6 Haziran 2018 Çarşamba

Nikaragua’da aslında neler oluyor? - İBRAHİM VARLI

Küçük Orta Amerika ülkesi Nikaragua’da neler oluyor? Sosyal güvenlik reformuna karşı başlayan olaylar kısa sürede Devlet Başkanı Daniel Ortega’nın istifasının istendiği gösterilere dönüştü. Reform paketi birkaç gün içinde geri alınmasına rağmen olaylar dinmek bilmiyor. Ülkeyi tesiri altına alan şiddet sarmalında bugüne kadar yüzden fazla kişi yaşamını yitirdi. Batı medyası, uluslararası kuruluş ve örgütler çoktan Orta Amerika’nın bu son solcu yönetiminin “kötülükler”ini ortaya sermeye başladı!


Peki olayların perde arkasında neler var? Olayların gerekçesi sosyal kısıtlamalar mı, yoksa Nigaragua’ya Venezuela ve Brezilya tarzı bir dizayn mı verilmek isteniyor? Ve daha önemlisi solcu iktidarın Çin ile birlikte startını verdiği Büyük Okyanus ile Atlas Okyanusu’nu birbirine bağlayacak ve Panama Kanalı’na alternatif olabilecek kanal projesinin olaylardaki dahli nedir? ABD–Çin rekabeti ülkeye nasıl sirayet ediyor?

Protestolar nasıl başladı?
Olayların kıvılcımı 16 Nisan’da iktidarın emekli maaşlarını kısma ve sosyal güvenlikte kesintilere gitme kararı üzerine başladı. Tasarı 18 Nisan’da Başkan Ortega’nın onaylamasıyla yürürlüğe girdi. Bunun üzerine tasarıya karşı eylemler başladı. Gösteriler sağcı muhalefetin kışkırtmasıyla yayıldı. Sosyal medyadan “#SOSINSS” etiketiyle çağrılar yapıldı, kampanyalar başlatıldı.

Eylemlerin ardından birkaç gün sonra Ortega, kesintileri içeren tasarıyı iptal etse de hükümet karşıtı gösteriler son bulmadı. Olayların çığırından çıkması üzerine Katolik Kilisesi’nin arabuluculuğunda Ortega, muhalif gruplarla bir araya geldi. 16 Mayıs’ta başkent Managua yakınlarında düzenlenen görüşmelere Ortega, yardımcısı olan eşi Rosario Murillo ve muhalefet temsilcileri katıldı. Ancak görüşmeden muhalefetin katı tutumu nedeniyle sonuç çıkmadı.

Nedir bu sosyal güvenlik meselesi?
Nikaragua Sosyal Güvenlik Enstitüsü’nün (INSS) hazırladığı sosyal güvenlik reform paketi sistemdeki 75 milyon dolarlık açığı kapatma gerekçesiyle hazırlanmıştı. Paket emeklilik fonuna hem işverenlerin hem de çalışanların yapması gereken katkıları artırıyordu. İşçiler ile çalışanların emeklilik katkı payları artırılırken, yardım ödeneğinde ise küçük de olsa kesinti öngörüyordu.

Düzenlemeye göre, 1 Temmuz’dan itibaren işçilerin sigorta primi 0,75 oranında artırılırken yüzde 6.25’ten yüzde 7’ye çıkarılıyordu. Ayrıca şirketler ve işverenlerin de katkısı yüzde 19’dan yüzde 21’e yükseltiliyordu. İşverenin yani patronların katkısı ise yüzde 3,5 oranında artırılıyordu. Primlerin dereceli olarak artırılarak 2020 yılında yüzde 22.5’a yükselmesi hedefleniyordu.

Reform özel sektörün sigorta prim tutarını artırdığından en çok sermayenin, özel sektörün tepkisini çekti. Hükümet, değişikliklerin sosyal güvenlik sistemindeki yangını söndürmek için gerekli olduğunu savunuyor. INSS’nin çökmek üzere olduğu, değişiklik yapılmazsa 2019 yılına kadar iflas edebileceği belirtiliyor.

Muhalefet ve iktidarın iddiaları neler?
Muhalefetin hedefinde Başkan Ortega ve iktidardaki Sandinista Ulusal Kurtuluş Cephesi-FSLN var. Küba, Venezuela, Bolivya ve Ekvador gibi Latin Amerika’nın solcu iktidarlarıyla yakın ilişkileri olan Ortega, on bir yıldır ülkeyi kesintisiz yönetiyor. Bu yönüyle ABD ve sağ muhalefetin şimşeklerini her daim üzerine çekiyordu.

Ancak asıl kırılma bir yıl önce eşi Rosario Ortega’yı yardımcılığına atamasıyla yaşandı. Bu atama muhalefete istediği argümanı vermiş oldu. Muhalefet otoriterleştiğini iddia ettiği Ortega’nın ve eşinin istifasını talep ediyor. Muhalefet istifaları ön şart olarak ileri sürerken, iktidarın 14 ay içinde seçimlere gidilmesi teklifi yerine de hemen seçimlerin gerçekleştirilmesini istiyor.

FSLN iktidarı ve Ortega ise eylemlerin ‘halkı kışkırtmak için muhalefetin bir oyunu’ olduğunu savunuyor. Ortega, göstericiler arasına çete üyelerinin sızdığını, protestocuların sağcı gruplar tarafından provoke edildiklerini söylüyor.

Büyük bir komplo kurbanı olduğunu iddia eden Ortega, ABD’nin de bu grupları mali olarak desteklediklerini kaydediyor.

40 yıllık Amerikancı diktatör Anastasio Somoza’yı devirerek 1979 devrimiyle işbaşına gelen ve benzeri görülmemiş şekilde demokratik bir seçimle iktidarı 1990’ların başında neoliberal sağcı muhalefete bırakan Sandinistler muhalefetin iddialarını reddediyor, ısrarla ABD’yi işaret ediyor.

ABD’nin Panama Kanalı’na karşı Çin’in Nikaragua Kanalı
İktidara göre ABD’nin rahatsızlığı “arka bahçe”de Çin’in sol bir iktidar üzerinden artan varlığı ve Panama benzeri büyük kanal projesinin inşa edilmek istenmesinden kaynaklı. Managua yönetimi batısı Büyük Okyanus, doğusu ise Karayip Denizi/Atlantik Okyanusu ile çevrili ülkede birkaç yıl önce okyanuslar arası bir kanal inşa etmek için düğmeye bastı.

Projeye göre tıpkı komşu Panama’da olduğu gibi Pasifik Okyanusu ile Atlantik Okyanusunu birbirine bağlayacak bu kanal adeta ticaretin de seyrini değiştirecek. Kanalın geçiş rotası, Pasifik Okyanusu tarafında Brito Nehri ağzından başlıyor, Karayipler tarafında Punto Gorda Nehri’nde bitiyor. Çin merkezli Hong Kong Nicaragua Development (HKND) şirketi, 278 kilometre uzunluğundaki kanalı tamamladıktan sonra 50 yıl boyunca işletecek.

Nikaragua böylece bir süre önce 100’üncü yılını kutlayan güneydeki Panama Kanalı’na rakip olacak. Ortega, kanalın ülkesi için önemli bir fırsat sunduğuna dikkat çekiyor.

Ve ne olduysa iki okyanusu birbirine bağlayacak bu projenin start almasıyla eşzamanlı başladı. Adım adım muhalefetin rahatsızlığı körüklenerek ülke Venezuela, Brezilya gibi istikrarsızlığa sürüklenmeye çalışıldı.

ABD bu projeye şiddetle karşı. Yüz yıl önce Panama Kanalı’nı inşa ederek faaliyete geçiren ABD, alternatif bir kanalın inşasının kendi çıkarlarına aykırı görüyor. Dünya ticaretinin yüzde 5’i Atlas ve Büyük Okyanus’u birleştiren Panama Kanalı üzerinden yapılıyor. Nikaragua Kanalı ABD’ye ekonomik, ticari ve siyasi olarak büyük bir darbe vuracak.

Panama Kanalı’nın tekelini yakın dönemde son bulduracak kanal aynı zamanda Çin’in ABD’nin nüfuz alanı Güney/Orta Amerika’da söz sahibi olmasını da getirecek. Çin’in Latin Amerika’daki etkinliği ise ABD için “kırmızı çizgi.” Uluslararası jeopolitik ve jeostratejik dengeleri değiştirecek bu tarz projelerin gerçekleştiği coğrafyalar dışardan müdahalelerle ciddi bir istikrarsızlığa sürüklenmiştir her zaman. Haliyle “Devrimle gelen seçimle giden devrimciler” olarak bilinen Sandinistleri bir hayli zor zamanlar bekliyor.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Kandil'in eteklerine karşılık Fırat'ın Doğu'su...- Ahmet TAKAN

Yol haritası onaylandı mı?...
Nereden baktırıldığınıza bağlı!..
Algı operasyonu, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ABD'ye gitmeden Menbiç için "3 aşamalı plan" ile başlamıştı. Amerikalı mevkidaşı ile görüştükten sonra açıklamaları peş peşe patlattı!.. Daha Türkiye'ye gelmeden "yol haritası onaylandı", "tarih net" dedi ama aylardan bahsetti. 6 ay süre koydu. Hem "yol haritasını onayladık" dedi hem de parametrelerden bahsetti. Onaylanan yol haritasının ana hatlarını bile açıklayamadı!.. Çalışma gruplarından dem vurdu. Çavuşoğlu, Washington'dayken Reuters haber ajansı, "yol haritasının detayları belli değil, nasıl çözecekleri belli değil" diye haber geçti. Newyork Times gazetesi de, "Pompeo-Çavuşoğlu görüşmesinden sonra  Çavuşoğlu'nun Türk gazetecilerle yaptığı basın toplantısında  anlattıklarının Amerikalı yetkililerce teyit edilemediğini" yazdı. Çavuşoğlu, Antalya'ya geldi. Orada açıklamalarını yineledi, süreyi 6 aydan az bir zamana indirdi ama yine kesinleştiremedi. "Temmuz ayında bir toplantı daha gerçekleştirilecek" sözlerinde işin sırrı saklıydı bence!..


Belliydi ki ABD, AKP iktidarına seçim öncesi bir parça havuç uzatmıştı. Fakat neyin karşılığında?..
Mevlüt Çavuşoğlu, Antalya'da Menbiç açıklamaları yaparken Ankara'ya bölgedeki istihbarat kaynaklarından ilginç haberler ulaşıyordu. İmralı'da bebek katili Öcalan ile yapılan pazarlıklar neticesinde Kandil ve civarında yaşayan eli kanlı katil elebaşlarının yer değiştirdiğine ve bölgeyi kısmen boşalttıklarına dair. Hem de Barzani destekli!. Geçenlerde bu köşeden ilk defa fotoğraflarını gördüğünüz Sincar'daki yeni ABD üssüne Kandil'den PKK güçlerinin kaydırıldığı ve kahpelerin YBŞ'ye (Sincar direniş birlikleri) katıldığı bilgileri geliyordu. Bölgedeki istihbarat kaynakları, YPG'nin "Mınbiç'in IŞİD'den alınmasından sonra 2016'da kenti Mınbiç askeri meclisine bırakıp çekildiklerini bildiren YPG; Mınbiç askeri meclisi artık bölgeyi koruyabilecek yetkinliğe ulaştığı için bölgedeki son askeri danışmanlarımızı geri çekiyoruz" açıklaması yaptı diye rapor veriyordu. Adı, "kent meclisi" oldu!.. Bkz. Çavuşoğlu'nun  Menbiç yönetim modeli konusundaki söylediklerindeki paralelliklere !..

İmralı-Kandil arasında sağlanan mesaj trafiğinde terörist başı Öcalan'ın "herkesi daha gelişmiş bir çözüm süreci söylemi ile ikna etmeye çalışıyor" bilgisini veriyor Ankara'daki güvenlik kaynakları.
Son sıcak gelişmeleri stratejist Cahit Armağan Dilek'e sordum. Şunları söyledi;
"Biliyorsunuz, Kuzey Irak'ta Hakurk bölgesinde Mart ayında başlayan bir operasyon var, sınırlı sayıda birlikle yapılan operasyon ama ilginçtir tam da geçen hafta AA'nın Menbiç ile ilgili 3 aşamalı yol haritası haberiyle eş zamanlı Irak'ta operasyon Kandil operasyonu falan diye haber yapılmaya başlandı. Tam da Menbiç görüşmeleri yapıldığı gün hem İçişleri Bakanı hem Bekir Bozdağ Kandil'e her an girebiliriz gibi hayali bir hedeften söz ettiler... Sanırım Menbiç mutabakatı ki bu haliyle ABD'nin senaryosunun kabullenilmesinden başka bir şey değil, onun üstünü örtmek gündemden düşürmek için Kandil gazını veriyorlar.

Kandil'i gündemde tutup Suriye'yi gündemden düşürerek Menbiç'te başarı gibi gösterilen sözde mutabakatın gerçekte oradaki PYD/YPG varlığının kabullenildiği gerçeğinin gözden kaçırılmasına hizmet eder. ABD için Türkiye'ye oradaki durumun kabul ettirilmiş olması çok önemli, zaten Türkiye'nin Irak kuzeyindeki harekatına ses çıkarmıyorlar, PKK terör örgütü ona karşı operasyon yapabilirsiniz bakın karşı durmuyoruz ama Suriye kuzeyinde YPG/PYD onlardan farklı, onlara operasyonu aklınızdan geçirmeyin, kabullenin aynen Barzani gibi yapın, oluşumlara ses çıkarmayın..."

                                                                          ***

Terörist ele başlarından PKK/YPG'li Salih Müslim'in ayaklarına Ankara'da kırmızı halı serip sonra da yaygaralar koparan AKP iktidarı bakın daha ne tiyatrolar oynuyor. Haberin tüm detaylarını yandaş haber medyasında bulabilirsiniz. Ben de onlardan birinden (a haber) alıntı yapıyorum;
"Zehra Üniversitesi kurucularından Prof. Dr. Mustafa Müslim, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın katılımıyla TÜYAP Diyarbakır Fuar Merkezi'nde düzenlenen kanaat önderleriyle iftar programına katıldı, ardından gazetecilerin sorularını yanıtladı.

Gaziantep Valisi Ali Yerlikaya aracılığıyla davet edildiğini anlatan Müslim, Müslümanları faziletli ramazan ayında bir araya getiren toplu iftar organizasyonunun önemine değindi. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Kürtlere verdiği söz ve vaatleri yerine getireceğine olan inancını dile getiren Müslim, 'Çünkü Erdoğan, Müslüman ve mümin bir insandır. Müslüman ve mümin bir insan da verdiği sözü yerine getirir. Bu yüzden şu aşamada bence bütün Kürtler Erdoğan'ı desteklemelidir' dedi."
Bu adamın Salih Müslim'in ağabeyi olduğunu ve Gaziantep'te üniversite kurdurulduğunu 16 Şubat'ta "kimin eli kimin cebinde" başlıklı yazımda detayları ile anlatmıştım.

Sincar'da yeni Kandil kuruluyor. İmralı'dan bebek katili Öcalan ile yeniden başlatılan pazarlıklarla ilgili akıl almaz bilgiler geliyor. Fırat'ın Doğu'sunu AKP iktidarının kabul ettiği çok net!.. Acaba, İran'a karşı ABD'de ne taahhütler verildi?.. Kandil'e dikkatle bakın; Türkiye seçim için düzenlenecek bir şov ve algı operasyonu ile el altından İran'a karşı ileri karakol haline mi getiriliyor?..
Siyaset denen şey midemi bulandırıyor!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

5 Haziran 2018 Salı

Ağzından Çıkanı Kulağı...- ÖZGEN ACAR

AKP Reis-i Umumisi, 15 Mayıs’ta Londra’da Bloomberg TV’sine verdiği şu özel demeçle Türk ekonomisinde deprem yarattı:
“Faiz sebeptir, enflasyon neticedir. Faiz ne kadar düşük olursa, enflasyon da o kadar düşük olacaktır. Bizim bunu bir defa iyi ayarlamamız lazım!”
Bununla da yetinmedi, “Merkez Bankası’nın bağımsızlığını” şu sözlerle yok etti: “
Merkez Bankası da bu bağımsızlığının gereğiyle, kalkıp herhalde yürütmenin başı olan bir başkanın burada vermiş olduğu sinyalleri (işaretleri) bir kenara koyacak hali yok! O da tabii buna göre değerlendirmelerini yapacaktır. Adımlarını ona göre atacaktır!”
Bu demeçten sonra dolar, 4.92 TL’nin üzerine çıkarak tüm zamanların en yüksek “rekorunu” kırdı... 


İmam Hatipli AKP Reis-i Umumisi’nin yoldaşı Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan “Faiz haramdır; İslamın hukuk ve ahlâk sisteminin temelinde yer alan ‘Hak’ kavramına aykırıdır. Faiz kul hakkını hiçe sayarak, insanları kolaylıkla aldatmanın yolunu açar, toplumu felakete sürükler. Yalnızca malın değil, hayatın da bereketini kaçırır!” desteği geldi. 

Sanki “Kuran’da”, “ekonominin temeli” olan “arz ve talep kanunu” da anlatılmış!
Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, AKP Reis-i Umumiliği koltuğunda oturmakla yetinilmiyor, bağımsız Merkez Bankası’nın üzerine “Demokles’in kılıcı” konuluyor, şimdi de 24 Haziran seçimden sonra “Kalkınma Bakanlığı’nın ve Hazine’den sorumlu Başbakan Yardımcılığı’nın da Maliye Bakanlığı’na bağlanacağı” açıklanıyor.
Yaşasın “demokrasi” yaşasın “ekonomi”...

***

Reis’in demecinden sonra, 2 hafta boyunca dünya basınındaki değerlendirmelere göz atalım:
İngiliz Financial Times (FT): “ABD’li Prof. Steve Hanke, gerçekte yıllık enflasyon oranı yüzde 39.2 olduğu için faizin de yüzde 40’ın üzerinde olması gerekir!”
FT: “Akıllı bir otokrat (tek yetkili=diktatör), neyi kontrol edemeyeceğini bilir.  Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, küresel finansın seyrinin, ne derse ona göre hareket etmeyeceğini öğreniyor. Akıllı bir yönetici, politikalarını da değiştirmeyi bilmelidir!” 

ABD’nin etkili dergisi Foreign Policy: “Erdoğan, ekonomi dersinden kalıyor. Kendisinin haklı ve dünyanın bütün ekonomi uzmanlarının hatalı olduğu üzerine devasa bir kumar oynadı! 

Erdoğan’ın faize karşı düşmanlığının daha felsefi olduğu, tefeciliği günah sayan İslami ve Hıristiyan görüşlere dayandığı açık... Dahası, Merkez Bankası’nın yöneticilerinin isteklerine karşı açıkça ifade ettiği muhalefeti, yatırımcıları bu kurumun bağımsızlığı konusunda endişelendirdi! 

Türkiye’de büyük yatırımları bulunan Almanya, Fransa ve Hollanda gibi ülkelerle kavgalar çıkararak bu duruma pek yardımcı olmadı. Yabancı şirketlerin bir gün, ülkenin siyaseten çok istikrarsız olduğuna kanaat getirebileceğine dair endişelere kulak vermedi!” 

Amerikan iş çevrelerinin gazetesi Vall Street Journal: “Erdoğan, Merkez Bankası’na Suriye lideri Beşar Esad muamelesi yaptı! Konuşmasında, faizi her türlü ekonomik kötülüğün anası ve babası olarak nitelendirdi. Yatırımcılar bu sözleri, enflasyonun yüzde 11’e yaklaşması üzerine Erdoğan’ın Merkez Bankası üzerinde siyasi kontrol kurduğunun bir göstergesi olarak yorumladılar!” 

Amerikan Nev York Times gazetesi: “Kurdaki yükseliş, seçim kampanyasına hazırlanan Erdoğan için en kötü zamanda geldi. Liradaki değer kaybı Erdoğan’ın tekrar seçilme şansını tehlikeye attı!” 

Alman Die Velt gazetesi: “Erdoğan lira krizi karşısında çaresiz kaldı. Dolar pahalandıkça özel borçlar kabarıyor ve Türkiye ekonomisi mahvoluyor. Uzmanlara bakılırsa Türkiye de sonunda Uluslararası Para Fonu’na (IMF) sığınmak zorunda kalacak!”
Bloomberg haber ajansı: “Uluslararası piyasalarda Türkiye’nin tahvillerinde faiz yükselmesinin nedeni Erdoğan’ın konuşmalarıdır. Bu durum ‘Erdoğanomi’dir.”
Almanya’nın Sesi: “Saray’ın faiz inadı, ekonomiye ağır darbe vurdu. Merkez Bankası’nın olası bir faiz artırımı bile, doların ateşini düşürmeye yetmeyebilir!”
Amerikan değerlendirme kuruluşu Fitch: “Erdoğan’ın para politikasıyla ilgili sözleri keyfi uygulamalarının işaretidir. Türk ekonomisinin kredi profili bu nedenle baskı altına girebilir!”

Makro ekonomist ve finans tarihçisi Russell Napier’in İsviçre Neue Zürcher Zeitung gazetesine açıklaması: “Türkiye’yi büyük bir kriz bekliyor. Türkiye’nin iflası başladı. En geç seçimlerden sonra, TL muazzam değer kaybedecek. Türkiye, 400 milyar doları bulan borcunu ödeyemeyecek duruma geldi!”

***

AKP Reis-i Umumisi geçen gün “Şahlanma dönemini açıyoruz!” dedi. Ata bile binmesini bilmeyen bir kişinin; şahlanma öncesi buysa, sonrasını düşünmek bile istemiyorum...
CHP cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce seçilirse, onunla birlikte Türk halkını “enkazın beklediğini” şimdiden algılamamız gerekiyor!

Özgen Acar / CUMHURİYET

Kibrin Anatomisi: Terbiyesiz, 4 şerit ve apolet - GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN

Saray çevreleri, Erdoğan’ın “adaylar üstü” pozisyonunu ve “soğukkanlılığını” 24 Hazirana kadar koruyacağını, rakiplerini muhatap dahi almayacağını yazıyorlardı. Ancak Erdoğan profilindeki bir siyasetçi için böylesine bir taktiği sürdürmek kolay değildi, eninde sonunda rakiplerine hiddetlenecek ve kontrolünü yitirecekti. Öyle de oldu, hem de beklenenden çok daha önce. Muharrem İnce’nin tahminleri aşan başarılı kampanyası ve Demirtaş’ın özgürce seçim çalışması yapabilmesi için Perinçek dışındakilerin ısrarcı olması Saray’ın taktiğini bozdu. Şimdilik hedefinde yalnızca İnce ve Demirtaş var. Meclis aritmetiğini ve 2. turu hesaba katarak Akşener ile Karamollaoğlu’na çok ilişmiyor fakat o da bir yere kadar.

AKP Genel Başkanı İnce’de epey zorlandı. Onu ne Fethullahçılıkla ne de darbecilikle itham edebildi. “CHP zihniyeti”, “monşer bunlar” gibi iktidarın bir dönem liberallerin desteğiyle oluşturduğu söylem repertuarı da İnce mevzu bahis olduğunda iyiden iyiye boşa düştü. Elde birşey kalmayınca İnce’nin diploma çıkışını dahi “elitistliğe” kanıt göstermek istediler ama o da tutmadı. Çünkü mesele diplomanın kerameti değil, yasada açık bir önkoşulun ihlal edilip edilmediği, halkın aldatılıp aldatılmadığı. Saray “dişli İnce” imajıyla baş edemeyince fabrika ayarlarına döndü. Şimdilerde Muharrem Beyi kâh “gariban” kâh “çırak” olarak küçümseyerek hem onu itibarsızlaştırmaya çalışıyor hem de içinden geldiği cumhuriyetçi geleneği hedef alıyor. Halbuki o geleneğin kitlelere en çok temas eden yanı yoktan var olma, kendi başarı öyküsünü kendi yazma becerisi.

“Hor görülen” seçmeni temsil ettiğini söyleyen iktidar ise istediği cevabı duymadığında o seçmeni “terbiyesizlik” ile suçlayacak kadar kibirli. Bu kibrin arkasında liyakatsizler ordusundan bürokrat ve parti kadrosu oluşturan, tüm güç merkezlerini elinde tuttuğuna inanılan tek adam rejimi var. Damadın, ‘Erdoğan aya 4 şerit yol yapacağım derse inanırız’ diyen seçmeni konuşmasına bu denli rahat malzeme yapması da tesadüf değil. Cumhuriyetçiler, solcular, ‘AKP’li seçmene tepeden bakıyor’ diyenler damadın kürsüden iftihar ederek dillendirdiği örneğin hazinliğine baksın. Erdoğan kültünü yüceltmek adına AKP seçmenini hakir gören, onu akıl ve izandan yoksun resmeden böylesine bir söylem Saray’ın bizzat kendi tabanına sırt çevirdiğinin delili. Saray (hanedan dahil) için halkın kendisine oy vermek dışında bir önemi ve misyonu yok. Aksi olsa yaz boz tahtasına çevrilen sınav sistemiyle çocuklar mağdur edilmez, öğrenciler mahallesindeki okula mecbur kılınmaz, her geçen gün fakirleşen, intiharın eşiğine gelen çiftçiye, emekçiye kayıtsız kalınmazdı. Patronlar, rejimin bekçisi olarak görülen yüksek yargı ve komuta kademesi ama öyle mi. Orada siyasi ikbal sözü verilen dünürler, imtiyazlı yerlere atanacak evlatlar, talan edilecek kamu varlıkları var.

Erdoğan TESK’in düzenlediği iftarda İnce’yi eleştirdiğinde onu alkışlayanlar arasında 2. Ordu Komutanı da vardı. Bir an için herhangi bir komutanın, İnce’nin Erdoğan’ı eleştirdiği bir anda onu alkışladığını düşünün. AKP sözcülerinden yandaşlara Saray etrafında kim varsa kıyameti koparır, komutanı darbecilikle itham ederdi. Ama şimdiki örnekte tam aksi oldu, komutanın önünde siper oldular ve ikiyüzlülüklerini bir kez daha gösterdiler.

Gül’e “sakın aday olma” ziyareti yapan Genelkurmay Başkanı’nın Sarayla ilişkisi herkesin malumu ama uzun zamandır belki de ilk kez yüksek kademeden bir komutan içeriği net biçimde siyasi olan bir konuşmada iktidardan yana saf tuttu. Bu tutum, tıpkı Akar’ın Gül’e gidişi gibi, kişisel bir tercih olarak düşünülemez. Üzerinde askeri üniformayla verilen bu fotoğrafın tercümesi açıktır. Üst komuta kademesi “yeni Türkiye”nin İslamcı-baskıcı siyasetinin asli bir parçasıdır ve hem Saray hem de sermayeyle arasında çıkar birliği vardır. İnce’nin “apolet sökme” çıkışı bir dönem AKP’nin kendine atfettiği “asker karşısında dik duruş” iddiasının ötesine geçmek durumundadır. Muhalefet eğer güçlü bir parlamenter sistem inşa etmek istiyorsa tek adam rejimiyle sermaye ve bürokrasi arasındaki ittifakı çatırdatmadan bunu yapamaz.

“Restorasyonla” yetinmek isteyenler bile bu oligarşik siyaset mimarisini bir ölçüde bozmak durumunda.

Toplumsal muhalefetin görevi ise çok daha çetin. Çünkü seçim sonrasını gören, ona hazırlık yapan ilerici-devrimci bir siyaseti kitleselleştirmek mecburiyetinde. Kim iktidar olursa olsun 24 Haziran sonrasına saklanan acı reçeteye dur diyecek bir direnci örgütlemek, laikliği kazanma mücadelesini derinleştirmek, savaş politikalarına set çekmek ezcümle Hayır’ı Tamam’lamak zorunda.

GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN / BİRGÜN

İtalya’da neoliberalizm popülizme karşı - HAYRİ KOZANOĞLU

İtalyan halkının büyük çoğunluğu AB üyeliğinin kendilerine hayır getirmediğine inanıyor. Bugün İtalyan ekonomisi krizin vurduğu 2008’e göre yüzde 6 daralmış durumda. Kişi başına gelir de 2007’nin yüzde 8 altında.


İtalya’nın çok renkli ve hareketli bir ülke olduğunu hepiniz bilirsiniz. Kendi ölçülerini de zorlayan çalkantılı iki haftanın ardından, yeni hükümet, Cumhurbaşkanı Mattarella tarafından onaylandı ve yemin ederek göreve başladı. İşin ilginç bir yönü de, başbakanlık koltuğunda oturan Giuseppe Conte ile yeni Maliye Bakanı Giovanni Tria’nın pek tanınmayan, aslında siyasi güçleri de bulunmayan iki genç akademisyen olmaları (Birisi hukuk, diğeri iktisat profesörü).
Bazı yorumlara göre, 1945’te Mussolini’nin devrilişinden bu yana ülkenin en sağ hükümeti kuruldu. Koalisyonun büyük ortağı Luigi Di Maio’nun liderliğindeki Beş Yıldız hareketi. Ancak bu süreçte Lega’nın başkanı, yeni İçişleri Bakanı faşist Matteo Salvini öne çıktı, bir anlamda koalisyon sözcüsü gibi davrandı.

4 Mart Seçimleri ve popülist koalisyon
Gelişmeleri şöyle kısaca hatırlarsak, 4 Mart’taki genel seçimlerde oyların yüzde 32’sini alan Beş Yıldız, birinci parti oldu. İkinciliği ise, oyların yüzde 19’unu toplayan merkez sol Demokratik Parti (PD) aldı. Ancak önceki Başbakan Matteo Renzi’nin neoliberal, AB’ci partisi öyle yıpranmış, prestijini öylesine yitirmişti ki muhtemel bir koalisyonda adını bile telaffuz eden çıkmadı. Silvia Berlusconi ile ittifak yapan, Forza İtalya’yı 4 puan farkla geride bırakan aşırı sağcı Lega ise üçüncü sırada, seçimin galipleri arasında sayıldı. 

Ülkenin yaşadığı ekonomik gerilemeden geçmişte hükümette bulunan partileri sorumlu tutan İtalyan kamuoyu da, bir bakıma sol popülist Beş Yıldız ile aşırı sağcı Lega arasındaki koalisyona yeşil ışık yaktı. Komedyen Beppe Grillo tarafından kurulan Beş Yıldız hareketi 2008 Ekonomik Krizi sonrasında artan öfke temelinde yükseldi. Düzen politikacılarının kirlenmişliğini, yolsuzluğu, AB’nin İtalyan halkına dayatmalarını hedef alarak geçmişte sola oy veren kitleler, özellikle gençler arasında çok etkili oldu. Vergileri düşürme vaadi, yer yer göçmenleri hedef alan söylemleri partinin sol değil de “popülist” kategorisinde değerlendirilmesine yol açtı. 

Lega ise daha önce Kuzey Birliği (Lega Nord) ismiyle biliniyordu. Padanya olarak da adlandırılan Po Ovası’nın zenginliğini, diğer bir ifadeyle Milano ve Torino’nun refahını, ülkenin geri kalanı, özellikle güneyi ile paylaşmaya yanaşmayan reaksiyoner bir tepkiye dayanıyor. Bu özelliğiyle de aşırı sağcı, ayrılıkçı bir psikolojiye hitap ediyordu. Zaman içerisinde isminden Kuzey ifadesini de atarak ülkenin tümüne hitap etmeye; göçmenlere, Çingenelere, Müslümanlara, Afrikalılara, eşcinsellere karşı gelişen tüm gerici tepkilere yaslanmaya başladı. 

Bir bakıma, Lega güneylileri aşağılayanların partisiyken; koalisyon ortağı Beş Yıldız, ülkenin refahının adaletsiz paylaşılmasına tepki duyan güneyin yoksul bölgelerinin oylarıyla yükseldi. Özellikle bölgesel bir stratejisi bulunmamasına karşın, Beş Yıldız’ın aylık 780 avro “temel yurttaşlık geliri” vaadi, ülkenin güneyinde etkili oldu. Her iki parti seçmenlerinin ortak noktası ise, Brüksel’in dayatmalarına, AB’nin neoliberal politikalarının sade yurtaşa ödettiği faturalara şiddetli tepkiydi. 

Çünkü İtalyan halkının büyük çoğunluğu AB üyeliğinin kendilerine bir hayır getirmediğine inanıyor. Bugün İtalyan ekonomisi krizin vurduğu 2008 yılına göre yüzde 6 daralmış durumda. Kişi başına gelir de 2007’nin yüzde 8 altında. İtalya’nın en büyük ekonomik sorunu 2.3 trilyon avroluk kamu borcu. Bir yılda sırf 65-70 milyar avro faiz ödemek zorundalar. Faizlerin “normal” bir düzeye yükselmesi halinde bu borçların servisi çok zorlaşacak. İtalya’nın Yunanistan’ın aksine, büyük bir ekonomi olması, ortaklığı terk etmesi durumunda AB’nin çöküşü anlamına gelecek.

Neoliberal müdahale 
İşte böyle bir ortamda, Beş Yıldız ve Lega koalisyon kurma konusunda En sonunda anlaştılar ve Cumhurbaşkanı Mattarella’ya hükümet listesini sundular. Kızılca kıyamet Maliye Bakanlığı’na aday gösterilen isimden koptu. Çünkü 81 yaşındaki Paolo Savona AB’ye muhalif ve avrodan çıkmayı savunan bir ekonomi profesörüydü. Savona’nın düzen dışı bir figür olduğu sanılmasın; tam tersine zamanında Sanayi Bakanlığı yapmış, banka ve şirket yönetim kurullarında dünyalığını doğrultmuş, İtalyan TÜSİAD’ı sayılabilecek işveren örgütünün genel müdürlüğünü yürütmüştü. Ancak avroya karşı tutumu zaten sallanan birliği dinamitleyebilirdi. Bu nedenle de Mattarella’nın vetosuyla karşılaştı. 

Mattarella, 28 Mayıs günü hükümeti kurma görevini çok iyi tanıdığımız bir kişiye, eski IMF Türkiye Masası Şefi, geçen hafta bu sütunlardan ismini yad ettiğimiz Carlo Cottarelli’ye verdi. Koalisyon ortaklarının siyasi eğilimleri ne olursa olsun, Cumhurbaşkanı’nın bu müdahalesi açıkçası halkın iradesini hiçe saymak anlamını taşıyordu. 

Aslında, halka sorumluluğu bulunmayan teknokratik hükümetler üzerinden neoliberal reçeteleri dayatma hevesi, küresel kriz sonrasında gündeme gelmişti. Diğer bir ifadeyle, ekonomi ile siyaseti ayırarak, piyasa sinyallerine ve sermayenin taleplerine göre ekonomi politikalarını belirleme tasarımı yeni sayılmazdı. 2011’de İtalya’da Goldman Sachs ekürisi Mario Monti ve Yunanistan’da eski Avrupa Merkez Bankası Kurmayı Lucas Papademos ile denenmiş ve fiyaskoyla sonuçlanmıştı. 

AB birliğinde ortak para avro kullanıldığı için piyasa, tepkilerini İtalyan kamu kâğıtlarının fiyatlarını düşürüp-faizlerini yükselterek gösterdi. Brüksel’den önce, bütçe komiseri Günther Dettinger’in “piyasalar İtalyanlara bir dahaki seçimde nasıl oy vereceklerini öğretir” şeklindeki haddini fazlasıyla aşan mesajı geldi. Ardından komisyon başkanı Jean Claude Juncker, İtalyanların tembelliği ve yolsuzluklara batmışlıkları iddiasıyla, “kendi sorunlarınız için Brüksel’i suçlamayı bırakın” sözlerini sarfetti. Bu kem sözler de İtalyan halkının tepkisini AB Komisyonu’na yöneltti. 

Zaten Cottarelli’nin halk nezdinde çok olumsuz bir imajı vardı. 2013’te Demokratik Partili Enrico Letta’nın başbakanlığı döneminde “tasarruf komiseri” olarak atanmış, kamu bütçesinde yaptığı budamalarla “bay makas” namıyla anılmaya başlamıştı. Toplumda, Brüksel’in İtalya’nın içişlerine müdahale ettiği yargısı yaygınlaşıp , kısa sürede güven oyu alamayacağı anlaşılınca bu proje çöktü.

İlk raund berabere 
Maliye Bakanlığı’nı sivrilikleri bulunmayan Tria’nın üstlendiği Beş Yıldız-Lega koalisyonunun onaylanmasıyla ilk raund berabere bitmiş görünüyor. Matterella Savona’yı atamayarak koalisyona şimdilik geri adım attırdı. Onlar da teknokratik hükümete oy vermeyeceklerini ilan ederek, Cottarelli’nin başbakanlık hevesini kursağında bıraktılar.

Aslında yaşanan, birçok ülkede tanık olduğumuz, açıkçası tarafımızı belirlemekte güçlük çektiğimiz bir kutuplaşma… Bir yanda piyasacı, sade yurttaşın sorun ve taleplerine kör, elitist bir zihniyet bulunuyor. Öte yanda ise, sade yurttaşların tepkilerini sağ versiyonunda göçmenlere-çingenelere husumete, “sol” versiyonunda ise yolsuzluğa bulaşanlara, yüksek vergi alanlara tepkiye yönlendiren ; emekçilerden, sınıftan, sömürüden söz etmeyen popülist akımlar yer alıyor.

Ne yazık ki bu tablonun sorumlularından biri de; sürece ağırlığını koyamayan, bir seçenek olarak sade yurtaşın aklına ve kalbine hitap edemeyen gerçek sol güçler... Emekten yana, güç ve mülkiyet ilişkilerine vurgu yapan, adını koyarak kapitalizmi karşısına alan sosyalistler… Üstelik Gramşi’nin ülkesinden, Komünist Partisi’nin 70’lerde yüzde 35 oy aldığı İtalya’dan bahsediyoruz…

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Prompter durdu, Kandil’e devam... - L. DOĞAN TILIÇ

Spiker, Cumhurbaşkanı Erdoğan Diyarbakır’da iftarda kanaat önderlerine “Açıklamalar yapıyordu. Kısa bir ara verdi. Birazdan devam edeceğini sanıyoruz” diye dayanamayıp araya girdiğinde aranın üzerinden 1 dakika 11 saniye geçmişti.


1 dakika 11 saniye bir televizyon yayınında çok uzun bir zamandır. O kadar uzun ki, Erdoğan’ın hiçbir konuşmasında araya girme cesareti gösterilemezken araya girildi ve Cumhurbaşkanı’nın suskunluğu spiker tarafından kesildi. 

Sanırım izlemişsinizdir, hafta sonunda Diyarbakır’da yaptığı mitingin ardından bölgedeki 21 ilin kanaat önderlerine verilen iftarda konuştu Erdoğan. “Diyarbakır’ın miting alanındaki tarihi duruşuyla milletimizin kardeşliğine uzanan ellere esaslı bir cevap verdiğine inanıyorum” dedi. 

Şimdi bu cümlede de ben biraz duracağım; “miting alanı” bir alan değil caddeydi! Her zaman İstasyon Meydanı’nda yapılan mitingler bu kez meydana açılan caddede yapılmıştı ki, dar ve uzun cadde üzerinde toplanan kitle kalabalık görünsün, sonradan sosyal medya ortamlarında miting alanı boşlukları gösteren münafıklara gün doğmasın. İyi de oldu, kalabalık olmayan kalabalık, oraları ve bu işleri bilmeyen televizyon izleyicisine kalabalık gibi göründü. 

İşte o iftarda konuşurken, ne olduysa oldu, “Diyarbakır terör örgütünün siyasi uzantıları başta olmak üzere…” dedi ve sanki yayın kesildi. Daha doğrusu konuşmayı izlerken ben öyle sandım, ekran dondu sandım. Meğer donup kalan Erdoğan’mış! 

Tam 10 saniye gözü promptera dikili öylece durdu, ki o halde 10 saniyelik bir duruş da epey uzundur televizyonda. Sonra korumasını çağırıp bir şeyler söyledi. Yazılıp çizilen söylentilere göre, ilgili kişi namaza gittiği için prompter sahipsiz kalıp donmuş, Erdoğan da “Benim iznim olmadan”, “namaza mı gidilir” ve “dangalak” gibi ifadeler kullanarak tepki göstermişmiş.

Ne yalan söyleyeyim, konuşmayı izlerken ben bunları duymadım. Aslında prompterın donması üzerine Erdoğan’ın donup kalması karşısında ben ekran başında donup kalmıştım.

Sen hatipliği ile ünlü bir kişi ol, o ünün sınırları aşmış olsun, prompter durunca araya sıkıştıracak birkaç cümle bulama, sus ve cümlen öylece yarıda kalsın… Olacak şey değil! 

Neyse, insanlık hali, demek oluyor böyle şeyler. 

Son günlerde prompterlı ya da promptersız konuşan iktidar erbabı susmadığı zamanlarda sık sık Kandil’den söz etmeye başladı. 

Dün Murat Yetkin de ordunun Kuzey Irak’ta PKK üslerine karşı büyük bir operasyon sinyali verdiğini yazmış, Kandil’e işaret etmiş, bunun seçimden önce mi sonra mı olacağı noktasını açık bırakmıştı. 

Aslında sadece ordu değil; Cumhurbaşkanı, Başbakan, İçişleri Bakanı da aynı sinyali veriyorlar. 

Erdoğan, “Afrin’de zaferi yakaladık, sıra Kandil’e de gelecek” dedi. Son Başbakan Binali Yıldırım ise, “Irak’ın kuzeyinde varlığımızı iki katına çıkardık. Tam olarak 11 tane üs bölgemiz oldu” diyerek sözü edilen büyük operasyonun zaten başlamış olduğunu düşündürttü. 

En son da geçen gün İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Kandil operasyonu ile ilgili bir soruya yanıt verirken; “Eskiden ‘Kandil’e şöyle, böyle gideceğiz’ derken. Şimdi ‘Kandil’e az kaldı, merak etmeyin’ diyoruz. Orada bir hain yapıyı bırakmayacağız” dedi. Dün de o açıklamalarını; “Kandil bizim için artık uzak bir hedef değil. Kuzey Irak bölgesinde Hakurk hattında birçok noktaya kadar epey bir yer ele geçirildi” diyerek sürdürdü. “Kandil, Türkiye için güvenli bir yer haline getirilecektir. Kimsenin endişesi olmasın.” 

Eskiden, biliyorsunuz, seçime üç ay kala İçişleri, Adalet ve Ulaştırma bakanları istifa eder, onların yerine bağımsız bakanlar atanırdı, seçimin iktidar müdahalesine maruz kalmasını engellemek adına. Son referandumla yapılan Anayasa değişikliği ile bu madde kalktı ve maşallah İçişleri Bakanı Soylu sıkı kampanya yürütüyor. 

Kampanyanın sonuna doğru Kandil’e girilir mi, Kandil alınır mı, bunun seçim sonucuna etkisi olur mu? 

Spekülasyona gerek yok aslında, şunun şurası 20 günden az zaman kaldı, göreceğiz!

L. DOĞAN TILIÇ  / BİRGÜN

Vekil adaylarının mesleki durumu ve sosyal kökeni - AZİZ ÇELİK

Vekil adaylarının bildirdikleri meslekler arasında ilk sırayı serbest/özel diye ifade edilen ‘sözde meslek’ alıyor. Kendini esnaf, ev kadını ya da işçi olarak tanımlayan adayların neredeyse hiçbiri seçilebilecek sıralardan aday değil.

24 Haziran 2018 seçimlerine katılacak partilerin milletvekili aday listesi kesinleşti. Meclis’in rolünün azalacağı yeni rejimde milletvekillerinin işlevi de azalacak. Ancak tuhaf bir biçimde vekil sayısı 550’den 600’e çıkarıldı. Milletvekili listeleri çeşitli boyutlarıyla çok tartışıldı. Özellikle kimin kaçıncı sıradan aday gösterildiği üzerinde kıyametler koptu.


Türkiye’de siyasal partiler rejiminde milletvekili özerkliği yok denecek kadar az. Önseçim ve parti içi demokrasinin çok çok sınırlı olması nedeniyle vekillerin çoğunun lidere tabi olduğu sır değil. Bu nedenle yasama faaliyetinde özerk olmak bir yana, parti ilkeleri bir yana, lidere göre hareket edildiği biliniyor. Ancak yine de vekillerin müktesebatı (mesleği, sosyal kökeni, bilgisi, birikimi) büyük önem taşıyor. 

Bir havayolu şirketine taşeronluk yapan bir şirket sahibi veya ortağı vekil olduğunda kişisel çıkarı gereği havacılıkta grevi yasaklatmak için kanun teklifi verecektir. Bir iş adamı veya iş kadını vekil olduğunda TOBB’un bir dediğini iki etmeyecek ve işçi sağlığı ve güvenliği mevzuatının içini boşaltmak için kolları sıvayacaktır. İşçilik nedir bilmeyen bir vekil “güzel öldüler” veya iş cinayetlerine “fıtrat” diyebilecektir. Dolayısıyla vekillerin müktesebatı, mesleki ve sosyal konumu oldukça önemli. Devletle, siyasetle sınıfların ilişkisini anlamak için bakılacak yerlerden biri de vekillerin sosyal kompozisyonudur. İşte bu gözle milletvekili aday listelerine bakmaya çalıştım. 

Yüksek Seçim Kurulu tarafından yayımlanan aday listelerindeki meslek bilgisinden hareketle bir değerlendirme yapmaya çalışacağım. Meslek bilgisi sütununda bazen meslek, bazen sosyal sınıf bilgisi, bazen de yetersiz bilgiler yer alıyor. Bu değerlendirmenin oldukça fazla sınırlılıkları olduğunun farkındayım. Listelerdeki meslek bilgisi, adayın gerçek meslek bilgisini yansıtmayabiliyor veya parti görevlileri tarafından doldurulan tek tip bilgiler olabiliyor. Ancak yine de vekil adaylarının veya partilerinin hangi mesleğe veya sosyal sınıf ve kategoriye önem verdikleri konusunda genel bir bilgi edinebiliyoruz. 

Mesleksiz vekil adayları
Vekil adaylarının veya partilerinin bildirdikleri meslekler arasında ilk sırayı serbest, serbest meslek veya serbest/özel diye ifade edilen sözde “meslek” alıyor. 655 aday mesleğini serbest veya serbest/özel diye ifade etmiş. Vekil adayları içinde en büyük grubu yüzde 14 ile “serbest” meslek erbabı oluşturuyor. Ancak bunlar esnaf veya kendi hesabına çalışan mühendis ve mimarlar değil. Bu ciddi bir mesleksizlik eğilimine veya mesleğini bilmeme, söylememe veya kendini daha önemli gösterme eğilimine işaret ediyor. AKP listelerinde ise serbest/özel kategorisi tercih ediliyor. Bu meslek kategorisi içinde örneğin Başbakan Binali Yıldırım, Çalışma Bakanı Jülide Sarıeroğlu, Dışişleri Bakanı Mevlut Çavuşoğlu, Nabi Avcı, Numan Kurtulmuş gibi isimler yer alıyor. Oysa bu isimlerin hepsinin meslekleri var; örneğin Binali Yıldırım gemi yüksek mühendisi, Numan Kurtulmuş ve Nabi Avcı öğretim üyesidir. Öğretim üyelerinin mesleğinin serbest/özel yazılması tuhaf olsa gerek. 

Listede tuhaf meslek tanımları var; dört aday mesleğini milletvekili olarak ifade ederken, 47 aday siyasetçi olarak (siyaset bilimci değil) ifade etmiş. Mesleğin bir vasıf, kalifikasyon, edinilmiş beceri olduğunun çoğu aday farkında değil veya diğer bir ifadeyle yaygın bir mesleksizlik, vasıfsızlık söz konusu.

Adaylar içinde gerçek anlamda mesleğini ifade eden ve en yaygın grubu oluşturanlar profesyonel meslekler olarak bilinen avukatlar, mimar-mühendisler, hekimler, mali müşavirler. Avukat vekil adayları ikinci büyük aday grubunu oluşturuyor. Adayların yüzde 10’dan fazlası (462 aday) avukatlardan oluşuyor. Halen Meclis’teki en büyük mesleki grup avukatlardan oluşuyor. Yeni Meclis’te de en büyük gruplardan biri olacaklarına kuşku yok. Mühendis ve mimarlar ise avukatlardan sonraki diğer büyük grubu oluşturuyor. Saptayabildiğim 360’dan fazla mühendis ve mimar aday var ve oranları yüzde 7 civarında. İnşaatın bu kadar revaçta olduğu bir dönemde mühendis ve mimarların ikinci büyük meslek grubu olması şaşırtıcı değil. Mesleğini serbest olarak ifade edenlerin içinde de çok sayıda mühendise rastlanmaktadır. 

Akademisyen vekil aday sayısının da oldukça yüksek olduğu görülmektedir. 320 civarında akademisyenin aday olduğunu görüyoruz. Akademisyenlerin oranları yüzde 7 civarında. Eğitimci ve öğretmen aday sayısı ise 230 civarında ve oranları yüzde 5. İlginç olan öğrenci aday sayısının yüksekliğidir. 300 öğrenci milletvekili adayıdır. Öğrenci adayların HDP, Vatan ve Hür Dava partilerinde yoğunlaştığı görülüyor. Ancak öğrenci adayların seçilebilecek yerlerde olduklarını söylemek oldukça zor. Özellikle AKP ve CHP’deki öğrenci adaylar seçilebilecek sıralarda değiller. Öğrenci adayların sembolik olduğu söylemek mümkün.

Meslek grupları içinde dikkat çeken diğer gruplar ise şöyledir: Hekimler ve eczacılar (205 aday, yüzde 5), mali müşavir ve muhasebeci (112 aday, yüzde 2), ekonomist-iktisatçı 80, işletmeci 56 aday. Ayrıca mesleğini gazeteci ve yazar olarak ifade eden aday sayısı 70’den fazladır.

Vekil adaylarının sınıfsal konumları
Meslek sütununda kimi adaylar mesleklerini değil de sosyal konumlarını ve sınıflarını yazmayı tercih ediyor. Meslek ve sosyal sınıf/konum ayrı ayrı belirtilmediği için aday listesinin gerçek sınıf kompozisyonunu çıkarmak zor. Çünkü mesleğini mühendis olarak yazan bir aday pekâlâ işveren de işçi de olabilir. Ancak yine de bazı ipuçlarına ulaşmak mümkün. Adayların 410’dan fazlası kendini iş adamı, iş kadını, iş insanı, sanayici ve tüccar olarak ifade etmiş. Adaylar içindeki oranları yüzde 8,5’u aşıyor. CHP adayları genellikle iş insanı demeyi tercih ederken, İyi Parti adayları iş adamı ve iş kadını, MHP adayları iş adamı demeyi tercih etmiş. İlginç olan AKP listelerinde tek bir adayın dahi kendini iş adamı olarak nitelememesi, bunun yerine serbest/özel gibi renk vermeyen bir sıfat tercih edilmiş. AKP listelerindeki sermayedarların serbest/özel başlığı altında gösterildiğini düşünmek mümkün. Bu kategoride yer alanların 200’den fazlasının seçilebilecek yerlerde aday gösterildiğini söylemek mümkün.

Kendini yönetici olarak ifade eden sayısı ise 190 civarındadır. Yönetici kategorisi de tıpkı serbest meslek kategorisi gibi belirsizdir. Örneğin bir sendika başkanı listelerde yönetici olarak yer almaktadır. Oysa mesleği işçiliktir.

Aday listelerinde esnaf olarak kendini tanılayan aday sayısı ise 264’tür (oranı yüzde 5,4). Esnaf adayların sadece biri AKP’den, 10’u CHP’den ve geri kalanları ise diğer partilerden adaydır. Esnaf konumunda olanların bir kısmının serbest meslek adı altında AKP’den aday olmuş olması da muhtemeldir. Ancak esnaf adayların neredeyse hiçbiri seçilebilecek sıralardan aday değildir. Çiftçi aday sayısı ise 50 ile sınırlıdır. AKP’den 3, CHP’den 10 çiftçi adaydır. Çiftçi adayların çok azı seçilebilecek yerlerden adaydır. Ev kadını aday sayısı 100’e yakındır. AKP’de kendini ev kadını olarak tanımlayan aday yokken, CHP’de 5 ev kadını aday vardır. Ev kadınlarının daha çok Saadet, Hür Dava, HDP ve Vatan Partisi’nden aday oldukları görülmektedir. Ev kadınlarının hiçbiri seçilebilecek sıralardan aday değildir.

Son olarak işçilerin durumuna bakalım. Listelerde kendini işçi olarak tanımlayan aday sayısı 176’dır. İşçi adayların toplam adaylara oranı yüzde 3,5’tir. Ancak bazı işçi adayların sosyal konumlarını değil de mesleklerini belirttikleri düşünüldüğünde bu sayı artabilir. Ancak işçi kimliğine vurgu yaparak aday olanların sayısı 176’dır. Ayrıca iki işçi sendikacının da aday olduğunu biliyoruz. CHP’de üç işçi-sendikacı aday görüyoruz. AKP’de bir aday kendini işçi olarak ifade etmiş. İşçi adayların 160’dan fazlasının HDP, Hür Dava ve Vatan Partisi’nden aday olduğu görülüyor. İşçi kimliğini vurgulayan adayların da neredeyse hiçbiri seçilecek yerlerden aday değil.

Aday listelerinin durumu böyle, bakalım seçimler sonucu nasıl bir sınıfsal ve mesleki kompozisyonu olacak Meclis’in.

Aziz Çelik / BİRGÜN

Hizmette sınır yok - ÖZGÜR GÜRBÜZ

Ankara ile İstanbul arasında sık sık otobüs yolculuğu yapıyorum. İklim değişikliğine katkımı azaltmak için bu gibi kısa mesafeleri otobüsle yapmaya gayret ediyorum. Elimden geldiğince uçağa mahkûm edilmiş, çevre düşmanı ulaşım sistemine direniyorum. Son zamanlarda bu yolculuklar işkenceye döndü. Hükümetin seçim meydanlarında “proje”, “icraat” diye anlattığı 3. Köprü yüzünden eskiden beş saat süren bu yolculuğu artık 6,5 saatten kısa bir sürede yapmak mümkün değil. Bir defasında sekiz saate yakın sürdü. 3. Köprü boş kalmasın diye şehirlerarası otobüslere bu köprüden geçme zorunluluğu getirilmesiyle işin tadı kaçtı.
Esenler Otogarı’ndan çıkıp Ataşehir civarından yolcu almak isteyen bir otobüs artık âdete bir şehir turu yapmak zorunda. 3. Köprü’den geçerse fazladan 70 kilometre yapmak zorunda kalıyor. Ataşehir’e uğramasa da durum pek farklı değil. Esenler Otogarı’yla, Pendik’te O-6 ile Anadolu otoyollarının kesiştiği nokta arası Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nden geçerseniz 53 kilometre. Aynı bağlantı noktasına 3. Köprü’den gidersenizse 100 kilometre. Bir seferde 50 km zarardasınız.

Gidiş dönüş sefer yapan bir otobüs günde fazladan 100-150 km arası fazla yol yapıyor. İthal benzin yakıyor, şoför de yolcular da daha fazla yoruluyor. İstanbul Avrupa yakasından Sakarya, İzmit gibi yerlere giden ve günde iki sefer yapan otobüsleri düşünün. Dahası da var. Otobüsler 3. Köprü’den geçmek için 8 TL fazla para ödüyor. Bütün bunlar da haliyle bilet fiyatına yansıyor.

Hükümetin umurunda mı? Değil! Kendisinden hesap soracak seçmenin ise belki durumdan bile haberi yok.

Kontrollerindeki medya bunları yazmıyor.

Köprüyü 10 yıl boyunca işletecek IC İçtaş İnşaat ve Astaldi şirketlerinin umurunda mı? Değil! Onlar yaptıkları anlaşma gereği köprüden araç geçse de geçmese de paralarını devletten alıyor.

Anlayacağınız olan vatandaşa oluyor. Trafik olmayan yere köprü yaparsan, yolcu olmayan yerden otobüs geçirmeye zorlarsan böyle olur. Köprüden yılda 135 bin araç geçiş garantisi verdikleri için herkesi o köprüyü kullanmaya zorluyorlar.

2017 Ekim ayında Ulaştırma Bakanı Ahmet Arslan’ın açıkladığı rakama göre, bütün bu zorlamalara rağmen geçiş sayısı günde 80 bin civarında kalmış. Üstünü devlet şirketlere ödüyor. Kaldı ki, zorla İstanbul’daki tüm araçları doğa katili 3.

Köprü’den ve ona bağlı çevreyolundan geçirseniz ve geçiş garantisini tuttursanız ne yazar? Oradan geçen her bir araç, yaktığı petrolle, kirlettiği havayla yine ekonomiye zarar verecek. İnsanlar güneyde yaşıyor sizin köprünüz en kuzeyde.
Mesele İstanbul’un kuzeyini ranta açmak elbette. 3. Havalimanı da, Kanal İstanbul da bu planın bir parçası. Trafik sorununu çözmek isteyen trafiğin olduğu yerde, otomobile değil toplu taşımaya yönlendiren çözümler arardı. Boğaziçi Köprüsü’nün altından geçecek bir metro geçişi gibi. Her şeyden önce de İstanbul’daki nüfusu artıracak değil azaltacak projeler yapardı. Koskoca ülkenin beşte birini bir kente toplamaya çalışmazdı. Yönetici beton dökmek için değil bunları planlamak için var. Çılgın ya da mantıklı, proje dediğiniz de böyle bir kavram zaten. Köprü, tünel, bölünmüş yol, havalimanı proje değil bir inşaat çalışmasıdır. Proje ise bir izlencenin yani programın parçasıdır. Örnek verelim.

İstanbul’un trafik sorununu çözmek sizin programınızsa hayata geçireceğiniz projeler bellidir. Kentin sınırlarını çizmek, yeni göçe, rant alanlarına fırsat tanımamak ve mevcut ulaşım altyapısını toplu taşımayla güçlendirerek trafik sıkışıklığını azaltmak gerekir. Bu programı hayata geçirmek için daha fazla köprü, yol yapmaz; aksine metro, toplu ulaşım, deniz taşımacılığı gibi projelerle çözüm ararsınız. İstanbul’un el değmemiş bölgelerini imara açmazsınız. Programsız, plansız birbirinden bağımsız projeler şirketlere nakit sağlamaktan, ülkeyi borçlandırmaktan ve petrol bağımlılığını artırmaktan başka bir şeye yaramaz, hiçbir sorunu da çözmez.

Sahi, yeri gelmişken soralım. İstanbul’un trafiği 3. Köprü ve Avrasya Tüneli yapılmasına rağmen neden hâlâ tıkalı?

Özgür Gürbüz / BİRGÜN

Bulamaç Adası çok mu uzakta?. - Ahmet TAKAN

Türkiye, Yunan işgali altında seçime gidiyor. Ege'de 18 adası ve 1 kayalığı Yunan işgali altında olan Türkiye, cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimleri için 24 Haziran'da sandık başına gidecek. Küstah Yunan topraklarımızı sadece işgal etmekle yetinmiyor, en ağır silahları konuşlandırıyor. Her nedense iktidardan bir Allah'ın kulu çıkıp da "Yunanistan bizim için artık uzak bir hedef değil" diyemiyor. İnsan düşünmeden de edemiyor; oy çıkarlarına uygun düşmüyor herhalde!..

Ege'de işgal edilen adalarımız arasında Aydın Bulamaç adası da var. Sınırımıza uzaklığı sadece 5,8 deniz mili... 2 sahil güvenlik botu göndersek Yunan korkudan arkasına bile bakmadan palas pandıras kaçar. 1 günde tek şehit vermeden Yunan ve Bizans bayraklarını indiririz. Gel gelelim bizim buralarda, "apoletleri sökersin sökemezsin" tartışmaları sürerken Yunan Savunma Bakanı Kammenos, komuta kademesi ile birlikte Bulamaç Adası'na sık sık geliyor ve Türkiye'ye meydan okuyor. Hatıra fotoğrafları (!) çektiriyor. O fotoğrafların arkasına fon olarak ağır silahlarını, tanksavar ve uçaksavarlarını koyuyor. Resmi internet sitelerinden tüm dünyaya servis ederek aklı sıra bizimle kafa yapıyor!.. Peki, başta Aydın Bulamaç olmak üzere işgal edilen adalarımızda kamu düzenini sağlamak kimin görevi?.. Yasalarımıza göre, İçişleri Bakanlığı ve Jandarma Komutanlığı...
AKP iktidarı, şımarık Yunan'ın işgal faaliyetlerini seyrederken küstahlıkları ile nam salmış Yunan Savunma Bakanı Kammenos, 8 Nisan Pazar günü, Aydın Bulamaç adasına gerçekleştirdiği ziyaretin fotoğraflarını bakanlığının resmi internet sitesine koydu. Türkiye'ye yine meydan okudu... Alay etti!..
Millî Savunma Bakanlığı eski Genel Sekreteri emekli Kurmay Albay Ümit Yalım, YENİÇAĞ'a yaptığı değerlendirmede, "Kammenos hiçbir engelle karşılaşmadan askeri helikopter ile Bulamaç Adası'na geldi. Kammenos'u taşıyan Yunan askeri helikopteri Türk hava sahasını 6 mil ihlal etti. Kammenos, Kara Kuvvetleri Komutanı Korgeneral Stefanis ile birlikte Aydın Bulamaç Adası'nda konuşlu Yunan askeri üssündeki işgalci Yunan askerlerini denetledi" dedi.


Yunan bakanın denetlemesi sırasında,üzerinde uçaksavar makinalı tüfeği ve sis havanları olan zırhlı araçların arka fon olarak kullanıldığına dikkat çeken Ümit Yalım, şunları söyledi;
"Yunanistan, başta Aydın Bulamaç Adası olmak üzere işgal ettiği adalardaki asker sayısını ve ağır silah yığınağını sürekli olarak artırıyor. Kammenos ve Korgeneral Stefanis, işgalci Yunan askerleri ile birlikte Yunan bayrağının altında poz vererek Türkiye'ye ait Aydın Bulamaç Adası'nda egemenlik ve bayrak gösterisi yaptı. Adadaki zırhlı araçların üzerinde bulunan uçaksavar silahları ile araca monteli tanksavar silahı dikkat çekti.


Yunan Savunma Bakanı Kammenos, Türkiye'ye ait Aydın Bulamaç  Adası'nda Yunan bayrağı altında işgalci Yunan askerleri ile birlikte egemenlik ve bayrak gösterisi yaparken, Türkiye'ye meydan okurken, Yunan askeri helikopteri ile Türk hava sahasını 6 mil ihlal ederken, AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan, Başbakan Binali Yıldırım, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ve Savunma Bakanı Nurettin Canikli, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu  olanı biteni turist gibi seyretti. Yunanistan'a müzik notası bile verilmedi."

FETÖ'ye, PKK'ya kucak açan, hamilik yapan Yunan'a bu tavizler göz göre göre neden veriliyor acaba?..

Kandil'e sınır uzaklığımız 100 kilometre, Bulamaç'a 5,8 deniz mili... Haydi bakalım, anlam verin bu işe!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

4 Haziran 2018 Pazartesi

Popülizmin dibi - AYDEMİR GÜLER

Popülizm “halk” demagojisidir. İnsanların hoşuna gidecek mesajları, önüne arkasına bakmadan sıralamak, boş vaatlerde bulunmak, herkese çiçek dağıtmak, siyasal içerikten yoksun reklam kokan işler üstünden sempati toplamak… Popülist davranış kabaca ve kısaca budur.


Ancak popülizmin bir alışıldık türü, klasik yolu varmış; bir de postmodern türü. İkincisi ilkini mumla aratıyor. İşte Haziran 2018’de o dip noktasındayız.

                                                                 ***

İki tür arasındaki fark şöyle anlatılabilir. İlkinde, örneğin “ücretlere zam yapacağım” der siyasetçi, hatta herkese bir ev bir de araba anahtarı falan sözü verebilir. Köyünüze fabrika açacağını söyleyen adaya çok rastlanmıştır… Sonra seçim gelir geçer. Derler ki, biz de isterdik, ama gün hep birlikte kemer sıkma günü.
Popülist propagandanın ille ekonomik olması gerekmez. Siyaset alanında popülizmin sloganı vatan – millet – Sakarya üçlemesi olarak çoktan gırgıra alınmıştır. Yanına bir de yüzde doksan dokuzu Müslüman olan milletimiz eklenince, gelsin alkışlar gitsin bravolar.
Bu klasik tür.
                                                                  ***

Postmodern çağımızın kutsal kitaplarına göre doğru tek değildir. Aynı konuda birden fazla doğru olabilir. Herkesin doğrusu kendinedir hatta. Kimlikler yarışır, bin çiçek açar!
Eski popülizm toplumun farklı çıkarlara bölündüğünü yadsır. Herkese para, herkese destan! Oldu sana milli birlik, beraberlik.
Yeni popülizm, toplumun farklı çıkarlara bölünmüşlüğünü de sömürür. Herkese duymak istediği! Varsın birlik beraberlik olmayıversin. Yeter ki popülist demagogumuzun tuttuğu aynalarda herkes kendini görebilsin.
Bu kadarı eski popülistlere fazla gelirdi. Herkese ayrı bir ayna tutulmasını halk da yemezdi ve notunu “nabza göre şerbet vermek” deyimiyle hemencecik verirdi.
Şimdi postmodern popülizmin dibindeyiz!
Kuşkusuz Erdoğan’ın rekorunu kimse kıramaz. Lakin kimse Erdoğan’ın sözlerinde tutarlılık aramıyor. Biz zaten aramıyoruz, ama Erdoğancılar da aramıyor. Yolsuzluk, hırsızlık, yalan, abartı, hakaret... bunları herkes görür. Ama Erdoğancılar bunlara takılmaz. Reis ve adamları hepsini yapıyor olabilir. “Ama bi’ sor bakalım, ne için yapıyorlar?” Din için, Allah için…
Bu yol, doğası gereği dardır. Mümkünse tek bir kişinin, yalnızca büyük reisin geçebileceği kadar dar olmalıdır.
İyi de başkanın diğer adamları ne yapacak? Onlar da mecburen tek kişiden fazlasının geçemeyeceği o daracık koridora akın ederler. Her biri orada kırılacaktır. Biri kalkar “aya köprü yapacağız desek inanırlar” diye halkı över! Bir başkası İngilizce mesajında enflasyonu patlatır, Türkçe mesajında aşağı indirir! Hatta daha yeni bir AKP adayı Flormar direnişini ziyaret eder, ama konuşurken mikrofon ve hoparlörden bucak bucak kaçar; neyine lazım, duyan olur, söz olur…
Erdoğan böyle bir tuhaflığın rekortmenidir. O kadar başarılı olmuştur ki, yalnız değildir. Onu takip edenlerse işin cılkını çıkarmakta, hatta içine etmektedirler.

                                                                ***

Bu tarz sadece Reis’in küçük kopyaları tarafından izlenmiyor. Tarz egemen olmuş ve artık muhalefette de öyle yapılıyor. Hatta başka türlü yapılamayacağı varsayılıyor.
Eskiden olsa nabza göre şerbet diye alay edilirdi. Şimdi gerçekçilik oldu.
Hepimiz laikiz. Abdestsiz evden çıkmayız.
AKP gayrimeşrudur. Sayın cumhurbaşkanı yasalara uygun davranmalıdır.
AKP dini siyasete alet etmektedir. Mübarek Ramazan bayramını kutlar, hayırlara vesile olmasını dileriz.
Yoksullardan yanayız. İş insanlarına kolaylık sağlansın.
Alevilere eşit haklar isteriz. Adayımız Şeyh torunudur.
16 Nisan’da hükümet hile yaptı. Milletin kabul ettiği sistemin tanıdığı yetkileri kullanacağız.
Kadın hakları geriledi, cumhuriyeti yıkmak istiyorlar. Türban sorunu çözüldü.
Dış politikada barışçı bir çizgi izleyeceğiz. Esat bir diktatör.

                                                                ***

Bu liste uzar gider. Ben yetişemem, kimse yetişemez. Çünkü her gün düzen siyasetinde yeni inciler yumurtlanmaktadır.
Biz bu listenin hızına yetişemeyiz. Ama bu listenin asıl sorunu, insanları, kitleleri, emekçileri, aydınları dışarı itmesidir.
24 Haziran seçimlerinin propaganda haftalarına insanların katılım biçimi, esas olarak TV veya bilgisayar ekranının başında, “haydi kızım” diye yırtınırcasına bağıran at yarışı seyircisini hatırlatıyor. At yarışı seyircisini coşturan para kazanma ihtimalidir. Kendisi ne at ne de jokey olabilir.
Seçime hazırlanan ülkenin yurttaşı bu popülist yalan rüzgarında kendisini hangi dünya görüşünün, hangi fikrin, hangi sloganın parçası hissedebilir ki? Aynı Erdoğan örneğindeki gibi, “tamam bizimki de sallıyor, ama sor bakalım niye sallıyor!”
Durum budur. Düzenin istediği yurttaş tipi siyasete işte böyle angaje olan insan tipidir. Bu insan çok heyecanlanmakta ama yalana bağlanmakta ve yalan sanatını seyre dalmaktadır.
İnsana yaraşan seyretmek değil, mücadeleye katılmaktır oysa. İnsana yaraşan, hele Gezi’nin yıldönümünde bizzat orada olmaktır. Katılan, mücadele eden, kendini veren yalandan uzaklaşır.
                                                                 ***

Seçim platformunda yalnızca bu düzeni değiştirmeye çağıranlar popülizmden uzak duruyorlar. Yalnızca komünist bağımsız adaylar şerbetle, nabızla değil ilkelerle, emekçilerin çıkarıyla ilgileniyorlar. Popülizmin dibinde biriken çamur düzen siyasetinin batağıdır.

Temizleyeceğiz.

Temizleriz.

Aydemir Güler / SOL