12 Haziran 2018 Salı

Allah ile aldatarak tapuyu değiştirdiler! - Arslan BULUT

Şu yüzde 7,4'lük büyüme ile ilgili tartışma çıktığı iyi oldu. Meselenin esası burada düğümleniyor!
Önce Kemal Kılıçdaroğlu, "Türkiye 7 küsur büyümüş. İçinizde büyüyen var mı, esnaf büyüdü mü, kim büyüdü? Büyüyen rantiye sınıfı, onlar büyüdü." dedi.


Tayyip Erdoğan da Niğde'de buna cevaben, "Bay Kemal ne diyor? 'Çiftçi aç.' 7,4 ilk çeyrekte Türkiye büyüme kaydetti. OECD ülkelerinde bir numara olduk, G20 ülkeleri içerisinde Hindistan'dan sonra ikinci olduk. Bugün Malatya'da konuşuyor, soruyor çiftçiye ve esnafa. '7,4 büyüme sizin gelirinize yansıdı mı?' Bay Kemal, sen bu söylediğine inanıyor musun? Sen önce bu 'büyüme' denilen kavramın ne olduğunu bir öğren, kendi ekonomistlerine bir sor büyüme nedir. Ne diyor? 'Bu ranta aittir' diyor. Bu büyüme denilen olay, tabii ki o rantiye dediğin kesimi de ilgilendirir ama onun işçisi, çalışanı yok mu, devlet olarak benim memurum yok mu, bunlara yansımıyor mu?" diye konuştu!
                                                                            ***

Gerçekten uygulanan ekonomi politikalarından sadece rantiye sınıfı ve zengin edilen yandaşlar memnun. Ve hepsinden önemlisi, 16 yıllık AKP döneminde, Türkiye'nin tapusu büyük ölçüde değiştirilmiştir. Bu arada idari kurumlara kamulaştırma yetkisi verilmesinin ötesinde yargı kararlarıyla tapuya müdahale kolaylaştırılmış, vatandaşın toprağına gelişigüzel el konulmaya başlanmıştır. Bu uygulamalar, sermayenin yurt dışına kaçmasına ve ekonomik krizin patlamasına yol açmıştır.

İş adamı arkadaşım Yaşar Canca, yıllar önce meselenin tapuyu ele geçirmek olduğunu yazmıştı:
"Şimdi savaş, dünyanın tapusunu ele geçirmek için sürüyor. Dünyada her yıl Fransa ekonomisinin millî geliri (2.34 trilyon dolar) kadar gelir, sadece faiz yoluyla elde edilmektedir. Bu parayla rekabet etmek neredeyse imkânsızdır. Ülkemizdeki doğal kaynaklar önce bir yerlere adreslenecek, sonra da Anayasa değişikliği ile birlikte işletenlere tapulanacak! Bir kere verin, bakalım bir daha alabilecek misiniz? Orman alanlarında şimdiden birçok yer ve amaç için ruhsatlar alınmaya başlanmıştır. Eğer bu değişiklikler planlandığı gibi gerçekleşirse deniz ve göl kıyılarındaki tesisler, limanlar, turizm bölgeleri, hidro elektrik santrallerinin su toplama havzaları, şu anda kullananların olacaktır. Millî-muhafazakâr yapının neyi koruduğunu bilmesi lazım. Bunu yapamaz isek içinde yaşadığımız coğrafyadaki dağları, ovaları, göl ve nehirleri elimizden alırlar. Coğrafya elimizden gittiğinde yaşayacak yer aramaya başlarız."
Nitekim AKP, ormanların ve su kaynaklarının satılması için gereken yasal değişikliği de yaptı!

                                                                             ***

Canca'nın bahsettiği devletin tapusundaki millî servetler "Varlık Fonu"na adreslendi! Hepsi, dış borca karşılık ipotek edildi!

Bu durum karşısında AKP'li milletvekili Fevai Arslan, "Türkiye olarak artık koşmaya başladık. İşte bu koşan arabanın tekerine bir şey sokma hedefi olanlarla karşılaştık. Bunun sebebi, Türkiye'nin Orta Doğu'da dünya ülkeleri arasına girmesini istememeleri. Çünkü başında öyle bir lider var ki dünya liderliği kabiliyetinde ve Allah'ın bütün vasıflarını üzerinde toplayan bir lider var. İşte bunun önünü kesmek istediler." diyebilmişti.

Oysa ilahiyatçı Cemil Kılıç'ın yazdığı gibi, "Mülkiyeti ve üretim araçlarını ele geçirmeden insanlar üzerinde egemenlik kurmak mümkün değildir. Şirk dediğimiz şey yani tanrılık/tanrısallık iddiası, mülkiyete el koyma yoluyla olmaktadır." diyor.

Büyüme hızının kime yaradığı önemlidir. Zira kitleler bu tür söylemlerle uyutulurken elde edilen faiz geliri ve rant ile toprağın tapusu değiştirildi.

Bizden uyarması!


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

11 Haziran 2018 Pazartesi

Senaryolar değil gerçekler lazım - ERK ACARER

10 Ekim Ankara Tren Garı katliamı davasının 9. grup duruşmalarının görülmesine yarın başlanacak. Duruşmalar 2 gün boyunca, 12 ve 13 Haziran tarihlerinde devam edecek. Henüz delillerin tümü toplanmadı, IŞİD sanıklarının telefon kayıtlarının önemli bir bölümü çözülmedi, avukatların talep ettiği kritik belgeler Adıyaman, Antep savcılıkları ve emniyetlerinden gönderilmedi. Bunlara rağmen, savcının mütalaasını verip dosyayı kapatacağına yönelik kaygı hakim.


“Talimat yukarıdan”
“Yukarıdan talimatlı bir dosya, IŞİD’cilere en üst sınırdan ceza verilip, toplumun ikna olmasını sağlayarak davayı kapatacaklar.” İfadeler, başından beri, “Bu dosya piyonlarla kapatılamaz, katliamın gerçekleşmesinde kamu görevlilerinin kasta varan ihmalleri bulunuyor” diyen avukat komitesine ait.

103 kişinin yaşamını yitirip, yüzlerce insanımızın yaralandığı ve halen tedavi görmekte olduğu Türkiye’nin en büyük katliamı olan Gar patlaması, kamuoyu tarafından ‘devlet-çeteler’ ilişkisi şüphesi ile tartışıldı, tartışılıyor.

Katliamın zamanı önemli
Ankara katliamı öncelikle AKP iktidarının barış isteyenlere karşı savaşı ve çatışmayı yükselttiği dönemin zirve notasında yaşandı. 1 Hazıran 7 Kasım 2015 arasındaki kritik seçim sürecinde AKP kitlesini kemikleştirmek ve milliyetçi oylara sahip olmak için yeni yöntemler buldu, bir yandan da toplumun genelini korkutup, paralize etti.

Kullanışlı IŞİD canilerinden bir başka ülke toprağındaki mezhep ve sultanlık savaşında, yeterli verim alınamadı. Elde kaldılar. Ancak depodan çıkarılıp, ülke içinde iktidar kapılarını açan koçbaşı olarak kullanıldılar.

Dosyalardan, alandan izlenimler değil bizzat mekanizmanın kendi itiraflarıdır. Ankara gibi Diyarbakır ve Suruç katliamları da “Ver 400’ü bu mesele sorunsuz çözülsün” ya da “Ankara’dan sonra anket yaptırdık oylarımızın arttığını gördük” ifadelerinin sağlamasıdır.

Antep Emniyeti ‘yapılanması’
IŞİD’ciler henüz IŞİD ortada yokken bile takipteydi. Çoğu el Kaide dosyasındaydı. Antep yapılanmasının kurucusu ve katliamların planlayıcısı Yunus Durmaz, 2009 yılından beri biliniyordu. Afganistan cihadından geldiği sırada İstanbul Atatürk Havalimanı’nda gözaltına alınıp bırakıldı. El Kaide; Irak, Suriye ve Türkiye’de IŞİD’e dönüşürken Yunus Durmaz, 2012’de bir kez daha takibe alındı. Ancak nedense gözaltına alınmadı. Fiziki ve teknik takip 2014 yılında sonlandırıldı. Ne var ki dosya Suruç katliamının yaşandığı 20 Temmuz 2015’ten sonra bir kez daha açıldı. Oysa Ankara Davası avukatlarının aktardığına göre bu süreçte yakalanamayan Yunus Durmaz hakkında daha önce de yakalama kararı çıkarılmıştı. 11 Kasım 2013 tarihinde İstanbul 16. Ceza Mahkemesi çıkarılan bu karar, Gaziantep Emniyeti ve Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yerine getirilmedi. Antep Şeyhi evine varana kadar biliniyordu.

Yine geçen hafta, 2 bombacıyı taşıyan katliamın önemli planlayıcılarından Halil İbrahim Durgun’un kullandığı araca eskortluk eden Yakup Sahin’in de Ankara’ya giderken bile teknik takipte olduğu anlaşıldı. 

Ankara Katliamı davası sanıklarından Suphi Alpfidan, IŞİD’in emlakçısı olarak biliniyordu. IŞİD’e ait araçlarda parmak izi vardı ancak buna rağmen denetimli olarak serbest bırakıldı. Alpfidan, Ankara katliamı ilk duruşmasında avukatların ısrarı sonucu tutuklandı. Karardan hemen sonra itirafçı olacağı sinyallerini verdi. Cezaevine gönderileceğini anlar anlamaz koruma istedi, mahkeme heyetinden bir talepte bulundu: “Diğer sanıkları dışarı çıkarın, size Antep Emniyeti’nde ne işler döndüğünü anlatayım.” Akıl almaz ifadelerdi, heyet üstünde durmadı. Alpfidan bir daha dinlenmedi.

O beyaz ayakkabıyı birileri mi koydu?
Ankara dosyasındaki yüzlerce şaibeli örnekten bazılarıdır. Ankara Katliamı davası avukatlarından İlke Işık tuhaf bir konunun daha altını çiziyor. Bu sert iddia 12 ve 13 Haziran tarihlerinde mahkeme heyeti önünde dile getirilip tartışılacak. Yargı ve emniyet Ankara katliamının çözüldüğü söylüyor! Çıkış notası beyaz bir spor ayakkabı. Kopuk bir bacakta bulunuyor. Şimdiye kadar bulunamayan ikinci ve Suriyeli olduğu iddia edilen bombacıya ait. Sözde o ayakkabıdan yola çıkılıyor ve kamera kayıtları geriye dönük izleniyor. Bu ayakkabı sayesinde ve görüntüler neticesinde diğer sanıklara ulaşılıyor.

Fakat bu çok kopuk bir hikaye. Bağın nasıl kurulduğu anlaşılamıyor.

Işık; “O ayakkabı, o işaret acaba biz olayı hemen çözdük algısını yaratmak için mi kondu?” diye soruyor.

Makul ve korkunç bir soru?
Kurmacalar değil, telefon kayıtları, boşlukların kapanmasını sağlayacak tanık ifadeleri ve evraklar lazım.

‘O makul ve korkunç soru’ üzerine bir başka soru daha koyalım:

“İzlediniz, dinlediniz, biliyordunuz ama yakalayamadınız. Peki Ankara katliamından hemen sonra tüm sanıkları nasıl elinizle koymuş gibi buldunuz?”

Türkiye önemli bir dönemeçte. Seçim yaklaşıyor. Bir yandan da savcı Ankara Katliamı ile ilgili mütalaasını verebilir. Dosya kapanacak ancak böyle kalmayacak. Çünkü bu Türkiye tarihinin kilit olaylarından biri.

Ankara’ya bakınca; acılı analara, eşlere, çocuklara, kardeşlere bakınca “Yargılanacaksınız” sözünün malum çevreleri neden bu kadar korkuttuğu biraz daha anlaşılır oluyor değil mi?

Bu dosya onlarca ‘suç dosyasının’ en önemlilerinden biri.

Evet… Katili tanıyoruz ve evrensel yargı ilkelerine güveniyoruz.

Erk Acarer / BİRGÜN

İki uluslararası sendikal hezimet - AZİZ ÇELİK

Türkiye geçen hafta sendikal haklar konusunda uluslararası alanda iki büyük hezimet yaşadı: ILO Yetki Tespit Komitesi, Memur-Sen’in  delege olarak atanmasının ILO Anayasası’na aykırı olduğuna karar verdi. ITUC’un raporunda ise Türkiye en kötü 10 ülke arasında yer aldı.

Türkiye haziran ayının ilk haftasında sendikal haklar konusunda uluslararası alanda iki büyük hezimetle yüz yüze kaldı. Bunlardan ilki Memur-Sen’in ILO delegesi olarak atanmasının ILO kurallarına uygun olmadığı yönündeki ILO Yetki Tespit Komitesi kararı, diğeri ise Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC) tarafından yayımlanan Küresel Sendikal Hak İhlalleri Raporu’nda Türkiye’nin en kötü 10 ülke arasında yer almasıydı.


Bilindiği gibi Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Jülide Sarıeroğlu, 28 Mayıs-8 Haziran 2018 tarihlerinde Cenevre’de toplanan, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) en yüksek organı olan 107. Uluslararası Çalışma Konferansı’na Türkiye işçi delegesi olarak Memur-Sen’in katılmasına Türk-İş, Hak-İş, DİSK, KESK ve Kamu-Sen’e danışmadan tek başına karar verdi. ILO normlarının açıkça ihlali olan bu karara diğer sendikal konfederasyonların itirazı üzerine yapılan toplantıda da Çalışma Bakanı itirazları dikkate almadı ve keyfi tutumunu sürdürdü. 

Bu tutumun temel nedeninin Türkiye’deki sendikal hak ihlallerinin işçi delegesi tarafından dile getirilmesinin engellenmesi olduğu biliniyor. Çalışma Bakanlığı, ILO normlarına aykırı olarak Memur-Sen’i işçi delegesi olarak ILO’ya gönderip Türkiye’de çalışma hayatına ilişkin gerçeklerin dile getirilmesini engellemek istedi. Ancak bu senaryo ters tepti.

ILO: Memur-Sen’in delegeliği hukuka aykırı
ILO Anayasası’na göre işçi delegesinin ilgili sendikal örgütlerle uzlaşarak saptanmasını ve en çok temsile haiz örgütün işçi delegesi olmasını öngörüyor. Nitekim Memur-Sen’in delegeliğine itiraz eden sendikal örgütlerin üye sayısı Memur-Sen’in çok üstünde bir temsil gücüne sahip. 7 Mayıs 2018’de yazdığım “Çalışma Bakanlığı, ILO Anayasası’nı bilmiyor mu” başlıklı yazımda Bakanlığın bu hukuksuz tutumuna karşı ILO Yetki Tespit (Delege) Komitesi’ne itiraz edileceğini ve Memur-Sen’in delegeliğinin ILO normlarına aykırı bulunacağını yazmıştım. Nitekim yazdığım gibi oldu. ILO, Memur-Sen’in işçi delegesi olarak atanmasını ILO Anayasası’na aykırı buldu. 

Türk-İş, DİSK, Hak-İş ve KESK, ILO Genel Müdürüne bir yazı yazarak Memur-Sen’in işçi delegesi atanmasını protesto etmişti. Ayrıca 107. Konferans sırasında bu örgütlerin üye olduğu ITUC, ILO Yetki Tespit Komitesi’ne (Credential Committee) başvurarak itiraz etti ve Memur-Sen’in işçi delegesi olmasının ILO Anayasası’na aykırı olduğunu, Memur-Sen’in bağımsız bir sendikal örgüt olmadığını bildirdi. Komite’nin 8 Haziran 2018’de verdiği karar, hükümet ve Çalışma Bakanlığı’na adeta ders niteliğinde. Komite, Memur-Sen’in diğer sendikal örgütlerle anlaşmadan hükümet tarafından tek taraflı olarak atandığını tespit etti ve bunun ILO Anayasası’na aykırı olduğunun altını çizdi. 

Memur-Sen’in gerçek ve bağımsız bir sendika olmadığına dönük değerlendirmeleri not eden ILO -bu konuda henüz somut deliller sunulmamış olsa bile- Türkiye’deki durumun farkında olduğunun altını çizdi. Böylece Memur-Sen’in bağımsız bir sendikal örgüt olmadığına dönük tespit ILO kayıtlarına geçmiş oldu. İşçi delegesinin tek taraflı olarak belirlenemeyeceğini vurgulayan ILO, gelecek yıl Türkiye’den gelecek temsilcinin hükümet dayatmasıyla tek taraflı belirlenemeyeceği uyarısında bulunarak ILO Anayasası’na uygun şekilde belirleme yapılmasını istedi. 

Böylece inatla ve keyfi biçimde yürütülen operasyon ILO duvarına toslamış oldu. Çalışma Bakanı Sarıeroğlu, hukukla ve uluslararası normlarla inatlaşarak Türkiye’nin uluslararası alanda zaten parlak olmayan sendikal siciline bir eksi puan daha yazdırmış oldu. 

ITUC: Türkiye işçi hakları açısından en kötü 10 ülke arasında
Türkiye’nin geçen hafta yaşadığı ikinci sendikal hezimet ise Küresel Sendikal Hak İhlalleri Raporu oldu. ITUC her yıl ILO konferansı sırasında küresel sendikal hak ihlalleri raporunu açıklıyor. Özellikle sendikalaşma, toplu sözleşme ve grev haklarının kullanımına ilişkin yasal ve fiili engelleri saptayan ITUC raporunda ülkeler 5+ kategoriye ayrılıyor.

1-Nadir hak ihlalleri: Bu kategoride bu yıl aralarında İrlanda ve Danimarka’nın olduğu 13 ülke yer alıyor.
2-Tekrar eden hak ihlalleri: Bu kategoride aralarında Fransa ve Estonya’nın da olduğu 23 ülke var.
3-Düzenli (sık) hak ihlalleri: İspanya ve Makedonya’nın da aralarında olduğu 26 ülke bu yıl bu kategoride yer alıyor.
4-Sistematik hak ihlalleri: Haiti ve Kenya’nın da aralarında olduğu 38 ülke.
5-Hakların güvence altında olmadığı ülkeler: Türkiye, Honduras ve Nijerya’nın da aralarında olduğu 32 ülke bu yıl en kötü kategoride yer alıyor.
5+-Hukuk devletinin yok edilmesi nedeniyle, sendikal hakların herhangi bir garantisi yok. Bu kategoride Burundi, Filistin, Suriye ve Yemen yer alıyor.


ITUC raporuna göre, 2018’de işçi hakları açısından dünyanın en kötü 10 ülkesi şunlar: Cezayir, Bangladeş, Kamboçya, Kolombiya, Mısır, Guatemala, Kazakistan, Filipinler, Suudi Arabistan ve Türkiye. Türkiye’nin küresel işçi hakları açısından sık sık 10 en kötü ülke arasında yer alması, ülkemiz çalışma yaşamının gerçek tablosunu ortaya koyuyor. Mızrak çuvala sığmıyor.

Aziz Çelik / BİRGÜN

Sporda yerli-milli kandırmacası - ARİF KIZILYALIN

AKP, sporu da “dışa bağımlı” yaptı. Birçok branşın kendi altyapılarını hiçe sayan iktidar, futbol, atletizm, yüzme ve hatta eskrimde umudunu yurtdışından gelen sporculara bağladı. Kros milli takımının tamamı Afrikalılardan kuruldu.

Samanı Bulgaristan’dan, eti Urugay’dan, mercimeği Kanada’dan, buğdayı Rusya’dan, soğanı İran’dan ‘ithal eden’16 yıllık AKP iktidarı, sporu da ‘dışa bağımlı’ hale getirdi. Futbol başta olmak üzere birçok branşta kendi altyapılarını hiçe sayan AKP iktidarı,Atletizm , masa tenisi, yüzme ve hatta eskrimde umudunu ithal şampiyonlara bağladı. Özellikle futbol altyapıları 2010 yılı sonrası tamamen çökerken, ‘geleceğin (A) Milli Takımı’ diye adlandırılan ekibin neredeyse yarısı Almanya, Avusturya ve Fransa’da yetişen isimlerden oluşuyor.


Atletizm tamamen çöktü!
AKP iktidarına kadar atletizmde en azından orta ve uzun mesafelerde Veli Ballı, Ahmet Altun, Mehmet Yurdadön, Mehmet Terzi, Zeki Öztürk, Haydar Doğan, Necdet Ayaz gibi isimler çıkarıp uluslararası alanda başarı elde eden Türkiye, son dönemde tüm yatırımını Afrika, Latin Amerika ve Türki Cumhuriyetlere yaptı. Kısa mesafelerde Küba, Jamaika, orta ve uzun mesafede de Afrika pazarına yönlenen Türkiye, Azeri atlet Ramil’i de bünyesine katıp Avrupa ve Dünya Şampiyonası’nda elde edilen tüm madalyalara bu isimlerle ulaştı. Yine Dünya Kros Şampiyonası’nda kürsüye çıkan Türkiye Kros Milli Takımı; Aras, Meryem, Ali ve Yasemin’den kuruluydu. Ancak bu 4 atletin doğumlarındaki isimleri; Kibitok, Maiyo, Stanley ve Vivian’dı. Haber ajansları, 2017’deki bu başarıyı, ‘Yeni Türklerin zaferi’ olarak duyurmuştu. Yine kısa mesafede müthiş işler yapan Ramil’in Azeri, Escobar’ın Küba, Jack Ali’nin de Jamaikalı olduğu gözlerden kaçmadı. İşin kötüsü bu isimlerin büyük bölümü başarı için dopinge sarıldı, Türkiye’nin adı kara listeye geçti. Doping yapmayanlar ise Türkiye’de kazandıkları paraları, kendi ülkelerinde yatırıma çevirdiler.

Yüzmeye Osmanlı devşirmesi!
Yüzmede Derya Büyükuncu’dan sonra olimpiyat finali yüzecek isim yetiştirmekte zorlanan Türkiye, TOHM projesi devam etsin diye Ukrayna’dan Viktroia Zeynep’i ithal etti. Dönemin Yüzme Federasyonu; gelen tepkileri, “Eski Osmanlı toprağından soydaşımızı getirdik” diye kendisini savunmuştu. Ancak Zeynep, istenen başarıyı getiremedi.

Masa tenisi ağlıyor!
AKP iktidarı öncesi Oktay Çimen gibi önemli isimlerle uluslararası arenada söz sahibi olan Türkiye, ne yazık ki son yıllarda Melek Hu, Cem Zeng, Ali Li, Bora Vang, Şirin H. ile ayakta durabiliyor.

İşte o sporcular
FUTBOL - Kaan Ayhan: (Schalke altyapı), Ömer Toprak (Ravensburg altyapı), Tarkan Serbest (Austria Wien altyapı), Hakan Çalhanoğlu (Waldhof Mannheim altyapı), Yunus Mallı (Sportfreunde Fasanenhof altyapı), Emre Mor (Danimarka Bronshoj Boldklub altyapı), Nuri Şahin (Meinerzhagen altyapı), Tolga Ciğerci (Phiesewarden altyapı), Kenan Karaman (MTV Stuttgart altyapı), Cenk Tosun (SV Frankfurt).

ATLETİZM - Ramil Guliyev (1990 Bakû doğumlu. Azerbacan formasıyla Avrupa şampiyonluğu kazandı. Avrupa Atletizminde Yılın Yükselen Yıldızı Ödülü’nde 2. oldu. 2011’de Türk vatandaşlığına geçti. Londra’da düzenlenen 2017 Dünya Şampiyonası’nda 200 metrede 20.09’la birinci olup Türkiye’ye bu mesafedeki ilk altın madalyayısını getirdi.
Polat Kemboi Arıkan: Kenya doğumlu olan Arıkan, 2011’de TC vatandaşı oldu. 2012 ve 2014 Avrupa Atletizm şampiyonalarında 10 bin metrede altın madalya kazandı.
Elvan Abeylegesse: 1982 Etiyopya doğumlu Elvan’ın gerçek ismi Hewan Abeye. 2004 Olimpiyatları’nda Türkiye adına yarışmaya başladı. Birçok altın madalya aldı. İsmi doping skandalına karıştı.
Tarık Langat Akdağ: Doğma büyüme Kenyalı olan Akdağ, 2011’de TC vatandaşı yapıldı. 2012’de engelli koşuda gümüş madalya kazandı.
Mert Girmalegesse: Bir dönem Selim Bayrak ismini de kullanmış olan Mert’in gerçek adı Shimelis Girma Legese... Etiyopya’dan yetişen bir uzun mesafe koşucusu.
Jak Ali Harvey: Asıl adı Jacques Harvey olan Jamaikalı sprinter Harvey, Türkiye’ye gelen atletler kervanına katılanlardan... İlham Tanui Özbilen: Asıl ismi William Biwott Tanui olan Kenyalı orta mesafe koşucusu, 2010’da vatandaşlık aldı.
Axel Luxa: Slovenya doğumlu 19 yaşındaki uzun atlama sporcusu Luxa, milli takımlarda yer alıyor.
Ali Kaya: Asıl ismi Stanley Kiprotich Mukche olan Kenyalı uzun mesafe koşucusu, Amsterdam 2016 Avrupa Şampiyonası’nda 10 bin metrede gümüş madalya kazandı.
Yasmani Copello Escobar: İsmini değiştirmeyen Escobar, Kübalı. Amsterdam 2016 Avrupa Şampiyonası’nda Türkiye adına yarışıp 400 metre engellide altın madalya aldı.
Yasemin Can: 2015 ortalarına dek Kenya adına yarışan ve asıl ismi Vivian Jemutai olan Can, Amsterdam-2016 Avrupa Şampiyonası’nda Türkiye adına yarışarak 10 bin metrede altın madalya elde etti.
Karin Melis Mey: Aslen Güney Afrikalı olan Mey, 2008’in Haziran’ında vatandaşlık aldıktan sonra aynı yaz Pekin-2008 Olimpiyatları’nda Türkiye adına uzun atlamada yarıştı.
Meryem Erdoğan: Etiyopya asıllı Mariam Tanga, 2012’deki doping nedeniyle 2 yıl ceza aldı.
Mirela Dulgheru–Renda: Romanya doğumlu uzun atlama sporcusu Renda, 1999’da evlilik yoluyla vatandaşlık aldı ve milli sporcular arasına katıldı.

MASA TENİSİ - Melek Hu: Asıl adı Hou Mei Ling olan Çinli, TC vatandaşı olduktan sonra Ay - Yıldızlı formayı giydi. Cem Zeng: Asıl adı Zheng Changgong olan Cem, TC vatandaşı olduktan sonra Türkiye adına forma mücadele etti. Ahmet Li (Çin).

YÜZME - 2016 Rio Olimpiyat Oyunları’ndaki yabancı olup sonradan Türk vatandaşlığına geçen sporcularımız: Viktoria Zeynep Güneş (Ukrayna), Ekaterina Avramova (Bulgaristan)

BASKETBOL - 12 Dev Adam’da oynayan yabancı kökenli oyuncu: Bobby Dixon (Ali Muhammed (ABD’li). Kadın Milli Takımı: Lara Sanders (Almanya doğumlu, ABD’li), Q.Hollingsworth (ABD’li).

ESKRİM - Martino Minuto (İtalyan asıllı, sonradan Türk vatandaşı oldu), Szabolcs Böjte (Macar, sonradan Türk vatandaşı oldu).

Arif Kızılyalın / CUMHURİYET

Hindistan’ın Endonezya’daki limanı - Vijay Prashad / BİRGÜN

Çinli yetkililer, Sabang’daki bu yeni üssün Hint Okyanusu’na giren Çin gemileri üzerinde baskı kurmayı amaçladığını söylüyor. Çin, sadece ürünlerini Afrika ve Avrupa pazarlarına göndermek için değil aynı zamanda Ortadoğu ve Afrika’dan petrol ve diğer hammaddeleri taşımak için, bütünüyle Malakka Boğazı’na bel bağlamış durumda.



Geçen hafta, Hindistan Başbakanı Narendra Modi ve Endonezya Cumhurbaşkanı Joko Widodo, Cakarta’da buluştu. İki ülke Hindistan’ın, Açe’nin (Endonezya) kuzeyindeki Sabang adasında bir ekonomi bölgesi ve askeri üs inşa etmesi konusunda anlaştı. Buradaki ana unsur Sabang’ın Malakka boğazının ağzında olması ve bu boğazdan her yıl 3 trilyon dolarlık malın geçmesi. Dünyada deniz yoluyla yapılan ticaretin yarısı bu boğazdan geçiyor. Bu dar geçit, Doğu Asya ile Afrika ve Avrupa arasındaki ticaret için çok önemli. Çin, boğazın askerileştirilmesi konusunda gergin. Bu askeri üs, onun öfkesini daha da artıracak.


Bu durumun Çin için ne demek olduğunu bilen Hindistan ve Endonezya hükümetleri, limanda askeri üs olacağı bilgisini yalanladı. Ortak açıklamalarında, limanın özellikle ekonomik konular için kullanılacağı belirtildi. Hindistan İç İşleri Bakanlığı’ndan üst düzey bir yetkili bana limanın kullanımı konusundaki beklentinin Hindistan’ın korsan karşıtı mücadelesi için kullanılması olduğunu söyledi. Yetkili nihayet, limanın Hindistan ve Endonezya sahil güvenlik kuvvetlerinin eğitim ve gözlemleri için kullanılacağını belirtti.

Bu sularda, korsanlık artmaya devam ediyor. (2016-2017 arası yüzde 20 yükseldi.) Fakat gerçek rakamlar çok düşük. Singapur Boğazı’nda korsanlar sekiz gemiye çıkmaya çalıştı, Malakka Boğazı’nda ise sadece bir teşebbüs gerçekleşti. Bu gemi istilaları, aynı zamanda abartılmış durumda. Küçük sürat teknelerindeki korsanlar, büyük tankerlerin ve kargo gemilerinin yanına çekip, onlara biniyor ve çoğu olayda, görüldüklerinde gemiden iniyorlar. Gemiye el koyma olayı çok nadir yaşanıyor.

Hindistan ve Endonezya’nın bu anlaşmayı korsanlığı önlemek için imzalamış olması uzak ihtimal. Bu, Singapur ve ABD donanmalarının Malakka Boğazı’nda yaptığı ortak tatbikat için de belirttikleri neden. Fakat bu büyük tatbikatlar, korsan tehditinin boyutuyla orantısız. O halde bu üsler ve tatbikatların bu sularda ne işi var?

Çin’e baskı
Çinli yetkililer, Sabang’daki bu yeni üssün Hint Okyanusu’na giren Çin gemileri üzerinde baskı kurmayı amaçladığını söylüyor. Çin, sadece ürünlerini Afrika ve Avrupa pazarlarına göndermek için değil aynı zamanda Ortadoğu ve Afrika’dan petrol ve diğer hammaddeleri taşımak için, bütünüyle Malakka Boğazı’na bel bağlamış durumda. Çin uzun zamandır denizden gelen tehditlere karşı hassas. Korsanlardan gelen tehdit, ABD ve onun bölgedeki Singapur ve Hindistan gibi müttefiklerinden gelen tehdit kadar büyük değil.

Boğazların etrafını sarmak için Çin, Pakistan ve Myanmar’a kendi limanlarını inşa etmeye teşebbüs etti. Şu anda her ikisi de sorunlu. Aynı zamanda, Pakistan ve Myanmar; Gwadar (Pakistan) ve Kyaukpyu’ya (Myanmar) yapılan limanların finansmanını sorgulamaya başladı. Endişelerinin nedeni açık. Geçen yıl, Sri Lanka hükümeti, inşaat ödemelerini yapamadığı için Hambantota’daki limanını 99 yıllığına Çin’e verdi. Sri Lanka’nın güney kıyısında olan Hambantota limanında, Gwadar ve Myanmar’daki gibi, askeri varlık bulunmuyor. Hint Okyanusu’ndaki tek Çin askeri limanı Doraleh limanına yakın Cibuti’de.

Çinliler, Myanmar limanını Kyaukpyu’ya genişletti ve buradan Çin’deki Kunming şehrine kadar giden petrol ve gaz borusu döşedi.

Projenin maliyeti 9 milyar dolar. Myanmar’ın yaptırımlarla enkaza dönen ekonomisi, bu hatrı sayılır borçla baş edemedi. Borcun gayrisafi yurtiçi hasılaya oranı neredeyse yüzde 36. Toplam dış borç ise 9 milyar. Kyaukpyu limanının maliyeti Myanmar’ın borcunu ikiye katladı. Geçen hafta Myanmar hükümeti, maliyet nedeniyle limanın yarısını inşa edebileceklerini söyledi. Hükümet, borcunu ödememesi durumunda, Çin’in, Sri Lanka’da olduğu gibi, limanın sahibi olmasından korkuyor.

Bu arada, Mayıs ayında, Pakistan hükümeti, Gwadar Limanı’ndaki Çinli operatörlere uyguladığı vergi kolaylığını askıya aldı. Pakistanlılar ve Çinliler, 23 yıllık vergi muafiyetini nereden başlatacaklarını tartışıyor - 2007’den mi yoksa 2013’ten mi. Pakistanlılar ilkini, Çinliler ikincisini istiyor. Burada kalıcı bir kriz beklentisi yok, fakat, Pakistan ve Çin işbirliği üzerinde bir gerginlik var. Pakistan ve Myanmar’daki Çin gerginliği, Hindistan’ın, Mauritius Adası’ndan, Endonezya’daki Sabang Adası’na kadar güney Hint Okyanusu’nun iki ucunda, çabaladığı bir anda geldi.

Açık denizlerde gerginlik 
Geçen ay, üç Hindistan donanma gemisi, Vietnam donanmasıyla ortak tatbikat için Tien Sa Limanı’na gitti. Hindistan’a dönüş yolunda, Hintli gemiler, Çin savaş gemilerinin “güvenli bir mesafeden” peşlerine takıldığını iddia etti. Gemiler arasında bir iletişim olmadı. Çin iddiayı doğrulamıyor.

Barış bölgesi olması gereken Hint Okyanusu’nda, bunun gibi tehlikeli gerilimlerin tırmanması olası. Bu sularda savaş gemisi sayısının artmasıyla, kaza riski de artıyor. Eğer bu kalabalık sularda bu gemilerden biri diğerini vuracak olursa, Çin ve Hindistan arasında yeni bir savaş başlar. Bu, 1962’den daha kanlı olur.

İki taraf da savaşı istemiyor. İstedikleri birbirlerine göz dağı vermek için bu üsleri kullanmak. Çin deniz yollarının açık olmasını istiyor. Öte yandan, Hint Okyanusu (Diego Garcia Adası’nda) Hindistan ve Singapur’daki en büyük deniz üslerinden birine sahip olan ABD, bu gerginlikler karşısında istifini bozmamış görünüyor. ABD gemilerini, Diego Garcia’dan Güney Çin Denizi’ne doğru hareket ettirerek, Çin’in uluslararası geçitlerdeki sevkiyatını tehdit etmeye devam ediyor. Şimdi Hindistan gemileri de onlara katılacak. Burada niyet Çin’i karşılık vermesi için kışkırtmak. Oysa bir karşılık -askeri bir karşılık- felaket olur.

Vijay Prashad - Tarihçi
Çeviri: Ömür Şahin Keyif 
BİRGÜN

Mimciler susmayın! - ZAFER DİPER

İlk insan (Homo sapiens) mağaralara resimler çizdi. Beden dilini kullandı; kimi zaman bir nesneyi, bir varlığı, bir duyguyu anlatabilmek, haberleşmek, iletişim kurabilmek için, ki bu bir anlamda Sözsüz Oyun’un(pantomim) doğuşu, başlangıcı değil miydi? Geçmişte de günümüzde de mim yapabilmek için başta bedeni tanımak, bedeni kullanabilmek yetisi gerekmez mi? Bir açıklamaya bakarsak, “İnsanı bilmek için önce kendini bilmeğe Pantomim Sanatı denmez mi?”

Yıllar önce İngiltere’ye; Brighton’a, sözsüz oyunun söylencesel(efsanevi) sanatçılarından Marcel Marceau gelmez mi! Haftalar önce biletler tükenmişse de, zar zor bir yer bulmuştum nasılsa... 19. yüzyıl Harlequin’i,   Chaplin   ve  Keaton’la harmanladığı söylenegelen; hırpalanmış bir şapka, kırmızı bir çiçekle, ak yüzlü bir palyaço olan o ünlü karakteri “Bip” ile sahnedeydi Marceau. İnanılmazdı yaratımları. Birinde, örneğin, Kafes oyununda bomboş bir sahnede, sanki bir kafes vardı da onun içindeydi.

1955-56 yılları arasında Marceau’nun da öğrencisi olan Theo Lesoualche adlı mimcinin oyunlarını sahnelemesiyle bir ilk yaşandı Türkiye’de bu sanat dalında ve giderek gelişti. 1970’lerde TRT haber bülteninden hemen sonra 10 dakikalık gösteriler biçiminde sunulan “sözsüz oyun” halkla buluşmamış mıydı? Ne günlerdi!

Vecihi Ofluoğlu da 1968 yılında ''Pano'' adı altında Türkiye’de ilk kez çağdaş anlamda bir pantomim topluluğu kurdu. Çoğu sahnelenmiş yüzün üzerinde kendi yazdığı pantomim oyunu bulunan Ofluoğlu; 20 yıla yakın, sağır ve dilsizlerden oluşan Türk Sessiz Tiyatrosu’nun yazar ve yönetmenliğini yaptı. Savaş karşıtı “Halay ” ve “ Utanç Lekesi ” adlı oyunları yurt dışında ödüller aldı, TRT, BBC ve Japon televizyonlarında yayınlandı. Türkiye’de ilk kez karikatür, şiir ve şarkıları, sahne için biçimlendirip oynadı. Ünol Büyükgönenç’in dinletilerinde “Nâzım Şarkıları”na eşlik etti. Türkiye'de yine bir ilki gerçekleştirip İstanbul Üniversitesi bünyesinde "Pantomim Sanat Dalı"nı kurdu. 35 yıldır İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı'nda opera, bale, müzikal ve pantomim sanat dallarında mimik, hareket ve oyunculuk derslerini vermekte... iken... bu günlerde yayınlanan bir basın duyurusu şunları dile getirmekte özetle: “İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı Bale Ana Sanat Dalı bünyesinde Vecihi Ofluoğlu tarafından kurulan Pantomim Sanat Dalı Bölümü düzenli olarak öğrenci alımı yaparak aktif bir şekilde pantomim sanatçısı yetiştirmiş bir bölümdür. Dünyada üniversite bünyesinde eğitim veren ilk ve tek bölüm olan Pantomim Sanat Dalı, uluslararası ve yerel olmak üzere birçok çalışmalar gerçekleştirmiştir. Dünyanın en eski sanatlarından biri olan Pantomim, insan duygularını söze gerek kalmadan yansıtan ve duygularını mimik, jestlerle ifade eden tek sanat dalıdır. İnsanlar arası iletişimin en gelişmiş evrensel boyutudur. (...)

Konservatuar yönetimi bu sene Pantomim bölümüne kontenjan açmayacağını iletmiştir. Pantomim bölümünü kapatıyoruz açıklaması yapılmasa da söz konusu olan sürecin devamında bizi nelerin beklediğini öngörebiliyoruz. Bu sene kontenjan açılmıyorsa ilerleyen senelerde pantomim bölümü unutulmaya mahkûm olacaktır. (...)Sanat okullarının kapatılması, öğrenci alımının durdurulması gelecekte ülkemizin kültür sanat düzeyinin de aşağı çekilmesi anlamına gelecektir.(...)Pantomim Bölümü mezunları ve öğrencileri olarak bu sene Pantomim bölümüne neden kontenjan açılmadığının cevabını istiyoruz...”
Devletin, sanat siyasası ile ilgili tüm birimlerine yöneltilmiş bir soru kuşkusuz. 

Evet, o zaman onlar söyleyecek ve bizler de bileceğiz: “ne iş?”
Marceau ne demiş: “Bir pantomimciyi asla konuşturmayın, sonra susmak bilmez!

“Usta, bunlar konuşmaya başladı ama, ne diyorsun şimdi?”

“Diyorum ki: ‘mimciler, hiç susmayın!’”

Zafer Diper / BİRGÜN

Aiskhylos’tan Marx’a - ONUR BEHRAMOĞLU

“Bütün sanatları Prometheus verdi insanlara” der Aiskhylos; ateşi çalması günahsa bile, insanlığı yok olmaktan kurtaran günah sayar onu, ilerlemenin kıvılcımı.

George Thomson’ın ‘Tragedyanın Kökeni-Aiskhylos ve Atina’ adlı yapıtında, ilkel aşamalarında kabile toplumunun dini olan totemcilik uzunca anlatılır. Kabileyi oluşturan klanlardan her biri ‘totem’ denilen bir doğal nesneyle bağıntılı, klan kişileri kendilerini kendi totemleriyle akraba sayarlar. Totemi yemek ve aynı totemin üyeleri arasında evlilik yasaktır.



Totem türlerinin artması için yapılan çoğaltma törenlerinde gerçek eylemin bir tür alıştırması ve tamamlayıcısı olan ilkel büyü, gerçekliğin kontrol altına alındığı yanılsamasını yaratır. Üretim tekniği gelişip yeni yiyecek kaynakları ortaya çıktıkça ekonomik tabanını yitiren totemcilik, düzen için onay sağlayan dinsel sisteme dönüşecektir. Geriye kalan, akrabalık duygusu, dıştan evlenme uygulaması, belli bir hayvan ve bitki türünün yenmesine karşı biçimsel tabudur. 
Dıştan evlenmenin başlangıçtaki işlevi, klanlar arasında yiyeceklerin dolaşımını sağlamaktır. İnsanlar tek başına avlanmaya başladığında, artık bireysel olan üretim tarzıyla, hâlâ kolektif olan tüketim tarzı arasında bir çelişki ortaya çıkar. Özel mülkiyetin ve ailenin tohumu işte bu çelişkidedir. Klanlar eşit değildir artık, işbirliği yarışmaya dönmüştür. Kabilenin yapısı ekonomik değişikliklere bağlı olarak dağılınca insanların ve hayvanların birbiriyle akraba oldukları fikri son bulur; yabanıl çığlıkları, kendinden geçme hareketleriyle yansılama töreni şiir, müzik, dansa dönüşür.

Mal sahipliği, sığırların evcilleştirilmesiyle mevzi kazanırken (İngilizce ‘büyükbaş’ anlamına gelen ‘cattle’ ile sermaye anlamına gelen ‘capital’ kelimeleri aynı Latince kökten gelmektedir) biriken servet toplumsal eşitsizlikleri büyütür. Mülkiyet erkek çizgisinde kalsın diye, kadın mirasçı kendi klanı içinden biriyle evlenmeye zorlanıyordur artık. Kabile sisteminin yapısının dayandığı dıştan evlenme ilkesi ve kadınların görece özgürlüğü mülkiyet çıkarlarına feda edilmiştir.
Kitabının uzunca bir bölümünde Kader Tanrıçası Moirai’ye işaret eder Thomson. Sözcüğün temel anlamı pay ya da bölümdür. Et Moira’sı eşit olarak kura ile dağıtılmaktadır başlangıçta. Özel mülkiyetin büyümesiyle kuranın kullanımı sınırlanır, halk arasındaki Moira kavramı da, her insanın yaşamda payını saptayan tanrıçalara dönüşür. Moira’ların dişi biçimde kavranılışı anaerkilliğin işaretidir ancak mülkiyet düzeninin yeni tanrıları üstün gelir, kabilenin yerini devlet alır, topluluk bölünür. 

Eski Yunan demokrasisi, temelde, sıradan halkın yitirilen eşitliği yeniden ele geçirme arayışı, daha yüksek düzeydeki bir kabile demokrasisine dönüştür. Atina’da büyük paraların harcandığı devlet kurban törenlerinde etin halka dağıtılışı aşağı sınıflara et yeme fırsatını sağlamaktadır, ilkel klanların komün şenliğinden buralara düşülmüştür işte. İlyada’da, bugün de süregiden mücadelenin özünü dair ipuçlarını okuruz: “Kavgada en önde olmalıyız ki, halk, yağlı sürülerimizle beslenen ve en güzel şaraplarımızı içen bu bizim krallarımız dövüşebiliyor diyebilsinler.” 

Atina demokrasisinin proletaryası, kölelerdir. Aiskhylos, bu sınıfı kendi demokrasi anlayışının dışında tutan bir ılımlı demokrat olarak, Tanrı Zeus ve ateşi çalan Prometheus’un uzlaşmasıyla simgelenen ‘zıtların ortalamada birleşmesi’nin savunucudur. Bu elbette, toprak sahibi aristokrasi ile yoksul serfler arasında yükselenlerin ideolojisidir. Başarıldığını gördüğü bir orta sınıf demokratik devrimini övmektedir Aiskhylos, biriken çelişkileriyle demokrasinin yok olup gitmesine sadece birkaç adım kalmıştır oysa. “Tragedya şenlikleri sürüyordu ama ilgi sahneye koyma ustalığına, oyunculuğa dönmüştü; özellikle de toplumsal yaşama güvenini yitirmiş bir seyirciye Aiskhylos’un eski moda kolektivizminden çok daha çekici gelen haince bireyciliğiyle Euripides’in zamanı gelmekteydi. Yaratıcı bir güç olarak tragedya sanatı yoktu artık; çağdaş Avrupa burjuva devrimi onu bir kez daha yaratıncaya kadar.”

Toplumsal dayanışma ruhunu yitirmiş yığınların suç ortaklığıyla şark usulü bir despotizmi sürdürüp giden Türkiye’de 24 Haziran seçimleri sonrasında orta sınıflara da hitap edebilecek türde bir uzlaşmanın altyapısı hazırlanıyor bugünlerde. Seçime dayalı oligarşilerin yani modern demokrasilerin dünya ölçeğindeki krizine çözüm, yerden göğe ne buldularsa yağmalayan egemenlerin mülksüzleştirilmesi olabilir mi? Bilemiyoruz, kapitalizmin bu evresinde böyle meseleleri kamusal alanda konuşup tartışmak, hatta bunu gizli gizli düşünmek bile neredeyse tabu çünkü. 

“Bütün sanatları Prometheus verdi insanlara” der Aiskhylos; ateşi çalması günahsa bile, insanlığı yok olmaktan kurtaran günah sayar onu, ilerlemenin kıvılcımı. Olympos’a yeniden kabul edilmek için uğraşan bir yakarıcıdır aslında, ‘Yakaranlar’da koroyu oluşturan ve mal-mülk uğruna akraba evliliğine isyan eden Danaos kızları gibi toplumdışı biridir Prometheus. Bütün sanatlardır, ilk olarak da başkaldırı; komün şenliklerinde coşkuyla haykıranların seslerini Marx’ta yangına dönüştüren ateştir Prometheus:

“Çağdaş burjuva toplumu, çağırdığı cehennemî güçlere artık söz dinletemeyen bir büyücüye benzemektedir. Düşünceleriniz, burjuva üretim ve mülkiyet ilişkilerinin ürünüdür; hukukunuzun da, sınıfınızın yasa düzeyine yükseltilmiş iradesinden başka bir şey olmaması gibi. Bizim istediğimiz, emekçinin yalnızca sermayeyi artırmak amacıyla yaşadığı ve ancak egemen sınıfın çıkarının sınırları içinde yaşayabildiği bu acıklı sahiplenme biçimini ortadan kaldırmaktır. İnsanı biçimlendiren ortam ise, bu ortam insani kılınmalıdır.”

ONUR BEHRAMOĞLU  / BİRGÜN

AKP hangi çıkmazdan besleniyor?..- Mehmet FARAÇ

AKP seçim meydanlarında "oyalama" gündemleriyle muhalefeti ezmeye çalışırken, rakiplerden gelen karşı tepkiler en çok da ekonomik sorunlar üzerinde yoğunlaşıyor... Halk bu yüzden de miting alanlarını hınca hınç dolduruyor...

AKP'nin pervasız harcamaları, devlette mide bulandırıcı hale gelen israf, saraydaki şatafat ve "örtülü ödenek"teki kuşkular halkın zihninde artık daha fazla dönüyor, gelir dağılımındaki dengesizlik ise büyük öfke yaratıyor...

AKP tüm bu sosyo-ekonomik çıkmazları bayram ikramiyesi, vergi indirimleri ve imar affı gibi seçim yatırımlarıyla perdelemeye çalışıyor ama şu gerçek de hiçbir zaman örtbas edilemiyor;
Halkın büyük bölümü artık evine et ve meyve alamıyor, marketler-pazarlar ateş pahası, dövizdeki dalgalanma yoksulun alım gücünü yerle bir ediyor, üç kuruş maaş zammı alan emekliler elektrik-su-doğal gaz faturalarına bile yetişemiyor...

Türkiye tarihinde görülmemiş sosyal sorunlar boşanmaları körüklüyor, yoksulluk ve geçim sıkıntısı "cinnet" vakalarını artırıyor, özetle halkın önemli bir kesimi burnundan soluyor...

Başka bir ülkede, böylesine bir sosyo-ekonomik çöküş yaşanmış olsaydı, halk demokratik tepkisini iyice yükseltir, işte son olarak Ürdün'de olduğu gibi pahalılık ve zamlarla ilgili eylemlere direnemeyen hükümet de hemen istifa ederdi?..

Diyeceksiniz ki; "Madem bu ülkede, yıllardır zam-pahalılık-enflasyon çıkmazında büyük sosyal bunalımlar yaşanıyor, öyleyse AKP nasıl oluyor da 16 yıldır iktidarda kalabiliyor?.."
Bu duyarsızlığın din sömürüsü, geri kalmışlık, tarikat-aşiret örgütlenmesi ve cehaletin yanı sıra çok önemli bir gerekçesi var ki, "çaresizlik"le birlikte ne yazık ki "teslimiyet"i de zorunlu kılıyor!..

Yoksullaştır, köleleştir, sömür!..
Yukarıdaki saptamaların özeti şudur; Ekonomik özgürlük, sosyal güvence, yüksek yaşam standartları ve kendi kendine yetebilme gibi gerekçeler artık hak getire bu ülkede...

Çünkü Türkiye, "kendi kendine yeten 7 ülkeden biri" olmaktan uzaklaşır uzaklaşmaz tüm bu gerekçeler eski bir mendil gibi çöpe atıldı ve milyonlarca insan da devlet kapısında çaresizce bekleyen dilenciler konumuna getirildi...

Ne yazık ki "üretim" ekonomisinin yerle bir edildiği bir ülkede, tarım yapılamaz hale gelince, her alanda emek mücadelesi durdu, pazarların eski coşkusu kalmadı, ticaret allak bullak oldu, enflasyon zırvaladı, "dışa bağımlılık" arttı ve tüm bu ekonomik çöküş ise sosyal patlamalara yol açtı...
Ve tüm bunlarla birlikte büyüyen işsizlik kaosu kırsaldan metropollere "göç"ü yoğunlaştırdı, sosyal güvenceden yoksun milyonlarca insan da kent merkezlerinde toplanmak zorunda bırakıldı... Peki sonra neler mi oldu?..

AKP'nin iktidara gelmesinden dört yıl sonra, 25 Mart 2006 tarihli Milliyet gazetesinde yayımlanan, "Yeşil Kartlı sayısı 12 milyonu aştı" başlıklı bir haber, üretimden uzaklaştırılanlarla ilgili "yoksullaştır-köleleştir" stratejisinin hangi boyutlara ulaştığına da dikkat çekmişti...

O dönemde "aylık geliri 127 YTL'nin altında olanlara" verilen Yeşil Kart sayısı adeta patlama yapmış ve 12 milyonu aşmıştı... Yani, bazı illerde nüfusun yüzde 50'sinden fazlası Yeşil Kartlı'ydı...
Sağlık Bakanlığı'nın 2006'daki verilerine bakıldığında, illere göre Yeşil Kartlıların sayısı şöyle sıralanmıştı;
528 bin nüfuslu Ağrı'da 289 bin kişi, 253 bin nüfuslu Bingöl'de 151 bin kişi, 388 bin nüfuslu Bitlis'te 150 bin kişi, 1 milyon 362 bin nüfuslu Diyarbakır'da 549 bin kişi, 236 bin nüfuslu Hakkâri'de 135 bin kişi, 263 bin nüfuslu Siirt'te 133 bin kişi, 877 bin nüfuslu Van'da ise tam 491 bin kişi Yeşil Kart taşıyordu...

Devletin Fırat'la Harran'ı birleştirerek tarımsal üretimde patlama yapmayı planladığı GAP'ın merkezi Urfa'da ise Yeşil Kart'lıların sayısı 500 bini aşmıştı... İşte orada AKP bazı seçimlerde yüzde 75 oy almıştı!..


9 milyon Yeşil Kartlı...
2006'da Yeşil Kart'la ilgili şok edici rakamları TBMM gündemine getiren CHP milletvekili merhum Mevlüt Aslanoğlu, "Geliri 128 YTL olana bu kart verilmiyor!.. 18 milyon kişi başvurmuş, 12 milyon kişininki karşılanmış" diye konuşmuştu.

Gazeteci Ercan İnan ise AKP iktidarının 8. yılında, 8 Temmuz 2010'da Vatan gazetesinde Yeşil Kart'lılarla ilgili şu saptamaları yapmıştı;
"SGK'ya aktif prim ödeyenlerin sayısı 14 milyon 987 bini ancak buluyor... Üstelik bunların 435 bini de çalışmayıp dışarıdan gönüllü prim ödeyenlerden oluşuyor... Yeşil Kartlı sayısı ise 9 milyon 449 bin 734. 33 ilde Yeşil Kartlı sayısı, bir işi olup da SGK'ya prim ödeyenlerin sayısından fazla..."
AKP'nin Yeşil Kart furyasının yoğunlaştığı 2006'dan bu yana 12 yıl geçti... Ancak 20 Eylül 2017'de CHP Niğde Milletvekili Ömer Fethi Gürer'in soru önergesini yanıtlayan Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya, Yeşil Kartlı sayısını 8 milyon 983 bin 853 olarak açıklamıştı...

Kaya şöyle demişti;
"2012 yılı itibariyle Yeşil Kart uygulamasına son verildi. Bu tarihten itibaren Bakanlığımızca Genel Sağlık Sigortası (GSS) iş ve işlemleri yürütülmeye başlanmıştır. GSS primleri devlet tarafından ödenen kişi sayısı 2012 yılında 9 milyon 99 bin 59, 2013 yılında 9 milyon 111 bin 923, 2014 yılında 9 milyon 368 bin 920 ve 2015 yılında 8 milyon 983 bin 853 oldu."

Yazının başından itibaren dikkat çekilen tablo yalnızca bir ülkenin içinde bulunduğu sosyo-ekonomik çarpıklıkları anlatmıyor, en önemlisi de tarikat-aşiret yapılanmasından da beslenen bir iktidarın dayattığı çaresizlik ve teslimiyete de dikkat çekiyor...

Heyhat ki; ABD, Mars'ta yaşam alanları kurmayı planlarken, "kıraathane açacağım, orada bedava çay ve kek dağıtacağım" diyen bir iktidarla, "fabrika açacağız, iş vereceğiz, millet kekini kendi parasıyla alacak" diyen bir muhalefet bu ülkede kıran kırana mücadele ediyor...

İşte bu yüzden de, 24 Haziran yalnızca siyasal değişimi zorlamamalı, aynı zamanda üreten, kazanan ve onuruyla yaşamakta direnen bir ulusun direnişini de zaferle taçlandırmalı...

Çünkü yokluk-yoksulluk içinde, yedi düvele karşı, çarıkla savaşarak cumhuriyeti kuran bir kuşağın bugünkü evlatlarına "yoksullaştır-köleleştir" teslimiyeti hiç mi hiç yakışmıyor...


Mehmet Faraç / YENİÇAĞ

AKP ve Erdoğan dik durabilir mi? Kaynak - Arslan BULUT

AKP'li Hakan Çavuşoğlu, "Türkiye'yi kontrol altına almaya çalışıyorlar. Türkiye'yi dizayn etmeye çalışıyorlar. Kontrol altına alamamalarının nedeni de Recep Tayyip Erdoğan'dır çünkü boynunu bükmüyor, eğilmiyor, dik duruyor." dedi.


Türkiye'yi kim kontrol etmek isteyebilir? ABD, İngiltere, Rusya ve Çin isteyebilir... Türkiye, NATO sürecinden itibaren askeri ve siyasi yönden ABD'nin, ekonomik yönden de İngiltere'nin kontrolündedir.

Türk ordusu Amerikan silahları ile donatılmış durumdadır. Bu durum ABD'nin "yardım yap ve denetle" politikasının sonucudur. Son ekonomik krizde, doların yedi-sekiz liraya fırlamasını önlemek için başvurulan kapı da İngiltere'dir.

Diğer taraftan Türkiye, Rusya'ya da enerji hatlarıyla göbeğinden bağlanmıştır. Çin ise Türkiye yönetimini güvenilmez buluyor, bu sebeple şimdilik ipek yolu projesine dahil etmiyor!

                                                                         ***

AKP'li Ömer Çelik de ''Karşımızdakilerin Türkiye'yi yönetecek bir iradesinin ve vizyonunun olmadığı ortaya çıktı. AK Parti sadece kendisiyle yarışan bir partidir. AK Parti'nin rakibi yoktur." dedi.

AKP'nin 16 yıldır ülkeyi düşürdüğü çukur hangi vizyonun eseridir acaba? Libya, Suriye politikası, borç politikası, faiz politikası hangi vizyonun eseridir?
Suriye politikası, ülkenin ve milletin geleceğiyle kumar oynamak değil miydi?

Kimse, El Bab, Afrin harekâtları ve Menbiç anlaşmasının bu kumarı kazandırdığını zannetmesin.
Bakınız CIA'nın beyin takımından Henri Barkey, "Menbiç, Erdoğan için seçimler yüzünden önemliydi. ABD, Erdoğan'a bir hediye verdi. Erdoğan ikinci turda kazanır." dedi.
Erdoğan'ın ikinci turda kazanması için de şimdiden Kandil hediyesi paketleniyor!

                                                                       ***

Peki ama ABD, Erdoğan'ın seçimi kazanmasını niçin istiyor? Neden Menbiç ve Kandil konusunda yol veriyor?
Çünkü ABD yeni bir açılım istiyor. Bunu da en iyi Erdoğan'ın yapabileceğini düşünüyorlar. Barkey, "Teröristlerle masaya oturdunuz, konuştunuz, onlarla anlaşmalar yaptınız ve aslında bu anlaşmaları uyguladınız da..." dedi ve "Eğer seçimlerde muhalefet kazanırsa, bu sefer başka bir oyun kurulacak" ifadelerini kullandı.

Yine ABD derin yapısının oyun kurucularından Alan Makovsky ise ikinci turda Tayyip Erdoğan'ın Meral Akşener'e veya partisinden bir kişiye başkan yardımcılığı teklif edeceğini ve böylece seçimi kazanacağını iddia etti!

Kısacası, ABD'nin Türkiye politikasını oluşturan adamlar işi gücü bırakmış, "Tayyip Erdoğan nasıl seçilir ve AKP nasıl Meclis'te çoğunluğu elde tutar, olmazsa açılımı yeni iktidara nasıl yaptırırız?" diye yeni oyunlar kurmak peşindedir.

                                                                          ***

AKP'nin vizyonu, Amerikan yörüngesinden hiç çıkmadığı halde, Türkiye dahil 22 İslam ülkesinin haritasını değiştireceği söylenen Büyük Orta Doğu Projesi'nin eş başkanlığını Türkiye'de Yeni Osmanlıcılık diye tanıtmak mıdır?

AKP'nın vizyonu, ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak, bunun için Ege'deki Türk adalarında Yunan egemenliğini, Kıbrıs'ın tamamında Rum egemenliğini kabul etmek dahil her türlü tavizi vermek midir?

AKP'nin vizyonu, FETÖ ile iş birliği içinde Türk ordusunu tasfiye etmek değil midir? Türkiye işgal edilseydi, Ergenekon ve Balyoz gibi operasyonlar ancak yapılabilirdi. İşte İngilizler, Meclis'i basmış, milletvekillerini Malta'ya sürmüş hatta bir kısmını Ermeni iddiaları yüzünden yargılamıştı ama beraat etmişlerdi. Şimdikiler hâlâ yargılanıyor!

Kendi ülkesinin kozmik odasına, CIA'ya hizmet eden FETÖ'cüleri sokan, kendi genelkurmay başkanını hapse attıran ve Türk olmaktan kurtulmakla övünen bir iktidarın, ABD, İngiltere ve Rusya karşısında dik durması, güçlü olması mümkün değildir. Tek adamlık işte bu teslimiyeti devam ettirmek için gerekliydi!

Bekâ dedikleri, Amerikan bekâsıdır!


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

10 Haziran 2018 Pazar

Adela - ORHAN GÖKDEMİR

Asıl adı Adela…17 Haziran 1930’da doğdu. Tiyatro oyuncusu Amelya ve komedyen Naşit, kızlarına Adela adını uygun gördü. Avrupalı rengârenk bir kelebek türü de böyle anılır. Gerçekten de renkli bir kelebek olacaktı Adela.


Annesi Amelya, Ermeni kökenli bir annenin ve Rum kökenli bir babanın kızıydı. Dedesi Kemani Yorgo Efendi, anneannesi de meşhur kantocularından Küçük Verjin’di. Ne çıkar oyuncudan başka böyle bir aileden? O da sahnenin yolunu tuttu, tozunu yuttu. Düşünün, 14 yaşında çıktı tiyatro sahnesine ilk. Sayısız film yaptı, ünlendi. Ona rağmen utangaçlığı ve mütevazılığı hep baki kaldı.

Tiyatro oyuncusu Ziya Keskiner ile 1950’de evlendi. İki yıl sonra Ahmet dünyaya geldi. Ahmet’in eve kattığı mutluluk bir süre sonra gölgelendi. Kalbinde sorunla doğmuştu çocuk, ameliyat olması gerekiyordu. Ancak bu ameliyat o yıllarda sadece ABD’de mümkündü. İki oyuncuda bunu karşılayacak para ne gezer? 
Eşleri, dostları seferber oldu. Denkleştirdiler parayı. Çocuğu alıp götürdüler. Ancak umulduğu gibi olmadı, masada kaldı çocuk. Gülüşüyle dağı taşı titreten kadın işte o çocuğun annesidir.

Kendini tiyatroya, sinemaya ve çocuklara adadı o da. Ödüller aldı. Halkın belleğinde silinmez izler bıraktı. Türkiye karanlık yıllarına yaklaşıyordu. Tek kanallı siyah beyaz devlet televizyonunda nasıl olduysa ona da yer açtılar. “Uykudan Önce” çocuklara masallar anlatması isteniyordu. Her gece evinde fotoğrafını bağrına basarak oğluna anlattığı masalları bundan sonra beyaz camdan bütün çocuklarına anlatacaktı.

Bu kadar anne olabilmesi belki de anneliğinin bir annenin başına gelebilecek en büyük felaketle sonuçlanmasındandı. Hem bir kuşaktan bütün çocukların hem de yeşil perdenin “annesi” olmayı başardı. 1985’te ''Yılın Annesi'' seçildi. Bana kalırsa bütün yılların annesidir hâlâ.

1987’de 57 yaşında öldü. Geride sade bir gülüş bıraktı. Gülüşü gülden güzel bir kadındır nihayetinde. Hababam Sınıfı’nın hademe Hafize’si, Neşeli Günler’in inatçı Saadet’idir. Siz onu Adile Naşit olarak biliyorsunuz.

                                                                 ***

Her ne olduysa Adela öldükten sonra oldu. Karanlık bastı ülkeyi. Ne çocuklara masal anlatan Hafize’ler kaldı geride, ne turşu satarak çocuklarını dik tutmaya çalışan Saadet Hanımlar. Birdenbire çöle dönüştü ülke. O çölde akılsız, vicdansız yaratıklar türedi. Çocukları öldürdüler, analarını yuhaladılar, sağ kalanlara tecavüz ettiler.

Diyorlar ki şimdi, bütün kötülükler Adela’nın ninni söylemesinden kaynaklanıyordu. Biz geldik susturduk o ninnileri… Haklılar. Ninniler yok artık. Adela’den kalan o gülüş çoktan soldu. Çocuk çığlıkları yükseliyor her yandan. Şimdi çocuklara ninnileri cübbeliler, nurofiller söylüyor…

                                                               ***

Adela’den kurtulmuşlar ve mükemmel bir düzen yaratmışlar kendilerine sorarsan. Delili ne? Arabesk müzik. Eskiden çok acı çektikleri için arabesk dinlerlermiş ama şimdi dinlemiyorlarmış. Sebebi de toplumda acı kalmamasıymış.

Arabeskin düşük kralı Orhan Gencebay eşliğinde çıktıkları MESAM seferi Arif Sağ ve arkadaşları tarafından püskürtüleli iki hafta olmadı daha. Arabesk kalmamışmış! Kurdukları düzenin ta kendisidir arabesk.

                                                               ***

Adela’dan kalan gülden güzel bir gülüştür cumhuriyet. Gericilik ise deodorant reklamından üzerimize boca edilen saçları boyalı arabeskçi sırıtışıdır…

                                                                ***

Diyor ki üzerimize boca edilen o arabeskçi; Duş almak yetmez, burunların sağlığı için deodorant sıkmak şart. Çürümüş bir düzenin son sözüdür işittiğiniz.
Berkin Elvan’ın kanı kurumadı daha. Annesi Gülsüm’ü her gözaltına aldıklarında itip kakıyorlar hala. Geçenlerde kolunu kırıp bıraktılar. Çünkü onların yetiştirdiği çocuklarla meseleleri var.
Sıra geldi Adela’ya.
Çünkü çürüdü düzenleri. Öyle bir koku ki yayılan, ne duş fayda eder ne deodorant.

                                                                  ***

Ninniler yok artık. Adela’den kalan o gülüş çoktan soldu. Çocuk çığlıkları yükseliyor her yandan. Çürümenin kokusudur duyduğunuz. 

Ne duş fayda eder ne deodorant.

Orhan Gökdemir / SOL 

Çakallar ulurken onlar yürüyor! - Işıl Özgentürk

Çakallar uluyor ama binlerce insan kim korkar hain kurttan diyerek yürüyor: 
F tipi cezaevlerini protesto edenler; 
KHK mağduru öğretmenler, öğretim üyeleri; ansızın oy verdikleri vekillerinin hapishanelerde çürümesine karşı çıkanlar, seçilmiş belediyelere kayyım atanmasını içine sindiremeyenler, hukuksuzluğu, adaletsizliği bangır bangır haykıranlar; tüketicinin dolaylı vergilerle nasıl yoksullaştığını kalem kalem ortaya dökenler; çocukları dağlarda vurulan, sokaklarda sürüklenen, cezaevlerinde işkenceden ölen Türk ve Kürt anaları; Diyanet’in laikliğe aykırı olduğunu haykıranlar, azıcık maaşlarına göz dikilen emekliler; bir türlü failleri bulunamayan faili meçhul kadınları, kızları, ağabeyleri, devletin attığı bombalarla ölen çocuklarını bağırlarına basmış, “Katil kim?” diye haykıran Uludereliler; sendikal hakları yok edilen, köleliğe mahkûm işçiler, emekçiler; bölgelerindeki yeşil alana cami değil park yapılmasını talep eden mahalleliler, rüzgâr ve güneş enerjisinin es geçilip dışa bağımlı termik ve nükleer santral kurmanın bu ülkeyi yok edeceğini iyi bilenler; eğitim sisteminin köle beyaz yakalılar ürettiğine bizzat tanık olan kahraman öğretmenler, ayağında ayaklarına küçük gelen plastik bir terlikle karda yürüyerek okula gitmeye çalışan küçücük kızların anaları babaları, 12 yaşında çocuk gelinler ülkesinde yaşamanın bir zulüm olduğunu hissedenler, her gün bir kadın çığlığıyla uyanmanın derin acısını yüreklerinde duyanlar; yalaka ekonomistlerin sürekli yalanlarıyla beyni yıkanan ama elinde avucunda ekmek parası olmayanlar; lüks alışveriş ve gökdelen yapmanın şehirleşme olmadığını bilen mimarlar, yalanlarla yükseltilen sağlık sektörünün nasıl bir zengin oyunu olduğunu bizzat oyunun içinde yaşayarak öğrenen doktorlar, sağlık görevlileri; bankalar astronomik kâr ederken kendilerine ödenmesi gereken ücret zammını elleri böğründe bekleyen banka işçileri; Köy Enstitülerinin bu ülke için nasıl bir nimet olduğuna hayatları boyunca tanık olan Köy Enstitüsü mezunları ve bu büyük eğitim projesine vurgun olanlar; sosyetenin her gün değişik bir kılıkta boy gösterdiği resim galerilerinde değil sokaklarda, varoşlarda resim yapmak isteyen ressamlar, muhteşem olduğu söylenen Türk aile yapısını, ensestti; tecavüzü, çocuk gelinleri sorgulayan film yapımcıları, Kahramanmaraş, Çorum ve Madımak’ta diri diri yakılan, hunharca öldürülen insanların aileleri, köyleri yakılan, göç etmek zorunda kalan ve kentlerde yok olan göç aileleri; ellerinde seks işçiliği yapmaktan başka çaresi olmayan travestiler, kadın seks işçileri; Boğaz’da, deniz kıyılarında, meyhanelerde içkisini yudumlamayı bir yaşam keyfi olarak görenler; başları bağlı olduğu için kahvelere, okullara girerken küçümsenen başı örtülü genç kızlar; “sokaklarda dolaşmak bizim de hakkımız!” diyen milyonlarca engelli yurttaş, sürüp giden savaş nedeniyle canını yitirmemiş ama akıl sağlığını ya da bedeninde en değerli organlarını yitirmiş, köşeye atılmış gaziler; “İnsan öldürmek istemiyoruz” diyerek her türlü aşağılanmayı göze alan ve vicdani ret ilkesini hayata geçirmeye çalışan askerlik çağına gelmiş genç insanlar, askerlik şubesinde “İb..misin, o halde bize bir video getir” denilen cinsel tercihleri nedeniyle aşağılanan gençler, kendinden rütbe olarak küçük bir subayı sevdi diye ordudan atılan ve intihar eden genç bir kadın subayın ölümünü içine sindiremeyenler; bu cennet ülkenin her zaman kendi kendine yeteceğini savunanlar, yok edilen tarım için içleri yananlar, müzelerdeki 42 uygarlığın en güzel heykellerine bakıp “ucube” diye bir heykelin yıkılmasını canında hissedenler; Kurtuluş Savaşı’yla ilgili filmleri izlerken,  Nâzım Hikmet’in, Dağlarca’nın ve daha birçok şairin bu konularda yazdığı şiirleri okurken gözleri yaşaranlar; ülkenin dört bir tarafındaki limanların satılmasını, köprülerin özel şirketlere devredilmesini güvenlik açısından çok sakıncalı bulanlar, evet onlar ve daha pek çokları yürüyor... 


Çakallar şaşkınlar; korkuyorlar, kalabalığa son güçleriyle hep birlikte saldırıyorlar... Boşuna, artık kimseler, kan bulaşmış sivri tırnaklarından, öldürmek için açılmış sivri dişli ağızlarının korkunç görüntüsünden hiç kimseler korkmuyor! 
Ve herkes biliyor ki çakallar da yenilir!

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET