9 Eylül 2018 Pazar

Tahran zirvesi ve siyasi kırılmalar - ÖNDER İŞLEYEN

İdlib operasyonu ile cihatçıların son egemenlik alanının ortadan kalkması, Türkiye’nin zaten sınırlı kalmış gücünü de büyük oranda kıracak, iflas etmiş Suriye politikası iyice çıkmaz sokağa doğru sürüklenecektir.


Suriye’de yedi yıldır devam eden savaşın düğüm noktalarından birisi İdlib. Geçen hafta Rusya ve Suriye rejiminin İdlib’e müdahaleleri (ve operasyon hazırlıkları) sonrasında Türkiye’nin itirazları dile getirilmeye başladı. ABD, Almanya ve Fransa da Türkiye’ye desteklerini iletti. ABD ve Fransa, ‘kimyasal silah’ tezgahı üzerinden İdlib’e müdahale kozunu da ortaya koydu. Ekonomik yaptırımlar sonrasında gerilimin had safhaya ulaştığı ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey bu sırada Türkiye’yi ziyaret ederek, İdlib’deki tutumu nedeniyle tebriklerini de iletti.

Bu yoğun trafik içinde Cuma günü Tahran’da, Rusya, İran ve Türkiye İdlib’e ‘çözüm arayışı’ için bir araya geldi. Zirvenin canlı yayınında, Erdoğan’ın ‘ateşkes çağrısına’, Putin’in resti zirvenin sonuçları için de olası gelişmeleri için de özet olarak kabul edilebilir. Erdoğan ise Tahran dönüşü, hızla bir açıklama yaparak ‘seyirci kalmayız’ dedi. Önümüzdeki günlerde bunun sonuçları yaşanmaya başlayacak.

İdlib’de kaçınılmaz son!
IŞİD başta olmak üzere cihatçı güçler iç savaşının ilk döneminde Suriye topraklarının geniş bir bölümünü egemenlikleri altına aldı. ABD ile birlikte AKP’nin de Arap Baharı’nın esintisi olarak tanımlayıp, ‘Sünni devrim alanları yaratılıyor’ coşkusuyla selamladıkları cihatçı güçler için İdlib son durak olacak görünüyor. CIA’in kamplarında, ABD silahlarıyla ve Türkiye’nin (ve onunla birlikte Körfez ülkelerinin) desteğiyle palazlandırılan cihatçılar için, IŞİD’nin denge bozucu biçimde egemenlik alanını genişletmesi ve küresel bir riske dönüşmesi sonrasında durum değişmeye başladı. Bu sırada Rusya’nın Suriye rejiminin yanında ağırlığını koyması, İran’ın sahaya inmesiyle iç savaşın seyri değişti.

IŞİD, ABD’nin müdahalelerinin bir aracı haline gelirken, Türkiye, ÖSO çatısı altında toparlamaya çalıştığı güçlerle etkinliğini sürdürmeye çalıştı. İdlib, cihatçı güçlerin son sığınağı olarak, Astana mutabakatı çerçevesinde bir cihatçı toparlanma alanına dönüştü. Türkiye ise (İdlib’de, Nusra ve HTŞ gibi kendi kontrolündeki gruplar için de risk oluşturan unsurların tasfiyesi ile birlikte) belli cihatçı güçlerin kontrol ve etkinliğini korumaya çalışıyor. Suriye’nin siyasi geçiş sürecinde Türkiye’nin etkinliğini korumaya devam edebilmesi ancak dar bir alanda da olsa kurulacak bu tür bir İslamcı egemenlik alanı üzerinden gerçekleşebilecek.

Türkiye bunun için askeri operasyon seçeneğini dışlayarak ya da kontrollü-sınırlı bir noktaya çekerek, süreci uzatmaya çalışıyor. Rusya-İran-Suriye ile İdlib arasında izlenen bu denge politikası ya da ABD ve Fransa’nın askeri operasyon tehditleri ile sürecin tersine çevrilmesinin artık mümkün olmadığı bir evredeyiz. Bu Suriye’deki savaşın geldiği noktadaki kaçınılmaz bir sonucudur.

Türkiye ve Rusya-İran kırılması
İdlib üzerindeki tutumlar ve olası gelişmelerle Türkiye ile Rusya-İran ilişkisinde bir kırılma noktasına doğru gidildiği görülüyor. Türkiye, giderek güç kaybettiği Suriye’de cihatçı güçler üzerinden tutunma alanları oluşturmaya yönelik politikasını, ABD-Rusya dengesindeki açıklar üzerinden ilerleyerek sürdürmeye çalıştı.

Rusya, ise Türkiye’nin ABD-Batı kampıyla çelişkilerini artırarak kendi yanında tutmaya çalışırken, Türkiye’ye sahada belli alanlar da açtı. Astana ve ikili ilişkiler içinde bu denge korunurken, sahada ise Suriye rejimi kontrolünü güçlendirdi. Astana’da yaratılan çatışmasızlık bölgelerine rağmen, Türkiye’nin, Suriye’nin geleceği konusundaki yaklaşımı Rusya ve İran’la uzlaşmadı, sahadaki hareketleri de uyum göstermedi.

Meselenin bir başka ucunda da ABD-Rusya merkezli paylaşım var. Bu noktada da uzunca zamandır Fırat’ın Doğusu ve Batısı üzerinden zımni bir paylaşımın kabul edildiği, sınırların ve siyasi geçişin belirlenmesine yönelik bir müzakerenin (düşük yoğunluklu savaşla birlikte) devam ettiği bir tablo var. Türkiye’nin bu noktadaki bir başka çelişkisi de hem ABD hem de Rusya ile Kürtlerin geleceği üzerinden yaşanmaya devam ediyor. Türkiye için İdlib’de cihatçı güçler üzerinden sahada kalmaya çalışmasının nedenlerinden birisi buradaki pazarlığını siyasi geçiş sürecinde devam ettirebilmesi. İdlib operasyonu ile cihatçıların son egemenlik alanının ortadan kalkması, Türkiye’nin zaten sınırlı kalmış gücünü de büyük oranda kıracak, iflas etmiş Suriye politikası iyice çıkmaz sokağa doğru sürüklenecektir. Bu durum kuşkusuz Rusya-İran ilişkisi anlamında da Türkiye için kırılma noktası olarak ortaya çıkacaktır.

İpin öteki ucunda ABD var
ABD, Suriye rejimini değiştirme iddiasını, IŞİD ve sonrasındaki cihatçıların etkinlik kaybıyla birlikte geride bıraktı.

ABD uzunca zamandır, Kürt inisiyatifi üzerinden Suriye’de hegemonya alanı oluşturmaya odaklanmış durumda.

İdlib dahil olmak üzere gündeme gelen öteki konuları da bu temel politikasının taktik parçası olarak ele alıyor.

Bugün ortaya çıkan durum da biraz böyle şekillenecek. ABD’nin, Suriye’deki iç savaşın seyrini tümden değiştirecek, İdlib’le birlikte rejim değişikliğini tekrar gündeme taşıyacak yeni bir savaş sürecini başlatması verili koşullar içinde pek de mümkün değil. O zaman bir pazarlık taktiği olarak gündeme gelebilecek kimi adımların ötesinde, Suriye’nin paylaşımına yönelik sahadaki durumun olgunlaşması ve siyasi bir geçiş formülüne dönüştürülmesi noktasında bir sapma beklememek gerekir.

Türkiye için ise durum acı bir sondan ibaret olacaktır. Türkiye’nin, Rusya ile bu çelişkileri ABD ile yeni bir ilişki düzleminin kolayca oluşturulabileceği anlamına gelmeyeceği de açıktır. Ancak, Türkiye’nin ABD-Rusya dengesi üzerinden ilerlediği koşullar bitmiştir. Türkiye, Esadlı bir geçişin artık tartışmasız hale geldiği noktada etkin olabilmenin yolunu daha çok ABD ve Batı ilişkileri içinde aramak zorunda kalabilir. İdlib konusundaki tutum ortaklığı Türkiye için Batı'ya tekrar kabulünün anahtarı olarak kullanılabilir. Öte yandan da ABD için de Türkiye’nin, Tahran-Rusya bağlamının dışına çıkarılması ve Türkiye’nin Suriye’deki ABD planını kabullenmesi için yeni bir baskı imkanı anlamına gelebilir. O yüzden önümüzdeki günlerde AKP’den ABD’ye çarkı hiç sürpriz olmamalı.

İflas…
Türkiye’nin yeni Osmanlıcı dış politikası uzun zaman önce iflas etti. Uzatmaların da sonuna geliniyor. ABD-Rusya dengesinde, bölgesel aktör olma (hatta yandaş basının havaya girerek ürettiği küresel liderlik) pozları duvara tosladı. Putin’in canlı yayın resti, ABD’nin yaptırımları derken Türkiye’nin hem ekonomik hem siyasi olarak nasıl güçsüz düşürüldüğü görülmeye başladı. Siyasal İslam’ın fetihçi politikaları büyük güçler mücadelesi için tuzla buz oldu. Bu çaresizlik içinde önümüzdeki günler Türkiye’nin hem ekonomik olarak hem de Ortadoğu’da neleri kabullenmek zorunda kalacağını göreceğimiz günler olacak… Yeni yılın sonunda yıkılmış bir Suriye ile birlikte bu savaşın içinde etnik-mezhepsel ayrışma dinamikleri derinleşmiş, ekonomik ve siyasi olarak daha da hırpalanmış bir Türkiye var. Elbette bunun faturasını emekçi halklar ödemeye devam edecek. 

Peki çözüm… Gerçekçi olmak gerekirse Suriye’nin geleceği, artık sadece Suriye’deki güçlerin elinde değildir.

Anti-emperyalist bir bilinçle yürütülecek mücadele güçlenmeden Suriye ve Orta Doğu'nun kaderini değiştirmek de mümkün değil...

Önder İşleyen / BİRGÜN

Riyakâr kardeşlik çağrıları ve kültür endüstrisi - Önder Kulak- / BİRGÜN

Değişim için umutların en aza indiği hayal kırıklığı dönemlerinde, açık ya da örtük, artık mevcut olanın kabul edilmesi ve onunla bir şekilde uyum sağlanması gerektiği gibi fikirlere sıkça rastlamak mümkün. Bu fikirlere birbirinden oldukça farklı retorik biçimleri eşlik edebilir. Örneğin “aynı gemide olunması nedeniyle anlaşmazsızlıkların bir kenara koyulmasının ve dış saldırılar karşısında içte birlik sağlanmasının bir zorunluluk olduğu”; “ülkedeki sorunların aşılması ve ortak çıkarlarda buluşulması için birlikte çalışılması ve iyi niyet adımları atılması gerektiği”; “neticede herkes ülkenin iyiliğini istediğinden, daha fazla geç kalmadan ortaklaşmanın herkesin yararına olacağı” gibi ifadeler bunlardan yalnızca birkaçıdır.


Farklı sözcük dizilimlerine karşın tüm bu retorik biçimlerinde, kendiliğinden kategorik bir “beraberlik” ortaya koyması beklenen “kardeşlik” ve ona koşut kavramların bilhassa vurgulu şekilde kullanıldıkları görülebilir. Bu kavramsal çabanın siyaseten yetersiz kaldığı noktada ise, kültür endüstrisinin etkili bir unsur olarak sorumluluk üstlendiğine tanık olunabilir.

Adorno’nun gör dediği
Adorno, zaman zaman hâkim fikirlere aykırı düştüğü izlenimi veren kimi örneklerin de kültür endüstrisi eliyle dolaşıma sokuluyor olduğuna işaret eder.1 Bunlar, az sayıda olsa da endüstriyel kültür içinde çeşitli alternatiflere yer verildiği söylencesinin yayılmasına imkân veren örneklerdir. Ne var ki söz konusu üretimlerde, kültürel ürün ve alternatifi arasındaki ayrımın belirsizleşmesi için bilhassa uğraş verilmiştir.2 Başka bir deyişle, ortada gerçeklikten uzak, ancak yayılması istenen bir söylence vardır. Peki ama bu isteğin arkasındaki düşünce nedir?

Adorno sözü edilen örneklerin, düzen karşısında direnç gösteren veyahut gösterme eğilimi taşıyan bireyler için kurulmuş bir tuzak olduğunu düşünür.3 Bu tuzağın başlıca amacı, bireyi yanılsama örüntüleri içerisine iterek, düzen karşıtı bakış açılarının kültür endüstrisi tarafından kuşatılmasını ve soğurulmasını sağlamaktır. Bu şekilde, olası bir alternatif girişimin daha başlamadan endüstriyel kültürün bir parçası olarak ehlileştirilmesi amaçlanmaktadır. Adorno böylesi bir koşulu “şeyleşmeye karşı direncin şeyleşmesi” olarak niteler ve bu mahiyetteki örneklerin oldukça etkili olduklarının altını çizer.

Bu gibi ürünleri diğer örneklerden ayıran başlıca içerik özelliği, kültürel ürünün bireyin düzen karşıtı eleştirisini görece kabullenmesidir. Bireyin dikkatini çeken de zaten bu kabullenme halidir. Burada kültürel ürün, eğer bireyi, tıpkı yaşam koşullarına ilişkin yapısal sorunlardan kaçmak için bir çıkış kapısı arayan diğer bireyler gibi, kurgusal yaşantılarla özdeşleşme, özdeşleştirme marifetiyle ikna edebilir ve direncini kırabilirse, onu kültür endüstrisinin rasyonalizasyon sürecine dâhil etmiş olur.Böylece ona, eleştirinin arkasından gelmesi olası düzen dışı bir alternatif yerine düzen içi bir değişim önerebilir, dayatabilir. Bireyin önüne getirileni kabul etmesi ya da reddetmesi, elbette birçok diğer etkenin de denkleme katılımıyla beraber, karşı koyma potansiyeline bağlıdır.

Sınıfsal bölünmenin hasıraltı edilmesi
Adorno’nun “direncin şeyleşmesi” dediği koşulu içeren endüstriyel kültür örneklerinde, bireyin kendini özdeş kılması beklenen kurgusal karakterler, yekûn şekilde düzene karşı mücadele veren veya toplumsal bir sorun karşısında direnç gösteren kimseler olarak değil, kendini özgün bir ideale (yüce bir amaca) adamış bireyler olarak gösterilirler. Başka bir deyişle, belirli bir ideal uğruna hareket eden özel kimseler olarak resmedilirler. Bu sırada ideal sahibi bireyin kimliği ve idealin içeriği, elbette çoktan sınıf kavramı hesaba katılmadan ve hatta ortaya koyulan düşünce ve eylemlerin maddi temelleri hasıraltı edilerek oluşturulmuştur. Ayrıca üründe yapılan yönlendirmeler aracılığıyla, bireyin ideali ve onun için icra ettiği eylem, toplumsal sorun ve çözüm ilişkisinden ayrı biçimde tasvir edilmiştir. Bunun sonucu, idealin sanki bireyden ve maddi zeminden ayrı bir varlığa sahipmiş gibi sunulması ve bireyden önce anılmasıdır. Bir anlamda ideal olana ilahi bir varlıkçasına, aşkın bir içerik verilmiştir.

Bu noktada pek çok farklı ideal örneği üstünde durulabilir. En sık karşılaşılan örneklerden biri de, “kardeşlik” kavramını istismar eden “kavgalıları barıştırma” idealidir.5 Böylesi bir idealin başlıca savunuları, herkesin aynı ülke sınırları içinde yaşamını sürdürdüğü, dolayısıyla bireylerin birbirine kardeş, yani bir anlamda denk olduğu, bu nedenle en nihayetinde birlik olunması gerektiği ve her sorunun eninde sonunda gerginlikten ve çatışmadan uzak bir şekilde çözülebileceği, bunun için gereken koşulun sadece karşılıklı diyalog olduğudur. Burada ilk bakışta karşı çıkılabilecek hiçbir şey olmadığı düşünülebilir. Ne var ki bireylerin yanılsama örüntülerine eklendiği yer tam da burasıdır; çünkü içerik noktasında alenen düzen savunusu yapılırken, biçimsel açıdan kafa karıştırıcı bir eleştirellik izlenimi verilir – bu nokta biraz daha açılabilir.

Amaçlanan koşul başarılabildiği ölçüde, kendini düzen karşısında konumlandıran örgütlü, örgütsüz kimselerin düzene eklemlenmesi, düzene eleştirel olanların önünün alınması ve riyakârlığı reddederek mücadeleden yana tavır alan kesimlerin baskı altına alınması, mümkünse uyuma zorlanması, aksi halde güçsüz düşürülmesi ve hatta halktan yalıtılması mümkün kılınabilir.

Bahsi geçen örnek idealin atıflarına bakıldığında, ortada kavgalı taraflar vardır ve her biri yegâne çözüm yolu olan diyalog yerine gerginlik ve çatışmayı seçmişler, aynı ülkenin evlatları olduklarını (!) unutmuşlardır. Bu durumda tüm taraflar hatalıdır ve bu hatalarından dönmeli, acilen diyalog kurmalı ve akabinde çözüme yönelmelidirler. Nasıl itiraz edilebilir ki buna! – bakalım.

Öncelikle, kavgalı olan taraflar birbirlerine denk, yani söz gelimi kardeş değillerdir. Bir denklik ilişkisi, sınıflı bir toplumda, ancak aynı sınıf mensupları arasında kurulabilir. Öyle ki tarafgirliğin başlıca zemini, maddi yaşamın üretiminde emeğine dayanan sınıf ve bu emeğin sömürüsüne dayanan sınıf arasındaki karşıtlık; ayrıca, maddi çıkarları gereği bu karşıtlara yakın duran ara sınıfların edindikleri konumlardır.

Bu zemin, toplumsal bilinç biçimlerine bağlı olarak, sınıf bilincine sahip olan ve manipülasyon biçimleri sayesinde düzene eklemlenen işçiler arasındaki mesafe sebebiyle, yalın olmaktan uzak, girift bir içeriğe sahiptir.6 Burada ilk toplamın “karşı çabasıyla” içeriğin düzen aleyhine değiştirilmesi beklenebilir. Beklenen bu değişim de, hakkıyla, ancak ehlince gerçekleştirilebilir; çünkü ortada, egemen sınıf eliyle, kimliğe dayalı çatışmaların sınıf savaşına hâlihazırda sokularak, örneğin hâkim bir ulusun, inancın ya da kültürün diğerlerini ezmesi sağlanarak parçaladığı bir topluluk bulunmaktadır…

Bu çelişkiler yumağında, burjuvazi kurduğu sömürü düzenini korumak ve bu ilişkileri sürekli yenileyerek yeniden ve yeniden üretmek adına, baskı ve zor aygıtlarıyla işçi sınıfını ve tüm halk kesimlerini mümkün olduğunca tahakküm altında tutar. Buna karşılık örgütlü işçi sınıfı, burjuvazinin ilişkiler nezdindeki kuruculuğunu reddederek, koruyuculuğunun, bir anlamda tahakkümünün karşısında yer alır ve verili olanın yerine, sömürü ilişkisini dışlayan bir toplum biçimi kurma yolunda adımlar atar. Böylece ortaya, nihai olarak uzlaşılması mümkün olmayan bir çarpışma çıkar. Bu çarpışmada “çözüm”, ancak bir tarafın baskın çıkmasıyla sağlanabilir.

Buna karşın herhangi bir ayrım yapmaksızın “kardeşlik” kavramının arkasına saklanarak tarafları özdeşleştirmeye çalışmak ve tahakküm altındakileri mücadele ettiklerinden dolayı eleştirmek, bu asimetrik çarpışmada egemen olandan yana olmak anlamına gelir. Ve tarihsel örnekler göstermektedir ki, burjuvazinin kardeşlik söylemlerine bağlı diyaloglardan beklentisi, yalnızca ödün ya da teslimiyettir.

Kurgudan gerçeğe
Kardeşlik savunuları, bireyin karşısına herhangi bir kültürel üründe, örneğin bir dizide, filmde, romanda ya da belki bir tartışma programında çıkabilirler. Bunların zihinlere yönelmesi ve yerleşmesi, aksi düşüncelerin yoksunluğu ya da nicelik veyahut nitelik bakımdan yetersizliği durumunda, direnişin, mücadelenin neliğinden oluşum koşullarına, eylem biçimlerinden manevra sınırlarına ve sonuçlarına kadar bireyin mesele bağlamında bilincini inşa eden belirleyici etkenlerden birini oluştururlar.

Bu durumda bireyin kurgusal olarak tanık olduğu yozlaşmayı gerçeğe iz düşürmesinin kapısı da aralanmış olur. Öyle ki başlıca amaç, bireyin riyakâr kardeşlik içeriklerine kapılması ve böylece ödün ya da teslimiyet beklenen diyalog ilişkilerine hazırlanmasıdır.

Amaçlanan koşul başarılabildiği ölçüde, kendini düzen karşısında konumlandıran örgütlü, örgütsüz kimselerin düzene eklemlenmesi, düzene eleştirel olanların önünün alınması ve riyakârlığı reddederek mücadeleden yana tavır alan kesimlerin baskı altına alınması, mümkünse uyuma zorlanması, aksi halde güçsüz düşürülmesi ve hatta halktan yalıtılması mümkün kılınabilir. Bu noktada her dönemin insanı popüler solculara önemli roller düştüğü de ifade edilmelidir.

Farklı formlar altında üretilen kültürel ürünlerde, kurgusal karakterlerin temsiliyetini üstlenen reel kimseler, idealin kurgudan gerçeğe dönüşme sürecinde bir adım öne çıkarlar. Bir yandan temsil ettikleri karakterlerin savundukları ideali aktarırken, bir yandan da kendilerinin de bu ideali benimsediklerini anlatırlar. Böylece halk nezdinde idealin bir temsilcisi olarak, idealin oluşturduğu kimlikle hareket ettikleri algısı oluşmuş olur. Bu algıyı kullanır ve kimi pratik sorumluluklar üstlenirler. Örneğin halka dayalı demokrasi ya da sosyalizm mücadelesinde yok hükmündeki katkılarına karşılık, ne pahasına olursa olsun (!) ülkede diyalog kültürünün yayılmasına katkı verecekleri sözünü verebilirler. Bu durumda faşist saldırılara karşı koyma süreçlerini, ülkesi için çabalayan ama kötü insanların da etkisiyle birbirini dinlemeyen iyi tarafların birbirine kırdırılması olarak değerlendiren bir dizinin oyuncusu; ideolojilerin insanları körleştirdiği ve esas olanın “insanlık” olduğu savusunda bulunan bir romanın yazarı; kapsamlı sosyalizm eleştirilerinin (!) ardından bireylere “kültürel solculuk” öneren bir ekran yüzü ve nicesi, kültürel ürünleri arkasına alarak, bireyleri ikna etmek için halkın arasına karışırlar…

Bilhassa ekonomik ve siyasal kriz ortamlarında kendini hissettiren bu riyakâr kardeşlik çağrılarının ve popüler solculuk hallerinin düzen nezdindeki karşılığı, gerginlik ve çatışmanın önlenmesi değil, karşısında duranların zayıflatılabilmesi bakımından bir olanak teşkil etmesiyken, bu olanağın ortaya koyulması ve gerçekleşmesi için çalışan popüler solculardaki karşılığı ise, saldırılardan muafiyet ve bir parça özel çıkardan fazlası değildir.

Önder Kulak  /  BİRGÜN

1 Theodor Adorno, Minima Moralia, çev. A. Doğukan & A. Koçak, İstanbul: Metis Yayınları, 2007, ss. 210, 211..
2 Bu noktada bir örnek olarak, Adorno’nun Vietnam’da yaşananların metalaşmış müzik tarafından istismar edilmesine ilişkin tepkisi için bkz. https://www.youtube.com/watch?v=UFfWo0hYFL8
3 Bu örneklerin “solcular” eliyle yapılması da durumu değiştirmemektedir.
4 Bkz. Önder Kulak, Theodor Adorno: Kültür Endüstrisinin Kıskacında Kültür, İstanbul: İthaki Yayınları, ss. 65-76.
5 Bu çalışmada haklı olsun, olmasın, söz konusu mekanizma dışında kalan ve bu çağrılarla biçimsel benzerlikler kurulabilmesi mümkün, ancak içerik bakımından önemli farklılıkları bulunan kimi “iyi niyetli” çağrılar kapsam dışında bırakılmıştır.
6 Bu noktada sınıfın kendi içindeki farklılıklar gibi ikincil konular çalışmanın sınırlandırılması bakımından bir kenara koyulmuş, esas neden olan sınıf bilinci meselesine odaklanılmıştır.


Övgünün sahtesi, Danimarka’dan döner...- Mine G. Kırıkkanat

1980’li yıllarda Türkiye gündemini, bazılarını okul kapılarından devşirip ailelerinden kopardığı iyi yetişmiş gençlerle meşgul eden Adnan Oktar ve çetesi; 90’larda kan kaçakçılığı, fuhuş ticareti, tehditle şantaj, illegal telefon kayıtları gibi “adi” suçlarla anılıyordu. 

1999 yılında hazırlanan DGM iddianamesinde de zaten bu suçlar ve “çıkar amaçlı silahlı örgüt kurmak”la itham edildi. Başka bir deyişle Adnancılar bildiğiniz mafya, Adnan da bu mafyanın babasıydı! 

İşte böyle bir mafya babası, Mustafa Akyol gibi “prezantabl” müridleri sayesinde güvenini kazanıp desteğini aldığı Evangelist Kilise’nin Yaratılış Atlası’nı Harun Yahya takma adıyla yayımlayarak sınıf atladı! 

Deli raporlarıyla hapisten kurtarılan Adnan Oktar, Türkiye’deki avanak devletlilerin bilimsel mantığı gömmek için Evrim teorisine karşı gökte ararken yerde bulduğu çakma antidot, yaratılış savı sayesinde adeta saygınlık kazandı. Harun Yahya namıyla mehdi olduğunu sezdirmeye başladı. 

Bu saygınlık elbette uzun sürmeyecek, eşya tabii ki aslına, yani Harun Yahya çok geçmeden A9 kanalında kediciklerle oynaşan Adnan Oktar’a, Adnancılar da fuhuş, şantaj, kan ticareti vb’den beslenen kriminal suç örgütüne dönmekte gecikmeyecekti.

***

Ama 2007’de Adnancı mafya, henüz Evangelistlerin ekmeğini yiyor, Yaratılış Atlası’nın Türkiye’de gördüğü izzet ikram ile bizim şuursuz devletten aldıkları alkışı, sanki çakma atlasın on binlercesini gönderdikleri dünya ülkelerinden de alıyormuş gibi yapıyorlardı. 
Bir dış muhabir olarak benim Adnancılara yönelik ilgim de zaten bu sahte alkışlarla başladı. Örneğin Fransa’da “entellektüel sahtekârlık” diye nitelenen Yaratılış Atlası’nın okullara, kitaplıklara, hatta hükümet üyeleri ve milletvekillerine bedava gönderilmesi infiale yol açmış, sonunda toplatılıp imha edilmişti. Oysa Adnancıların sayısız  “yaratılışçı”  sitesinde, yabancı basında çıkan, atlas hakkında övgü dolu, ama asılları ortada olmayan makalelerin Türkçe çevirileri (!) yayımlanıyordu! 

Bir değil, on değil, yüzlerce sahte makale üreten ve sayısız internet sitesi kuran Adnancıların; sanıldığından çok daha kalabalık, derin, yaygın, teknik altyapısı son derece gelişmiş, organize bir suç örgütü olduğunu böylece anladım.

Adnancı sitelerin hepsini tek başıma kontrol etmem mümkün değildi. Atlasa sahte övgü düzen dünya basınını da bire bir izleyemezdim.

***

Ama bazen doğruların ayağına gelir eğriler… 
Bir gün, Adnancı sitelerden birinde Danimarkalı Politiken gazetesinde güya Yaratılış  Atlası’nın övüldüğü bir makale çevirisine rastgeldim. 

İşte bu olamazdı! 

Danimarka’nın küçük nüfusuna karşın yarım milyondan fazla okuru olan Politiken, ilerici çizgisi ve ciddiyetiyle öne çıkan saygın bir gazeteydi. 

Gazetenin Yazı İşleri Müdürü Toger Seidenfaden’e bir mail gönderdim. Adamcağız, Adnancıların uyduruk makalesine o kadar sinirlenmiş olmalı ki, birkaç saat içinde cevap verdi.

Zor tuttuğu bir öfkeyle yazdığı cevapta, özetle: “Politiken, Harun Yahya ve Yaratılış Atlası’nı öven bir makale elbette yayımlamadı! Böyle bir yapıt, asgari düzeyde bilimsel kültür sahibi olan herkes için gülünç bir kitaptır vesahtekârlıklarla doludur”   diyordu.

“Aksine, Politiken bu olayı (Atlas Danimarka’ya da bedava yağdırılmıştı) incelediği 12 Kasım 2007 tarihlisayısında pek çok uzmanın görüşlerine yer vermiş ve bu uzmanlar, söz konusu yapıtın hiçbir bilimsel değer taşımadığının, bilimsel Darwinizme propaganda yöntemleriyle saldıran yaratılışçı kampanyanın bir parçası olduğunun altını çizmişlerdir…”

***

Adnancıların yalan uçurtmasını, kuyruğundan yakalamıştım! 
Togen Seidenfaden’den gelen cevap çerçevesinde, 28 Aralık 2007 tarihinde “Yahya’nın mumu Politiken’e kadar” başlıklı alaycı bir yazı yayımladım. 

Tabii ki çıldırdılar. 

Yakınlarım, “Adnancılar çok tehlikeli, üstelik fuhuş ve şantaj örgütü. Senin işin değil, uğraşma!” diyorlardı. Ama bu çakma mehdi, hakiki mafya ile birilerinin de uğraşması gerekiyordu. Özellikle Evangelist yaratılış safsatası, eğitime zerkedilmeye başladıktan sonra…
 
Ve boğuşma başladı.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Devamı haftaya... 
YN: Aziz okurlarım, gazetemiz Cumhuriyet’in kuruluş ilkeleriyle yeniden buluştuğu bugün, onu temel değerleriyle yaşatacak olan CumhuriyetVakfı’nın yeni yönetim kurulunu ve görev almaktan onur duyduğum yayın kurulunu gönülden kutluyor; Cumhuriyet’in bir gazeteyi çok aşan aydınlatmacı ışığını sizlerle birlikte güçlendireceğimizin güvenini taşıyorum.  


8 Eylül 2018 Cumartesi

Yeter ki emret! - ORHAN GÖKDEMİR

Birkaç gün önce ülkemizde oldu bunlar: Yeni adli yıl açılışı için hâkim ve savcılar belediye otobüsleriyle Saray’a taşındı. Törene katılım zorunlu tutuldu. Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit, saraydaki 28 sayfalık konuşmasında cumhuriyetin kurucusunun adını hiç anmadı, padişahların reform çabalarına özel vurgu yaptı, hadisli mesajlar verdi. Bir de hukuk fakültelerinin 5 yıla çıkarılması gerektiğini söyledi. Bence yeterli değildir. O görüntülerden sonra hukukçuların yeniden temel eğitime tabi tutulması gerekir. Çünkü o tablodan ne hukuk çıkar, ne de adalet.

Yeni devlet şeklidir bu. Eskisinde yasama-yürütme-yargı, hiç olmazsa teorik olarak, ayrılmış görünüyordu. Böylece birbirlerini etki alanının dışında kalıyorlar, birbirlerini denetliyorlar, yürütmenin olası dengesizliklerinde müdahale ediyorlardı.

Şimdiki nedir? 

Yasama, yürütme, yargı birleştirildi. Sonra hepsi birden AKP Genel Başkanına bağlandı. Tayyar Cumhuriyetidir.

                                                                ***

“Saraydan adalet kaçırma” düzenine nasıl geldiğimizi kısaca özetleyeyim. Bu karanlık tarih 12 Eylül 2010’da “yetmez ama evet” referandumu ile başladı. Anayasayı değiştirdiler, güya daha demokratik bir yargı için düzenlemeler yaptılar. Kısa süre sonra anlaşıldı ki yapılan, yargıyı saraya bağlamaktan ibaretti. 2016’da Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit, Sayıştay Başkanı Recai Akyel ve Danıştay Başkanı Zerrin Güngör Erdoğan’ın Rize ziyaretine eşlik edip, birlikte çay hasadına katılınca anlaşıldı yeni yargının esbabı mucibesi. O tarihten beri yargı bütünüyle emir kuludur.

CHP’linin biri yargının olaylı çay partisini yargıya şikâyet etti. E, yakınını öpen kadı, şikâyet etsen ne? Şikâyete bakan Danıştay Başkanlık Kurulu şikâyet edilenlerle ilgili olarak "Disipline sevk gerektiren bir durum yok" kararı verdi. Bunun üzerine çay partisine katılanlardan Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit, “devletin başkanıyla bir arada olmaktan onur duyduğunu” söyledi. “Ben onu anlayamadım neden eleştiri konusu oldu. Devlet oradaydı. Türkler, Türk geleneklerimize göre devlet başkanına çok ayrı bir değer veririz. Devlet başkanı, devletin başı ve birliğimizin sembolüdür. Onun katılmış olduğu, meclis başkanının, milli güvenlik sekreterinin katılmış olduğu, tüm yüksek yargının katılmış olduğu bir çay toplantısının yapılmış olması ve buna iştirak etmemiz kadar doğal bir şey olamaz” dedi. 
Yanlış mı? 
Doğru. 
Artık devlet tek adamın kimliğinde cisimleşmişse yüksek yargı mensubu ne yapsın? Mecbur, demleyecek çayı.

Hem katılsa ne katılmasa ne? Mesela tam da o günlerde Anayasa Mahkemesi’nden Cumhuriyet Gazetesi davası ile ilgili hoşa gitmeyen bir karar çıkınca sarayın sahibi “Uymuyorum, saygı da duymuyorum” dedi. Niye uysun? Kararı verenler atamasını bizzat yaptığı astları değil mi? İster uyar, ister uymaz. Uymazsa ne olacak? Yüksek Mahkeme kantinden demli bir çay daha söyleyecek, verdiği kararı unutacak, keyfine bakacak.

Tayyar Cumhuriyeti yargısıdır.
                                                                ***

Bellek seçicidir, hoşa gitmeyen anıları siler. Tıpkı “adalet yürüyüşü”nde ön safta Kemal Kılıçdaroğlu ile çektirilen fotoğraflar gibi, tıpkı son seçimden önce yapılan zamansız TÜSİAD ziyaretleri gibi unutuldu gitti ama bugünkü rezaletlerin tek sorumlusu AKP değil.

12 Eylül 2010’daki referandumu “12 Eylül’e yargı yolu açılıyor” diye sunanların sorumluluğu var mesela. Peki, ne oldu? Kısa bir süre sonra yeni bir 12 Eylül geldi. Hatta gelenin 12 Eylül’den daha beter olduğunda fikir birliği var. 12 Eylül cuntası bile birkaç generalden oluşuyordu, artık tek adam var. 150 bine yakın kamu görevlisi sorgusuz sualsiz kapı dışarı edildi. Açlığa ve işsizliğe yazgılıdırlar. Yüzlerce dernek, üniversite, gazete, TV, radyo, haber ajansı, yayınevi, sendika kapatıldı, mal varlıklarına el konuldu.

Hapishanelerdeki “doğal” ölümler, intiharlar, her şey 12 Eylül yöntemlerini çağrıştırmaktadır. Geçen gün yazar arkadaşım Hamide Yiğit’e IŞİD’le ilgili kitabı nedeniyle hapis cezası verdiler. Davanın bilirkişi bir trafik polisiydi. 12 Eylül şartlarında bile tuhaf karşılanacak bir iştir. Yani gerçekten de 12 Eylül’e yargı yolu açılmıştır. Yargı 12 Eylül günlerine dönmekle kalmamış, ilerlemiş, hukuksuzlukta aşama kaydetmiştir.
Ne oldu ikinci 12 Eylül’de? Liberaller “yetmez ama evet” diyerek yargının iktidara bağlanmasına destek verdi. HDP “boykot” diyerek yolunu açtı. Selahattin Demirtaş mahkemede AKP’lilerin referandumdan önce Öcalan’ın “evet deyin ricasını” ilettiğini ancak buna rağmen boykot kararı aldıklarını açıkladı. 
Ne fark eder? 
Hayır desen olmayacak şey, boykot ettiğin için olmuştur.

Demirtaş içeride, ne zaman çıkacağı belli değil. Diyarbakır Belediye Başkanı Gültan Kışanak’ı alıp götürdüler, tanırım, iyi yatar, o günden beri sessiz sedasız yatıyor. Bu arada ikinci 12 Eylül’ün “yetmez ama evetçilerinin” çoğu, yine muhalif kahraman havasında dolaşıp duruyor. “Yargı bağımsızlığını kaybetti, tek adam rejimi var” diye yakınıyorlar.
Tek adam rejiminde yapılacak ilk belediye seçimleri için “Diyarbakır’a kim aday olsun” araştırması yapıyordu bazı çevreler geçen hafta. İkinci sırada Nurcan Baysal’ı gördüm. Yakışır mı? 
Yakışır. Solcular bedelini öder, liberaller sefasını sürer. Türkiye’de işler böyle yürür.

Tayyar Cumhuriyetinin muhalefetidir.

                                                                  ***

Son bir yıldaki gazete başlıklarını not ettim:
Emretti, yargı HDP’lileri tutup içeri attı.
Emretti, Melih Gökçek istifa etti.
Emretti, Arena isimleri Park oldu.
Emretti, valiler bıyık bıraktı.
Emretti, motosiklet yarışçısı kariyerini sonlandırdı.
Emretti, yardımcı doçentlik kalktı.
Emretti, televizyon programı yasaklandı.
Emretti, gazeteci işten kovuldu.
Emretti, yağcı sanatçılar eser üretme yarışına girişti. Çok şükür, ortalıkta bir eser yok ama çabaları takdire şayan.
Haliyle emretti, sarayda açıldı yeni adli yıl. 

İlikleyecek yaka aradılar sarayın demir dökme dış kapısından geçip sarayın geniş avlusuna ilk adımlarını atan yargı mensupları. Nasıl iliklemesinler? 
Devletin başı o. 
Üstelik aynı zamanda yasamanın, yürütmenin, YÖK’ün, MİT’in, polisin, askerin, AKP’nin, meclisin başı. Bütün kamu bankaları, işe yarar bütün kamu kuruluşları ona bağlı. Kime ne verileceğine, kimin nereye gelip gideceğine, kimin hapse tıkılıp kime ihale verileceğine o karar veriyor.

Alışkanlık yaptı, yol oldu tabii. Akit yazarı Mehtap Yılmaz, “reis emretsin 12 yıllık kocamı boşarım” dedi. Bence de en akıllıca çözüm bu. İlikleyecek yaka aramaya ne gerek var. 

Emretsin yeter ki!

Orhan Gökdemir / SOL

Paylaşım savaşları popülist otoriterlerle terör kıskacında - Şükran Soner

Türkiye için dünün yaşamsal sıcak gündeminde, İdlib’de son Rusya bombalaması,  Esad operasyonları, Amerika’nın resti, Türkiye’nin İdlip’de üstlendiği rol üzerinden İran’da gerçekleştirilen zirvenin sonrası ortaya çıkacak, bizim her zamanki gibi sonradan anlamaya çabalayacağımız gerçekçi gelişmelerin sonuçları vardı... 

Sabahtan toplantıya ilişkin, son İdlib gelişmeleri canlı yayınları aktarımları arasında, dün gece toplantı sonrası yapılacak açık oturumlardaki uzman görüşlerinin alınmasının reklamları vardı... Bilindiği üzere resmi toplantıların, liderlerinin resmi açıklamalarındaki barışçı çabalara ilişkin söylemler gerçeklerin öğrenilmesinde yeterli olamayacağından, dünyanın her yerinde, en çok da medya güdülenmesine de hizmet etme amaçlı uzman değerlendirmelerinin taraflılık, bakış açılarına da paylar tanınmış olarak biraz daha sağlıklı sonuçlar çıkarılması zorunluluğu var.
 
Türkiye’nin İdlip’de var olmasının açıklanması, tezinin güçlendirilmesine de yönelik İdlib’den taze canlı yayınlar ağırlıklı sivil dramları, kaygıları üzerindendi.

Kesekâğıtlarından çocuklarına gaz maskesi yapmaya uğraşan anne-babalar görüntülerde iç buruyordu. Türkiye’den daha çok, dünyadan yardım isteyen bölgenin yerli aşiretlerinin temsilcileri toplantısı bir başka boyutu yansıtıyordu. Haddimi aşmaya, İran’dan gelen ilk görüntülerden başlayan sonuç değerlendirmelerine elbet kalkışmayacağım. Sadece haberlerin dünya ve ülkemiz ayaklarında çok sık BM, AB, Almanya, Amerika ve elbette Trump başta, Putin, İran liderleri, Erdoğan  penceresinden bilgilendirmeler uçuşup durmakta... 

Yazımın başlığı, elbette çok özet, algılanması zor, dünyayı kasıp kavuran, dünyanın, insanlığın geleceği adına hiç de olumlu olmayan gelişmeler için, 4 Eylül günü İstanbul’da yapılan bir toplantı üzerinden, daha serinkanlı, genel sorgulamalara açıklık adına katkıda bulunmak isterim... Almanya liberal demokrat siyasetlerinin vakfı, Friedrich Naumann Vakfı’nın kuruluşunun 60. yıldönümü etkinlikleri kapsamında, 1947 yılında kabul edilmiş Liberal Manifesto gündemli toplantısı, tartışmaları, yaşadıklarımızın güncelinin sorgulanması boyutu ile anlamlı olabilirdi...

***

Liberal Manifesto, liberal demokrasinin, insan hakları, demokrasiye dönük yüzünde 70 yıldır savunulan değerler, ilkeler, dünyanın yeniden paylaşım sorunları savaşlarında, popülist, otoriter, diktatoryal başkanlıklar, liderler ile, yine emperyal çıkarlar adına yoksul güney, İslam dünyası, enerji yatakları, kirli paylaşım çıkar oyunları adına üretilen, ırkçılık soslu, her türden inanç ayrımcılığı odaklı, aşiretler, alt kimlikler sömürücülüğü cepheleştirmelerinde, terör örgütlerinin kuralsız, vahşette sınırsız çatışmalarının çapraz kullanılmalarının kıskacında.
 
İtiraf etmeliyim ülkemiz özelinde, Tito Yugoslavyası’nda doğmuş kendi özelimde, çocukluk, gelişim yıllarımda bilincime kazınmış değerler ile, 1960’lar sonrası ülkemizde yaşanan Cumhuriyet kazanımları, Anadolu uygarlıkları, aydınlanmacılığı değerleri bileşkesinde evrensel ölçeklerde gazetecilik üzerinden örgütlülükler, sol siyasal, toplumsal açılımlar, insan hakları, demokrasi, sendikal haklar, sosyal devlet açılımlarında yaşanmışlıklar içinde, Türkçe metin üzerinden yeni okuduğum liberal manifestonun çok övünülen insan hakları, demokrasi kriterlerini yetersiz buldum. Belki de evrensel saydığım tüm örgütlenmelerle, sosyalist enternasyonal, güler yüzlü sosyalizm ilkeleri içinde toplumsal etkilenmelerim, tanıklıklarım ağır basmakta... 

Yine de emperyal güç odaklarının, 1. - 2. dünya paylaşım savaşlarında, Hitler’in başını çektiği ırkçılık, inanç ayrımcılıkları üzerinden akıtılan kanların, yaşanmış insanlık dramlarından etkilenmiş olarak liberal manifesto yazmak, insan hakları, demokrasi için ilkeler saptamak adımları anlamlı olmanın ötesinde çok önemli ve işlevsel. Tartışmalar yaşanan gelişmelere ilişkin veriler dünyanın günümüzde yeni emperyal güç odaklı savaşlarda liberal manifestonun ilkelerine uymayan diktatoryal, otoriter adımların, nedenlerin sorgulanması üzerinden. 

Almanya’nın liderliğini yaptığı, liberal manifestonun kriterlerinin korunmasının savunulduğu merkezler, Amerika başta, AB içinde bile çok fazla ülkede manifestonun demokrasi kriterlerinin ayaklar altına alınmasından yakınıyorlar. Yine de ilkeli savunma, savaşım içinde, popülist otoriterleşmeler, liderler eliyle yaşatılan travmanın, açılan yaraların onarılması umutlarını savunuyorlar. 

Asıl sorun emperyal çıkarlar adına, hedef tahtasına alınmış ülkelerde üretilmiş terörle yaratılmış vahşetin içinde gelinebilen noktalarda. İşin içinden çıkılmasında dünya ölçeğinde yaşadığımız olumsuzluklarda, işin içinden çıkılması zor görülen pazarlıklarda...

Şükran Soner / CUMHURİYET

Avrupa Ordusu - MUSTAFA K. ERDEMOL

Kısa bir süre önce AB üyesi 23 ülke ortak bir Avrupa Ordusu kurma konusunda anlaştılar bilindiği gibi. 70 yıl sonra gelen bir anlaşmaydı bu. Anlaşmaya imza atan 23 ülke toplamda 5 milyar avroluk (5.8 milyar dolar) bir Avrupa Savunma Fonu oluşturacaklar öncelikle.

Bu gelişme üzerine birkaç yıl önce yazdığım bir yazı geldi aklıma. O zaman da bir AB ordusunun kurulmasının zor olacağını savunuyordum, şimdi de. Bakın ne yazmışım:
Zaman zaman gündeme gelir nedense. Hatta 1952 yılında daha da ciddiye binmiş bir öneriydi bu. Almanya, İtalya, Belçika, Lüksemburg, Hollanda kolları sıvamışlardı bu konuda. Eğer Fransa itiraz etmeseydi belki de kurabileceklerdi.
Avrupa Ordusu’ndan söz ediyorum. Avrupa Birliği’nin (AB) hemen hemen her alanda rekabet içinde olduğu ABD ile askeri alanda da karşı karşıya gelmesine yol açacak bir “Avrupa Ordusu” kurma düşüncesi bir kez daha dile getirildi çünkü. Bu kez söz eden de Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Jean Claude Juncker.

ABD ile Avrupa arasında hem tartışma hem de bir rekabet konusu olan Avrupa Ordusu fikrini ortaya atanların gerekçesi AB üyesi ülkelere ya da komşularına yönelik, “barışı tehdit eden” gelişmelere anında müdahale etmek. Juncker, önerisini daha da çekici hale getirmek için ordunun kurulmasının Avrupa ülkeleri arasında bir daha savaş olmayacağının göstergesi olduğunu ileri sürdü. Tabii asıl neden Avrupa’nın dünyadaki sorumluluklarını yerine getirmek.

Neden? AB, dünyadaki sorumluluklarını yerine getiremiyor mu peki? Juncker’in bu sözlerinden aslında AB’nin ABD ile ortak müdahale kararı alırken zaman zaman çatışma içine girdiğinin itiraf edildiğini anlıyoruz.

AB ile ABD arasında yakın zamanda bazı ülkelerde operasyona girişme konusunda anlaşmazlıklar olduğu biliniyor. Libya’da Kaddafi’yi devirmek için düğmeye basıldığında AB ülkeleri ile ABD arasında öncelik kapma yarışı yaşandığını, Fransa’nın Kaddafi’ye “ilk kurşunu” sıkarak, hem ABD’den hem de AB ülkelerinden daha erken davrandığı da anımsanıyor. Suriye krizinin son iki yılında Başkan Barack Obama’nın doğrudan müdahale konusundaki isteksizliği de (bunun yerine başta Türkiye olmak üzere bölgesel güçleri devreye sokma tercihi vardı hep) AB’nin eleştiri konusu oldu uzun süre. (AB içinde de Suriye’ye askeri operasyonu desteklemeyenlerin olması genel olarak müdahale istenmediği anlamına gelmez). Afganistan, Irak gibi emperyalistler açısından çıkmaz sokak sayılan ülkelere bazı AB ülkelerinin asker yollamaktan vazgeçmeleri de AB ile ABD’nin, elbette çıkarları gereği, bazen aynı kanaate sahip olmadıklarının işareti.

En son Kırım’ın bir referandumla Rusya’ya bağlanması sırasında (batı buna Rusya tarafından yutulma olarak bakıyor) AB ülkeleri ABD’yi tepkisinde pasif olmakla suçladılar. Herhalde bu anımsanmış olmalı ki Juncker, “Rusya, Avrupa ordusu olsaydı Kırım’ın işgalinden vazgeçer miydi?” sorusuna “hemen kullanamazdık belki ama Avrupa’nın ortak ordusu Avrupa değerlerinin savunulması noktasında Rusya’ya açık bir etki yapılmasını sağlardı” yanıtını verdi.

Peki NATO’ya ne olacak? Bu sorunların “çözümünde” NATO devre dışı mı kalacak? Juncker bu konuda da açık sözlü: “NATO’nun her üyesi aynı zamanda AB üyesi değil. Bu rekabetle alakalı bir şey de bir değil aksine Avrupa’yı güçlendirmekle ilgili konu. Ayrıca ortak Avrupa ordusu, ilerleme ve askeri malzeme alımı için yoğun bir ortak çalışma ve kayda değer derecede tasarruf sağlar.”

Juncker’in “Avrupa’nın güçlenmesi” ifadesi elbette izaha muhtaç. AB kim karşısında “güçlenmek” istiyor sorusu çıkıyor karşımıza. Bunun yanıtı elbette ABD. Çünkü AB’nin özellikle Ortadoğu’da farklı farklı çıkar ilişkileri var. Bu ABD ile sık sık çatışma yaşamasına da yol açtı. Avrupa, ABD’nin NATO aracılığıyla “hazır kıta” askeri olmak istemiyor. Bir ordu kurulması fikrinin temel nedenlerinden biri bu.

Adı Avrupa Ordusu ama NATO üyesi olan kimi ülkelere de katılmaları için çağrılar var. Kanada bunlardan biri. AB üyesi olmayan ülke AB’den gelen “katıl “önerisine sıcak baktığını açıklamıştı. Yani, NATO üyesi ülkeler de eğer yoğun olarak Avrupa Ordusu’nda yer alırsa, iyice ABD güdümüne girmiş NATO’nun gücü azalmış, Avrupa kıtasında yeni bir emperyal savaş makinesi doğmuş olacak.

Daha 2013’de bu konu bir kez daha AB Zirvesi’nde gündeme gelmiş, İngiltere Başbakanı David Cameron Avrupa Ordusu fikrine karşı olduğunu açıklayarak “kendi kapasitemiz, ordumuz , hava gücümüz” var diyerek bu fikre karşı çıkmıştı. Bugün de bu karşı çıkışını sürdürüyor. İngiltere’nin bu itirazları genel olarak Brüksel’le güç paylaşımına olan karşıtlığından kaynaklanıyor. Malum hala AB para birimi avroya geçmeyen bir ülke İngiltere. Fransa da başından beri Avrupa ordusu kurulmasına karşı, çünkü bu Fransa’nın AB içindeki rakipleri olan Almanya ve İngiltere ile yeni kapışma konusu da olabilecek, başka nedenlerin yanı sıra. Avrupa Ordusu’nun en güçlü destekçisinin Almanya olduğunu da anımsatayım.

Yani ABD’nin “hazır kıta” askeri olmak istememelerine rağmen AB içinde her üye ülkeden destek görüyor değil Avrupa Ordusu fikri. “Başka nedenler” deyişimi de açıklayayım yeri gelmişken: Kurulsa bile böyle bir ordunun ABD’nin gücüyle baş etmesi zor. Çünkü ABD’nin kendi ordusuna harcadığı para tüm AB üyesi ülkelerinden fazla. AB üyesi ülkeler 2011’de 281 milyar dolar harcadı savunmaya. Bu olağanüstü “çok para” bile ABD’nin harcadığının yanında devede kulak sayılır. ABD aynı yıl tam 711 milyar dolar harcadı, düşünün. AB ülkelerinin hepsinin kurulacak böyle bir orduya mali katkıda bulunması kolay değil. Birçok Avrupa ülkesinin kamuoyu askeri harcamaların çokluğuna karşı ve bunu seçim sandığında belli de ediyor.

Kaldı ki AB ülkeleri dış operasyonlar için sadece 100 bin asker sevk edebilecek kapasiteye sahip. ABD’nin ise 400 bin asker sevk edebilecek gücü var.

Ayrıca AB ülkelerinin “strateji kültürleri” birbirlerinden çok çok değişik. Sonra çok farklı çıkarları var ülkelerin. Fransa Irak’ta savaşmıyor örneğin. Ama Orta Afrika Cumhuriyeti’nde var. İngiltere, Orta Afrika Cumhuriyeti’nde yok ama Suriye’de Irak’ta var. İsveç, Avusturya, İrlanda Suriye’de yoklar.

Kurulur mu kurulmaz mı göreceğiz ama zaman zaman dile gelmesi önemli yine de. Bu ABD’yi de “tetikte” tutan bir tehdit bir yanıyla çünkü. ABD eski Savunma Bakanı Robert Gates “Soğuk Savaş dönemi politikacıları olarak bizler artık yaşlandık. NATO, ABD kamuoyunun umurunda değil” uyarısı da bu çerçevede dikkate alınmalı.

MUSTAFA K. ERDEMOL  / BİRGÜN

Bir cihatçının itirafları - ERK ACARER

Suriye savaşının ilk yıllarında; Öncüpınar, Karkamış, Ceylanpınar, Çobanbey, Cilvegözü, Islahiye, Yayladağı kapılarında rahatça sınır giriş-çıkışı yapan sakallı genç erkekler vardı. Kamuflajlarının altında mevsime göre terlik ya da askeri bot oluyordu. 

Görüntüler, sınırlardan kentlerin içine yayıldı. Bu kişiler; Hatay, Antep, Urfa’da gruplar halinde geziyor, motosiklete biniyor, merdiven altı medreselerin önlerinde toplanıyordu. Hepsi ya Nusra’cı ya IŞİD’ciydi.

A Haber, TRT, Sabah, Yenişafak, Star’a da çalışan, Al Jazeera muhabiri Yılmaz Bilgen iç savaştan itibaren bölgedeydi. Radikallerle fotoğraflarını yayınladı: “Kamuflaj pantolon altında sandalet ve gri çorap.” Kalaşnikof tutuyor ya da tüfeklerin altında selefilerle oturuyordu. “İmza attığı” iki iş önemliydi.

“Yayladağı- Güveççi sınır karakolunda askerlerin yakaladığı Suriyelilere yönelik işkenceler sürüyor, biri buna acilen dur demeli” diye yazdı. Biri dur dedi! Cuheyman adlı hesap, 15.02.2016 tarihinde sosyal medyada şunu paylaştı: “Hatay’da geberen TC askeri mültecilere zulm ediyor diye ifşa edilen köpektir. Vallahu Ala külli şey’in Kadir!”

IŞİD, 2016’nın yılbaşı gecesi, Reina’ya 39 kişinin ölümü ile sonuçlanan saldırıyı gerçekleştirdi. Günler önce yılbaşı hedef alınmıştı; İslamcı ve yandaş medya adeta emrediyordu: “Kutlama!” Mülki amirler; okullara; “Değer yargılarımızdan uzak faaliyetleri özendirmeyin” evrakları gönderdi. Diyanet’in eski Başkanı Mehmet Görmez eliyle, yeni yılın son Cuma hutbesinde “Yaratılış gayesini unutarak, değerlerimizle örtüşmeyen, gayrimeşru davranışlar mümine asla yakışmaz” diye uyardı. Bilgen ise, hedefi tam 12’den vurdu. Yılbaşı öncesinde attığı Tweet’te yer alan görselde Noel Baba kılığındaki cihatçı belinde kalaşnikof ve omzunda roketatarla Noel Baba’yı hedef alıyordu. Bilgen fotoğrafa iki satır not düştü: “Türkmen Dağı’nda bir mücahidin gözünden Christmas.”

Bunların; ifade özgürlüğü ya da gazetecilik faaliyeti sayılıp sayılamayacağı veya tesadüf olup olamayacağı başka bir tartışma konusu. Tartışılamayacak olan ise, Yılmaz Bilgen’in İdlib ile ilgili serzeniş ve itirafları. Nusra ve IŞİD bölgelerine gönderme yapan Bilgen, “Haseke, Rakka, Deir El Zor, Süleyman Şah Türbesi, Türkmendağı, Halep, Munbic, Guta, Humus, Dera, Hama birer birer düştü. İdlib’de sıkıştık kaldık, hem Suriye hem de Türkiye’ye yazık oldu/oluyor” diyerek sitem etti. Paylaşımlarında yer alan bazı ifadeler ise özellikle dikkate değerdi: “Şahsım bilfiil Sayın Erdoğan’ın danışman kadrosuna, başta Adnan Tanrıverdi olmak üzere son 3 yıldır defalarca olan biten olumsuzlukları anlattım.”

Eğit-donat
Bilgen’in faaliyetleri kapsamında, “Sen kimsin sorusu?” ortaya çıkarken, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Başdanışmanı olan Adnan Tanrıverdi’nin kurucusu olduğu SADAT A.Ş. de yine önemli hale geldi; faaliyetlerini anımsatmakta yarar var. Askeri ve emniyet alanlarında “hizmet veren” SADAT’ın faaliyetleri; eğitim-donatım. Emniyet’e önerdiği eğitim hizmetleri arasında, istihbarat, terörle mücadele, patlayıcı madde imhası, kriminal, VİP koruması olan SADAT, polis merkezleri kurarak, Emniyet’e personel de yetiştiriyor. Bunlara içerdeki faaliyetleri denebilir.

Dışarıdaki faaliyetler
SADAT’a Suriye tarafından bakmak ise dışardaki faaliyetleri açısından önemli. “Hizmet verilen yabancı kuvvetler” tanımının, düşman ‘Esed’le ilgili olamayacağı açık. Şirketin tanımlanmasındaki ibareler bile Suriye’de savaşanlardan desteğin esirgemediğinin itirafı gibi! Tanrıverdi’nin yapıyı, “Türkiye yasalarına aykırı olduğu halde” Suriye ve Libya’da ılımlı muhalif olarak görülen cihatçı yapılara lojistik destek sağlamak ve onları eğitip donatmak adına kurduğu sıkça dile getirilen iddialar arasında.

SADAT A.Ş. işlevini; “Hizmet verilen ülkelerin Silahlı Kuvvetlerinin ihtiyaç duyacağı her türlü silah, araç gereç, yedek parça, patlayıcı madde ve malzemenin tedarikinde aracılık yapar” diyerek tanımlarken, adeta Suriye’ye “gönderilenlerle” ilgili bir itirafta da buluyor.

Faaliyetleri 5201 ve 5202 sayılı yasaların belirlediği şekilde Milli Savunma Bakanlığı’nın kontrol ve denetiminde gerçekleştirdiğini söylüyor. Bu açıdan ‘Suriye’ye gönderildiği iddia edilen silahlar üzerine yapılan haberler ve söylemlerin’ neden sorun olduğu merak konusu!

Ekleyelim; MİT de, danışman da Saraya bağlı. Kritik kurumlara ise, söz konusu danışmanın özel şirketi vasıtası ile “çeşitli hizmetleri” var. İçi ile geniş bir sarmal gibi!

Telabyad IŞİD’in elindeyken, Akçakale ile Suriye arasındaki tempon bölgede Türkçe konuşan IŞİD’cilere bizzat tanıklık etmiştik. Yöre halkı eski Özel Harekatçıların eğitim için IŞİD bölgesine geçtiklerini belirtmişti. Bu emekli Özel Harekâtçıların kim olduğu, kime bağlı bulunduğu, devletin bunları nasıl görmezden geldiği soruları da cevapsız kaldı. Suriye’deki kaynaklarımız ise Türkiye’ye ait olası özel harp dairesine şöyle dikkat çekmişti: “IŞİD’in eğitim merkezlerinden biri Menbiç ve Cerablus arasındaki bir köyde. Karargâh olarak kullandıkları bir otel var. Burada Türkiye’deki eski Özel Harekatçılara eğitim veriliyor.”

“Yıkmayın” diyen gazetecilerin, vekillerin yargılandığı, cezalar aldığı Türkiye’de bir “gazeteci” kırgınlıkla itiraf etti. Arşiv önemlidir. Sorular da… 

Kim suçlu?

Erk Acarer / BİRGÜN

Böyle mi döndünüz Atatürkçülüğe - Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU

Önce sadece bir "iddia", sonrasında ise "ihtimal"di (ki, Ankara'da belki sahiden yerli ve millî olan birileri çıkar da dur der bu skandala diye o zaman da yazmıştım); şimdi görüyorum ki kesinleşti.
Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi, kendi ifadesiyle "üniversitenin bulunduğu tarihi mekan ve binalarla özdeşleşmiş önemli şahsiyetler, olaylar ve kurumları gün yüzüne çıkarmak ve böylece Ulus'un tarihine ışık tutmak için" hazırladığı  "Müzeler Avlusu" projesine "İsklipli Atıf Hoca Müzesi"ni de dahil etti.
                                                                         ***

Benim algımda bu, bir "Şehitler Anıtı" yapıp bir köşesine de İmralı'daki caninin figürünü iliştirmek gibi;
Yanına bir "Genç Cumhuriyet Resim Müzesi", bir "Hacı Bayram Veli Müzesi", bir "Hazine Kasa Dairesi Müzesi", bir "Kamu İşletmeleri Müzesi", bir "Demokrasi ve Adnan Menderes Müzesi", bir "Eski Ankara Fotoğrafları Sergisi" filan da iliştirirsek arada kaynar diye mi düşündüler bilemiyorum ama mevzu gerçek bir "vatan haini"nden bir "kahraman" yaratmaya çalışmak, onu "abide bir şahsiyet"e dönüştürerek ölümsüzleştirmek ise, Hababam Sınıfı'nın o meşhur repliğini tekrarlar bizim dilimiz de;
Ben kül yutmam!
Biz, kül yutmayız!
"İskilipli Atıf"ı bize matah, makbul, anmaya değer bir zat-ı muhteremmiş gibi yutturamazsınız!

                                                                         ***
Bakın, bakın, bakın...
Bir de gururla ilan ediyorlar. Müzede İskilipli'nin "ilmi ve entelektüel yönlerini ilk defa çok geniş olarak" sergileyeceklermiş!
Mesela neleri?
İskilipli Atıf;
Başkanı olduğu Teali İslam Cemiyeti eliyle Atatürk'e "alçak", "melun", "hain", "haydut", "Selanik dönmesi" demiş...
Kuvayı Milliyecileri, katledilmeleri için hedef göstermiş...
Bir "hain".
Halkı millî mücadeleye karşı kışkırtmak için Allah ile aldatmaya kalkışmış, "İslam'ın kilidini İngilizler koruyacak" demiş müstemleke zihniyetli bir "teslimiyetçi", "iş birlikçi".
İskilipli Atıf'ın da kurucusu ve yöneticisi olduğu Teali İslam Cemiyeti'nin Kurtuluş Savaşı'na kin kusan bildirilerini de sergileyecek misiniz?
                                                                         ***

Sözüm, bir yandan ÖSYM Başkanı'nın atamasında olduğu gibi "devletin kurucu ideolojisine dönüş" mesajı verirken diğer yandan böyle skandallara göz yumarak bir çuvalı berbat eden yönetenlere;
Böyle mi dönüyorsunuz Atatürkçülüğe?
Kabrinin dibine cellatlığa soyunanlar adına müzeler açarak mı?


Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU  / YENİÇAĞ

7 Eylül 2018 Cuma

Savaş Suriye’de, pazarlıklar Tahran’da - İBRAHİM VARLI

Suriye iç savaşı bir ‘vekâlet savaşı’nın zaman içerisinde nasıl da açık bir paylaşım, egemenlik ve nüfuz savaşına dönüştürüldüğünün seyrini anlamak açısından adeta bir laboratuvar. Rejim değiştirme hülyasıyla fitili ateşlenen yüz binlerce kişinin yaşamına mal olan savaş Suriye’de yaşanıyor ancak pazarlıklar Riyad, Tahran, Moskova, Washington, Viyana gibi başkentlerin yanı sıra Cenevre, Astana, Soçi’de yapılıyor.

İdlib özelinde son günlerde artan askeri ve diplomatik trafik bu paylaşım/nüfuz savaşını bir kez daha gözler önüne serdi. ABD ve Fransa gibi Batılı müttefikleri radikal İslamcı grupların elindeki son kale olan İdlib’e yönelik harekâtı engellemek için seferber olurken, “garantör ülkeler” Rusya, İran ve Türkiye bugünkü Tahran Zirvesi’nde İdlib ve Suriye’yi masaya yatıracak.

ABD, Fransa ve İngiltere üst üste yaptıkları “İdlib’de kimyasal silah kullanılırsa Suriye’yi vurmaya hazırız” tehditleriyle Tahran’daki buluşmaya mesaj göndererek, Batı Suriye’deki mevziyi kaybetmemeye çalışıyorlar.
Zirveden çıkacak olası bir operasyon kararıyla da savaşın ilk perdesi kapanmış olacak. Radikal İslamcı grupların mutlak yenilgisi anlamına gelecek olan İdlib’in cihatçılardan alınmasıyla da, Şam yönetimi ülke topraklarının dörtte üçüne kontrolüne alacak.

Birinci perde aralanacak
Suriye savaşı İdlib’de son bulmayacak, sadece savaşın birinci faslı son bulacak, sonrasında ise ikinci perde aralanacak. Nedir bu ikinci perde? Kürtlerin kontrolündeki bölgelerle, ABD’nin fiili denetimindeki Fırat’ın doğusu ki buralar toplamda ülke topraklarının yüzde 24’ünü teşkil ediyor, sorun olarak varlığını koruyor.

Paylaşım, nüfuz, güç savaşının kanlı bir arenasına dönüştürülen Suriye’de iki kamp karşı karşıya. ABD’nin başını çektiği İngiltere, Fransa, İtalya, Kanada’dan Körfez Arap ülkelerine kadar uzanan silahlı muhalefeti destekleyen cephenin karşısında, rejimin yanında saf tutan Rusya, İran, Lübnan Hizbullahı ve çok fazla ön plana çıkmak istemese de Çin var.
Suriye bu iki kamp arasında zımni bir paylaşıma tabi tutulmuş durumda. Tahran ve Pekin’i de arkasına alan Rusya, Suriye sahasında ABD’ye istediği oyunu kurdurmuyor. ABD’nin başını çektiği cephe büyük bir yenilgi almak üzere. Kaybetmek üzere oluşunun da verdiği öfkeyle Trump yönetimi, saldırganlığını bir üst boyuta çıkarma hazırlığında.


Saray rejiminin İdlib çıkmazı
Astana süreci kapsamında arabuluculuk misyonu biçilen AKP kendisinden beklenilen sorumluluğu yerine getiremedi. Radikal İslamcı grupların silah bırakarak, müzakere masasına oturtma görevi fiyaskoyla sonuçlandı. YPG/SDG üzerinden ABD ile ÖSO ve türevleri nedeniyle de Rusya ile karşı karşıya gelen AKP hükümeti, iki küresel aktörün kendi aralarındaki sürtüşmeden faydalanma arayışında.

İdlib sonrası pay kapma telaşı
İdlib sonrası Suriye’de yeni bir aşama başlamış olacak. Radikal İslamcı tehlikenin bertaraf edilmesiyle Cenevre ve Astana’da kurulan siyasi müzakere masaları da yeniden tanzim edilecek, paylar/roller yeniden dağıtılacak. Günlerdir “kimyasal saldırı” bahanesiyle Suriye’yi vurmakla tehdit eden ABD, Fransa ve müttefikleriyle “askeri bir hareketlilik işleri daha da mahveder” diyen Türkiye’nin kaygısı da İdlib’in kaybedilmesiyle masadan daha az pay kapacak olmaları.

Suriye’nin yeniden inşa sürecinde pay kapmak isteyen Türkiye, Şam’la masaya oturan Kürtlere özerklik tanınmaması konusunda diretiyor. Afrin ve Cerablus hattındaki askeri varlığın sonlandırılması için yapılan pazarlıklar da doğrudan bununla ilintili.

Tahran zirvesi nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın Suriye’deki savaş sona ermeyecek. ABD ve müttefiklerinin harekete geçirdiği fay hatlarının yol açtığı tektonik kırılmalar istikrarsızlık üretmeyi sürdürecek. Fırat’ın doğusuna yerleşen, burada bölgesel bir takım tasavvurlara girişen ABD emperyalizmi kolay kolay pes etmeyecek gibi. En büyük kırılma da Fırat’ın doğusunda yaşanacak.

İbrahim Varlı / BİRGÜN