20 Nisan 2018 Cuma

Tarihsel öğreti bir kurumun anafikridir - MÜSLÜM GÜLHAN

Kuruluş: 4 Haziran 2014
16,5 milyonluk bir bedel tespitinin akabinde satılmış olan kulüp, hangi arada, hangi şartlarda yapıldığı belli olmayan ihaleyle sahiplerini buldu.

Başakşehir ilçesi, siyasi anlamda bir getto özellikleri çerçevesinde yerleşim yeri olarak kurgulanmıştır. Futbol takımı da bu özellikler içinde, projenin parçası olarak uygulamaya koyulurken, genel ve yerel siyasi yapıların tüm olanaklarından faydalanmaktadırlar.

Çıkış noktası: Sporun siyaset üstü kavramı olmasını sağlayan küresel etkisi yöreselleştirilerek, siyasetin önemli argümanı haline sokulması neticesinde, sosyal-siyasal-ekonomik propaganda etki alanına çekilmiştir. Bir araç olarak kullanılan en etkili kurum haline getirilen spor ve haliyle futbol, uygulamadaki tüm kültür kodları feodal ve arabesk içerik taşıyarak alt seviyede uygulama hedefi haline getirilmiştir. Bu yapının kurgulanması tüm takımları etkisi altına alarak, hepsini yöresel figür haline getirmiştir.

Böylelikle de çok üst seviyeye oynayamayacak takımların spor dışı etkiler sayesinde önü açılmış oluyor.

Siyasi etkilerin en önemli katkısı kolay sponsorluk bulmalarıdır! Haliyle, Başakşehir’in en önemli kazancı sponsor gelirleri oluyor. Tabii burada bakılacak nokta; bu kadar kolay ve yüksek girdiler sağlayan sponsorları bulmalarındaki kolaylık ile sponsorların devlet ile olan ilişkileridir.

Bu Başakşehir için bir kolaylık, ama sporun etik rekabet koşulları için ciddi bir sorun. Çünkü rekabet koşulları içindeki eşitlik ilkesi bu ilişkiler sayesinde sporun gerçek ruhuna zarar vermektedir.

Devletin sadece eğitim alanındaki bu ilçeye yaptığı yatırımlar süreç hakkında net bilgi verebilir.

“Eğitimde Başakşehir; 82’si devlet okulu, 142’si özel okul olmak üzere toplam 224 okulla adeta İstanbul’un eğitim öğretim üssü olmuştur.”

Başakşehir’in nüfusu şu anda 2018 tahmini kayıtlı olmayanlarla beraber 600 binlere geldi ve devam eden büyük projelerle bir milyon hedeflenmektedir.
Hiç kimsenin böyle bir takım olmasından rahatsızlık duyması söz konusu değildir. Hatta oynadığı futbol adına olumlu olarak yorumlanacak ayrıntılar bulunmaktadır. Mühim olan rekabet koşullarının eşit şatlarda olmasıdır. Buradaki sıkıntı devlet desteği ile avantajlı konuma geçmesi ve olayı bir siyasi proje haline getirilmesidir.

1884 yılında kurulan Leicester City’nin, İngiltere Premier Lig’de şampiyon olması tüm dünya tarafından sempati ile karşılanmıştı. Çünkü tarihsel edinimler ile oluşturduğu kendi koşulları sayesinde, şartları kendinden daha iyi olan takımlarla eşit şartlarda mücadele ederek şampiyon olmuştu. Can alıcı nokta; şartların herkes için eşit olmasıdır.

Mütevazi olmanın erdemi başarının saflığı ve emek içermesidir. Tarihsel misyonu olmayan bir kulübün tek dayanağı siyasi etki olursa, ister istemez karşıt tepkisinin oluşumu çok kolay olacaktır.

Metin Oktay’ı, Lefter’i, Can Bartu’su, Şükrü Gülesin’i, Sabri’si, Yasin’i, Datcu’su olmayan bir takım, tarihsel öğretilerden mahrum kalır. Tarihsel öğreti bir kurumun ana fikridir. Tüm kitleleri arkasından sürükler ve milyonlarca taraftarı olmasını sağlar.

İşte örnek: Çanakkale Savaşında şehit düşen futbolcular.
“Fenerbahçeli Arif (Emirzâde), olmadan ise Fenarbahçe olmazdı. Savaş çıkıp, cepheye gönderilince Arif’in gönlü takımından ayrı kalmaya razı gelmemişti. Arif, cepheden ata atlayıp 26 saatlik yoldan sonra sahaya çıkıyor, maçını oynadıktan sonra tekrar savaşa koşuyordu. Şehit haberi geldiğinde arkadaşları yıkıldı.”

“Çanakkale’de destan yaratanlardan biri de Galatasaray’ın sembol futbolcusu Hasnun Galip’ti. Düşmanla savaşmış, dövüşmüş ve şehit düşmüştü.”
“Beşiktaş’ın kaptanı Kâzım aynı zamanda şairdi. Çanakkale’de sırtına yediği bir gülle ile parçalandı. Birliğindeki yakın arkadaşları, yerde hazin bir şekilde yatarken, ceketinden fırlayan bir kâğıt parçasını hatıra olarak sakladılar. Beşiktaş kaptanının üstünden ‘Beşiktaş Marşı’ çıkmıştı.”

Şimdi üç büyüklerin yapacağı bir Çanakkale Savaşı koreografisini düşünelim. Bir de Başakşehiri’in yaptığı Clichy’li koreografiyi düşünelim.

MÜSLÜM GÜLHAN  / BİRGÜN

19 Nisan 2018 Perşembe

24 Haziran’ın hedefi İyi Parti - KEMAL CAN

Beklendiği gibi Bahçeli’nin hamlesi sonuç verdi; Türkiye erken, hatta acil seçime gidiyor. Aksi iddialara rağmen, seçim gündeminin hep sıcak kalması “baskın seçim” olasılığını da gündemde tutuyordu ama pek saklama gereği duyulmaksızın bir siyasi mühendislik faaliyetine dönüşen böylesi bir baskın akıllara gelmemişti. 24 Haziran tarihi artık gayri resmi olarak ilan edildiğine göre, bu erkenliğin gerekleri ve ortaya çıkaracağı sonuçlara birkaç başlık altında bakalım: 

İktidar kendi sıkışmışlığını, muhalefetin çaresizliğine çevirmek istiyor: Ekonomide, dış politikada, eğitim-sağlık gibi kritik hizmet alanlarında hissedilir hale gelen kötüye gidiş terse çevrilemiyor ve bu rahatsızlığın oy desteğine yansıması durdurulamıyordu. Zaman açık biçimde aleyhe işliyor, Afrin, teşvik paketi gibi dopinglerin de fazla çare olamayacağı görülüyordu. Buna karşılık, “cumhur ittifakı” sonrasında muhalefette yavaş ama kararlı bir toparlanmanın işaretleri görülmeye başlandı. İktidar, çapraz hareket eden bu iki eğrinin mümkün olan en yakın zamandaki kesişme noktasının kendisi için daha avantajlı olacağını değerlendirdi. 

Seçimin aşırı erkene çekilmesi, hem rahatsızlık işaretlerinin hem de zamanla oluşacak oy değişimine ilişkin beklentilerin negatif olduğunu gösteriyor. Üstelik, önemli bir muhalefet potansiyeli barındıran İyi Parti’nin açıkça seçim dışına itilmesini hedefleyen bir tarihin seçilmiş olması, böyle bir hamlenin yaratacağı tepkinin de göze alındığını gösteriyor. Bu reaksiyonun göze alınmasının nedeni, 16 Nisan referandumu sonrasındaki tepkisizliğe güvenden olabileceği gibi, ortaya çıkacak sonuçtan duyulan endişenin büyüklüğüyle de ilgili olabilir. Ama böylesi “kör kör parmağım gözüne” bir hamlenin beklenmedik sonuçları da olacaktır. 


Seçimin bu kadar erkene alınması, ortak hedef oluşturma, bu hedefin olabilirliğini ve yöntemini anlatma konusunda muhalefeti çok sıkıştıracak. Birlikte davranmanın ilkelerini ve birliktelik zemini kuramamış muhalefet, mevcut durumu korumak gibi kolay anlatılır bir hedefi olan 16 Nisan’a göre çok daha dezavantajlı. Çünkü, bir restorasyon programı ortaya koymak için, Meclis çoğunluğunu da alabilecek aritmetik iddiayı ve restorasyon aşamalarını göstermek zorunda. İktidar, HDP’nin yalnızlaştırılması meselesi çözülemeden, İyi Parti’yi de denklemden düşürerek muhalefeti zorluyor. 
İyi Parti’den ilk tepkiyi Meral Akşener verdi. Akşener, gerekirse 100 bin bağımsız imza toplayarak aday olabileceğini söyledi. Bütün stratejisini Akşener’in cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turunun adayı olması üzerine kuran İyi Parti açısından bu formül, sıkıntıları gidermeye yetmeyecek. Çünkü, ilk siyasi sınavına çıkacak bir siyasi hareket için bu, ölü doğum anlamına da gelebilir. İyi Parti’nin milletvekilliği seçimlerindeki performansını düşürecek bir sonuç, muhalefetin genel etkinliği açısından da ciddi bir sorun yaratır. Elbette, seçime girme hakkı bulunan Saadet Partisi’nin “taşıyıcı parti”, CHP’nin “şemsiye parti” olma seçenekleri masada olacak.
 
Seçim yasalarında yapılan son dakika değişikliklerinin bile bu seçimde uygulanabilmesinin yolunu açmış olan iktidar, hâlâ elinde tuttuğu değişiklik kartlarıyla da, muhalefetin hamle alanlarını tıkamaya, zamanlarını çalmaya yönelecek gibi görünüyor. Şimdiye kadar gösterilen performans, bu konuda centilmenlik gözetilmeyeceğini kanıtlıyor. Ancak, bu seçim yapılmadan sonucu kabul ettirme, mindere çıkmadan pes ettirme hamleleri beklenmedik bir tepkiyi de harekete geçirebilir.

Kemal Can / CUMHURİYET

Tuzak mı, acil seçim mi? - AYŞE YILDIRIM

MHP lideri Devlet Bahçeli, 2016 Ekim’inde birdenbire ‘getirin Meclis’e’ deyivermişti. Bugün Erdoğan’ın fiilen uyguladığı ‘Başkanlık’ sisteminin yolu böyle açılmıştı. 
Elbette Bahçeli’nin önceki gün yaptığı erken seçim çağrısının ardından pek çok spekülasyon yapıldı. Daha önceki erken seçim çağrıları bunların başındaydı. 
Özellikle AKP içindeki bazı siyasetçiler ise Bahçeli’nin Erdoğan’a tuzak kurduğunu söyledi.

Emine Kaplan’ın dün Cumhuriyet’te yer alan kulis haberine göre de AKP içinde hâlâ MHP ve Bahçeli’ye güvenmeyen bir kitle bulunuyor. “Bahçeli’nin bu çıkışının, AKP’ye yönelik bir tuzak olabileceği dile getirilirken ‘Bahçeli, 2002’de aynı çıkışı yaptı. Ama seçimde kendisi barajın altında kalırken ANAP, DYP ve DSP’yi de bitirdi’ yorumları yapılıyor.” 

Sonuçta Erdoğan, Bahçeli ile yaptığı yarım saatlik görüşmenin ardından erken seçimi kabul etti. Hatta Bahçeli’nin önerdiği tarihi epey bir öne çekti. 

Peki bu bir tuzak mı?

Kasım 2015. Dönemin AKP Genel Başkan Yardımcısı Tuğrul Türkeş, Hürriyet’ten  Cansu Çamlıbel’e söyleşi veriyor. Ki Türkeş, o sıralarda AKP’ye karşı görünen MHP ile yollarını yeni ayırmış ve siyasete AKP’de devam etme kararı almış bir isim. 

Türkeş, o söyleşide günlerce tartışılan bir iddiada bulunuyordu.

Bahçeli’nin AKP ile ortaklık dışında bir siyasi stratejisi olabileceğini savunuyordu Türkeş ve AKP’yi referanduma itmenin Bahçeli’nin erken seçime yönelik bir ‘siyasi tuzağı’ olabileceğini söylüyordu. 

Eski bir MHP’li olarak, ‘bilen birisi olarak’ konuştuğunu söylüyordu Türkeş: 
“Sayın Bahçeli çok deneyimli ve kurt bir siyasetçidir. Şüphesiz ki bir stratejisi vardır. Bu stratejisindeki öncelik de kendi partisinin başarısı olmalıdır veöyledir de. 
....Meclis’te 40 milletvekiliyle iktidar partisine bir zarar veremezsin ama yanlış bir adım attırırsan referandumda yüzde 49 dahi alsa AK Parti referandumu kaybetmiş olur ve opsiyonlardan biri de takviminden önce seçim yenilemek olabilir. AK Parti’nin bu tuzağa karşı çok dikkatli olması gerekir.” 

Üzerinde şaibe gölgesi olan referandumda ‘evet’ oylarının yüzde 51.4 olduğu savunuldu. CHP lideri Kılıçdaroğlu ise 10 ay sonra referandumun ‘gerçek’sonuçlarını açıkladı. Kılıçdaroğlu’nun açıklamasına göre ‘hayır’ oyları yüzde 51.2’ydi. 
Buradan bakınca Türkeş’in sözleri pek de yabana atılacak gibi değil. 

Elbette Bahçeli’nin bu çıkışı tuzak mı değil mi zaman gösterecek. Türkiye bu konuyu 24 Haziran’a kadar, belki ondan sonra da konuşacak. 

Peki erkenden ziyade ‘acil’ görüntüsü veren bu seçimden sonra Türkiye’de ne değişecek? 

HDP’nin tutuklu eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş geçen hafta yine mahkeme huzurundaydı. Üç gün boyunca anlattıklarıyla tarih yazdı Demirtaş. Yarın öbür gün “Sahi o yıllarda Türkiye’de ne olmuştu” diye soranlar Demirtaş’ın anlattıklarını okusa yeterli. 

Çözüm süreci, 7 Haziran seçimleri, 1 Kasım’a giden süreç, hendek ve barikatlar, dökülen kanlar, çekilen acılar… 

Perde gerisinde yaşananları bizzat dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun ve dönemin İçişleri Bakanı Efkan Ala’nın sözleriyle ‘teşhir’ etti. 
Davutoğlu doğru düzgün bir yanıt bile veremedi. Ala ise hâlâ suskun. Elbette ‘tanık’ olarak mahkemeye çıkarılırsa ne diyeceğini duyabileceğiz. 
Ancak şu bir gerçek ki Demirtaş’ın anlattıklarıyla normal bir ülkede yer yerinden oynardı.
 
Türkiye’de ise yaprak kıpırdamadı. 

Oysa duruşmayı izleyen CHP Genel Başkan Yardımcısı Tekin Bingöl ne diyordu: 
“Bence bu siyasi tarihimizde önemli savunmalardan biri olacak, tıpkı Deniz’lerin savunmasında olduğu gibi.” 

Onun için tuzak ya da değil 24 Haziran’da seçime giderken hadi buradan başlayalım. O kanlı süreci ve hâlâ süren baskıcı rejimin gerçek yüzünü ifşa edelim ki bu acılar bir daha yaşanmasın ve AKP tarih sahnesinden silinsin.

Ayşe Yıldırım / CUMHURİYET

‘15 Temmuz Anayasası’nın iflas beyanı - İBRAHİM Ö. KABOĞLU

Anayasal demokrasi yanlılarına tavsiyeler’ (29 Mart 2018) başlıklı yazımı, “Hükümetin, cumhurbaşkanlığının ve sistemin olmadığı bir düzenlemeyi, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi olarak adlandırmak, tam bir yanılsama” saptaması ile özetledikten sonra şöyle noktalamıştım: “TBMM ve CB seçimlerini, anayasal demokrasi ve hukuk devletine dönüş vesilesi olarak gören siyasal parti kurmayları, sivil toplum temsilcileri ve demokratlar, meşru amaç hedefine uygun araçlarla ilerlemek için kullandıkları deyimlerin de bilimsel bilgi süzgecinden geçirilerek Türkiye gerçekliği ile örtüşüp örtüşmediğini test ederek, doğru-gerçek ve amaca elverişli” olması yaşamsaldır.


“16 Nisan iflas etti” diyor Bahçeli
D. Bahçeli, 17 Nisan günkü konuşması ile 16 Nisan’da oylanan 6771 sayılı Kanun ile yapılan Anayasa değişikliğinin yarattığı kaosu tescil etti. Buna, Anayasa değişikliğinin birinci yılında ‘iflas bayrağı’ da denebilir.
Önce, 16 Nisan Anayasa değişikliğinin üç mimarını hatırlayalım: Bahçeli, Yıldırım ve Erdoğan.
-“Anayasa suçu işleniyor” (D. Bahçeli)
-“Anayasa değişikliği oylaması OHAL’de yapılmayacak” (B. Yıldırım)
-“Anayasa kişisel projem” (R. T. Erdoğan).

Açık sözlülük ile söze bağlılık birbirinden farklı özellikler. Nitekim, Başbakan sözünü tut (a)madı: OHAL, sadece Anayasa oylaması için değil, demokratik muhalefeti en acımasız ve hukuk dışı işlem ve eylemler ile tasfiye için kullanıldı.

Anayasa, Bahçeli’nin ‘fiili durum’ seçeneği doğrultusunda değiştirildi. Yürürlüğe girişi ertelenmiş olsa da ‘monokrasi’ çoktan kuruldu. Mimarı için tek sınır, Bahçeli oldu.

16 Nisan sonrası dönemde, Erdoğan’ın her sözü, ya ‘kanun’ ya da ‘demiri keser’ oldu. Bu bakımdan; Bahçeli’nin 16 Ekim 2016 saptaması yeniden hatırlanmalı: “Türkiye’de fiili bir durum vardır ve bu çözülmelidir. Ülke yönetimi yasa ve Anayasa’ya uygun değildir. Ve de suç işlenmektedir”.

6771 sayılı Anayasa değişikliği, 15 Temmuz Darbe Girişimi bahanesi ile ilan edilen OHAL ortam ve koşullarında 16 Nisan’da oylatıldığı için, gerçekte bir ‘15 Temmuz Anayasası’dır.

Bu metnin hemen yürürlüğe giren üç maddesinden ikisi, Türkiye’yi tam bir anayasasızlaştırma dönemine sürükledi. Hangi ikili? CB Erdoğan’ın AK Parti başına geçmesi ve dağıtılan Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu yerine kendi güdümünde bir Kurul oluşturması.

Son bir yıldır Türkiye, Anayasal kurumların müzakere yoluyla aldıkları kararlar ve Anayasanın üstün kuralları çerçevesinde değil; bir kişinin TV’de, uçakta veya kamusal mekânda yaptığı konuşmalar doğrultusunda yönetiliyor. Yargı mercileri de, onun işaretleri doğrultusunda harekete geçiyor…

Bu bakımdan, Bahçeli’nin, “Türkiye’de Anayasa suçu işlenmekte” saptaması (16.10.16), Anayasa değişikliğinin birinci yıldönümünde haydi haydi geçerli.
Beyan sahibinin bakımından, 16 Ekim 2016’ya göre 16 Nisan 2018’in başlıca farkı, fiil-fail ilişkisinde: Bahçeli, muhalefet konumundan müttefik konumuna geçmiş bulunuyor. Haliyle, eğer bir anayasa suçu var ise, ‘suç ortaklığı’ da söz konusu.

Öte yandan, Bahçeli’nin seçim beyanı, 16 Nisan metninin sürdürülemezlik itirafıdır.

Anayasal seçenek yaşamsal…
Bu itiraf, demokratik muhalefetin hareket zeminini pekiştirmekte…
Çünkü Erdoğan, Anayasa değişikliği metnini dilediği gibi yazdırdığı ve yürürlük tarihlerini belirlediği halde, uygulamada kendini bütün anayasal kurallar ve kurumların üstünde görmeye devam etti.

Bu bakımdan, ‘Monokrasi ve demokrasi ikilemindeki Türkiye’ başlıklı yazıda (22 Şubat) vurguladığım üzere, ‘anayasal demokrasi’ tasarımı, ‘cumhur ittifakı’! dışında kalan partiler için daha meşru ve güçlü bir zemine kavuştu.

Seçim tarihi ne olursa olsun, muhalefet, ‘monokrasi’ için değil, seçimlerden sonrası ilk gündemin Anayasa olduğunu beyan etmeli. Buna öncelikli veya acil Anayasa değişikliği de denebilir.

Kurumlar, kurallar, denge ve denetim düzenekleri, anayasal hedefin çerçevesini oluşturmalı: Tek kişinin ‘ayaküstü’ yönetimi yerine, kurumlar/kurallar/denge ve denetim düzenekleri sürecinde bir yönetim için Türkiye’nin önünü açmak…

Öncelikler
Şimdilik şu öncelikli konulara dikkat çekilebilir:
»Anayasal kazanımlar, sorunlar ve çözüm önerileri üzerine ilkelerde uzlaşmak,
»Anayasal bilgi kirliliği tuzaklarına düşmemek,
»Topluma doğru ve gerçek bilgi temelinde kucaklayıcı vaatler sunmak.
Bunu yaparken, ‘16 Nisan mecrası’na girmekten kesinlikle kaçınmak gerekir. Nedir bu? Bu yanlış, Erdoğan karşısına aday/adaylar çıkartıp ‘iktidar yarışı’na sokmaktır.
Şu halde ne yapmalı? Şu üçlü hedefi birlikte örgütlemek:
»OHAL: Olağanüstü halin sona ermesi için güçlü söylem ve eylemler geliştirmek.
»OHAL KHK: Sadece OHAL’in kalkması yetmez; yasa sayıları verilen -ancak içerik olarak kanun niteliği taşımayan- OHAL KHK’lerinin de kaldırılmasına çalışmak.
»Anayasa: Anayasa ise, bu ilk ikihedefin tamamlayıcısı olarak ele alınmalı; çünkü 6771 sayılı Kanun, tek kişi ‘kalıcı OHAL’ yönetimi bakış açısıyla yazıldı. Bu, Türkiye toplumu açısından sürdürülemez bir düzenlemedir.
Bu üçlü çalışmada demokratların kozları, üçe çıktı:
İlki, 16 Nisan halkoylaması ile kabul ettirilen ‘15 Temmuz Anayasası’nı aşma gereği vardı.
İkincisi, 298 sayılı yasada, AKP-MHP seçim ittifakı amacıyla yapılan değişiklik, demokratik ittifakı zorunlu kılmıştı.
»Sürdürülemezlik itirafı: Bunlara, Bahçeli’nin, “iflas bayrağı” eklendi.
‘İnsan haklarına dayanan demokratik hukuk devleti’ savunucuları, yolunuz açık olsun! Artık bahane kalmadı. Şimdi demokrat olma ve birlikte hareket etme zamanı.

NOT: Bu yazıyı Erdoğan-Bahçeli görüşmesi öncesi yazdım. Fikrimin özü değişmemekle birlikte, söz konusu görüşme ve ardından Erdoğan’ın erken seçim için 24 Haziran’ı işaret eden açıklaması bir an önce harekete geçme zorunluluğunu gösteriyor.
Bu seçimin bir tür fırsatçı, baskın yıldırım seçim olduğu; ayrıca demokratik etiğe, seçim ilkelerinin özüne ve anayasaya aykırılık taşıdığı da ortadadır.

 İBRAHİM Ö. KABOĞLU / BİRGÜN

Şer ittifakı için deniz bitti!.. - FİKRİ SAĞLAR

Şer ittifakı son numarasını yaptı!..
Erdoğan’ın açıkladığı erken seçim tarihine bakılırsa, şer ittifakı artık denizin bittiğini gördü.
İttifakın her iki kanadı için de ölüm kalım meselesine dönüşen 2019’a yaklaşılırken, aylardır süren abartılı gövde gösterilerinin yeterli olmadığı apaçık ortaya çıkmıştı zaten.
Erdoğan ve Bahçeli bu durumu gördü ve son hamlelerini yapmaya karar verdi.

• • •

CHP’nin desteğiyle 2003 yılında Siirt’te seçimlerin yenilenmesi sayesinde Başbakan olabilmiş olan Erdoğan, kendisini var eden demokrasiye ve seçimlere olan güvenini ve inancını(!) bir kere daha gösterdi.
İYİ Parti’nin seçimlere girememesi için mümkün olan en hızlı şekilde baskın seçim kararı almaya çalıştılar.
18 Nisan’da alınacak bir erken seçim kararında en erken 17 Haziran’da seçim yapılabiliyordu, ancak bu tarih Ramazan Bayramı’na denk geldiği için 24 Haziran tarihinde karar kılındı.
Böylece, 28 Haziran itibariyle yapılabilecek bir seçime girme haklarının olduğunu söyleyen İyi Parti’nin seçime girmesini önleyecek bir manevra yapılmış oldu.
Her zaman olduğu gibi tek adam, ne kadar demokrat olduğunu ortaya koydu!..

• • •

Bahçeli grup toplantısında ne demişti?..
“…Anlaşılacağı üzere önümüzde uzun bir süre, yorucu ve yıpratıcı bir süreç vardır.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi üzerinde fitne üreten, dedikodu imal eden, kriz ve kaosa gel gel yapan yerli ve yabancı mihrakların son dönemlerde faaliyetlerine hız verdikleri bellidir, belgelidir.
Bölgesel risk ve tehlikeler öngörülmesi, önüne geçilmesi, ön alınması gittikçe zorlaşan kaotik ve karmaşık bir yapıya bürünmüştür.
Terör saldırıları kesintisiz, ara ve mola vermeksizin sürmektedir.
Döviz, faiz, sıcak para üzerinden Türk milleti ambargoya alınmaktadır.
Türkiye yüksek risk ve tehditlerin yörüngesinde, çekim alanındadır.
Türkiye’nin bu ağırlığın altında daha fazla kalması, 3 Kasım 2019’a kadar sabırla dayanması, geldiğimiz bu aşamada mümkün, makul ve münasip değildir.
Türkiye’nin sistem tartışmalarıyla boğulmak istendiği bugünkü şartlar altında, 3 Kasım 2019’a kadar istikrar ve denge halinde ulaşması her geçen gün zorlaşmaktadır.
Önümüzde kontrol edilemeyen, beklenmedik birtakım olumsuz gelişmelerin ortaya çıkma ihtimali ise asla göz ardı edilmemelidir…”

• • •

Yukarıdaki tümcelere bakılınca Bahçeli, ortağı AKP’ye “Bu ülkeyi yönetemiyorsun” demeye getiriyor…
Yani; uluslararası platformda kayboldun.
Ülke var olma derdinde.
Ekonomi çöküyor.
Halk kızgın. Muhalefet güçleniyor!..
Bu durumda Cumhurbaşkanlığı ve genel seçim riske giriyor!..

• • •

Bahçeli devamla bu sözlerin arkasında yatan gerçek düşüncesini dillendiriyor.
“… Mahalli İdareler seçimine 11 ay kalmıştır. 31 Mart 2019’daki Mahalli İdareler Seçimi’nden sonra Türkiye’nin hangi badirelere maruz kalacağını, neyle muhatap kalacağını tahmin etmek zor değildir.
Çünkü 3 Kasım üzerinde oynama ve kaos üretme çabaları şimdiden ortaya çıkmıştır.
Mahalli İdareler Seçimi’nde yaşanması muhtemel kutuplaşma ve anlaşmazlıkların 3 Kasım’a nasıl yansıyacağı, ne gibi olumsuzluklara kapı aralayacağı, Türkiye’yi nerelere sürükleyeceği az çok malumumuzdur.
Bu riski kaynağında kesmek, demokrasinin erdem ve ilkeleriyle ülkemizin ufkunu aydınlatmak başlıca amacımızdır…”

• • •

Bahçeli işte bu sözlerle ağızındaki baklayı çıkarmış, kafasının içindeki gerçek planı ortaya koymuştur!..
AKP, MHP ile yerel seçimlerde ittifak yapmayacağını açıklamıştı.
Yani MHP varlığını ancak AKP’ye Cumhurbaşkanlığı seçiminde destek vermekle koruyabilecektir.
Oysa MHP’nin yerel seçimlerde en başarısız parti olacağı şimdiden bellidir!..
Sebebi sadece İYİ Parti’nin varlığı değil, MHP tabanının geçen seçimlerde Bahçeli tarafından rencide edilmesidir!..
Yıllardır AKP karşıtlığı üzerine kurduğu ve saldırgan bir politika ile tabanını AKP’ye karşı yönlendirdiği konumdan aniden vazgeçilmesi Bahçeli’ye olan güveni sarsmıştır.
Ve tam tersi bir üslupla AKP’ye yanaşması tabanını olağanüstü rahatsız etmektedir.
MHP’li belediyelerin başarısızlığı da eklenince MHP’nin yerel seçimlerde iddiası kalmamıştır…

• • •

Yerel seçimlerdeki oy oranı ortaya çıktığında MHP’nin AKP için cazibesi kalmayacaktır.
Bu nedenle yerel seçim sonucu ittifakla ile Meclis’e girmeye çalışan MHP için hüsran olacaktır.
Kısaca Bahçeli “partisinin yok olduğu” ortaya çıkmadan erken seçimle varlığınıkorumak istiyor.

• • •

Öte yandan AKP ise, İYİ Parti’nin seçime girmesi durumunda barajı geçmesi riskine karşı, önünü kesmek için bir önlem almış oldu.
Uzun süredir kamuoyunda, AKP’nin İYİ Parti’yi seçime sokmamak için nasıl bir hamle yapacağı tartışılıyordu.
Futboldaki tabirle “önceden çalışılmış bir pozisyon” sahneye koyularak Bahçeli, Erdoğan’a erken seçim pasını verdi. Erdoğan da erken seçim talebini “baskın seçim” şekline sokarak şer ittifakının ayakta kalmasını sağladı.
Ancak bunu yaparken Bahçeli, AKP iktidarının bu ülkeye verdiği zararları ve ülkenin içinde bulunduğu durumu da açıkça ortaya koymuş oldu.

• • •

Şer ittifakı kararını verdi: 24 Haziran 2018’de erken genel seçim olacak!..
Anlaşılan o ki; AKP’nin dayanacak hali kalmadı!..
2019 yılının Kasım ayına kadar bile gemiyi yüzdüremeyeceğinin farkında olan iktidar, halkın önüne çıkıp ülkeyi 5 yıl daha yönetmeye nasıl talip olacak, merak ediyorum!..


İzleyip göreceğiz ve 25 Haziran sabahı bambaşka bir Türkiye’ye uyanacağız…

Fikri Sağlar / BİRGÜN

18 Nisan 2018 Çarşamba

Futbol, Allah ile Aldatmak, deizm - FATİH YAŞLI

Pazar günü şampiyonluk yarışı veren iki futbol kulübünün, Galatasaray ve Başakşehir’in maçı vardı. Maçı önemli kılan sadece bu olabilirdi ama olmadı; çünkü her şeyi politikleştirmeyi ve politikayı dost-düşman ikiliği üzerine oturtmayı bir yönetim teknolojisi olarak gören malum kişi, bir gün önce partisinin gençlik kollarını artık herkesin “rejimin takımı” olarak adlandırdığı Başakşehir’i desteklemeleri için tribünleri doldurmaya çağırmış, “Bakarsınız ben de bir gün sürpriz yapar gelirim” demişti.

Durum böyle olunca futbolun sadece futbol olmadığı bir kez daha görüldü. Farklı siyasi görüşlerden olmakla birlikte “muhaliflik” ortak paydasında buluşan milyonlarca insan, Galatasaraylı olmadıkları halde, 90 dakikalığına Galatasaraylı oldular, Galatasaray’ı desteklediler. Maç Başakşehir’in yenilgisiyle bittiğinde yenilen sadece Başakşehir değil, Başakşehir’in temsil ettiği, çağrıştırdığı her şeydi adeta. Maçın bitimine yakın tribünlerden yükselen “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganı da, sosyal medyaya hakim olan ikinci 7 Haziran havası da, toplumun kendisine dikilen “çuval”a girmemekte her şeye rağmen ısrar ettiğini, fırsatını bulduğunda ise bir şekilde tepkisini ortaya koyduğunu gösteriyordu.

O “çuval”ın üzerinde ne yazdığını iki örnekle anlatmaya çalışacağım. İlk örnek yine futboldan olacak: Maçtan sonra kendisiyle yapılan röportajda eski Galatasaraylı yeni Başakşehirli Arda Turan Galatasaray taraftarlarının kendisini alkışlamasıyla ilgili olarak şu açıklamayı yapıyordu: “Canları sağolsun, sonuçta Allah biliyor. İnsanlar için değil Allah için yaşıyorum. Bir gün gerçekler ortaya çıkar. Ülkenin her yerinde bu ıslıklara, sıkıntılara alışığız. Canları sağolsun.”

İkinci örneğimizi ise “sanat” dünyasından vereceğiz. Geçen haftalarda müptezeller bandosunun bir elemanı olarak Hatay sınırına giden Seda Sayan, Kemal Kılıçdaroğlu’nun eleştirilerine kendi meşrebince yanıt verdikten sonra şöyle diyordu: “Allah tarafından bazı insanlar bu dünyaya görevli olarak gelmiş, ben de bunlardan biriyim. İnsanlara yardım ediyorum, veren el oluyorum. Yardım deyince Türkiye’de ilk akla gelen isimlerden biriyim. Bu yüzden de şimdi geldiğim noktaya beni Yaradan’ın getirdiğine inanıyorum.”

Buradaki ortak sözcüğün ne olduğunu görüyor olmalıyız: “Allah.” Bu ise elbette ki bir tesadüf değil. Nasıl hayatlar yaşadıklarını hepimizin yakinen bildiği bu ve benzeri isimler için “Allah” demek, güce, paraya, statüye ulaşmanın, iktidarla bağ kurabilmenin, iktidar nezdinde muteber olabilmenin, dolayısıyla transfer yapabilmenin, konser kapabilmenin, ihale alabilmenin şifresi adeta. Çok satan zırvalardan birinin, “Allah De Ötesini Bırak” adlı kitabın adını hatırlayarak söyleyecek olursak, “Allah” demek, yani dindarmış, muhafazakârmış gibi görünmek ve bunu iktidar propagandası yapmak için kullanmak bunlar için bütün kapıları açan bir anahtar, bir parola yani.

Bunun gerisinde ne olduğunu ise biliyoruz elbette. Bu sefer başka bir kitabın, “zırva” olarak nitelendirilemeyecek bir kitabın adını, Yaşar Nuri Öztürk’ün “Allah ile Aldatmak”ını hatırlayarak söyleyecek olursak, Allah ile aldatmanın, yani dini siyasete alet etmenin, iktidar olmak ve orada kalmak için temel araç olduğu bir ülkede şöhretin de, rantın da, ihalenin de, paranın da yolu buradan, aynı yöntemleri kullanmaktan geçiyor. Bu yola giren şöhrete ise bunun bedelini iktidar propagandası yaparak ödemek düşüyor. Tıpkı haftada bir, içlerinden birinin çıkıp “Yemin ederim ki bu ülkede baskı yok, vallahi de yok, billahi de yok” demeye kendini mecbur hissetmesi, bunu bir görev olarak görmesi gibi.
Buradan, şu son günlerdeki “deizm” tartışmasına gelelim, yani özellikle gençlerin bir tanrının, bir yaratıcının varlığını kabul etmekle birlikte dinden, İslam’dan uzaklaşıyor olduklarına dair tartışmaya.

Elimizde buna dair raporlar, istatistiki veriler, bilimsel çalışmalar, sosyolojik değerlendirmeler yok; ancak bir gözlem olarak, adı “deizm” diye konulmadan, üzerine felsefi tartışmalar yapılmadan, bir tür “dinden kaçış” olgusunun mevcudiyetinden bahsetmemiz mümkün görünüyor. Dinin siyasete böylesine alet edildiği, toplumun kutuplaştırılmasının temel aracı haline getirildiği, dinle iktidarın, dinle paranın, dinle rantın böylesine iç içe geçtiği bir zaman diliminde ve genç işsizliğinin yüzde yirmilere vardığı, gelecekten umudunu kesmenin dalga dalga yayıldığı bir ülkede buna karşı kendiliğinden bir tepkinin, bir refleksin oluşmaması mümkün mü?

Bakın sadece tek bir örnek vereyim: Her yıl 20’li yaşlarının başındaki yüz binlerce insan kamu kurumlarının sınavlarına giriyor. O sınavlarda ne tür soruların sorulduğunu, nasıl bir torpil mekanizmasının işlediğini, liyakatin nasıl göz ardı edildiğini, kimlerin sınavları kazandığını ve bunun gençlerde yarattığı hayal kırıklığını, umut yitimini, depresif ruh halini aklınıza getirin. Bunun bir karşılığının olmaması, bir etki yaratmaması, bir tutumu ve duruşu biçimlendirmemesi söz konusu olabilir mi?

Bugün Türkiye toplumu hızla çürüyor ve bu çürümenin kaynağının ne olduğu da biliniyor; toplumun önemlice bir kısmının ise bu çürümeye her şeye rağmen bir itirazı var, o çuvalı, o deli gömleğini giymemekte inat ediyor. Yüzümüzü dönmemiz, bakmamız, temas etmemiz gereken şey o itirazın, o inadın ta kendisi.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Geçmişimizdeki yarın: Köy Enstitüleri - TAYFUN ATAY

Dün, Balçova Belediyesi ve Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği işbirliğiyle İzmir’de düzenlenen Eğitimde Adaleti ve Geleceği Düşünmek Sempozyumu’nda “Köy Enstitüleri ve Eğitim Reformu” başlıklı oturumunda konuşmacıydım. Bir “Köy Enstitülü Anne”nin evladı olma kontenjanından!.. 

Daha önce yeri geldi mutlulukla (Anneler Günü), yeri geldi hüzünle (vefat) paylaştım onun çarpıcı hikâyesini: Annem Aliye Esma Atay, 1940 yılında Beykoz’un Dereseki köyünden Arifiye Köy Enstitüsü’ne (Adapazarı) yol tuttu. O günden sonra artık o, “Cumhuriyet’in kızı” idi. Ömrü boyunca da bunun hem gururu hem sorumluluğu ile yaşadı. 

Çocukluktan başlayarak hayal kırıklıkları, duygusal ve ruhsal ciddi sarsıntılarla geçen hayatında Arifiye Köy Enstitüsü anneme yeni bir “aile” olmuştur aslında. Cumhuriyet’i “baba”, Arifiye’yi “anne” bildi o!.. 

Köy Enstitüleri annemin hayatına değmiş, onun hayatının akışını değiştirmiş, makus talihini yenmesini sağlamıştır da tabii esas amaç, bunu bütünüyle toplum ölçeğinde yapmaktı. Bir “çiftçi imparatorluğu”ndan geriye kalan bitkin ve çaresiz insanları çağdaş bir ulus-devlete ümitle bağlı yurttaşlar kılma yolunda iddialı, idealist, en önemlisi “romantik” bir hamledir bu. Çünkü Cumhuriyet’in acelesi vardır! Batı’da yüzlerce yıla yayılan ekonomik, teknolojik, demografik, düşünsel, kültürel, dinsel ve siyasal dönüşümler birkaç on yıla sığdırılmak istenmektedir. Öyle ki köylülüğün Batı’da yaklaşık 200 yıla yayılan kentlileşme, burjuvalaşma (ve tabii proleterleşme) macerasını bekleyecek vakit yoktur. Köylüyü köyde dönüştürme yolunda ve köyün kendi çocukları (Köy Enstitülüler) marifetiyle bir proje hayata geçirilmiştir. Tabii bir yandan da kırsal-feodal toplumsal düzenin yerel hâkim güçlerine karşı “içeriden” bir kitlesel seferberlik için bilinç inşasına dönük bir motivasyon da vardır. 

Olmadı, olamadı. İkinci Dünya Savaşı sonrası konjonktürü ve Türkiye’nin ABD yörüngesine girmesinin katalitik etkisi de vardır olamamasında. Toplumcu, hümanist, evrenselci motifleri dolayısıyla Enstitüler komünizm fobisinin hedef tahtasına oturtuldu. Denilebilir ki “Soğuk Savaş”ın ilk kurbanıdır bu memlekette Köy Enstitüleri… 

Ama işte 78 yıl sonra Köy Enstitüleri’nin hatırası hâlâ capcanlı ve özlemle, o özlemden bir gelecek inşa etmeye dönük politik bir arayışla gündemde olmaya devam ediyorlar. O yüzden Sempozyum bünyesinde açılan ve Enstitüler’in hayatından, o hayatın parçası insanlardan (hocalar, öğrenciler, bürokratlar) karelerin yer aldığı, benim duygu tellerimi de alabildiğine titreten fotoğraf sergisinin adı, “Türkiye’nin Geçmişindeki Yarın: Köy Enstitüleri” idi. 

Gazete olarak Cumhuriyet, bihakkın oradaydı. Benim dışımda üstad Ataol BehramoğluYakup Kepenek Hoca, Güray Abi (Öz) ve    Deniz Kavukçuoğlu  dostumuz, bu etkinlikte “Enstitülüler”in yanında oldu. 

Tabii Sempozyum’un en anlamlı kesitini Prof. Dr. Korkut Boratav’a verilen “Aydınlanma Onur Ödülü”nün oluşturduğunu da kaydetmeden geçmemek gerekir. 2003’ten itibaren sırasıyla Vedat Günyol, Engin TonguçServerTanilliİlhan SelçukHalit ÇelenkTürkan SaylanCengiz BektaşGenco ErkalYaşar KemalHıfzı TopuzDoğan Hızlan, Ataol Behramoğlu, Yılmaz Büyükerşen ve Gürer Aykal’a verilen ödül bu sene Boratav Hoca’ya takdim edildi. Tabii o da bu ödülü ancak ve ancak “Amcam Sabahattin Ali”, “Abim Muammer Aksoy”, “Kardeşim/Arkadaşım Ahmet Taner Kışlalı ve UğurMumcu” adına alıp kabul edebilirim diyerek son noktayı koydu. 

Dedik ya, Cumhuriyet, bihakkın oradaydı! Maddeten olduğu kadar manen de!..
[Haber görseli]
Prof. Dr. Korkut Boratav (ortada) "Aydınlanma Onur Ödülü"nü Balçova Belediye Başkanı Mehmet Ali Çalkaya (sağda) ve Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği Genel Başkanı Prof. Kemal Kocabaş'ın (solda) elinden aldı.

Tayfun Atay / CUMHURİYET


Beddua tutmaz küfür işlemez - MİNE SÖĞÜT

Bir terör örgütüne üye olduğu iddiasıyla memuriyetten atılan... 
Nihayetinde örgütle bir ilişkisi olmadığı ispatlanan... 
Ama yirmi aydır görevine iade isteği yerine getirilmeyen bir insan... 
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın internet sitesine: 
“Bir memurun FETÖ’cü olmadığını bile bile, o memura FETÖ’cü diye aleneniftira atıp ihraç ettirerek işinden atılmasını sağlamanın dinimizde yeri ve cezasınedir” diye sorduğunda... 
“İftirayla memuriyetten atılan kişi, kendisini belgelerle suçsuz olduğunukanıtlamasına rağmen 20 aydır görevine iade etmemek caiz midir” dediğinde... 
“Göreve iade etmeyen yetkililerin sorumluluğu var mıdır” diye eklediğinde... 
Ve nihayetinde; 
“Bu durumdaki iftiraya uğrayan kişinin beddua etme hakkı var mıdır? Bedduasıkabul olur mu?”... 
Bunu öğrenmek istediğinde...
Diyanet’in şu yanıtı vermesi doğaldır: 
“Üçüncü kişileri de ilgilendiren konularda, tek kişinin beyanına göre cevapverilmemektedir. Siyasi içerikli sorulara da cevap verilmemektedir.” 
Aslında Diyanet ne “Kabul olur” der ne de “Kabul olmaz” der. 
Kapıyı açık bırakır. 
Ama sorunun cevabını herkes çok iyi bilir. 
Beddua kabul olmaz. 
Haksız yere işten atılanların yaşadıklarında ortaya çıkan isyanda kabul olmadı. 
Güdümlü mahkemelerde yargılanıp hapislerde tutulanların itirazlarında olmadı. 
Üzerlerine atılan lekenin ağırlığıyla intihar edenlerin geride bıraktıkları acıda olmadı. 
Okullar imam hatibe dönüştürüldü diye yaşadığı yerde çocuğunu gönderecek normal okul bulamayanların çaresizliğinde olmadı. 
Sadece “Savaşa hayır” dedikleri için tutuklanan üniversite öğrencilerine yapılan yargısız infazların öfkesinde olmadı. 
Bir televizyon programına bağlanıp “Çocuklar ölmesin” dediği için hapis cezasına çarptırılan ve birkaç gün sonra bebeğiyle hapse girmeye hazırlanan Ayşe Öğretmen’in başına gelen adaletsizlikte olmadı.
 
Kimi geçim derdinden, kimi politik baskılardan ardı ardına intihar eden, öğretmenlerin, doktorların, esnafın, memurun üzüntüsünde olmadı. 
Başlarına ne geldiğini hâlâ anlamayan ama bir terör örgütüne üye oldukları gerekçesiyle aylardır içeride tutulan gencecik erlerin uğradığı haksızlıklarda olmadı. 
Biliyoruz. 
Çok iyi biliyoruz. 
Beddua tutmuyor. 
Allah’a inanan ve bu iktidarın adaletine inanmayan yığınlar... 
Ne zamandır aralıksız beddua ediyorlar. 
Kesmiyor, üstüne bir de küfür ediyorlar. 
İkisi de kabul olmuyor. 
Arada bir iktidara kötü kötü bakanlar oluyor... 
Kötü kötü bakmak da olmuyor. 
Derin derin iç çekenler var.... 
O da bir işe yaramıyor. 
Bu iş bedduayla, küfürle, hakaretle, serzenişle hallolmuyor. 
Hak yerini bulsun diye... 
Sadece ve sadece laiklikte diretmek, seçim sandıklarına sahip çıkmak ve birbirine düşmek yerine, inatla, omuz omuza dayanışmak gerekiyor. 
Onlar iktidara duayla değil hileyle geldiler. 
O yüzden bedduayla değil... 
Karşılarına dikilecek güçlü ve cesur bir kolektif iradeyle gidecekler.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

‘Türkiye düşmanları’ kim? - ÇİĞDEM TOKER

16 yıl arayla ikinci kez. 
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, seçim takvimine 1.5 yıl kala erken seçim gündeme getirdi. 


16 yıl önce ABD, “kimyasal silah” gerekçesiyle Irak’ı işgal etmeyi planlıyor, bu planı uygulamak için Türkiye’nin rızasını arıyordu. Bahçeli’nin erken seçim çağrısı önce siyasetin denklemini sonra da Türkiye’nin kaderini değiştirdi. 

2001 ekonomik krizinin ardından siyaseten Derviş öncülüğündeki “acı reçete”nin bedelini ödemekte olan Türkiye’de AKP iktidarının önünü açtı. 

Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, gazeteci Mehmet Çetingüleç’in kaleme aldığı “Ecevit’in Anıları” kitabında şöyle anlatıyor: 
“Hükümetin daha bir buçuk yılı vardı ve bu süre içinde kamuoyuna iyi mesajlar verebilecek duruma gelmiştik. Ağır ekonomik sorunları göğüslemek pahasınaçok cesur adımlar attık. Tam bunların sonuçlarını alacak duruma geldiğimizde, erken seçim gündeme getirildi. 

Nasıl oldu bu? MHP Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli, Ankara dışındayken bir demeç verdi. ‘Kasım ayı sonunda seçim yapılmalı’ dedi. Halbuki kısa bir süre önce bütün koalisyon ortağı partiler erken seçime gerek yok demişlerdi. Ama birdenbire bir karar değişikliği oldu. Bunun nedenini anlayamadık. Öyle tahmin ediliyor ki, Sayın Devlet Bahçeli, kendi partisine yönelik birtakım tertipler düzenlendiği izlenimi edinmiş ve o karara varmış. Kimse içyüzünü bilmiyor tam olarak. Öyle bir nedenden veya başka bir nedenden bilemiyorum erken seçim istedi ısrarla... Ne tertibi olduğunu ben bilmiyorum, kimse de bilmiyor.” 

Ve dün. 

Bahçeli, bu kez rejimi “resmen” de değiştirme niteliğine sahip seçimlere bir buçuk yıl kalan erken seçim çağrısında bulundu. 

Erken seçim için “meydan muharebesi” çağrışımlı tarihi verirken “Türkiye düşmanlarına gereken dersi vermesi en makul yol” diye niteledi. 

Bahçeli bu çağrıyı, değerli lira, tek haneli enflasyon, makul bir işsizlik oranı, makul bir bütçe açığı, katlanılabilir bir faiz ortamında yapmadı. 

Bahçeli bu çağrıyı, Hazine garantili büyük altyapı projelerini, yaygın konut projelerini üstlenen şirketlerin ödeme güçlüğü içine düştüğünün, sayılarının giderek arttığının herkesin bildiği bir sır haline geldiği günlerde yaptı. 

Bahçeli’nin “Ne amaçlıyorsak Türkiye lehinedir” dediği dakikalarda, dört yıldır ataması yapılmayınca intihar eden 25 yaşındaki Merve Çavdar defnedilmeye hazırlanılıyordu. 

Bahçeli bu çağrıyı, “resmen” 109 bin öğretmen açığı bulunan Türkiye’de, öğretmene maaş ve kadro için ayrılmayan ödeneğin, 21/b ihaleleri üzerinden partili müteahhitlere akıtıldığı bir bütçe ortamında yaptı. 

Bahçeli, “Türkiye düşmanlarına gereken dersi vermesi için en makul yolunseçim olduğunu” söylediğinde, Cumhuriyetin şeker fabrikaları satılıyor, herkesin ormanlarının şirketlere satışının önü açılıyordu. 

Bahçeli bu çağrıyı devletin bekası için yaptığını söylerken Ergene’ye zehirli atıklarını boşaltan sanayi şirketlerinin bekasına halel gelmesin diye saklanan gerçekleri -Cumhuriyet’te- okuyorduk.
***
Ecevit’in bilmediğini biz bilemeyiz. 

Bildiğimiz şu: Bahçeli’nin ilk erken seçim çağrısı yaptığı dönemde, krizden çıkış için uygulanan ağır restorasyon programı sonucu, ekonomik göstergeler piyasalar açısından toparlanma yoluna giriyordu. 

AKP, Bahçeli çağrısıyla yapılan 2002 erken seçiminde, tüm önlemleri alınmış, toparlanma yoluna girmiş bir ekonominin üzerine geldi. 

Bahçeli’nin 16 yıl sonra dünkü erken seçim çağrısı ise kamu kaynaklarının talan edildiği, AKP’nin, rayına girmiş biçimde devraldığı ekonomik göstergelerin bozulduğu bir konjonktüre rastlıyor. 

(Not: Konjonktür, Suriye’nin kimyasal silah gerekçesiyle vurulduğu haftayı da içeriyor.) 
Peki, ekonomik göstergeleri hangi Türkiye düşmanları bozmuş olabilir?

Çiğdem Toker / CUMHURİYET