8 Mayıs 2018 Salı

Olur; icraata bakalım… - AYDEMİR GÜLER

soL portalda ve bu köşede “ehvenişerciliği” eleştirdik diye sosyal medyada “madem öyle, sizin icraatınıza bakalım” diyenler olmuş. Ona buna laf söylüyor, hiçbir şeyi beğenmiyor, her şeye kulp takıyormuşuz. 
Ya biz ne yapmışız?
Hoş doğrusu… Uzun zamandır AKP kafasının siyasetin tamamına yayıldığını gözlemliyoruz. Dikili taşı olmamak, koyun bile güdememek türünden lafların kime ait olduğunu da biliyoruz. Bu dili sola taşımak, aslında sağın sola yönelik saldırılarından bile daha büyük bir tahribata neden oluyor. Halk katından bakıldığında algılanana göre, solcular da uyduruyor, demagoji yapıyor, kıvırıyor…


Birincisi budur. Solda bizi eleştirmeye kalkanlar Tayyipçilik yapmasınlar, ortalığı daha fazla kirletmesinler.
Tartışacak başka ve çok daha gerçek şeyler var çünkü. Faşizm bir tek sandıkta yenilir desinler örneğin. Geçen yılki referandum gayrimeşruydu, ama meşruymuş gibi davranacağız desinler veya. İkinci turda, teorik olarak faşiste, şeriatçıya, emperyalizmi hiç mi hiç dert etmeyene de oy verilebilir, bir sakınca yoktur da diyebilirler… Hiç yok değil, böyleleri var. Sivas katillerinin hamisi için üşenmeyip seçim kuruluna gidiyor ve dilekçe veriyorlar.
Bunlar gerçek tartışmalardır. Bu yollara girdiklerinde solculukları biterse de biter! O kadar olacak, bir bedel ödenecek.

*    *    *

İkinci sözüm ise, şimdi arabeske bağlayacağımı zannedenlere. Solun düştüğü bir büyük yanlış “neler çektim bilseniz” edebiyatıdır.
Solun çok şey çektiği doğrudur. O kadar ki ne kadar anlatsak az gelir. Partilerimiz kapatılır, yayınlarımız toplatılır, arkamızdan tuzaklar kurulur, ne oyunlar çevrilir. İşkencelerden geçmiştir insanlarımız, katledilmişlerdir… Mobbing’in dik alasını görmek için 1950’lerde o kadar birikimli, yetenekli insanın nasıl ekmek parası kazanamaz hale getirildiklerini araştırın...

Bütün bunlardan bir edebiyat üretmekse yanlıştır. Sol insanları acı çekmeye değil, aydınlığın parçası olmaya çağırır. Sol halkın önünde, zulme uğramışlığı değil erdemli bir geleceği temsil etmelidir. Gündelik yaşantılarında emekçiler zaten acı çekmekte, zulmün çeşitli biçimlerine maruz kalmaktadırlar. Arabesk, boşuna örgütsüz, çıkışsız yoksulun “kendiliğinden ideolojisi” olmamıştır zaten.

“Siz ne yaptınız bu hayatta, anlat bakalım” şımarıklığına solun ne kadar da kuşatıldığı, onlarca yıl baskılandığı üstünden yanıt vermeyeceğim. Versem haksız olmam.

Daha önceki gün üç devrimcinin idamlarının yıldönümüyken, 12 Mart da 12 Eylül de sola karşı yapılmışken nasıl haksız oluruz? Kimilerinin MHP’yle herhangi bir husumeti yokmuş; öyle diyorlar. Kemal Türkler’i mi hatırlatayım, 7 TİP’liyi mi? Yoksa Hüseyin Duman’ı mı? 
Bizim haklı bir öfkemiz var gericilere karşı.
Sırf MHP değil ama… Biraz değiştirerek aktarırsam Ecevit ömründe en çok komünizme karşı mücadele etmekle övünmüştü, ölmeden az önce. Bizim Nâzım ise TKP üyesi olmakla…
Ama yapmayacağız, yapmayız. Dağarcığı dolu olanların kendilerini acındırmaya ihtiyacı olmaz. Sol kitlelere, kuracağı geleceği anlatır.

*    *    *

“Dikili ağacınız yok”un “solca”sı olmaz. Çünkü, bizim bir dünyamız var.
Sol işsizliği bitirmektir. İnsanlığın üçte bire yakını geçen yüzyılın bir bölümünü çalışabilecek durumda olan ve çalışmak isteyen herkesin işinin olduğu bir düzende yaşadı. Bunu “biz” yaptık.
Bu insanlar enflasyon diye de bir şey bilmiyorlardı.
Dünyada emperyalistlerin, kapitalistlerin büyük ağırlığı varken savaşları engelleyemedik belki. Ama soğuttuk büyük ölçüde. Fetihçilik, cihatçılık gibi türlü utanç politikası, tahtlarını barışa, dostluğa bıraktı. Barış bir erdem haline geldiyse bizim sayemizdedir.

Bir buçuk ay sonra oy kullanılacak ya. O bile bizim sayemizde! Hadi abartmayayım, mülk sahibi olmayanların ve kadınların oy kullanmasını biz sağladık diyebiliriz. 1917 Ekim Devriminden önce yoktu öyle şeyler!
Ha, unutmayalım. Başkalarını eleştirdik de, biz ne mi yaptık? 1917’den başlayarak sayısız ülkede devrim yaptık. İktidara her yolla tutunmuş gericileri, faşistleri, sömürmeyi en doğal hakkı sayan halk düşmanlarını devrimle süpürdük. Tekrar edeyim, kabaca dünyanın üçte birinde!

Faşizm seçimle gider mi gitmez mi, diye tartışılıyor. Gitmez diyen çoktur, ama her seçimde faşizmi götürecek bir büyük lider keşfetmeyi becerirler. Bu tartışmaya yanıtımız, yarının tarihini, 9 Mayıs tarihini taşır. 1945’te Nazileri dize getirmişliğimiz vardır.

*    *    *

Biliyorum, dikili ağaççıların bazıları bu anlattıklarımın hiçbirinin Türkiye’de olmadığını söyleyeceklerdir. Hatta bu görkemli başarılardan sonra komünizmin yenildiğini de ekleyebilirler. Bu tür yanıtlar, ancak bizim yenilgimizin insanlığın yenilgisi olduğunu, kendilerinin de aynı yıkımdan zarar gördüklerini unutmak pahasına söylenebilir.
Bazıları ise sözü memlekete getirmemi istiyorlardır. “Tamam tamam, başka yerler olabilir. Ama komünizm Türkiye’de tutmuyor.” Onu kanıtlamış olacaklarını düşünüyorlardır muhtemelen.

Yazıyı çok fazla uzatmayayım, gelecek seferlerde devam ederim. Bugünlük şu kadarıyla yetineceğim: Türkiye’den solculuğu ve solcuları çıkartmayı deneyin bir… Bir anlığına solun bu topraklara kattıklarını görmezden gelin, gelebilirseniz. O an her taraf kararacaktır!
Ülkede mevcut bilimsel birikim çökecektir. Bu imamların sosyal bilimlerin yerine ilahiyatı koymaya çalışmaları bunu gösteriyor. Arkeolojinin bir kısmına tabak çanak diye bakmaları, restorasyonları inşaatçılar arasında ihaleye çıkartmaları da. Ülkede sanat namına ne kalacaktır? Solsuz tiyatro aşağı yukarı yobaz müsameresine indirgenir. Solsuz müzik arabeskle ilahi arasında gidip gelir.

Bu ülkede insana yaraşır nerede ne varsa, orada en azından bir solculuk izi yatar. 

Türkiye’nin harcında iyiden, güzelden, doğrudan yana ne varsa, büyük çoğunluğu bizimkilerin eseridir. 

Gericiliğin bir türlü kökünden söküp atamadığı, üstüne kucak kucak toprak atsa da boyun eğdiremediği işte budur.

Aydemir Güler / SOL

Kurtuluş düşü - ORHAN GÖKDEMİR

Dincinin 16 yıllık iktidarının kesin sonucu ile başlayalım. Sosyal Güvenlik Kurumu verilerine göre 2017 yılında muhtaç durumda olan vatandaş sayısı 14,4 milyona ulaştı. 

Ne demek? 

Şöyle açıklayayım; İşsiz ve çalışmayan yurttaşlar 2018 yılı için SGK’ye aylık 60,89 TL prim ödeyerek sağlık hizmetlerinden faydalanabiliyor. Bu rakamı ödeme imkânı olmayan yurttaşların Genel Sağlık Sigortası primleri Devlet tarafından ödeniyor. Veriler bu düzenlemenin getirisi. İşi ve geliri olmayan çalmış devletin kapısını, “öde benim primimi” demiş. O kayıtlardan anlaşılıyor, hiçbir sosyal güvencesi olmayan, çalışmayan, 18 yaşını doldurmuş ve öğrenci olmayan, aylık geliri asgari ücretin üçte birinden (2017 yılı için 592,50 liraydı) az olan bu kadar insan var ülkemizde. 
Demek ki her yedi yurttaşımızdan biri muhtaç, düşkün.

Korkunç rakamlardır bunlar. Bazı illerdeki yoksul yurttaşların sayısı, illerin toplam nüfusunun yüzde 30-40’ını, seçmen sayısının yüzde 60-70’ini geçmektedir. Yani, bazı illerimizin yarıya yakını düşkündür. Samsun örneği var elimizde. 1 milyon iki yüz bin civarında nüfusu var ilin. Yarısı devlet yardımıyla geçimini sağlıyor. İlde yaşayanların yarısı teknik olarak yurttaş bile değil. İnsanlık onuruna yakışmayan şartlarda yaşamaya zorlanmış büyük bir kalabalık söz konusudur. Sonra sadaka vererek, yardıma alıştırarak, asalaklaştırarak  düşkünleştirmiş bu kalabalığı devlet. Parti kanalıyla yapmış bunu üstelik. “Muhalefet” partileri ittifak mittifak yaparak işte bu denklemi değiştireceğini sanıyor. İmkânsızdır.

Biliyorsunuz, iktidarı elinde tutan zat (İsmet İnönü’ye saygımdan adını bilerek anmıyorum)  ikide bir çıkıp patronlara güvence veriyor. “OHAL’i sizin için ilan ettik, grev yapan olursa başına indiriyoruz sopayı, rahat olun” diyor. Gereksiz bir tehdit aslında. Bu kadar düşkünleştirilmiş bir toplumda kim greve cesaret edebilir?

Edilmiyor zaten. 

AKP’li yıllarda, 2002-2017 arasında, 20 bin işçi ölmüş. “Kaza” diye  sınıflandırılanlar bunlar. Meslek hastalıkları dâhil edildiğinde sayı 140 bine ulaşıyor. 2018 yılının ilk dört ayında 575 işçiyi kurban almış sistem. Acımasız, kuralsız bir sınıf savaşıdır hakikaten. Ülkede kan gövdeyi götürmektedir. Ama grev yasaktır, sendikalar düzen tarafından teslim alınmıştır, ölenler öldüğüyle kalmaktadır. Ülkenin yarısı açlık sınırının altında bir gelirle yaşarken bir avuç sendika ağası vur patlasın çal oynasın haldedir. Bunların en solcu görüneni geçen gün şöyle dedi, “Çok mücadele ettim burada, biraz da mecliste mücadele edeyim diye CHP’den aday adayı oldum.” Bilmez miyiz, kırdı geçirdi ortalığı. Baksanıza sınıfın haline? Hem ne olacak, kaybederse gidip köyüne yerleşir, yiyip içtiklerine sayar…

Bunun bilmenin özgüveniyle konuştu son günlerini yaşayan atanmış başbakan da. Kapitalizmin en gerici, en çapsız, en arsız, en cahil savunusunu yaptı. İnsanların gözünün içine baka baka, “bilirim, tecrübeliyim, işçiler kendi kendini öldürüyor” dedi. Cesaret edebildi buna. Bu cesaretinin bir sebebi OHAL’se, diğeri emekliliğini CHP’de dolduran sendika ağalarıdır. Ona bu lafını yedirmeyen muhalefettir.

***

Bir de gizli düşkünlerimiz var. Bunlar, hiçbir yeteneği, hiçbir vasfı olmamasına rağmen iktidara yanaşarak bir “iktidar seçkinleri” şebekesi oluşturmayı başarmış dinci-yobaz tayfadır. Uzun memuriyettedirler. Devlette, orduda, yerel yönetimlerde bütün köşelerde onlar vardır. Basın onlarla doludur. Dernekler, federasyonlar, vakıflar, devlet basın yayın kuruluşları onlara maaş verme kurumlarına dönüştürülmüştür. Bütün varlıklarını iktidara borçlu olduklarından güne “varlığım AKP’ye armağan olsun” duasıyla başlamaktadırlar. Bu uğurda yapamayacakları ahlaksızlık, işlemeyecekleri suç yoktur.

Örnek vereyim: Daha önce kamu kaynaklarını yağmalayan politikacılar için “hırsızlık sayılmaz, dinimizde günah işleme özgürlüğü var” diyen ilahiyatçı görünümlü haysiyetsiz utanmaz, “rüşvet almanın haram ama vermenin caiz olduğunu” yumurtladı geçen gün. Zaten haramla beslendiklerinden, tek tehlikenin rüşvet verilmemesi olduğunun bilincindedir yani.

Bunların bir de ikinci çemberde duran yanaşmaları var. Saray sofralarından kalkmadığı için adı kötü yola düşen eski şarkıcı mesela. Koşup sordular ne düşünüyorsun diye. Kenan Evren’e övgüler düzerek başladı söze. “Evren’in ilk üç günü iyiydi ama sonra yanlış yöne saptı” diye devam etti. “Ama siz de bütün iktidarları seviyorsunuz” mu dediler, kendisi mi öyle anladı bilinmez, şöyle tamamladı sözlerini: “Devletimi kim yönetiyorsa, halkımızın seçimleriyle, oylarıyla hangi hükümet varsa ben ona saygı duyarım.” “Ulan adam diktatör, çekmiş tankı topu rehin almış iktidarı” desen anlamaz. Yarım aklını da rehin bırakmıştır saray kapısına, üç günlük çıkarı için.

Hırsızlık özgürlük, rüşvet caizmiş… Bir düzenin baştan ayağa çürüdüğünü bilmem başka nasıl anlatabilirim?

***

Efendim? İktidarı değiştireceğiz mi dediniz? Kiminle? Kemal Kılıçdaroğlu veya Meral Akşener’le mi? Yoksa sizde mi kundakçı Temel’e inananlardansınız?
Önceki gün Denizlerin idam edilmesinin yıldönümüydü. İktidarı değiştirmek için tek dayanağınız olan politikacı onlar için tivit hesabından paylaşımda bulundu. "Deniz, Yusuf ve Hüseyin ülkemizin bağımsızlığı uğruna çıktıkları yolda aramızdan kopartılan, kendi kaderlerini memleketin kaderiyle eşitleyen cesur yüreklerdi. Onlara sözümüzü tutacağız, özgürlüklerin ve demokrasinin egemen olduğu bir ülkeyi hep birlikte kuracağız" dedi.

Çok değil iki ay önce de bir tivit atmıştı. Orada da şöyle diyordu: “Aramızdan ayrılışının 9. yıldönümünde Muhsin Yazıcıoğlu’nu rahmetle anıyor, şüpheli ölümünün aydınlatılması için de adalet mücadelemizin devam edeceğini yineliyorum.”
E tamam da birader ikincisi birincilerinin katili değil mi? Nasıl oluyor böyle? Nasıl bir midedir bu?
Denizlerin idamına “evet” diyenlerin tam listesi yayınlandı o gün. Fotoğraflar da eşlik ediyordu listeye. O fotoğraflardan birinde Adalet Partisi Grubu hep birlikte el kaldırmıştı “evet” niyetine. En önde en şevkli görünen kişi, suratındaki o değişmez sırıtışla Süleyman Demirel’di.
Unutturdular her şeyi. Biz Demirel’le mücadele ederken eteklerinden gelenler makbul vatandaşlar oldu. “Dişi kurt”la “şeriat dede” koşup gelecekmiş, kurucu partiyle kol kola girip hepimizi zulümden kurtaracakmış. 
Amiyane tabirle, yersen!

***

İşte size memleketimden insan manzaraları. Düşmüş, zavallı, biçare yaratıklardır hepsi. Omurgasızdır, eğri büğrüdür. Brüeghel’in tablolarındaki gibi, hepsi insanlığından çıkmış, acı çeken yaratıklara dönüşmüştür.

Tekrar not edeyim öyleyse: Cumhuriyet, halkı yukarı çekme işidir. Cumhuriyet yoksa halk aşağı düşer. Paramparça olur.
Laiklik, ümmetten insan yaratma işidir. Laiklik yıkılırsa insan biter. Cübbeliler, Nurofiller, Binaliler, Sedalar, Hülyalar, İbolar türer yerine.
Geldiler, ellerinin değdiği her şeyi çürüttüler. Halkı düşürdüler, insanı bitirdiler. Acımasız, kuralsız bir sınıf savaşının tam ortasındayız şimdi.

***

İşte tablo, işte ülke. Biz diyoruz ki size, kurtuluşunuz kendi ellerinizde. Onlar diyor ki kurtuluşunuz katillerinizde. Baksanıza, ellerindeki kan kurumadı daha. İmkânı var mı?
Kalkın öyleyse, uzatın elinizi. 
Ne duruyorsunuz?

Orhan Gökdemir / SOL

‘Dış güçler’ Reis’e karşı falan değil, kimse hikâye anlatmasın - NEVŞİN MENGÜ

Seçim yaklaşırken iktidarın kullandığı söylem standart, “dış güçlerin hizmetinde iç güçler birleşmişler, Recep Tayyip Erdoğan’ı devirmeye çalışıyorlar.” Ayağımın tozuyla geldiğim Brüksel’den bildireyim, durum hiç de öyle değil. Aksine Erdoğan, Brüksel’in işine bile geliyor.

Avrupa Birliği’nden ilkeler ve prensipleri çıkardığınızda geriye ordusu bile kalmadığını da düşünürsek aslında özünde hiçbir şey kalmıyor. Avrupa Birliği, romantik bir hayal değil, İkinci Dünya Savaşı sonrası ilkeler üzerinde yükselen yeni dünyanın parlayan yıldızıydı. Şimdi ise insanlık İkinci Dünya Savaşın’dan edindiği tecrübeyi unutmuş gibi. Ne idealler ne de ilkeler kimsenin umurunda. Brüksel’de ideallerden geriye köhne bir yapı ve para peşinde pragmatistler kalmış. Bu yeni düzene ise aslında en çok bir lider olarak Recep Tayyip Erdoğan uyum sağlıyor.

Her şeyden önce Türkiye bu halde, astığı astık kestiği kestik rejimiyle Avrupa Birliği’ne üye olmak değil, üyeliğinin gündeme bile gelmesi imkânsız. Bu en çok Türkiye’yi Batı’da istemeyenlerin işine geliyor. Türkiye’yi almamak için artık bahane bile üretmelerine gerek yok.


Hiçbir fasıl açılmıyor, kimse Türkiye’ye artık fasıl aç bile demiyor. Sadece ticaret devam ediyor.

Brüksel’in bu aralar en fazla yaptığı şey Türkiye’de propaganda değil de haber yapabilen üç beş gazeteciyi çağırmak ve ölen Türkiye demokrasisi için ah vah diye ağlaşmak. Onun dışında kimsenin bir şey yapası da yok, yapacağı da.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın AB’ye karşı oynadığı en iyi kart Suriyeli mülteciler kartı. Avrupa, Türkiye yeter ki Suriyelileri sınırını açıp Avrupa’ya “salmasın” diye, Türkiye’deki iktidar ne isterse vermeye hazır. Paraysa para, tavizse taviz.
Süregiden ticaretten de herkes memnun. Avrupanın en çok vurguladı şey, Türkiye’nin bir numaralı ticari partneri olmak. Bu aslında aynı zamanda, demokrasiye dönüş için yaptırım gücü anlamına da geliyor ama bu gücü, Brüksel’de kimsenin kullanmaya takati yok.

Geçen sene katıldığım kapalı bir toplantıda Dünya Bankası fon yöneticilerinden biri, açık açık anlatmıştı: “30 yıldan uzun süredir Türkiye’de fon yönetiyorum. Recep Tayyip Erdoğan bizim çok işimize geliyor. Tek adamlı sistemlerde işimizi çözmek kolay. Başka bir iktidar şimdi bizim için risk anlamına gelir” demişti. Velhasıl Brüksel de meseleye böyle bakıyor, alan memnun veren memnun. Arada bir ayıp olmasın diye eleştirel raporların yazıldığı kenarda tutulan, Rusya’ya da tam kaptırılmayan Türkiye. Türkiye’de demokrasinin günden güne ölümünü izleyip yalandan ah vah derken, para hesabı yapan Avrupa. “Dış güçlerin” ahval ve şeraiti budur. 

Kimse “Avrupa Reis’e karşı” yalanını atmasın. Brüksel’in oy hakkı olsa tutar oyunu “Reis”e verir.

NEVŞİN MENGÜ / BİRGÜN

Aleviler seçimlerde ne yapacak? - TURAN ESER

Seçim geldi ve Aleviler yine hatırlandı. Çünkü nüfusun dörtte birini oluşturuyorlar. Ama oy isteyenler, Alevilerin siyasal tutumlarına ve akıllarına değil, daha çok “oylarına” ihtiyaç duyuyorlar.


“Ben Alevilerin neden başbakanı olayım ki; bir sebep mi var?” diyen AKP iktidarından, muhalefet adına “Alevi aday ile seçim kazanılmaz” gibi iğrenç ve mezhepçi argümanlara sığınılan bu ülkede, kendinizi bir anlık Alevi yerine koyun.

Parti genel merkezlerinden tutun, TV tartışmalarına ve köşe yazılarına kadar “Alevi aday ile seçim kazanılmaz” algısına teslim olmuş Türkiye’de, siyasetten dışlanan Aleviler memleketin, laikliğin ve cumhuriyetin geleceği için “Sünni adaylara” oy verecektir!

Çünkü Aleviler oyların kimliklere değil, düşünceye, ilkelere, değerlere ve insana verir. Aleviler “yetmiş iki millete aynı nazarla baktığı” için, oy vereceği insanın etnik ya da dini kimliğine bakmaz!

Aleviler oyların laikliğe, demokrasiye, emeğin hakkına, adalete, barışa, eşitliğe, özgürlüğe, huzura, bilimsel eğitime, aydınlığa, çağdaşlığa ve farklılıkların eşit koşullarda ve bir arada yaşamasını isteyen anlayışa verir. Etnik ve dinsel kimlik üzerinden oy isteyenlere kapalıdır!

Aleviler Türk İslam sentezci AKP-MHP iktidar blokunu zayıflatacak, Saray iktidarına son verecek ya da onu sınırlandıracak stratejileri ve taktikleri destekler. Kim, nasıl tarif etmeye çalışırsa çalışsın, hangi hamaset siyasetine sığınırsa sığınsın, mevcut koşullarda Alevilerin büyük bir kesimi 24 Haziran’da CHP’ye oy verirken, bir kesimi de HDP’ye oy verecektir.

Cumhurbaşkanlığı ilk tur seçiminde ise, herkes kendi adayına yüklenecektir. Aleviler de yüzde doksan dokuz Muharrem İnce ve Selahattin Demirtaş lehine oy kullanırlar. Kime ne kadar verilir bilinmez. Ama ikinci turda yarış, CHP adayı Muharrem İnce ile iktidar blokunun adayı Erdoğan arasında geçecek gibi. Bu durumda Alevilerin yüzde doksan dokuz oyu Muharrem İnce’ye gidecektir.
Aleviler TBMM aritmetiği ve siyasetin demokratikleştirilmesi ve siyasal katılım hakkı açısından, HDP’nin % 10 barajını aşmasına da omuz verecektir. Aksi durumda, 85 ile 100 civarında milletvekilinin AKP’ye kaptırılmasına fırsat verilmiş olacağının bilincindedir.

Bu nedenle Aleviler, iktidar değişimi, TBMM’de CHP ve HDP’nin güçlü temsiliyeti için herkesi oy kullanmaya seferber edecek çalışmaları yürütecektir. Yani Aleviler, burada bir siyasal denge oluşturacaktır. Alevilerin bu süreçteki sol ve Kızılbaş duyusu oldukça güçlüdür. AKP-MHP bloku karşında duranlar arasında sürdürülen anlamsız ve sonuç almayı olumsuz etkileyecek, saçma sapan ve trolvari tartışmalara taraf olmayacaktır. 24 Haziran’a kadar iktidar bloku karşısında iri ve diri durmaya çalışacaktır.

Aleviler bu memleketin vicdanıdır. 24 Haziran’da, 1920 öncesine dönmek ve “hilafet isteriz” diyenlere karşı, bir yandan eşit yurttaşlık, eşit haklar hakkını savunurken, diğer yandan ümmetçiliğe memleketin kapı açtırmayacaktır.

Alevilerin talepleri bellidir. Kutuplaştırmalara karşı kardeşlik, çatışmalara karşı toplumsal huzur ve barış, OHAL ve KHK rejimlerine karşı adalet ve hukuk, teokrasiye karşı cumhuriyet...
Çünkü Aleviler, AKP’nin mezhepçi ve etnik kutuplaştırma politikalarından, OHAL ve KHK rejiminden rahatsızlar. Aleviler adalet ve huzur için en geniş kesimlerin oy kullanması için seferber olacaklar. 

Alevilerin derdi memleketin geleceğidir. Mezhepçi tek adam rejimine karşı, güçler ayrılığı ilkesiyle soluk almak istediği bir parlamenter rejim sistem. Aleviler, siyasal İslamcı kuşatmaya ve gericiliğe karşı, en çok laikliğin kazanılmasını istiyor.

Aleviler AKP-MHP blokunun seçilmiş padişahlık rejimine karşı, cumhuriyetin demokratikleştirilmesini, laik yaşam, laik siyaset ve laik düzeni savunacaklardır. Halkın iradesinin, bir adamın iki dudağı arasında çıkan siyasal fetvaya teslim etmeyecekler.

Alevi kurumları, hak ve taleplerini, nasıl bir Türkiye tahayyülüne sahip olduklarına ilişkin, ortak ve kendi seçim manifestosuyla ortaya çıkabilir. Bu demokratik bir haktır. Ama Alevi kurumları, bu demokratik haklarını ve memleketin geleceğine dair sözlerini söylemedikleri için, onlar adına siyaset yapanlar konuşmaktadır. Bu manifesto, Alevilerin “Nasıl bir Türkiye istiyoruz” tahayyülünü anlatmalıdır ve Alevilerin hangi partilere oy vereceği ve hangi Cumhurbaşkanı adayını ikinci turda destekleyeceği kesinlik kazanmışken, belirli bir partiye işaret ederek, siyasetin Alevileri bölmesine müsaade edilmemelidir.

Adaylar kendi partilerine oy isteyebilir, ama Alevi kurumları particilik yapmamalıdır. Türkiye’nin kaderini tayin edecek büyük hikâyenin siyasetine davet çıkarmalıdır.

24 Haziran, Aleviler için sadece bir oy kullanmak değildir. Birlikte yaşadığımız şu topraklarda, bölücü, kutuplaştırıcı, tekçi, ırkçı ve mezhepçi siyasetlere inat, geleceğimizi birlikte belirleme ve karanlıkları aydınlığı, kaosu huzura, şiddeti barışa çevirme umudunu taşımaktır.

Ötekisiz bir Türkiye’yi yaratabiliriz. 

Bu mümkün...

Turan Eser / BİRGÜN

Kiziroğlu Beşiktaş Bey - ORHAN CAN

Beşiktaş’ın maçının sonucunun artık pek bir önemi yoktu. Çünkü ondan önemli “Ahlak, erdem, vicdan, adalet” gibi değerler vardı! 

Bakın, “Savaş kimin haklı olduğunu değil, kimin güçlü olduğunu gösterir”! 
Bu yüzden, “haklı” olan değil “güçlü” olan kazanıyor. 

‘Adalet’‘Vicdan’ ve ‘Ahlak’ ayaklar altında ezilse de… Samsun’daki Süper Kupa maçından başlayarak, ligin ilk maçına yansıyan “vicdansızlık, adaletsizve ahlaksızlık silsilesi” sayesinde yıl boyunca her türlü kepazeliği yaşadı sporseverler. 

Bu; aslında, adalet-eşitlik isteyen tüm takımlara karşı “masa üstünden” gösterilen sopaydı. Eskiden masa altında, karanlık odalarda entrikalar yapılırdı. Ahlaksızlığın ‘Ar damarı’ o kadar çatladı ki gerek duymuyorlar artık gizliliğe. 25 yıllık spor yazarı Fatih Doğan’ın da “Çok rezillik gördüm ama bu sezonki kadar GÖSTERE GÖSTERE, insanların gözüne içine sokulan bir sezon görmedim, yaşamadım! Hakemlerin rezillikleriyle ve başarı için her şeyi mubah gören spor adamlarının   sayesinde”  demesi bu yüzdendir. 

Aslında bu rezillik, “Başarı için her şeyi mubah gören spor adamlarının sayesindedir..”!  Unutmasınlar ki, “Haklı” olanın değil de “güçlü” olanın kazandığı bir dünyada da “kaynamalar” ve “kalkışmalar” insanın ensesinde boza pişirir maalesef… Her halk destanlarının arkasında yatan hikâyeler de böyledir. Beşiktaş gibi takımlar da bu yüzden birer ‘Köroğlu’dur,Kiziroğlu’dur... 


Beşiktaş taraftarının ‘Aldırma Gönül’ şarkısını söylemesinin altında yatan gerçek de budur! Hukuksuzluğa karşı çıkmak da bir insanlık borcudur. Sahaya çıkmama tavrı da bu yüzden büyük bir tavırdır. Ne diyordu savaş meydanlarının büyük komutanı Cengiz HanSakın bir çiviyi küçümseme. Bir çivi bir nalı, nal bir atı, at bir komutanı, komutan bir orduyu, ordu koca bir ülkeyi kurtarır.” 


Mesela, Potemkin Zırhlısı’ndaki isyanın nedeni de ‘tetikleyici’ bir nedendir. Çünkü, her şey bir tas çorba uğrunadır.
 
Beşiktaş’ın yaptığı bu tavır da güçlülerin kazandığı “masa savaşlarına”   karşı  set olmalıdır! Haklılar birleşmedikçe, haksız güçlülerin “yıkılacağı” yoktur. 

Haksızlık kime yapılırsa yapılsın haksızlıktır oysa.. Bu hak arama, Dersimspor’a da Fethiyespor’a da, G.Saray’a da, F.Bahçe’ye de hatta geçen sene Video Hakem diye ağlayan Başakşehir’e de lazımdır.

Orhan Can / CUMHURİYET

Muharrem İnce’yle bozulan mezhepçilik oyunu - KADRİ GÜRSEL

Muharrem İnce, geçen cumartesi memleketi Yalova’da “CHP’nincumhurbaşkanı adayı” olarak düzenlediği ilk mitingde, iktidarın 2010’dan bu yana muhafazakâr Sünni seçmeni kendi safında konsolide etmek için CHP’ye karşı sahnelediği mezhepçi siyaset oyununun artık miadını doldurduğunu ilan etti. 


İnce, Yalova’nın merkezindeki Cumhuriyet Meydanı’nı dolduran büyük kalabalığa seçim otobüsünün üzerinden hitap ederken şunları söyledi: 
“Ben hepinizin cumhurbaşkanı olacağım, seksen milyonun cumhurbaşkanı olacağım. Bakın ilan ediyorum buradan, ilan ediyorum: Aleviler! Benim cumhurbaşkanlığımda haksızlığa uğramayacaksınız. Neden? Aleviler şehit oluyor, askere gidiyor, vergi veriyor ama biz Sünnilerin camisinin imamının maaşını devlet ödüyor ama Alevilere yardım etmiyor devlet. Olmaz böyle kardeşlik.” 
İnce’nin konuşmasından alıntıladığım bu bölümde üç husus önemli. Bunlardan ikisini görmek için alıntıyı okumak yeterli. 

Birincisi şu: İnce, “Aleviler!” diyor... Doğrudan, adını koyarak Alevilere hitap ediyor; “Alevilere yönelik haksızlıklara son verileceğini” bir kampanya vaadi olarak dile getiriyor. 

Önemli, çünkü Alevilerin sorunlarına ilk mitingde yapılmış kuvvetli bir vurgu bu... 
Aleviler CHP’nin seçmen tabanında ve örgütünde önemli yer tutarlar, laik bir Cumhuriyetin kararlı savunucularıdırlar. Üstelik AKP Türkiye’sinde Alevilerin sistemli bir ayrımcılığa tabi tutulup dışlandıkları kimse için bir sır değildir. 
CHP, 12 Haziran 2012 Genel Seçimleri için yayımladığı bildirgenin “Laiklik ve İnanç Özgürlüğü” bölümünde Alevilere bir cümleyle yer ayırmış ve “Alevi yurttaşlarımızın eşit yurttaşlık talebini her alanda hayata geçireceğiz” demişti. 

CHP’nin 7 Haziran ve 1 Kasım 2015 genel seçimleri için hazırladığı bildirgelerde ise Alevilerin adı zikredilmemiş ama mustarip oldukları sorunlardan bahsedilmişti. 
2011 ve 2015’teki genel seçim kampanyalarında Genel Başkan Kılıçdaroğlu’nun Alevilerin maruz kaldıkları baskı ve ayrımcılığa, çözülmesi gereken ve adı konulmuş bir sorun olarak hak ettiği yeri ayırdığı da öne sürülemez. 

Diğer taraftan İnce’nin vaadi CHP Programı’nda da yer alıyor. “Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yeniden yapılandırılması” bahsinde Alevilerin bu kurumda temsil edilmesi ve devletin camilere sağladığı destekten cemevlerinin de yararlandırılması CHP’nin hedefleri arasında geçiyor. Lakin vaatleri seçim meydanlarında söze dökmek, programlarda kayda geçirmekten daha etkili. 

Şimdi gelelim İnce’nin konuşmasındaki ikinci hususa. 
“Biz Sünniler” diyor Muharrem İnce... 
Dikkatinizi çekerim: Alevilerin sorunlarını çözmeyi vaat edip onlara sahip çıkarken “Biz Sünniler” diyen bir CHP cumhurbaşkanı adayı var karşımızda... “Sünnilerin camisinin imamının maaşını devlet ödüyor” derken kendisinin de Sünni olduğunu açıklıyor, “Ama biz Sünnilerin...” diye konuşuyor.
 
Ve nihayet üçüncü önemli husus... Bu, yaptığım alıntıyı okuyarak değil, Muharrem İnce’nin vücut diline bakarak vakıf olabileceğiniz bir ayrıntı. YouTube’da videosu var, seyredebilirsiniz. İnce, “Ama biz Sünniler” dediği sırada kendisini işaret etmek için elini birkaç saniye kalbinin üzerinde tutuyor... 

Ve bir soru: Muharrem İnce, Alevilerin çiğnenen eşit yurttaşlık haklarını savunacağını vaat etmek için kendisinin Sünni olduğunu açıklamak zorunda mıydı? 
Böyle bir mecburiyeti yoktu tabii ki ama siyaseten bunu tercih etti. 

Geçmiş yıllarda, özellikle de 12 Eylül 2010 referandumu, 12 Haziran 2011 Genel Seçimleri ve 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanı Seçimi kampanyaları sırasında henüz Başbakan olan Erdoğan’ın, meydanlarda Kılıçdaroğlu’nun Alevi kökenini taraftarlarına defalarca hatırlatarak CHP’ye karşı mezhepsel fay hatlarına yüklediği negatif enerjiyi faydalı yönde dönüştürmek olabilirdi amacı... 

Muharrem İnce reel politikayı maharetle uygulayan ve iletişimde tekrarın faydasını bilen bir siyasetçi. Bu yazının konusu olan mesajını da çeşitli vesilelerle tekrarlayabilir. 
İktidarın CHP’ye karşı oluşturduğu mezhepçi algının yıkılması Türkiye’nin selameti için elzemdir. Bu husustaki başarı Muharrem İnce’ye aitse, başarının önünü açan kişi de CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu olacaktır.

Kadri Gürsel / CUMHURİYET

Ziraat AKP’nin arka cebi midir? - ÇİĞDEM TOKER

 Hükümet talimatlı konut stoku azaltma operasyonunun gerekçesine bakın: 
Sektördeki “çarklar” tekrar dönmeye başlayacakmış.
 
Başbakan Yıldırım’ın bahsettiği “çarklar”ın kime ait olduğunu merak etmemek mümkün değil. 

Ziraat’ın çarkını döndüreceği kimseler arasında herhalde ineğine haciz gelince, sütünü şube önüne döken Haymanalı çiftçi olmasa gerek. Ziraat, konut stokunu eriterek emeklilerin de çarkını döndürecek olamaz. 

Başındaki, Türkiye Cumhuriyeti kısaltması olan T.C. ibaresini fazlalık bulup atmış olan Ziraat Bankası’nın ilgi alanına konut, gayrimenkul, emlak alanında faal, iktidara yakın müteahhitlik şirketlerinin daha fazla girdiği malum. 

Haliyle Ziraat’ın “çarklarını” döndüreceği konut sektöründen yararlanacak olanlar, bir zamanlar hedef kitlesi olan “kamu” değil, yapılı porselen dişleriyle pozlar veren, futbol kulüplerine sponsor olan bir avuç konut müteahhidinin olması yüksek ihtimaldir.

Genel kurul ertelenmişti 
Başbakan Yıldırım’ın bu talimatı geçenlerde açıklanan “genel kurulertelemesine” de ışık tutmuş bulunuyor. 

Meraklısı, OHAL rejimi altında Türkiye Varlık Fonu’na (TVF) devredilmiş bulunan Ziraat Bankası’nın geçen haftalarda yapacağı 2017 yıllık olağan genel kurulunun, 24 Haziran seçimleri sonrasına bırakıldığını hatırlar. 

Ziraat’ın 2016 yılı genel kurulu da ertelenmiş, o da zamanında yapılmayarak 16 Nisan referandumu sonrasına bırakılmıştı. Eğer Ziraat Bankası’nın 2017 yılı genel kurulu zamanında yapılmış olsaydı, bütün denetim raporları gündeme gelerek okunacaktı. 
Ziraat Bankası genel kurulunu seçim sonrasına bırakarak, hem Doğan Grubu’nun Demirören’e devri sırasında yine hükümet talimatıyla sağlandığı söylenen krediyi “görünmez” kıldı, denetimden kaçtı. 


Bunlara ek olarak da genel kurulun ertelendiği süre zarfında da şeffaf olmayan operasyonların daha kolay yapılmasına zemin hazırlanmış oldu. 
Nitekim, kuruldu kurulalı sermayesi Hazine’ye ait olan Ziraat Bankası hisselerinin, tüm zamanların en imtiyazlı şirketi olarak kurgulanan Başbakan’a bağlı TVF’ye devredildiğini geçenlerde yazdık. 

Dolayısıyla genel kurulu ertelenmiş, dolayısıyla denetim raporları okunmamış, tartışılmamış, dahası kamu sermayesi özel bir şirkete devredilmiş Ziraat Bankası’nın “stok eritme” göreviyle yaptığı/yapacağı işlemler, bankacılık teamülleri açısından belirsiz bir döneme girecektir. 

Bitirirken, Ziraat Bankası’nın 2016 yılı Sayıştay denetim raporunda, banka nezdinde yüzlerce milyon TL riski bulunan birkaç şirket hakkında, belli işlemler yapılması için zaten önemli “tavsiyeler” yer aldığını not düşelim. 

Başından T.C’yi atsa, Hazine payını Varlık Fonu’na devretse de Ziraat Bankası, AKP’nin arka cebi olamaz, olmamalı.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

7 Mayıs 2018 Pazartesi

Ekonomi uzmanı Dr. Atilla Yeşilada: Tek haneli enflasyon ne şimdi ne de 2023’te - MELTEM YILMAZ / RÖPORTAJ

Seçmeni sandığa götüren birinci neden ekonomi. Herkes ekonomiden hoşnutsuz, refah tabana yayılmadı, gelir dağılımı çok ciddi bir şekilde bozulmaya yüz tuttu, sefalet ise artmaya başladı. Ve tabii ki bunun hesabı AKP’den sorulacak.

Ekonomi uzmanı Dr. Atilla Yeşilada, bu haftaki Pazartesi Söyleşisi’nin konuğu oldu. Anketlerin ortaya koyduğu sonuçlara göre, seçmenin 24 Haziran seçimlerinde oy verirken temel motivasyonunun ekonomi olacağına dikkat çeken Yeşilada, “Herkes ekonomiden hoşnutsuz, refah tabana yayılmadı. Ve tabii ki bunun hesabı AKP’den sorulacak” ifadelerini kullandı.
Türkiye’de gelir dağılımının çok ciddi bir şekilde bozulmaya başladığına dikkat çeken Yeşilada, “Sefalet artmaya başladı. Bunun en önemli sebebi, artık sadece cemaatlere ve partiye mensup olan kişilere iş verilmesi. İkincisi de eğitim sisteminin bozulması” diye konuştu. Yeşilada, şöyle devam etti:

“AKP’nin Erdoğan ile birlikte kazandığını varsayarsak, bu AKP ya tedbir alacak ya da Mart seçimlerini kaybetmeyi göze alacak. Ben göze almayacağını zannediyorum. Dolayısıyla kış ayları çok zor geçecek. Türk lirası yüzde 20 daha değer kaybeder. Enflasyon patlar, yani 15’lere gideriz. Dahası, özel sektör sorunları da malum, 225 milyar dolar civarında döviz karşılığı olmayan döviz borcu var. 80’lere geri döndük. Artık tek hane enflasyon hayal, ne şimdi ne de 2023’te.”

»Seçimlerin 24 Haziran tarihine çekilmesinin temel gerekçeleri arasında ekonomi nerede duruyor?
Ben AKP’nin de MHP’nin de ekonominin uçuruma yaklaştığını fark ettiğini pek düşünmüyorum. AKP eğer ekonomideki gidişatı anlasaydı, erken seçim kararından sonra yaptığı hataları yapmazdı. Belli ki onların kafasındaki ekonomik model, sizin benim ya da makul bir insanın algılarındakinden çok farklı.

»Nedir o hatalar?
Örneğin, AKP ardı ardına hediye paketleri açmazdı, çünkü bunların ekonominin aşırı ısındığına inanan yatırımcı kitlesini küstürüp, TL’de deprem yaratacağını öngörürdü. Ya da böyle bir olasılığa karşı TCMB 75 değil, 200 baz puan faiz artırır, hazırlıklı yakalanırdı.

»Peki 24 Haziran’ın seçmen motivasyonu açısından ekonomi kaçıncı sırada yer alıyor?
Birinci. Anketlerin ortaya koyduğu çok çarpıcı bir tespit var. Bu seçimin ana teması, yani seçmeni sandığa götüren birinci neden ekonomi. Herkes ekonomiden hoşnutsuz, refah tabana yayılmadı. Ve tabii ki bunun hesabı AKP’den sorulacak. Bu yüzden AKP çok ciddi bir paket açtı. Ancak normalde çok geniş sayıda seçmeni AKP’ye cezbetmesi beklenen bu paket, Türk lirasının değer kaybıyla bertaraf oldu.

»Seçime gittiğimiz koşullar ortada. Dövizin durumu da. Bu tabloda cumhur ittifakının kazanma olasılığı nedir?
Seçimlerde ittifakların popülaritesine baktığınızda, ittifaklar başa baş gözüküyor. Ben, AKP-MHP blokunun parlamentoyu kaybetme olasılığını en az yüzde 50 olarak görüyorum. Çünkü önümüzdeki iki ayda işler kötüye gidecek.

»Nasıl?
Seçmenin yeniden AKP-MHP’yi tercih etmesi için ekonomide düzelme şart. Bunun için de hediye paketleri açılıyor, ama bunlar seçmeni tatmin edemez, çünkü piyasa tepki verip TL değer kaybedince 80 milyonun morali bozuluyor. Enflasyon ve faizler yükseliyor. Vatandaşın alım gücü daralıyor, krediye erişemiyor. Ve önümüzdeki dönemde de Türk lirasına değer kazandırmanın yolu yok.

»Peki seçimden sonra bizi ne bekliyor? Hangi senaryoya göre nasıl bir süreç bekliyor?
Erken seçimden sonra dört başı mağrur bir istikrar programı, dünyada kabul gören genel ekonomik kurallara göre bir program devreye sokulursa, Türkiye bu işi bir resesyonla atlatır. Yani ekonomi 1 sene kadar büyümez, daralır ama onun dışında kurumlar, özellikle bankalar ve büyük özel şirketler yara almaktan kurtulur.

»AKP 16 yılda ekonomide nasıl bir enkaz bıraktı?
AKP’nin geride bıraktığı enkaz daha çok sosyal boyutta. Türkiye’de kapanması çok uzun sürecek bir kutuplaşma oldu. İkincisi eğitim sistemi tamamen dejenere edildi, o eğitim sisteminden çıkanların 21. yüzyılın dünyasında üretebilecekleri bir şey olmaz. Üçüncüsü de bütün kurumlar tahrip edildi, bugün Türkiye’de yargı, polis ve TSK kurum olarak yok diyebiliriz.

»Saydığınız bu üç durumun ekonomiye yansımasından söz ediyorum. Bir kısım yurttaşta, AKP veya Erdoğan giderse, gelecek olan iktidar geride kalan enkazla başa çıkamaz gibi bir algı var!
AKP 2002’de iktidara geldiğinde, ekonomi konusunda tek bildikleri iç borcu konsolide etmekti. Geldiler IMF’yi çağırdılar ertesi gün. Dolayısıyla hemen hemen herkes aynı şeyi yapacaktır. Yalnız burada şu teknik soruna dikkat etmek lazım, Türkiye’de seçim döngüsü Haziran’da bitmiyor, Mart 2019’da bitiyor. Hiçbir demokratik hükümet bu darboğazdan çıkmak için acı reçeteyi seçmenine sunamaz. O nedenle özellikle Erdoğan başkan olmaz meclis muhalefet blokunun eline geçerse zaten hiçbir şey yapılamaz. Ama AKP’nin Erdoğan ile birlikte kazandığını varsayarsak, bu AKP ya tedbir alacak ya da Mart seçimlerini kaybetmeyi göze alacak. Ben göze almayacağını zannediyorum.

»Yani, ne kadar ağır bir süreçten söz ediyoruz?
Kış ayları çok zor geçecek. Türk lirası yüzde 20 daha değer kaybeder. İkincisi enflasyon patlar, yani 15’lere gideriz. Üçüncüsü özel sektör sorunları malum, 225 milyar dolar civarında döviz karşılığı olmayan döviz borcu var. Şimdi basit bir hesap yapalım: 225 milyar, takriben 1 trilyon ediyor. Türk lirası yüzde 10 zarar ederse bilançoda 100 milyar zarar ediyorlar. Başka bir şey söylemeye gerek yok.

»Ama daha 2023 senaryoları var, Türkiye’nin dünyanın en büyük ekonomilerinin başında geleceği iddia edilen…
80’lere geri döndük. Artık tek hane enflasyon hayal, ne şimdi ne de 2023’te. Biz ekonomistler olarak birçok ülkeyi ve onların tecrübelerini inceliyoruz. Enflasyon çift haneye çıktığında müdahale etmezseniz kendiliğinden yükselmeye başlıyor. Muhakkak çok katı bir şekilde müdahale etmeniz gerekiyor. Çünkü insanlar geleceği planlarken hep enflasyon olacakmış gibi planlıyorlar. Eğer sattıkları malın fiyatını belirleyebiliyorlarsa, daha fazla zam yapıyorlar. Kimse gelir kaybetmek istemediği için komşusu yüzde 10 zam yapıyorsa o yüzde 12 yapıyor. Böylece bütün topluma yayılan zam yarışı başlıyor. Bu tablo Türkiye’de daha da kötü maaşlar, vergiler enflasyona endeksli. Buna enflasyonda katılaşma diyoruz. Enflasyon kendi kendini besler ve üretir hale geliyor. Biz bu noktayı geçtik.

»Peki bu darboğazdan çıkmak için önümüze konan siyasi, sosyal ve ekonomik reçete nedir?
Senede 220 milyar dış borç aldığımız için kreditör ne diyorsa onu yapmak zorundayız. Yoksa borç vermezler. Samimi olarak milli ve yerli olmak istiyorsanız dışardan borç almayıp kendi kaynaklarınızla geçinin. Alıyorsanız da istediklerini yapmak zorundasınız. İstedikleri gayet basit. Birincisi OHAL’in kalkması. Bunu demokrasi için değil, mülkiyet hakkı için istiyorlar. İkincisi Batı ile ilişkilerin iyi olmasını istiyorlar. Bizim sermaye dediğimiz kesim batıdan gelen kesim. Üçüncüsü bu saçma sapan “tekerleği yeniden keşfettim” ekonomi politikalarının terk edilmesini istiyorlar. Her konuda zıtlaşmayı terk edip, genel kabul görmüş bir istikrar programı hazırlanması lazım. Faizlerin enflasyonu baskılayacak seviyeye çekilmesi lazım. Cari açık ve enflasyon ile başa çıkmak için bütçe harcamalarını kısmanız lazım. Yani yılda 16 milyar dolar kadar. Bir de yapısal reformlar hayata geçirilmeli. Yani aflardan vazgeçip herkesin anlayacağı şeffaf, herkesin anlayacağı bir vergi kanunu çıkarmak lazım, kıdem tazminatı başta olmak üzere emek pazarının düzenlenmesi, tasarrufu artıracak araçların teşvik edilip yaygınlaştırılması lazım.

»Esnaf ziyaretleri yapıyoruz sık sık. Esnafın hali perişan…
Türkiye AKP sayesinde vahşi kapitalizme adapte oldu. Çok ilginçtir, İslami bir hükümet bizi kapitalizmin göbeğine taşıdı tebrik ediyorum. Birincisi büyük ölçekli firmalar küçükleri öldürüyor. İkincisi de vatandaşın harcama gücü kalmadı. Cebindeki gelir ancak enflasyon ile başa çıkabiliyor ve yanlış faiz politikaları yüzünden çok borçlandı. Bir de bunun üzerine ipotek faizine soktular, vatandaş artık tükenmiş durumda.


Meltem Yılmaz / BİRGÜN

Umudun rengi - SEMA KARADAL

Denetimli serbestlik tedbiri ile tahliye edildi Ayşe Öğretmen. Artık dışarda, çocuğuna kavuştu ama hala suçlu. 2016 yılında bir eğlence programına Diyarbakır’dan telefonla bağlanıp “Ülkenin doğusunda yaşananların farkında mısınız? İnsanlar ölmesin, çocuklar ölmesin, analar ağlamasın” demişti. Çatışmaların, sokağa çıkma yasaklarının ortasında kalmış, yaşananlara tanıklık etmiş ve sessiz kalamamıştı. Suçu buydu. Tutuklanma kararı çıktı, bebeği oldu, karar ertelendi derken 20 Nisan’da 6 aylık çocuğuyla birlikte girdi cezaevine. Yedi gün dayanabildi sağlık sorunları da olan Deran bebek cezaevi koşullarına. Yedinci günün sonunda, çocuğunu annesine teslim etmek zorunda kaldı Ayşe Öğretmen. 33 erişkin ve 9 çocuk aynı mekanda gece gündüz. Olmaz, olmamalı. 


Cezaevlerinde yüzlerce 0-6 yaş arası çocuk var, anneleriyle kalmak zorunda olan. Bırakın küçük yaşlardaki çocukları, bir erişkinin bile zorlandığı yaşam koşullarından bahsediyoruz. Kendilerine ait yatakları olmayan çocuklar. Erişkinlerin yiyecekleri ile, erişkinlerin eşyaları arasında, erişkinlerin dünyasına hapsedilen çocuklar onlar. Türlü karmaşanın ortasında, kontrollerden geçe geçe, güneş görmeden, doyasıya koşup oynayamadan, nefes alamadan büyümesi beklenen çocuklar. Cezaevinde kalamıyorsa annesinden ayrı düşen, dışarıda bir yakınına verilen, o da yoksa kuruma yerleştirilen çocuklar… 

Hiç kimse geri veremez çocuklara o yılları. Tekinsizlik içinde, kaygıyla, korkuyla geçen o yıllar büyümekte olan bir çocuğun ruhsal yapısında tamiri zor izler bırakacaktır. Çocukları cezaevlerine tıkan iktidarların ise umurunda değil hiçbiri. Çünkü onlar zaten Ayşe Öğretmen’in ölüyorlar dediği çocukların katilleri. 

Resim öğretmeniymiş... “Yaşadıklarımı resmetmek istesem siyah yağlıboyayı bir tuvale fırlatırdım” diyor cezaevine girmeden önce yapılan bir söyleşisinde. Başka insanların yaşadıklarına duyarsız kalamadığı için yaşamı altüst olan bir kadın Ayşe Öğretmen. Başkalarının çocukları ölmesin istediği için, kendi çocuğundan ayrı düşen bir anne. İnsan Ayşe Öğretmen sözlerini şöyle sürdürüyor: “Mutlaka beyazlar da kalırdı o tuvalde siyahların arasında. Onlar da umudu simgeler benim için.” Bunca kötülüğün içinde başına gelebileceklerin hesabını yapamayacak kadar iyi ve cesur bir kadın, o tuvali asla siyaha teslim etmezdi zaten…

Çocuğundan ayrı düşürüldüğü günlerde, söylediklerine dair bir “keşke” geçti mi içinden bilinmez. Geçtiyse bile dönüp dolaşıp şu soruyu soruyordur herhalde kendine: “İyi de ne yaptım ki ben! Gözümün önünde yaşanan insanlık dışı manzaraya isyan etmekten başka ne yaptım?” Ne yaptı gerçekten bu kadın? Ali İsmail ne yaptı? Berkin, Abdullah, Mehmet ve diğerleri ne yaptılar? Karın tokluğuna güvencesiz çalışan işçiler ne yaptılar? Neden ölüp duruyor ya da zulüm görüyor gencecik insanlar?

Köşeye sıkıştılar. Ekonomileri de, savaş planları da, büyük hesapları da çöktü. Hep birlikte bir kara mizahın parçası gibiyiz. Sıkıştıkça artırıyorlar baskıyı. Birisi çocuklar ölmesin dediği için ya da sosyal medyada görüşünü paylaştığı için ya da cumhurbaşkanını beğenmediği için hapse girebiliyor bu ülkede. Birbirleriyle tepişmelerini bir kutsal güne dönüştürüp, iman etmemizi bekliyorlar öte yanda. Sokaklara, duvarlara, yollara yazıyorlar kirli adlarını ve tapmamızı istiyorlar. Cumhuriyetin tüm aydınlık değerlerini bir bir çöpe atıyorlar gözlerimizin önünde ve seyirci kalmamızı bekliyorlar. Onlar ceplerini doldururken biz açlık, sefalet içinde yaşayalım, insanlık dışı koşullarda çalışalım ve hiç sesimiz çıkmasın istiyorlar. Onların kurdukları sahte sandıklarda yine onlara oy verelim istiyorlar. Burada saymakla bitmez saçmalıklar silsilesi içinde yok sayıyorlar halkı.
İnsanlık tarihi boyunca zulmeden, baskıcı, gerici iktidarlar  hep vardılar. Ancak onlara boyun eğmeyenler de vardı her zaman. Boşuna ölmedi mücadele eden insanlar. Boşuna cezaevlerinde çürümediler. Boşuna annesiz babasız kalmadı çocuklar. Onlar sayesinde, bugün insanlık adına ne kaldıysa elimizde. 
Ayşe Öğretmen’den, bir eğlence programına bağlanıp, ülkenin gerçeğini yüzlerine tokat gibi vurmasının intikamını almak istediler. Oysa biz biliyoruz, Ayşe öğretmenleri yenemeyecekler! Çünkü tarih bize bunu defalarca gösterdi. Ayşe Öğretmen’in tuvali hiçbir zaman karanlığa teslim olmayacak. Deran için, annesinden babasından ayrı düşmüş tüm çocuklar için, evladını yitirmiş tüm anne babalar için o tuvali yeniden boyayacağız umudun rengine!

Sema Karadal / SOL

Giderlerse ne yapacağız, peki gitmezlerse ne yapacağız? - FATİH YAŞLI

Henüz birkaç hafta önceye kadar “bu sefer beni kimse sandığa götüremez”in baskın olduğu bir “boykot” havasındaydı insanlar. Ancak bu havanın gerisinde, düzenin dışına çıkma, radikalleşme, devrimcileşme eğilimleri yoktu; açıkça yılgınlıktan, umutsuzluktan, bezginlikten beslenen bir ruh halinin yansımasıydı bu. “Seçimle gitmeyecekler” deniliyordu doğru ama “o zaman sokakta göndeririz” de denilmiyordu; “nasıl olsa gitmeyeceklerse ben de sandığa gitmem, evimde otururum” şeklindeydi genel durum.

Peki şu an? 


Şu an bu havanın dağılmaya başladığını, toplumun karamsarlık ve yılgınlık halinden sıyrıldığını, aritmetik hesaplara, Meclis çoğunluğuna, ilk turda oyların dağılımına, ikinci turda ne yapılacağına dair hararetli tartışmalara girildiğini ve “gidecekler, bu sefer olacak” denilmeye başlandığını görebiliyoruz. Ölü toprağının üzerimizden atılması için iyidir, gereklidir, umudu ciddiye almak, umutlu olmayı küçümsememek gerekir.

Geride kalan on beş yılın sonunda, toplumun en az yarısının ruh halini tanımlayacak olan şeyin yorgunluk olduğunu söylersek yanlış olmaz. Birinin çıkıp günde beş kez ekranlardan kendisine bağırıp çağırmasından, “biz biliriz”lerden, “eyy”lerden, her gün yeni bir düşman icat edilmesinden, süreklileşmiş teyakkuz halinden, yalan dolanın saltanatından, lümpenliğin, cehaletin, kabalığın iktidarından, insanlar fena halde yorulmuş, sıkılmış durumda.

İşte tam da bu yüzden, “gitsinler de nasıl giderlerse gitsinler” diyorlar, işte tam da bu yüzden “gitsinler, gerisine ondan sonra bakarız” diyorlar. Bu ruh halini anlamaya, bu ruh haliyle kavga etmemeye özen göstermeliyiz, çünkü ortada son derece insani ve üstelik zaman zaman hepimizi kesen, hepimizin bir parçası olduğu bir ruh hali var.

Bu ruh halini anlamak, tepeden bakmamak, küçümsememek gerekiyor, ama bu “ne yapalım, durum ortada” deyip bir kenara çekilip seyretmeyi de gerektirmiyor. Buraya müdahale etmek, burayla tam da mevcut halini dönüştürme iddiasıyla iletişim kurmak, toplumu sandıktan sonrasını da düşünmeye ve kendi kaderinin efendisi, sahibi olmaya davet etmek bir zorunluluk olarak karşımızda duruyor.

Geriye kalan on beş yılda, solcular, sosyalistler, belki siyaset sahnesinin etkili, güçlü bir aktörü olmayı başaramadılar ama öte yandan akıllarını, zihin açıklıklarını muhafaza etmeyi hep başardılar. Bu iktidardan demokrasi beklenmeyeceğini de, bu iktidarın Kürt sorununu çözemeyeceğini de, hedefin rejim değişikliği olduğunu da, ülke ekonomisinin götürüldüğü yeri de önce Türkiye solu gördü, önce Türkiye sosyalistleri söyledi ve söylediklerinde de yanılmadı.

Bugün ise, ülke yeni bir seçim atmosferine ve politikleşme sürecine girmişken, doğrudan bir parçası olmadığı, olamadığı bu seçimleri, oturup izleyecek değil elbette. Hem yukarıda sözünü ettiğim ruh halini anlayarak, hem de o ruh halini dönüştürme iradesiyle müdahale etmenin yollarını, yöntemlerini, araçlarını bulacağız hep beraber.

Toplumda seçim süreci nedeniyle yeniden yükselen politikleşmeyle birlikte, sokağa çıkabilme, topluma seslenebilme imkânlarını sonuna kadar kullanmalı, “bu sefer gidecekler” inancından geleceğe ve sandık sonrasına dair bir umut devşirmeli, toplumdaki “yapabiliriz” inancını yükseltmeli, “bunu yaptıysak ötesini de yaparız” dedirtmeye çalışmalıyız, önceliğimiz bu.

Bu noktada ise kanımca iki soru önem kazanıyor: 
Birincisi, “giderlerse ne yapacağız” ve ikincisi, “gitmezlerse ne yapacağız” sorusu. “Giderlerse ne yapacağız” derken, “bununla yetinecek miyiz” demek istiyorum. “Gittiler ve artık her şey düzeldi, hadi evlerimize” diyecek bir ülkede yaşamıyoruz ve geride bırakacakları şeyi düzeltmek de öyle kolay olmayacak. Ancak “eskisinden ve onun eskisinden de daha iyisini kuracağız” demek zorundayız. “Bunları gönderdiysek, daha neler yaparız” diyen bir toplumsal özgüven inşası, bunun üzerinde yükselen bir sol dalga, solun etkili, güçlü bir özne olması, söylediğim bu.

Ve ikincisi, eğer gitmezlerse ne yapacağız? Yani seçimi kazandılar ya da iktidarı devretmediler, o zaman ne olacak? O zaman yaşanacak büyük hayal kırıklığını, umutsuzluğu, yılgınlığı, yukarıda sözünü ettiğim ruh haline dönüşü nasıl engelleyeceğiz? Topluma sandığın ötesini, bir gün sonrasını, haklarını savunacağı mekanizmaları işaret etmeden, oraya hazırlanmadan hiçbir şey yapamayız. Sandığı küçümsemeden ama sandıktan çıkacak olumsuz bir sonucun dünyanın sonu olmadığını, başka mücadele biçimlerine hazır olunması gerektiğini anlatmak, bundan asla vazgeçmemek gerekiyor.

Toplumlar hiçbir zaman yola “haydi sosyalizmi getirelim” diye çıkmazlar, toplumun arzularıyla, talepleriyle, hayalleriyle, sosyalistlerin söyledikleri anlık bir zaman diliminde çakışır, bu arzular, talepler, hayaller dönüşür, politikleşir, bu da sosyalizmi bir hakikat haline getirir, toplumla buluşturur. Bize düşen, sözünü ettiğim çakışmanın gerçekleşmesi için çabalamak, kişilerin kendi gündelik hayatlarının hakikatiyle sosyalizmin hakikatinin temasını, bir araya gelmesini, ilişkiye girmesini sağlamaktır.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN