15 Eylül 2018 Cumartesi

Ilımlı ve radikal İslamcılar bir elmanın iki yarısı gibi - CAN UĞUR

Rusya ‘Ilımlı İslamcılar ile radikalleri ayırmak Türkiye’nin görevi’ diyor, ancak uzmanlara göre cihatçıları bu tarz bir ayrıma tabi tutmak mümkün değil.

Türkiye, Rusya ve İran’ın ortak gerçekleştirdiği Tahran Zirvesi’nin ardından İdlib’de süreç hızlandı. İdlib’deki cihatçılara yönelik çevreleme stratejisi kapsamında Rusya ve Suriye’nin havadan müdahaleleri sürüyor. 
Bu müdahalelerin kapsamlı bir operasyona dönüşeceği yüksek sesle dile getirilirken Rusya’dan gelen açıklama kamuoyunun gündeminde geniş biçimde yer edindi: Türkiye, İdlib’de mücadele eden ılımlı ve radikal İslamcı grupları ayıracak ülkedir.

Ilımlı İslamcılar ile radikal İslamcıların arasındaki farkın derin bir ayrılığa mı yoksa günlük pragmatik çıkarlara mı hizmet ettiğini anlamak için hem söylemlere hem de eylemlere bakmak gerekiyor. Bundan 3 sene önce radikal diye adlandırılan bir grubu bugün ılımlı diye tarif edildiğini görmek mümkün Özellikle AKP iktidarının bu konudaki tavrı izaha muhtaç. Çok değil 1 sene öncesine kadar ılımlı denilen Heyet Tahrir üş Şam kısa süre önce ‘terör örgütü’ kapsamına alındı. Yine El Kaide bağlantılı ya da kökeni oraya ait örgütlerin bir kısmı hala ‘ılımlı’ kategorisinde değerlendiriliyor. KHK ile ihraç edilen Akademisyen Erhan Keleşoğlu ‘ılımlı’ ile ‘radikal’ arasında köklü ideolojik bir farkın bulunmadığını dile getiriyor.

► BirGün’e konuşan Keleşoğlu şunları söyledi:
İdlib Astana Süreci’nde belirlenen çatışmasızlık bölgelerinin sonuncusu. Diğer bölgeler rejim ve müttefikleri tarafından ele geçirildi. Ele geçirilen bölgelerde yapılan anlaşmalarla bir çok silahlı unsurun aileleriyle birlikte İdlib’e ve Fırat Kalkanı-Afrin bölgesine gitmelerine izin verildi. Hatta Deraa’da olduğu gibi anlaşma yapılan silahlı muhalifler Suriye Ordusu ile birlikte ortak harekat bile yaptı. İşte İdlib’de bulunan gruplar arasında kaybedilen bölgelerden gelen binlerce silahlı muhalif var. Ve bunların ezici çoğunluğu ideolojik-politik olarak selefi-cihatçı ekole yakın veya onlara hasmane bir tavır içerisinde olmayan İslamcı örgütler.

► IŞİD’in tasfiyesinin ardından ortaya çıkan tablo ile bugün arasında önemli bağlantılar bulunduğuna işaret eden Keleşoğlu şöyle devam etti:
IŞİD’in büyük oranda tasfiyesinden sonra Suriye’de selefi-cihatçılığın en büyük grubu sayılan Heyet Tahrir üş Şam da (HTŞ- El Kaide’nin Suriye kolunun devamcısı) burada üslenmiş durumda ve bölgenin önemli bir kısmını kontrol ediyor. HTŞ içinde yabancılar olsa dahi Suriyeliler çoğunlukta. Türkiye’nin bu gruplar üstündeki nüfuzu büyük oranda dışarıya açılan tek lojistik kapı olmasından kaynaklanıyor. O yüzden de Türkiye İdlib’de Astana Süreci kapsamında 12 gözlem noktası oluştururken aslında bundan pek de memnun olmayan HTŞ ile ortak hareket edebildi. İdlib’deki halk savaş yorgunu, Halep’te olduğu gibi yıkıcı bir taarruzdan korkuluyor ve özellikle de Suriyeli olmayan yabancı cihatçıların kaderleri üzerinde söz sahibi olmalarından çok rahatsız. Ve bu yabancıların gidecekleri yer de yok.

► Rusya ile Çin’in kendi topraklarından Suriye’ye gelen yabancı savaşçılar konusundaki tutumuna ilişkin yorum yapan Keleşoğlu analizini şu ifadeyle noktaladı:
Rusya’nın ve Çin’in isteği kendi coğrafyalarından gelen cihatçıların orada imha olması. Bunun rejim ve müttefiklerinin eliyle mi veya Türkiye güdümünde hareket edecek grupların eliyle mi olacağı tartışılan asıl mesele. Türkiye HTŞ’yi terör örgütü olarak ilan etti. Ancak bu örgütü tasfiye ederek, Suriyeli muhaliflerden oluşacak bir cephe örmesi çok zor görünüyor. Elindeki lojistik destek kartını da kullansa ideolojik-politik olarak radikal olan HTŞ harici unsurların böyle bir projeye iknası için bambaşka şartların teklif edilmesi gerek. Bu da Suriye rejimi ve müttefiklerinin politika değişikliğine bağlı (af vs.); mevcut şartlarda eli güçlenmiş olan ve Türkiye’nin halihazırda Kuzey Suriye’deki fiili varlığından tehdit algılayan rejimin bu yönde bir adım atması pek olası değil. Kaldı ki politik bir çözüm olsa dahi radikal muhalif unsurların kendilerini güvende hissetmeleri pek mümkün olmaz. O yüzden çok çetrefilli bir durumla karşı karşıyayız. Rejim ve müttefiklerinin HTŞ’ye karşı gerçekleştirecekleri kısmi bir harekat dahi içiçe geçmiş grupları birbirlerine yakınlaştırabilir.

***

İdeoloji değil çıkar farkı var
Suriye’yi yakından takip eden araştırmacı yazar Hüsnü Mahalli BirGün’e yaptığı açıklamada Türkiye’nin işinin zor olduğuna değindi. Mahalli, Suriye’ye dışarıdan gelen savaşçıların durumunun kritik olduğunu ve ciddi bir tehlike arz ettiğini belirtti. Mahalli’ye göre bu gruplarla ılımlı denilenler arasında çok ciddi ideolojik-politik farklar bulunmuyor, kısa ve orta vadeli çıkarlar asıl belirleyen durumunda. Bunun ne anlama geldiğini sorduğumuzda Mahalli şu şekilde yanıtladı: Yani bu grupların yapacakları birbirinden farklı değil. Çok rahat biçimde terör saldırısı gerçekleştirebilirler. Ilımlı denilen de radikal denen de benzer saldırgan amaçları taşıyor.

Can Uğur / BİRGÜN

14 Eylül 2018 Cuma

Bizde Metinler birbirine benzer - İsmail Sarp Aykurt

Bugün Metin Oktay'ın ölüm yıldönümü. Türkiye İşçi Partisi’ne oy verdiğini, Denizlerin idamına karşı imza topladığını dillendirebilen, ‘futbol müsveddesi’ denilen kategoriye girenler gibi eğilip bükülmeyen büyük futbolcunun...

Futbol, tüm olgularıyla esir alınmış durumda. Bu esaret, yalnızca yeşil sahada değil, tüm halkalarıyla ele geçirileli çok olmadı. 

Dün, BeIN Sports’un "Türkiye’nin Süperleri" dediği oyuncular için düzenlediği ödül töreninde Emre Belözoğlu’nun, Fatih Terim’in ödül almasından, spor patron ve baronlarının samimiyetsiz, ikiyüzlü konuşmalarından sonra izlenecek çok fazla şey kalmadığı açık.

Tribünlere ve ilk on birlere yerleştirilen "bindirilmiş kıtaların", Rabia işaretleri yapıp, dinci sloganlarla takımı "coşturmaya" yeltendiği, Passolig fişlemeleri, envai çeşit gerici araç ile tribün ve yeşil sahaların esir alınmaya çalışıldığı bir spor ortamının ne yeşil sahası ne de renkli tribünleri haz veriyor, izleyene…

Yine de izlemek isteyenler, katlanmaya hazır olsunlar.

Bu futbol ortamı, Türkiye’nin indiği mertebenin mutlak yansımasıdır.
Kendimizi kandırmayalım, futbol, bizim ve bizden olmaktan çıkmıştır.
Ancak hala "bizim" dediğimiz ve bizimle olmaktan kıvanç duyduğumuz emekçi insanlarımız, spor emekçilerimiz var.

Metinlerimiz…

Dün 12 Eylül’dü. Bugün ise 13’ü. Metinlerimizden biri, Metin Oktay, şimdilerde adı değiştirilen o köprüde kaza yaptığından beri yeşil sahalar eksiklidir.

Ancak o, bedenen var olmayışına rağmen bu saldırılara karşı bir duruşun en önemli çimentolarından biridir, hala…

O, bir futbol yıldızı iken düzenin borusunu öttürenlere, düzen partilerine ağzının payını verebilir. Yakasını ilikleyip, saygı duruşuna geçecek kadar düşmüyor bazıları gibi, hiç alçalmaz.

“İkinizin de teklifine hayır diyorum beyler. Benim sahada yaptığım ayak oyunlarının ne değeri olur, ne sözü olur, mecliste sizlerin arasında?” derken emekçi karakterini saklamaz, unutmaz…

Türkiye İşçi Partisi’ne oy verdiğini, Denizlerin idamına karşı imza topladığını dillendirebilir, "futbol müsveddesi" dediğimiz kategoriye girenler gibi eğilip bükülmez…

Hikmet Çetin’in, “Metin Oktay sosyalistti. Oyunu Türkiye İşçi Partisi’ne verdiğini açıklayan ilk futbolcuydu. Bir tren seyahatinde Çetin Altan’a "Bizi sosyalist yaptın, ama sen aramızdan çekip gittin" diyen de odur, çekinmeden. 

Emekçilerin gözünde öyle büyür Metin, iki kale arasında diyebilecek kadar az taraftarı olduğu söylenen kulüp, o ve onun yaptıklarıyla büyür…

Metin Oktay’ı farklı  yapan tüm bu özellikler karakteri, düşüncesi ve davranışlarında somutlanır. Yoksa atılan goller, gol krallıkları ya da güzellemeler geçiyor, mazi oluyorken; Metin Oktay, o maziyi de makûs talihini de yırtıp atar.

Metin Oktay bir iz bırakır ülkenin çorak ve toprak futbol sahalarına…

Ağları delen golünü attığında “O gol, bugün bile hatırlanıyor ise bu Fenerbahçe’nin büyüklüğündendir” diyecek kadar naif, mütevazı ve sportmen olur.

Şimdilerdeki gibi adına ödül düzenlenmesine ihtiyaç duymaz. 

“Fenerbahçe’ye attığı çok ünlü bir gol vardır. "Uçan Manda" olarak anılan Özcan’ın beklediği kalenin ağlarını yırttı. Ayıp olmasın diye ve rakip takıma bir cemile olarak şemsiyesiyle örttü orayı. Şemsiyesinin hâlâ orada olduğu söylenir” der Cemal Süreya…
Milyon dolarların havada uçuştuğu günümüzde, paraları elinin tersi ile itmesi ve sadakatiyle hala bazılarını utandırır.

“Metin Oktay’ın bir özelliği de hiçbir zaman şımarmamış olması. O rolü yanında oynayan diğer futbolculara bıraktı.” (Cemal Süreya, 2000’e Doğru, 5-11 Haziran 1988).
İşte o yüzden taçsızdır, taca ihtiyaca falan yoktur.

Makine işçisi babası ile ev hanımı annesinin 9. çocuğudur. Sekiz kardeşinin beşi yaşamını yitirmiş, üç kız kardeşi ile büyümüştür.
Yoksulluk çekmiş, yoksullukla büyümüştür. 
Yaptıkları ve gösterdiği tutumlarıyla ise hiç alçalmamış, hiç ödün vermemiştir. 

Çünkü biliyoruz, bizde Metinler birbirine benzer…

O yüzden Taçsız Kral’ız biz, siz ise saray soytarısı…

İsmail Sarp Aykurt / SOL

9 Eylül’ler - Meriç Velidedeoğlu

Cumhuriyet tarihimizde ilk “9 Eylül” bilindiği gibi, İzmir’in Kurtuluş günü;  “BüyükZafer”den sonraki ilk “9 Eylül” de, “Cumhuriyet Halk Fırkası”nın kurulduğu gün. 


Her iki “9 Eylül”ü de Söylev’de (Nutuk) anlatmıştır Atatürk

Kuşkusuz, “30 Ağustos Zaferi”nin ardından, ordunun İzmir’e doğru yönelmesi, Anadolu’nun tüm işgalcilerden kurtarılması, “TC Devleti”nin kurulması demekti.  Kuşkusuz bugün devleti yönetenlerin, “var olması” da demekti... 

Ne var ki AKP iktidarının 9 Eylül’ü, “İzmir’in Kurtuluşu” bağlamında anmaması, bu “Kurtuluş’u yok sayması”nın bir değeri yok; “Tarih” kabul ettiğine göre, yurt genelinde büyük bir coşkuyla kutlandığına göre, devletin başındakinin anmaması, kutlamaması yüz kızartıcı, ulus için de üzücü bir durum. 

Bir başka “9 Eylül”e, “Cumhuriyet Halk Partisi”nin kuruluşuna gelince, Meclis’in açıldığı 1920 yılının ortalarına doğru, Meclis oturumlarında beliren bir durumu şöyle dile getirir Atatürk“Zaman geçtikçe, Meclis’te ‘birlik’ olarak çalışmanın sağlanmasında güçlükler doğmaya başladı. (...) Meclis’ten iş çıkamıyordu!” 

Oysa Atatürk, “Meclis’in niteliği” ve “Meclis’in yönetimi” için gereken yöntem ile ilgili görüşlerini, “Halkçılık Programı” olarak Meclis’e sunmuş, kabul edilmişti.(18.09.1920)
 
Yine de Meclis’te, kimi örgütlerin kurulması önlenemez, bunların durumunu şöyle dile getirir Atatürk“Bu grupların hepsi de, Meclis görüşmelerinde düzeni sağlamak ve oyların dağılışını önlemek amacıyla kurulmuşsa da, bunların varlıkları tersine bir sonuç veriyordu!” 

Sonunda, “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu” adıyla bir grup kurmaya karar verir, bu grup, ilk “Büyük Millet Meclisi”nin çalıştığı sürece, “Hükümetin iş görmesine yardımcı olabilmiştir!” diye vurgular Atatürk

Burada yine bir ayraç açıp, Atatürk’ün her “Meclis” dediğinde, bu kurum için  “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden başka hiçbir mevki, Ulus’un yazgısında etken olamaz. Bütün yasaların düzenlenmesinde, her türlüörgütlenmede, yönetimin bütün ayrıntılarında, eğitimde, ekonomide, ulusal egemenlik ilkesine uyulacaktır!” vurgulamasıyla birlikte ortaya koyduğunu, AKP iktidarının ve başındakinin artık anımsaması gerek ve değerli dostlar ayracı kapatıp, Söylev’e dönersek, yine bu bağlamda “Meclis”i temel alma konusunda, bir örneği daha anımsatıp, günümüzdeki durumla karşılaştıralım. 

“15 Ocak 1923” tarihli Meclis oturumunda Afyonkarahisar Milletvekili Hoca Şükrü Efendi ve arkadaşlarının, “Halife Meclis’in, Meclis Halife’nindir!” vurgulamasıyla ortaya konan bu durumu, Atatürk, “Millet Meclisi’ni, Halife’nin‘Danışma Kurulu’ gibi göstermek ve kabul ettirmek istemişlerdir!” diyerek yanıtlar.

Evet, tam 95 yıl önce Atatürk’ün sözleriyle ortaya konan bu “Meclis” değerlendirmesinde,  din hocasının bile Meclis’i tümüyle devreden çıkarıp sıfırlamadığı görülüyor. 

Bu tarihsel açıklama, bugünkü “TC Devleti’nin Başkanı”nın “TBMM”yi ne denli “Hiç”e saymasının ne boyutta olduğunun göstergesidir. 

Ayrıca, “Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Grubu”nun, “CHP”yi oluşturduğu bilinir. 
Ve bu partinin özelliklerinden biri de “doğurgan” oluşudur, ilk ürün, 
“Terakkiperver Cumhuriyet Partisi”dir (17.11.1924). Parti’nin, “Dinsel düşünce ve inançlara saygılıdır!” vurgusu, temel ilkelerindendir.

İkinci ürün, “Demokrat Parti”nin kurucularından A. Menderes’in de, partisinin  “Grup Toplantısı”nda, milletvekilerine, “Siz isterseniz Hilafeti bile geri getiririz!” dediğini anımsatalım!..

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

“Zorunlu eğitim” zorunludur - ÜNAL ÖZMEN

Karma eğitimin ardından zorunlu eğitimi tartışmaya hazır olun. Karma eğitimi tartışmaya açanların varmak istediği nokta olmasından çıkardığım öngörü değil bu, zorunlu eğitime karşı harekete geçeceğini bizzat Milli Eğitim Bakanı’nın kendisi açıkladı.

Ziya Selçuk, Eğitim 2023 Bulma Konferansında, konferansın amacını sıralarken “Eğitim ve zorunlu kelimesini yan yana getirenlere ‘durun’ demek için buradayız” dedi. Eğitim Bakanlığı, tartışmaya zemin hazırlamak, kafalarını karıştırmak, onları da tartışmanın içine çekmek için okulda eğitimi reddeden “EğitimBir Kitle İmha Silahı” (John Taylor Gatto) kitabını öğretmenlere seminer konusu olarak verdi. Kitap, bakan kadar güçlü Talim ve Terbiye Kurulu Başkanı Alparslan Durmuş’un yayınevinden, onun “evde eğitim”i savunan ön sözüyle yayımlandı.

Eğitimin zorunlu olmasına karşı olabilirsiniz; fakat zorunlu eğitimi reddediyorsanız egemen ideolojiyi temsil edemezsiniz. Çünkü zorunlu eğitime itiraz hep egemen ideolojiye başkaldıranlardan gelmiştir. Eğer başkaldırdık ve düzeni değiştirdik diyorsanız sisteminizin adını koyunuz. Örgün ve zorunlu eğitimin sorunlarını çözmek üzere görev alıp onu yıkmaya çalışmak hiledir.

Türkiye’de çıkacak zorunlu eğitim tartışması, Jean Jacques Rousseau’nun Emily kitabından bu yana süren entelektüel bir düzlemde sürmeyecek. Bu,ortak akıl, kültürel kaynaşma, evrensel ahlak, kamusallık, hayatı birlikte inşa etme karşıtı dincilerin çocuğu ev hapsine alma arzusuna devletin dahil olmasının yarattığı bir tartışma olacak.
Zorunlu gibi otoriter bir kavramı. özgürlük aşkıyla ortadan kaldırmaya çalışanlara anlamlı yanıtlar vermek (hele bir de egemen ideolojiyle sorunluysanız), ikna edici argümanlar gerektirecek. Onlara, toplum halinde yaşken insanların birtakım ortak bilgiye, ortak davranışa, ortak beceriye sahip olmaları gerektiğini; ortaklığın ise ortak bir mekânda, ortaklaşılan fikirler (müfredat) etrafında kurulabileceğini; bilginin bilgi üstüne konarak, paylaşılarak çoğaldığını; bu nedenle onlara kamusal/toplumsal yaşamı esas alan zorunlu eğitimin bir zorunluluk olduğunu anımsatmalıyız.

Eğitim Açılımı
Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’un düzenlediği Eğitim 2023 Bulma Konferansı ve 15 Ekim’de açıklayacağı eğitimin makro planı, Kürt açılımının eğitimde denenmesidir. Nasıl ki Kürt Açılımı ile Kürt sorununu çözme amaçlanmadıysa, Eğitim Açılımı’nın amacı da eğitimin sorunlarını çözmek değil.

Kürt Açılımı’na memur edilenlere “Akil Adam” deniyordu, 63 kişiydiler.  Eğitim Açılımı heyetindeki 93 kişiye “Sivri Akıllılar” deniyor. Bunu benim uydurduğum bir sıfat olarak düşünmeyin. Konferansı açış konuşmasının bir yerinde Ziya Selçuk “Bizim ortak akla ihtiyacımız yok, sivri akla ihtiyacımız var. Siz onun için buradasınız” dedi. Akil akıllı demek; ivme kazandırmak için ucu sivriltilmiş akla sivri akıl deniyor. Ziya Selçuk’un sivri akıllılarının ortak özelliği (4 sendika başkanı hariç) varlıklı ve kendi alanında tanınmış tüccar olmaları.

Erdoğan, açılım heyetlerini “bilen”lerden seçiyor, bizi kandırsınlar diye. Yapabilen ise hep kendisi. Onun altında irade kullanmak imkânsız. Ziya Selçuk da bunu fark etmiş ki Bulma Konferansına şu giriş cümlesiyle başladı: “Bu tür büyük projelerin yürüyebilmesi büyük liderlikler gerektiriyor. Hangi ülkeler eğitim reformunda başarılı olmuş diye incelediğimizde gördüğümüz şey, büyük liderlikler yapılmışsa eğitim projeleri gerçekten başarılı oluyor. Benim bu görevi kabul etmemin nedeninin bir tanesi de sayın cumhurbaşkanımızın liderliğidir. Eğer böyle bir lider olmazsa bir bakanın bu kadar sorunun altından kalkması çok zor!”

Ziya Selçuk’un Erdoğan liderliğinde çözeceği sorunlara bir bakalım isterseniz:
“Bizim bir şey yapmanın ötesinde kıyameti koparmamız lazım”, “Bizim bu çağa hazırlanmamız lazım”, “Dışarıdan propagandist şekilde çocuklara verilen, hayattan uzak, bayat müfredatların sorgulanması gerektiği için görevdeyiz”, “Eğitimi endüstrinin ihtiyacıyla sınırlayanlara ‘lütfen gökyüzüne bakın’ demek için buradayız”, “Kutupsuz, koşulsuz sevgi için buradayız”, “Bizim bilimle aklı, gönlü, kokteyl yapmaya ihtiyacımız var”, “Öğretmenlere sahip çıkalım”, “Hepimiz deli gömleklerimizi yakalım!”

Bize bu deli gömleğini giydiren, karşısına dikilip kıyamet koparacağımız kim? 16 yıldır eğitimin üzerinde oturan Erdoğan değil mi?

Ufak tefek de olsa Ziya Selçuk’un beni de gizli bir umuda sevk ettiğini itiraf etmeliyim. Fikirlerine katılmasam da eğitime içinden bakan biri olarak toplumun kendisine verdiği krediyi dahil olmadığı bir siyasi anlayışa kullandırtmayacağını, “eğitimci, bilim insanı” kimliğini riske atmayacağını düşünmüştüm. Fakat konferansa davet ettiği isimler, kendisini eğitimin lideri olarak görenlere Erdoğan’ı işaret etmesi, yabancısı olmadığı bakanlığa bir türlü hakim olamaması onun hep bizi kandırmak için görevlendirilmiş bir “bilen” olarak kalacağı, hiçbir zaman yapabilenbiri olamayacağı kanaatimin pekişmesine neden oldu.

Okurlardan “şans vermek”, “insafsızca eleştirmemek” hatta “desteklemek” gerektiği mesajları alıyorum. Eğitimin bizim tarafımızdan görülen sorunlarına onda çare bulan iyi niyetli okurların umudunu kırmak istemem ama ben umudumu kestim.

Ünal Özmen / BİRGÜN

13 Eylül 2018 Perşembe

Büyüdükçe çürüyen ekonomi - SERDAL BAHÇE

Garip bir dönemden geçiyoruz. Türkiye kapitalizmi yapısal sorunlarla cebelleşiyor, sorunlar giderek derinleşiyor ve çözülemez bir hal alıyor. Anlık her rahatlama ya da olumlu gidişatın yakın gelecekte yeni ve büyüyen bir faturası ortaya çıkıyor. Türkiye kapitalizmi büyüyor, büyüdükçe çürüyor. 

Eskiden burjuva iktisat ilmi tahsil edenler ekonomik büyümenin her derde deva olduğunu muştularlardı; şimdi bahsi geçen zevat da yelkenleri suya indirten garip bir realizmin yarattığı melankoliye tutulmuş durumdadır. 

Türkiye kapitalizmi büyüyor, büyüdükçe dökülüyor. Döküntüler bahsi geçen zevatın tepesine yağıyor. Büyüme uzunca bir süredir yüksek borçlanmaya, yüksek düzeyde sermaye girişlerine, halkın parasının kamu eliyle sermayeye dağıtılmasına ve yüksek sömürüye bağlıydı. Bu türden bir yapının kifayetsizliği, çözümsüzlüğü defalarca vurgulandı, bu yapı her türden soruna gebedir diye uyarıda bulunanlar bile aynı uyarıları tekrarlamaktan bunaldı. Ancak ne var ki Türkiye kapitalizm büyüyordu. Ama aynı zamanda da çözülüyordu. 

Yine büyüdü, hem de yüzde 5,2 oranında. Gerçi bir önceki çeyrekteki yüzde 7’nin üstündeki büyümeye nazaran biraz daha havası sönük bir büyüme oldu; ancak olsun, büyüdük ya. 

Öncelikle meslekten iktisatçılığımızı göstererek biraz detayları üzerinde duralım. 2017’nin II. çeyreğine göre 2018’in II. çeyreğindeki yüzde 5,2’lik büyümenin kaynaklarına bakalım önce. 

TÜİK’in rakamlarına göre, harcama yöntemiyle hesaplanmış GSYİH’in bileşenleri aynı dönemde şöyle büyümüşlerdir; hane tüketimi yüzde 6,3; özel yatırım yüzde 3,9; kamu tüketimi yüzde 7,2; ihracat yüzde 4,5 ve ithalat ise yüzde 0,5. Üstelik bu büyümeler eğer gerçek iseler ulusal paranın değer kaybettiği bir ortamda gerçekleşmişlerdir. 

Görüldüğü gibi en büyük katkılar hane tüketiminden ve kamu tüketiminden gelmiştir. İthalattaki düşük büyümeye rağmen ihracatta göreli olarak yüksek büyüme açıklanmaya muhtaçtır. Türkiye türünden bağımlı kapitalizmlerde ihracat artışı daha yüksek düzeyde ithalat artışı gerektirir. 
Peki bu nasıl oldu? 
Türkiye’nin resmi muhasebatını anlamlandırmak kolay değil. Görünen o ki Türkiye ekonomisin hücrelerine sinmiş kriz dinamikleri kendilerini daha görünür kılarken AKP tarzı bir Keynesyenizm uygulanmış ve kamu çöküntüyü hafifletmiş. Ancak bundan sonra bunu yapacak gücü olmayacak. 

Şimdi de sektörlere bakalım. Başka yerlerde de pek çok kez belirtildi ancak bir de biz vurgulayalım. Tarımda çöküntü sürmektedir, sözü geçen dönem içinde tarım yüzde 1,5 küçülmüştür. AKP döneminin gözde sektörü, sömürü oranı yüksek inşaat sektöründe ise miniskül bir büyüme sağlanmıştır (yüzde 0,8). En çok büyüyen sektör kamu hizmetleri gibi görünmektedir (yüzde 13). Bu arada kamunun gelirleri bu hızla yükselmemiştir, dolayısıyla bu büyüme kamu açığını büyütmüştür.

Bizim açımızdan daha önemli bir konu ise büyüme sürecinde bölüşüm dinamikleridir. TÜİK’in ilan etiği rakamlara göre işçi başına reel ücret tüm sektörler içim aynı dönemde yüzde 1 civarında artmıştır. Büyüme oranının yüzde 5,2 olduğu bir ortamda bu sömürü oranın artışına işaret etmektedir. Bazı sektörlerde ise reel ücret gerilemesi yaşanmıştır. Örneğin sanayi sektöründe işçi başına reel ücret gerilemiştir (yüzde 1,1). Ayrıca gelir yöntemiyle hesaplanmış GSYİH rakamlarına göre sabit sermaye tüketimi artışı oranı yüzde 25 gibi görünmektedir. Ekonomik aktivite yavaşlarken bu ölçüde sabit sermaye tüketimi artışı açıklanmaya muhtaç bir görüngüdür. Bu arada toplam reel ücret ödemeleriyle toplam brüt reel işletme artığı (kâr, faiz ve rant toplamı) büyüme oranları yüzde 4,3 civarındadır. 
Bu ikisinin toplamı GSYİH’in nerdeyse yüzde 89’udur; peki nasıl olur da büyüme oranı yüzde 5,2 olur? 
Neyse münafık sorular sormayalım. 
Büyüdük işte gerisinin ne önemi var? 
Bu büyüme oranı üzerine bakanlardan birbirinin peşi sıra açıklamalar geldi. Bakan Albayrak’dan yüzde 5,2’lik büyüme oranı artık dengeleme döneminin gereklerinin yerine getirildiğini göstermektedir açıklaması geldi. Onu ticaret bakanının Avrupa’da son 10 yılda en hızlı büyüyen ülkenin Türkiye olduğu açıklaması takip etti. Dolayısıyla korkmayın hayırlı bir başlangıcın arifesindeyiz demeye getirdiler. 
Öyle miyiz? 
Geleceği konuşacağız ancak önce bugün. 2018 Mayıs’ı için işsizlik oranı yüzde 9,7 olarak açıklandı, tarım dışı işsizlik oranı ise yüzde 11,6. Ancak bu rakamlar gerçek işsizlik oranını yansıtmaktan uzak. Yine de bu sorgulanması gereken bu rakamlara göre bile işsizlik oranı artış trendine girmiştir. Reel sektör firmalarının döviz varlık ve yükümlülüklerindeki açık 2018 Haziran’ının sonunda 215 milyar dolara ulaşmıştır. 2018 Temmuz’u içinde kapanan şirket sayısı bini aşmıştır. İmalat sanayinde 2017 sonlarında başlayan kapasite kullanım oranındaki tedrici düşüş sürmektedir. Sanayide çalışılan sat başına üretimdeki (diğer bir deyişle emek verimliliğindeki) düşüş devam etmektedir. Resmi rezervler özellikle mevzu bahis dönemin sonlarından itibaren erimeye yüz tutmuşlardır. Ulusal para 2017’nin başından bu yana hızla değer kaybetmektedir (bu arada bütün büyüme tantanasına rağmen dolar cinsinden mili gelirimiz düşmektedir). Geçerken not edelim; TÜİK’in açıkladığı birim ihracat değeri ve ihracat miktarındaki değişim ile birim ithalat değeri ve miktarındaki değişikliklerin karşılaştırılması da net ihracattaki pozitif katkıyı sorgulanır hale getirmektedir. Söz konusu dönemde pek çok gösterge kötüye doğru bir gidişat sergilemiştir. 
Peki biz nasıl büyüdük yahu? 
Acaba ne senin, ne de polisin farkında olmadığı bir dengelenme sürecinden mi geçmekteyiz hakikaten? 
Gelelim henüz hesabı dökülmemiş geçmişe, yani Temmuz ve Ağustos aylarına. Kurdaki asıl değer kaybı bu ayalarda gerçekleşti. Ayrıca Ağustos için açıklanan enflasyon rakamı (yüzde 17,9) özelikle kurdaki gelişmelerin fiyatlar seviyesindeki etkilerini henüz görmeye başladığımızı göstermektedir. Üstelik gıda enflasyonu ve küresel emtia (özelikle petrol) fiyatlarındaki artışın da etkilerini yeni yeni görmeye başlıyoruz. Meslekten iktisatçılar sert düşüş öngörmekteler. İktisadi dinamiklerin analizi sanıldığından kolaydır, eninde sonunda kapitalizmin muhasebatı oldukça açıktır. 

Sert mi düşeceğiz, yumuşak mı ineceğiz? 
Ne fark eder, indiğimiz veya düştüğümüz yer aynı olacak. Daha önce görmediğimiz bir yer de olmayacak üstelik. 

Yaşasın büyüme!  

Serdal Bahçe / SOL

12 Eylül öncesi güzeldi!.. - NAZIM ALPMAN

Şili’de ve Türkiye’de Eylül ayı gelince insanların içinde bir yürek çöküntüsü olur. Burada sadece “insan” olanları kastediyorum. Alınganlar çıkıp da “Ama 12 Eylül öncesinde…” diye başlayan zihinsel engelli yorumlarla katkı yapmasınlar lütfen…
                                                           ••• 
                                                          
Şili’de 11 Eylül 1973’te yapılan ABD destekli askeri darbe bir köşe taşı ise,
12 Eylül 1980 tarihi de bizim ülkemizde bir milat olarak kabul edilir.
Şili’de seçimle işbaşına gelen sosyalist lider Salvador Allende, Şili Genelkurmay Başkanı General Augusto Pinochet tarafından devrildi. Şili’den yeri yıl sonra 12 Eylül 1980’de Türkiye’de General Kenan Evren liderliğinde askeri cunta Süleyman Demirel hükümetini devirdi.

Allende ile Demirel arasındaki fark solcularla sağcılar arasındaki farkı da ortaya koyar. Demirel evinin kapısına gelen bir yüzbaşının aracına valiziyle binip gözaltına alınacağı Hamzakoy askeri tesislerine götürülmeyi kabul etti. Aynı Demirel yaklaşık 10 yıl önce yine bir askeri bildirinin TRT Radyosunda öğle haberlerinde okunmasıyla istifa ederek kuzuların sessizliği içinde şapkası alıp gitmişti.

Allende ise Başkanlık Sarayı kuşatıldığında elinde silahıyla direneceğini halktan aldığı iktidar yetkisini uysallıkla ABD kuklası bir generale teslim etmeyeceğini göstermişti. Hayatta kaldığı süre içinde de teslim olmadı. Bu yüzden de halkının ve dünya emekçilerinin gözünde hâlâ yaşıyor.
Şili ile Türkiye darbelerinin ortak noktası ABD destekli olmalarıydı.
12 Eylül darbesi yapıldığında CİA Ankara İstasyon Şefi Paul Hanze’ye bu gelişme şöyle bildirilmişti:
-Paul senin çocuklar başardılar!
Tarihe böyle geçtiler: Paul Hanze’nin çocukları!

12 Eylül 2018 Çarşamba günü DİSK eski başkanı Rıdvan Budak Artı TV-Gün Başlıyor kuşağında bizim konuğumuzdu. 12 Eylül ilişkin konuştuk. O gün neredeydin sorusu herkese sorulur. Budak’a da sorduk. O da anlattı.
DİSK Tekstil Sendikası’nın 28 yaşındaki genç başkanı olan Rıdvan Budak grevdeki 45 bin tekstil işçisi için Halit Narin’in başkanı olduğu Tekstil İşverenleri Sendikasında toplu sözleşme imzalamak üzereydi. Akşam saat 20.00’ye varmıştı. Bütün maddelerde anlaşma sağlanmış, sıra imzaya gelmişti. Halit Narin’e bir telefon geldi. Masadan kalktı telefona gitti, kırık sesle konuştu, masaya döndü ve dedi ki:
-Çok yorulduk, zaten imzalasak bile yarın sabah açıklayacağız, sabah gelip ilk olarak bu işi bitiririz!
                                                           •••

Masadakiler kalktılar, ertesi sabah imzalamak evlere dağıldılar.
Ertesi sabah hiç olmadı! O gecenin karanlığı hala sürüyor.
Rıdvan Budak evinden alınıp Davutpaşa Kışlasına götürüldü, idam istemiyle yargılandı. Halit Narin yeni durumu kapitalist ahlaka uygun olarak şöyle değerlendirdi:
-20 yıldır onlar (işçiler) güldü biz ağladık!..
Generallerle birlikte işçi sınıfının anasını ağlatacağız diyordu bu sözlerle…
12 Eylül’ün son günü sadece 45 bin tekstil işçisi grevde değildi. DİSK Maden-İş’e bağlı 40 bin işçi de grevdeydi.

Darbeyle birlikte bu kadar işçinin toplu sözleşmeleri uçup gitti.
12 Eylül işçilerin çalınmış grev haklarıyla beraber, alın terlerini alıp patronların cebine koydu!

Yazının başlığındaki cümle Sabahat Türkler’e aittir. DİSK’in kurucu Başkanı ve 10 yıl görevi yürüten Kemal Türkler’in (1967-1977) eşi olan Sabahat Türkler “Emeğin Kanlı Düğünü 1 Mayıs 1977” Belgeselimizin (Şarküteri Yapım/İZTV) çekimleri sırasında bir sorum üzerine şöyle demişti:

-12 Eylül öncesi çok güzeldi. İşçiler grev yapıyorlar, haklarını alıyorlardı.

Nazım Alpman / BİRGÜN

Yeni belgeselci anlayış - MURAT YAYKIN

Bazı fotoğrafçılar; savaşın, şiddetin, acının, yoksulluğun, haksızlığın, sefaletin, sömürgeciliğin, insanlık dramlarının hâd safhaya geldiği günümüzde, belgeselciliğin de yeni ve daha dönüştürücü etki yaratan, yeniden bir ivme kazanmasının, yaşanan bu kötü düzen ile mücadeleye aktivite katmasının gerekliliğini şart görüyor. İletişim amacıyla kullanılan fotoğrafların kendi başlarına ‘bilgi’ aktarmalarının yetersiz olduklarını, çünkü fotoğrafın kullanıldığı mecra ile anlamının farklılıklar içereceğini, ayrıca fotoğrafların yanında kullanılan sözlerin/yazıların yönlendirmesiyle varsayılan belgesel değerlerinin genellikle her türlü propagandaya alet olacak şekilde istismarının mümkün olduğunu ileri sürüyorlar. Hatta aynı fotoğrafların farklı politik yapılarca kullanabildiğini de ekliyorlar. Düzenin çıkarları için televizyonların, gazetelerin kısacası medyanın sürekli negatif ideoloji ürettiklerini, bunun içinde görselin gücünden alabildiğince yararlandıklarını, ancak bu görsellerin fotoshop uygulamalar ve yazılımlarla anlam sapmaları yarattıklarını söylüyorlar. Böylelikle fotoğrafların belgesel özelliklerinin eskitilmiş bir anlam içerdiği, bu kavramın içinin boşaldığı sonucuna varıyorlar.

Böylece, fotoğrafların belgesel yanının şüpheyle karşılanması ve dolayısıyla, belgesel fotoğrafın/fotoğrafçılığın tarih içinde önemini yitirdiğinden bahsediyorlar.

Yine başka bir kısım fotoğrafçılar da insanın toplumsal yaşamını ele alan ve buradaki gerçekliği inceleyen çalışmalar için önem kazanan nesnelliğin, ele alınan olgunun doğru oluşu ya da olduğu gibi verilmesinin yeterli olmadığını ve belgeselcinin bu ilişkiyi kurarken, tam nesnelliğe ulaşamayacağını önceden kabul etmesi gerektiğini ileri sürüyorlar. Bunun için de farklı anlatı teknikleriyle/biçimleriyle bireysel algı mekanizmalarına dönük eleştirel ürünler ortaya çıkarıyorlar.

Anlatı dilinin daha sanatsal olduğu, ancak belgesel diye de tanımladıkları bu yeni anlayışın temsilcileri yaptıkları çalışmaları post-dokümanter diye adlandırıyorlar. Meksikalı fotoğrafçı Pedro Meyer bunlardan biri. Belgesel diye adlandırdığı fotoğraflara bilgisayar müdahalelerini uygulayan ilk sanatçılar arasındadır.
Pedro Meyer’in, fotoğraf görüntülerini sesle harmanladığı ‘Anımsamak için Fotoğraf Çekiyorum’ adlı bir cd-rom’u, ‘Gerçekler ve Kurgular’, ‘Gerçek ve Doğru’ ve ‘Sapkınlıklar’ adlı kitapları bulunmakta. ‘Belgesel Fotoğrafçılığı Yeniden Tanımlamak’ adıyla yer alan bir söyleşisinde, Meyer bileşik fotoğraflarının (kendisi tarafından) belgesel fotoğraflar olarak tanımlanmasına dair yöneltilen soruya şöyle yanıt vermektedir:
“…Bana göre, bir belgesel fotoğrafçısının amacı, gerçekliğin kimi yönlerini kaydetmek ve fotoğrafçının gördüğü ve o gerçekliği olabildiğince nesnel biçimde tanımlayan bir tasvir yaratmaktır.
…bir gazeteci yazılarını bir araya getirir. Bu yazılar gazetecinin gördüğü ve/veya duyduğu şeylerin bir sentezidir. Her şeyin ötesinde seçilen bilginin ardındaki mantık çizgilerinin neler olduğuna dair kendi düşünceleridir. Gazeteci, önündeki baskı levhasında bulunanları düşünmeksizin çoğaltan bir çeşit fotokopi makinesi değildir. Bir karar verme sürecinde seçilen öyküyü destekleyen bilgiyi eksiksiz tasvir edebilmek amacıyla bilgileri toparlar ve bir araya getirir.
…fotoğrafçılığın daima bir yanıltıcı sahtelikler hayatı yaşadığı konusunda ısrarcıyım. Bugün biz bu sahteliği ortadan kaldırmaya yeltendiğimizde ise her türden savunma hattı karşımıza dikiliyor.” (Photojournalism: Synthe Sizing to Present aTruth makalesinden çeviri metin, çevirmen: Barış Baysal)

Yorum; Hiç bir şey değişmez olmadığı gibi belgesel fotoğrafın da devinim içinde olması doğaldır. Ancak, belgesel fotoğrafın bir sanat akımı olmadığını biliyoruz. Zira belgesel fotoğraf, fotoğrafın icadından beri çağına tanıklık ediyor. Geçmişten günümüze elimizde olan görsel enformasyonlar halen belgesel fotoğraflar olduğu unutulmamalı. İktidar her yerde ve tek bir şekilde mücadele etmiyor. Yeni belgeselci anlayış, klasik belgeselciliğin içinin boşaltılmasına mı, yoksa yeni algılama modelleri oluşturarak etkisinin zayıfladığını düşündüğü belgesel fotoğrafın yeni bir ivme kazanmasına mı yarayacak? Bu soruyu kendimize sormamız, tedbirli ve kuşkulu yaklaşmamız gerektiğini düşünüyorum. O yüzden; uyanık, bilinçli ve cesur olmak görüntü üretenin zorunluluğu ve varlığını, bulundukları toplumun sorunlarına yabancılaşmayan, müdahil tavırlarını törpülemeyen, yaratıcılığını eleştirelliğiyle sivrileştiren omurgalı duruşlara her zaman ihtiyaç var.

Murat Yaykın / BİRGÜN

Son bir soru ve veda - AYŞE YILDIRIM

Ağır bir meslektir gazetecilik. Çok acı görürsün, çok acı dinlersin ve çok acı yaşarsın. Bu acılar kimini katılaştırır, duygusuzlaştırır. İçindeki insanı öldürmeyenler bu acılarla olgunlaşır. Bu acılar onlara yol gösterir, sorular sordurtur. ‘Neden’ diye tekrarlarsın sürekli. Ta ki gerçeğe en yakın yanıta ulaşıncaya dek.. 
Bu coğrafya acılarla doludur ve ne yazık ki öyle olmaya da devam ediyor. 
İnsani duygularımı yitirmemeye çalışarak yaptım bu mesleği. Hep ‘önce insanım’ dedim. Hep o sorunun peşine düştüm. Neden? Neden? Neden? 
‘Neden’i bulursak ‘Nasıl’a ulaşmak kolaydı çünkü. 
Elbet güzel haberler, güzel duygular, güzel anlar ve umutlu zamanlar da yaşadım. Ama acı hep galipti hem de büyük bir farkla. 
Bugün başka bir acı daha eklendi onlara. 
Veda acısı. 
Ve o soru yine ortada. 
‘Neden?’ 
Çok şey yazıldı, çok şey söylendi. Ve söylenmeye devam edecek. 
Yani nedenini biliyorsunuz.
‘Nasıl’ sorusu elbette bu nedenleri ortadan kaldırmak yani acılara, haksızlıklara son vermek amaçlı bir soru benim için. 
Ve yanıtı bu vedada. 
1989 yılında stajyer olarak kapısından girdim Cumhuriyet’in. 
Muhabirlik, editörlük, hafta sonu ekleri yayın yönetmenliği, yazıişleri müdürlüğü, haber koordinatörlüğü ve son olarak da yazarlık yapmaya çalıştım.
Birlikte çok badire atlattığımız çalışma arkadaşlarım, dostlarım… 
Birlikte çok ağır bedeller ödediğimiz gazeteciler, yöneticiler… 
Birbirimize çok kızdığımız, kırdığımız ama daha çok kırıldığımız insanlar. 
Haksızlıklar, suçlamalar, üstelik çok ağır suçlamalar.. 
Ağır bedeller…
İyileşse bile izi hiç geçmeyecek ‘kılıç yaralarımız’
Özgür gazetecilik dedik. Ezilenlerin, sesi duyulmayanların sesi olalım dedik. Kimsenin etnik kimliğine, dinine, diline bakmaksızın gerçek, objektif gazetecilik peşinde koşalım dedik. Koşmaya çalıştık. 
Buraya kadarmış. 
Şimdi veda zamanı. 
Eski yönetimle karşılıklı anlaşarak yeni yönetimi rahatlatarak gitmeyi tercih ettim. 
Ama içimdeki gazeteci bu veda yazısında da beni rahat bırakmadı işte. 
Her şeye rağmen şunu sormadan gidemeyeceğim. 
Cumhuriyet Vakfı’nın ‘eleştirel akıl yeniden gazetenin politikasına egemen olacaktır’ sözüne de küçük bir katkı olur belki. 

“Bu davada mağdur edilen Cumhuriyet yazar ve yöneticileri bugün gazeteden ayrılmış olsa da onları yargı karşısında savunmak, yine Cumhuriyet’in başlıca sorumluluğudur”   diye yazan Mustafa Balbay’a sorum.
 
O yazar ve yöneticilerin mağdur olmasına ‘neden’ olan davada bizzat savcılığın tanıklığını yapan bir isim vakfın başındayken ‘nasıl’ olacak bu? 

Başka sorum yok… 

YOLUN AÇIK OLSUN CUMHURİYET

Ayşe Yıldırım / CUMHURİYET

ABD ile gizli anlaşma mı yapıldı? - Arslan BULUT

Türkiye'yi yöneten akıl, Suriye konusunda, her geçen gün, ABD ile paralel adımlar atıyor.
İdlib'de ABD'yi yardıma çağırmak, bunun önemli bir göstergesi.


"Beyaz Baretliler" diye bilinen ama Ergün Diler'in Amerikalı kaynağına göre İngiliz istihbaratının kurduğu sözde yardım örgütü önce Ankara'da parlatıldı, sonra da Washington'da!
Bunlar yeteri kadar fikir veriyor ama yine de incelemek gerekir.

                                                                         ***

ABD için strateji üreten kuruluşlardan Washington İnstitute'ye aylar önce çok ciddi bir Suriye raporu hazırlayan Fransız akademisyen Fabrice Balanche, bu defa İdlib krizi hakkında aynı kuruluşa bir çalışma daha yaptı.

Balanche, sonuç olarak "Moskova, Tahran ve Şam'ın bu bölgedeki El Kaide'yi ortadan kaldırma girişimi, askeri açıdan başarılı olabilir ve Türkiye destekli güçleri imha edebilir ama Rusya ile Türkiye arasındaki ilişkilere ciddi zararlar verir. Bu sebeple İdlib savaşında, Suriye veya Rus kuvvetlerinin, Türk gözlemci noktalarını hedef alması, ABD'nin Ankara ile yakınlaşması için bir fırsat teşkil edebilir." diyor.

Bu durumda, İdlib'deki Türk gözlemci noktalarına kim saldırabilir?

Rusya ve Suriye'nin saldırması beklenemez, çünkü sonuçlarını düşünürler...
O halde ABD'nin bölgeye müdahale etmesini isteyenler daha önce "Suriye ordusu kimyasal silâh kullandı" dedirtmek için kimi kullandılarsa, aynı grubu veya bir başkasını Türk gözlem noktalarına saldırtmak için kullanabilir!

Dolayısıyla bugünlerde hiçbir resmi açıklamaya veya habere güvenmemek gerekir. Bu bir savaş ve bütün taraflar kendi gücü oranında algı operasyonu yapmaya çalışıyor.

                                                                          ***

Balanche, "Türkiye destekli isyancılar (Özgür Suriye Ordusu) muhtemelen önümüzdeki saldırıların ilk hedefleri olacaktır. Suriye ordusu, ilk olarak Uygur savaşçıların bulunduğu Türkistan İslami Partisi'ni hedef alacaktır. Güneyde kalan Türkiye yanlısı isyancılar, kendilerini Suriye ordusu ve Tahrir El Şam grubu arasında kalmış bulacak ve belki de Afrin veya Cerablus gibi Türk kontrolündeki bölgelere sığınacak veya teslim olacaktır. Ankara, bu sebeple saldırının ertelenmesini istiyor, ancak Şam, Tahran ve Moskova, Türkiye'nin Tahrir El Şam örgütünü ortadan kaldırma taahhüdünü yerine getirmediğini savunuyor, bu yüzden İdlib'i temizlemekten başka çareleri yok." diyor.

Peki Türkiye neden Fırat'ın doğusundaki yapılanmaya karşı çıkmıyor da İdlib üzerinde duruyor?
Elbette İdlib de önemli ama asıl tehdit, ABD'nin kurduğu, eğittiği ve donattığı 75 bin kişilik PKK/PYD ordusundan gelecek değil mi?

Bu durumda Türkiye'nin Suriye ile iş birliği yapması akla daha uygun ama Ankara, ABD'ye yanaşıyor!

Bu da kamuoyuna yansımayan gizli anlaşmalar olduğu şüphesini uyandırıyor. ABD, "Fırat'ın doğusuna karışmayın, El Bab, Afrin ve İdlib sizin olsun" mu dedi!

                                                                         ***

Bunlar çok geçmez yakında ortaya çıkar. Bu arada Reyhanlı saldırısının planlayıcısı yakalandı. Türkiye televizyonları, saat başı, teröristin "Emri Suriye istihbaratından aldım" dediğini yayınlıyor.
Anladığım kadarı ile Türkiye'nin Suriye ile anlaşması ihtimali birilerini çok korkuttu ki kamuoyunu yönlendirmek için böyle bir zamanlama seçildi. Üstelik eli kanlı teröriste "Türk devleti büyüktür" dedirtiliyor.

Galiba ABD, algı operasyonu yapmayı sadece FETÖ'cülere öğretmemiş!

Türkiye'nin devlet olarak, sadece kendi çıkarlarını gözetmesi en büyük algı operasyonu olurdu!
Adam yüz felci geçirmiş gibi bakıyor.

Ama bu politikaya devam edilirse, Türkiye felç geçirecek!

"Asıl hedef bu zaten" de denilebilir...


Arslan Bulut / YENİÇAĞ