukura dönüşmüş bir körler ülkesinin şairidir. Ölümünü bırakın, yaşadığı bile meçhuldür.

“İçinde bir kaçakçı yaşar senin,
Kayıkla dolaşır göllerinde,
Beynine tabanca ve şiir satar,
O kaçakçının bakışını sakın unutma.”
Sessizce çekip gitti o mahzun bakışlı kaçakçı. Pırıl pırıl aydınlık dizeler kaldı geride. Diyor ki özetle: Eyy körler, düşüyorsunuz!

Orhan Gökdemir / SOL

Silah yalnızca bir "tık" uzağımızda! - Fatma ÇELİK

Bugün, öncelikle bir kaç ismi anacağım... Eminim ki, bazılarını anımsayacak, bazılarını anımsamayacaksınız... Oysa onlar haber olduğunda hepimiz tepki göstermiş, ailelerinin acılarına ortak olmuştuk.
Peki, sonra ne mi oldu?
Unuttuk...
Neye tepkili olduğumuzu da, bu sonun bizim için de bir ihtimal olduğunu da unuttuk...

Kimlerden mi bahsediyorum?
17 yaşındaki Helin Palandöken, internetten alınan pompalı tüfekle öldürüldü.
11 yaşındaki Güray Kaygusuz, 14 yaşındaki bir çocuğun düğünde havaya ateş açması sonucu yaşamını yitirdi.
2 yaşındaki Muhammet Emir Sezer, anne ve babasıyla parkta oynarken başına gelen kurşunla hayata daha başındayken veda etti.
8 yaşındaki Yağmur Yıldız, sokakta oynarken nereden geldiği bile anlaşılamayan kurşunla yaşamını yitirdi.
19 yaşındaki Göktuğ Diş, arkadaşları ile katıldığı düğünde havaya açılan kurşunun kurbanı oldu.
12 yaşındaki Zehra Gül, komşu evin gelinini izlemek için çıktığı evinin damında, bir kurşunla hayata veda etti.
Helin, Güray, Muhammet, Yağmur, Göktuğ, Zehra ve daha nice masum çocuk...
Yaşamının henüz başında hayallerine, umutlarına veda etti...
Hepsinin geleceği aynı şekilde çalındı...

Bireysel silahlanma!
13 Ekim'de Helin'in ölümünde gündeme gelip tekrardan unutulan konu bu. Her seferinde durum aynı... Acı bir haberle konuşulmaya başlanıp, sonra unutuluyor. Ancak başka bir cinayetle hatırlanıyor. Oysa bu sorunu alt edebilmek için mücadelemizi devamlı sürdürmemiz gerekiyor.
Çünkü hepimiz tehlike altındayız! Sorunun mağduru yalnız çocuklar değil.


Umut Vakfı açıkladı. Geçtiğimiz yıl yalnızca basına yansıyan 3 bin 494 silahlı olayın 2 bin 187'si ölümle sonuçlanmış!

Silahlı olaylarda 2016 ile kıyasladığımızda yüzde 28, son üç yılda ise yüzde 61 artış gözlenmiş.
Bireysel suçlarda silah kullanım oranı, yaklaşık yüzde 80.

Ki bunlar yalnızca basına yansıyanlarla çıkan oranlar. Gerçek sayılar hiç şüphesiz çok daha yüksektir.

Peki, bu sayıları azaltmak için ne yapılıyor?
Ne yazık ki, bireysel silahlanmaya karşı başlatılan onca kampanyaya rağmen, bunu önleyici hiçbir çalışma yapılmıyor.
Üstelik yayınlanan diziler adeta silah reklamı yapıyor! Geçtiğimiz günlerde bir reklamda "öpüşmek yasak, silahlar serbest" deniyordu. Televizyon sansürünün sığlığını, bu kadar güzel özetleyen başka bir cümle daha olamaz.
Öte yandan internette de silah reklamları mevcut ve bu mecra üzerinden silah alımı da artık çok kolay. İnternet üzerinden gömlek alır gibi, silah alınıyor.
Ruhsatsız silah taşımanın cezası ile ruhsat çıkarma bedeli arasında pek bir fark olmayınca, ceza elbette ki caydırıcı olmuyor. İnsanlar cezayı ödemeyi göze alıyor.
Demek ki, ilk yapılması gereken ceza miktarını artırmak! Para cezasına çevrilmesini engellemek...
Türkiye'de bulunan bireysel silah sayısı, yüzde 85'i ruhsatsız olmak üzere, 25 milyon olarak tahmin ediliyor.

Tehlike yalnız ruhsatsız silahlarda değil elbet. Ruhsatlı silaha ulaşımı da zorlaştırmak gerekiyor.
Çünkü silah sayısı arttıkça, cinayet sayısı da artıyor. Rus yazar Çehov'un "Duvarda asılı bir silah varsa sonunda mutlaka patlar" sözü, gerçek hayatta da doğruluğunu koruyor.

Üzerinde tarlası dahi bulunmayan kişi, av tezkeresi ile tüfek alıyor. Ne o? Olmayan tarlasına giren hayvanlara müdahale edecekmiş!

Yalnızca geçen yıl gerçekleşen kadın cinayetlerinin yüzde 80'i ateşli silahlarla gerçekleştirildi.
Belli ki mevcut yasalar sorunu çözmeye yetmiyor. Konu acilen değerlendirilip, çözmeye yönelik önlemler alınmalı. Ölüme davetiye çıkararak bu tehlike, toplumumuzdan acilen uzaklaştırılmalı.

***

Günün Sözü:
"Ortalıkta silah bulundurmak demek, başkalarının seni vurmasına davetiye çıkarmak demektir."
Harper Lee



Fatma Çelik / YENİÇAĞ

2 Nisan 2018 Pazartesi

New York’ta bir Suudi Prens - MELİH YEŞİLBAĞ

Sting “English man in New York” adlı ünlü şarkısında dostu Quentin Crisp’in New York şehrinde bir İngiliz olarak deneyimlediği yabancılaşmayı anlatır. Crisp’in kahve yerine sütlü çay tercihi yadırganır, her yere götürdüğü bastonu tuhaf karşılanır, aksanıyla dalga geçilir. ABD vatandaşı olmadığı halde ABD’de bulunma izni olanların statüsünü ifade eden “yasal yabancı” (legal alien) sözü Crisp’in ruh halini de yansıtmaktadır. Çok yakın bir kültürel dünyaya ait olsa ve aynı dili konuşsa da İngiliz, New York’ta bir yabancıdır.


Dünyanın bir ucundan ve çok farklı bir kültürel evrenden gelerek geleneksel kıyafetleriyle ABD’de arzı endam eden Suudi veliaht prensi Muhammed Bin Salman, namı diğer MBS ise pek yabancılık çekiyor gibi gözükmüyor. Ziyaretin hemen öncesinde CBS kanalına verdiği yüksek profilli bir röportajla gündemde yer eden MBS’nin basına “sızdırılan” programında yok yok. Prens, Başkan Donald Trump, Clintonlar, ABD dış politikasının mimarlarından Henry Kissinger, BM Genel Sekreteri Antonio Guterres gibi üst düzey siyasi figürlerin yanı sıra medya patronu Rupert Murdoch, Bill Gates, Tim Cook ve Elon Musk gibi teknoloji CEO’ları ve popüler talk show’cu Oprah Winfrey ile de görüşecek.
Trump’ın başkanlık koltuğuna oturduktan sonraki ilk dış gezisini Suudi Arabistan’a yapması ve ABD tarihinde bir rekora imza atarak 350 milyar dolar değerinde bir silah antlaşmasına imza atmış olması iki ülke arasındaki yakınlığın bir nişanesi. Nitekim MBS gezisine Suudi Arabistan’ın ABD’nin Arap dünyasındaki en eski ve köklü müttefiği olduğunu vurgulayarak başladı. Hatta daha da ileri giderek Suudi Arabistan’ın Vahabilik inancını komünizm tehdidine karşı ABD’nin yönlendirmesiyle yaydığını belirtme ihtiyacı duydu. 
      
MBS’nin seyahati çok iyi kurgulanmış ve bütün ayrıntıları hesaplanmış bir PR çalışması izlenimi veriyor. Taht yarışında olası rakiplerini ekarte etmiş ve yaşlı babasından fiili iktidarı devralmış olduğu bilinen 32 yaşındaki prens ABD gezisinde bir anlamıyla görücüye çıkıyor. Yenilikçi ve modern bir görüntü vermeye özen gösteren MBS böylelikle Suudi Arabistan’ın İslami terörizmin membaı olduğu yönündeki olumsuz imajı restore etmeyi umuyor. Bu nedenle, radikal İslam’dan kendisini net bir şekilde ayırmış ılımlı ve yenilikçi bir reformist portresi sunmaya çalışıyor. Kadınların otomobil kullanmasını yasaklayan düzenlemeyi kaldıran yasa değişikliğinin mimarı olduğunu sık sık yineleyen prens Suudi kadınının toplumsal ve iktisadi hayattaki rolünün güçlenmesini destekleyen açıklamalarıyla klasik bir Suudi kral olmayacağını vurguluyor. ABD gezisinin bir bölümünde bu yenilikçi imajın altını çizercesine geleneksel Suudi protokollerinin dışına çıkarak takım elbiseyle Starbucks’ta kahve pozu verdi. 

Suudi Arabistan’ı uluslararası alanda problemli hale getiren bir diğer unsur Yemen’de süre giden savaş. Yemen’de yönetimi el geçiren Hutiler, bu gelişmeyi bir tehdit olarak algılayan Suud rejimi tarafından sert bir askeri müdahaleyle karşılanmıştı. ABD’nin de desteğini alan Suud müdahalesi Yemen’de muazzaam boyutlu bir insani krize yol açmış, BM ve diğer bazı uluslararası kuruluşların yaşanan trajedide Suudların payını gündeme getirmesi rejimi bir miktar zora sokmuştu. MBS’nin gezi öncesinde ve sırasında verdiği demeçlerdeki süreğen temalardan bir tanesi de Yemen müdahalesini meşrulaştırma çabasıydı. MBS Suudileri müdahaleye zorlayan etmenin Yemen’deki Huti iktidarının Suudi Arabistan’ın sınır güvenliğini tehlikeye düşürecek hamlelerde bulunması olduğu tezini yineledi. Dahası, Huti yükselişinin İran yayılmacılığının bir ürünü olduğunu vurgulayarak Trump yönetiminin İran’a karşı alarmist tutumuna oynadı.

Aslına bakılırsa, İran konusu MBS’nin ziyaret kapsamındaki demeçlerinde belirgin bir ağırlık taşıyor. Suudi Arabistan’ın bir nükleer programa sahip olmadığını vurgulayan MBS İran nükleer sevdadan vazgeçmediği takdirde böyle bir yola girmekten de çekinmeyeceklerini ifade etti. Kısa bir süre önce İran’ın dini lideri Hamaney’i Hitler’e benzeterek İran politikasındaki saldırganlık düzeyini arttıran MBS, ABD röportajlarında İran’a karşı uluslararası bir yaptırım uygulanmadığı takdirde 10-15 yıl içerisinde İran’la savaşın kaçınılmaz olduğu yönünde tehditkar bir ifade kullandı. Buna karşılık İran Dışişleri sözcüsü Prens’i “hezeyan içerisinde toy biri” olarak niteleyen sert bir açıklama yaptı. MBS’nin ziyaretinin amaçlarından bir tanesinin ABD’yi İran’ın üzerindeki baskıyı arttırmaya teşvik etmek olduğunu söylemek mümkün. Trump’ın yeni göreve getirdiği Güvenlik Danışmanı Bolton’un da İran rejiminin kısa süre içerisinde devrilmesi gerektiğini açıkça savunacak kadar şahin bir tutum içerisinde olması Suud’ların bu konudaki zamanlamasının iyi olduğunu gösteriyor.  

Daha az öne çıksa da Suriye meselesi de MBS’nin ziyaretindeki önemli başlıklardan bir tanesini oluşturuyor. Aslına bakılırsa bölge basınında görüşmelerin perde arkasındaki ağır topunun Suriye olduğu yorumları yapılıyor. MBS’nin ziyaretinin önemli gerekçelerinden birisinin ABD’nin Suriye’de Suudlara daha etkin bir rol teklifinin görüşülmesi olduğu iddia edilirken, Trump’ın daha birkaç gün önce yaptığı beklenmedik “çok yakında Suriye’den ayrılacağız” açıklaması da kısmen bu stratejiyle ilişkilendiriliyor.    

MBS’nin vitrine koyduğu stratejilerinden bir tanesi de Suudi Arabistan’ın petrole bağımlılığını azaltmayı hedefleyen bir iktisadi çeşitlenme yönelimi. 2030 Vizyonu adını verdiği plan kapsamında turizm ve enerji sektörlerinde kapsamlı altyapı çalışmaları öngören Prens’in ABD ziyaretinde bu projeler için yatırımcı aradığı ve dahası, ülkenin dev petrol şirketi Aramco’nun %5’lik hissesinin New York Borsası’nda işlem görmek üzere arz edilmesi için görüşmelerde bulunacağı konuşuluyor.   
   
Suud hanedanıyla ABD’nin son derece yakın ilişkiler içerisinde bulunduğu sır değil. İki ülke arasında milyonlarca dolarlık askeri ve iktisadi antlaşmalar bulunuyor. Dahası, Suudi Arabistan’ın da aralarında bulunduğu petrol zengini Körfez monarşilerinin dolar rezervleri 1970’lerden bu yana ABD önderliğindeki neoliberal finansal dönüşümlerde kilit bir öneme sahip olageldi. Özetle, MBS ziyaretinin bir kez daha göstermiş olduğu gibi, tüm arkaik görünümüne rağmen Suudi Arabistan küresel kapitalizmin marjında yer alan bir anomali değil, aksine sistemde çok boyutlu kritik işlevler gören asli bir unsur.

Melih Yeşilbağ / SOL

Otizm ‘büyük bir hızla’ artıyor mu? - TOLGA BİNBAY

2 Nisan, otizm farkındalık günü. Önceden böyle bir gün yoktu. Birleşmiş Milletler 2008’den bu yana üye ülkeleri 2 Nisan’ı otizm temasıyla geçirmeleri için destekliyor. Günün amacı otizmli bireylerin toplumun bir parçası olduğu bir kez daha hatırlatmak ya da var olan farkındalığı arttırmak.

Otizm ise yakın zamanda başka bir tartışma üzerinden gündeme geldi: Aşı tartışmalarıyla. Çünkü “aşılar otizme yol açıyor” efsanesi aşı karşıtlarının en çok sevdiği argümanlardan bir tanesi. Ama bir efsane. Hem de tıp tarihinin en kötü aldatmacalarından birisine yaslanan bir efsane. Tıp yayıncılığının en tepesinden yayılmış bir efsane.

Lancet dergisi, 1998 yılında İngiliz hekim Andrew Wakefield’a ait bir makale yayınlar. Makale kızamık aşısının otizme yol açtığını iddia etmektedir. Makale yayınlanır yayınlanmaz ortalık karışır: İngiltere ve İrlanda’da aşılama oranları düşer. Yıllarca süren tartışmalardan, toplumda aşılara karşı oluşan güvensizlikten sonra Wakefield’ın araştırma yönteminde açık bir hile yaptığı ortaya çıkar. Wakefield aşılanmamış çocukları seçmemiştir; artmış bir risk varmış gibi gösterebilmek için olguları aşılanmış çocuklardan seçmiştir.

Makaleyi yayınlayan Lancet 12 yıllık bir incelemenin sonucunda bildirilen sonuçların “doğru olmadığını” ve “daha önceki bir çalışmanın bulgularına ters olduğunu” duyurarak makaleyi geri çeker. 2010’da. Ama iş işten çoktan geçmiştir. Söylenti yayılmıştır bir kere ve Wakefield hekimlik ehliyeti iptal edilse bile aşı karşıtları için bir nevi peygambere dönüşmüştür. Hatta şanı tüm dünyaya yayıldığı için dolaşır. Ve yakın zamanda Teksas’ta aşı karşıtı kampanyanın öncü sesi haline gelir..

Eee, ne de olsa her efsanenin bir alıcısı var. Ve efsaneler özellikle belirsizlikler zamanlarında yayılıyor. Tam da içinden geçtiğimiz dönemde olduğu gibi. Artıyor, azalıyor ama bu tür takıntıların, hatta sanrıların toplumda alıcısı mutlaka oluyor.

Gelelim otizme... İnsan davranışını ve ilişkilerini etkileyen her durum gibi otizm de toplum tarafından görmezden gelinen, görüldüğünde ise garipsenen bir psikiyatrik sorun. Bu nedenle toplumun farkındalığını arttırmak, altını çizmek ve otizmi toplumun bir parçası haline getirmek “iyi” bir girişim. Ama öbür yandan da bu girişimler kamusal bir farkındalık sürecinin, kolektif bir niyetin parçası olarak yürümüyor. Daha çok genel bir iyilikseverlik, hayırseverlik alanı olarak iş görüyor ve daha çok vakıflar, dernekler ilgileniyor bu kampanyalarla. Dünya Sağlık Örgütü de kampanyaların sivil toplum üzerinden yürümesini teşvik ediyor.

Otizm sosyal ilişkilerde rehabilitasyonun gerektiği çok boyutlu gelişimsel bir sorun. Çok boyutlu olunca da çok boyutlu olarak ele alınması gerekiyor. İlaç tedavisinin yeri kısıtlı ve durumun kendisinden ziyade yaşanan ikincil sıkıntılara yönelik. Rehabilitasyon, sosyal iyileştirme gibi hizmetlerin önemli bir kısmını özel sektör üstlenmiş durumda. Kamunun yetersizliğini ise genelde aileler üstleniyor ve örtüyorlar. Bu uzun soluklu yalnızlığı genelde aileler sırtlanıyor. 

Hâlbuki durumun erken fark edilmesi çok önem taşıyor. Okul öncesi, hatta ilk bir iki yıl içindeki değerlendirme ve rehabilitasyon yaşam boyu sürecek etkilere sahip. Bu nedenle otizm ya da bu tür gelişimsel aksamalar kolektif bir müdahale gerektiriyor. 
Peki, artıyor mu? 
Ana akım medya bu konuyu seviyor. Farkındalık günü için yapılan birçok haberde “büyük bir hızla artan” ibaresini görmek mümkün. Medya orta sınıfların “aman benim başıma gelmesin de…” yaklaşımının kaşımayı iyi biliyor. Panik yaratıyor ve sonra da “haydi yırttınız” müjdesi veriyor. Yazdığı ve yazmadığı satırlarda.

Tabii ki birçok sağlık durumunda olduğu gibi otizm ve ilişkili durumların Türkiye’deki durumuyla ilgili bir sayı, rakam bulunmuyor. Haliyle otizmin Türkiye’de yaygınlığını bilmiyoruz. Rakamlar daha çok Batı toplumlarına dayalı. Ve ABD ya da Batı Avrupa kaynaklı bu sayılar otizmin on yıllar içinde arttığını gösteriyor. Hem de on kat kadar.
1943’te ilk kez tanımlandığında çok nadir görülen bir durum olan otizmin 1966’da ABD’de 10.000 çocuktan 5’inde saptandığı bildiriliyor. Rakamlar 1992’ye gelindiğinde ise neredeyse dört kat artıyor: Okul öncesi çağdaki her 10.000 çocuktan 19’unda otizm tanısı saptanıyor. 21. yüzyılda ise bir patlama yaşanıyor: 2006’da her 10.000 çocuktan 90’ında otizm ve benzeri gelişimsel bozukluklar saptandığını bildiriliyor.

Artış birçok farklı nedene bağlanıyor: Öncelikle deniyor ki “tanısal kriterlerin genişlemesinin bir sonucu bu”. Yani daha kolay tanı konuyor. Bir yanıyla doğru bir saptama olduğunu söyleyebiliriz bu ifadenin. 1940’lardan günümüze otizm tanısı, çekirdek belirtileri sabit kalmakla birlikte oldukça değişti. Ve en son 2013 yılında yayınlanan sınıflandırma sisteminde otizm kelimesi yerini “otizm yelpazesi” terimine bıraktı. Yıllar öncesinin silik ya da eşik altı sayılabilecek durumları da tanısal anlam taşımaya başladı.

Ancak artış bir tek “daha çok tanı konması” ile açıklanamayacak kadar bariz. Ve bu uzun yalnızlığı çocuklarının daha ilk günlerinden itibaren sırtlanan aileler de “nasıl önleyebilirdik” soruları ile boğuşmakta. Ve aslında rakamlarda bir artışın olmadığını gösteren çalışmalar da bulunmakta. Örneğin İsveç rakamları gibi: Otizm yaygınlığında 1983’ten 2000’lere pek bir değişim olmamış.

Öte yandan geçtiğimiz on yıl otizm genetiği ile ilgili bazı önemli yeni bulgular saptandı. Genetik arka planının oldukça güçlü olduğu düşünülen otizme dair yeni “kanıtlar” saptandı: Mutasyonlar, kopya sayısı farklılıkları gibi genetik nedenler. Bu genetik farklılıklara yol açan ise ilginç bir durum; baba yaşının geçmişe göre ortalama on yıl kadar yaşlanmış olması. 40 yıl öncesine göre erkekler daha geç baba oluyor. Ve bu durum da spermlerde yeni mutasyonların, otizm için risk taşıyan genetik farklılıkların birikmesine neden oluyor.

Ancak görünen o ki “tanı patlamasının” tek bir nedeni var: Toplumsal dokunun değişmesi. Kentleşmenin, daha yalnız yaşayan, daha az sosyal uyaranla karşılaşan bir nesil yetişmesinin dolaylı sonucu otizm. Ve belki de bir çağrı. Farkında olduğumuz ya da olmadığımız.

Tolga Binbay / SOL

Başkan’ı da güncellesenize! - TAYFUN ATAY

TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın Meclis’te Çanakkale Savaşı anması münasebetiyle gerçekleştirilen tiyatro gösterisinde kadın oyuncuların sahne almasını engellemesinin, kadınla erkeğin asansöre yalnız binmesi halvettir fetvası ile hiçbir mahiyet farkı yok. Ruh, aynı ruh… 
Derece farkı var tabii. Kahraman’ın derecesi yüksek! O yüzden ona karşı bir “güncelleme” lafzının ağızlara alınması mümkün olmuyor!.. 
Asansör fetvasına esip gürlemiş ve bu gürlemeye ek olarak “İslam’ın güncellenmesi” gerektiğini gündeme getirmiş Cumhurbaşkanı’ndan, partinin “İsmail Abi”sinin “güncel”e aynı ölçüde fersah fersah uzak çağdışı tavrı karşısında tık yok. 
Asansör fetvacısından da duyabilirdik pekâlâ, kadının tiyatro yapması haram gibi bir lakırdı, değil mi?.. 
O zaman kuvvetle muhtemel, “güncelleme” olacaktı!.. 
Ve kadının sahneye çıkmasını engelleyen irade, kadını asansöre de bindirmeyebilirdi, değil mi; talihimiz varmış ki denk gelmedi. 
O zaman “güncelleme” de hikâye olacaktı, kesin!.. 
Demek ki İslam mevzubahis olduğunda güncellenebilecekler var, güncellenemeyebilecekler var!
***

Tabii bu bilinmedik bir şey değil. İki yıl önce aynı “İsmail Abi” “Laiklik yeni anayasada olmamalıdır” demiş, bunun yol açtığı infial karşısında da herhangi bir karşılık üretilememiş, bir dolu eveleme geveleme eşliğinde “Gerçek laiklik bizde var” denilerek adeta zeytinyağı gibi üste çıkılmıştı. 
Şimdi ne demiş peki Başkan Kahraman: “Bayan oyuncular çıkmıyor değil mi, aferin.” 
Aferin gerçekten!.. 
Kadının asansörde erkekle yalnız kalması halvet” diyene “Bunlar İslam’ıngüncellenmesi gerektiğini bilmeyecek kadar aciz” diye babalanılırken, “Bayanoyuncular çıkmıyor değil mi” sorusuna sessiz sessiz “Evet Abi” dediğiniz için kocaman bir aferin!..
***

Anlaşılır bir durum: Kahraman’a söz söylemeye “İslamcılık tevellütleri” yetmiyor. 
Özgür Mumcu önceki günkü yazısında gayet güzel toparlamış “İsmail Abi”nin İslamcılık müktesebatını (edincini): Tam bir “Soğuk Savaş” çocuğu o ve bu çerçevede ABD yanlısı, Sovyet Rusya karşıtı, anti-komünist bir “yerli mi yerli” İslami gençlik hareketinin (Milli Türk Talebe Birliği) lideri olarak 1960’lardan itibaren “seçkinleşiyor”. 
Şimdi ona “Abi” diyenlerin kısa pantolonla dolaştığı yıllarda o, sokaklarda ABD’yi protesto eden sol gençlik hareketlerine karşı kanlı eylemlerin düzenleyicisi. 
Belki 2000’ler dönümünde Başkan W-Bush’un karşısına kapitalizmi “helâlleme” vaadiyle oturulabilmiş olunmasının altyapısında bile ABD nezdinde bu “müktesebat”ın payı vardır, kim bilir!..
***

Tabii köprülerin altından çok su aktı. Şimdi yine ABD ile (“post-Sovyet”) Rusya arasında başka bir “Soğuk Savaş” atmosferi Suriye üzerinden havaya hâkim ve Türkiye, o zaman olduğu gibi bugün de soğuk savaşların sıcak zeminlerinden biri olmayı sürdürüyor. 
Ve de ABD’den icazetle yola çıkıp bugün gelebildiği noktaya gelmiş bir dinbaz iktidar, şimdi o eski ABD yanlılığının yerinde bir ABD düşmanlığı ile dehşetengiz macerasına devam ediyor. Artık Sam Amca düşman, Rus Ayısı dost!.. 
İşte bizim nev’i şahsına münhasır, kerameti kendinden menkul İslamcılığımızın tarihsel yol haritasının özeti bu: ABD-severlikten ABD-savarlığa, Russavarlıktan Rus-severliğe… 

Bir tek kadını ve kadınlığı, aydını ve aydınlığı, farklılığı, çeşitliliği, marjinalliğiyle insanı ve insanlığı sevemediler.


İnsaniyet namına güncellenemediler gitti vesselam!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET