23 Eylül 2018 Pazar

Ömer Çelik’e hediye konusunda söyleyeceklerim var - MUSTAFA K. ERDEMOL

Amaca uygun, pahasından çok simgesel anlamı olan hediyeler makbul insanlar arasında. Devletler arasında da doğru olanı budur.

Katar’ın AKP Genel Başkanı şahsında devlete hediye ettiği uçağı konuşuyoruz günlerdir. Değerinin 500 milyon dolar olduğu söyleniyor ki az para değil. Bir devletin bir devlete bu tür jesti bugüne kadar görülmüş şey değil.

İktidar, biliyorsunuz bu tür durumlarda pek istifini bozmaz. Evlere şenlik sözcüleri var ki “herkesi kör, alemi sersem” sanırlar. Bınlardan biri de AKP Sözcüsü Ömer Çelik. Katar’ın hediye ettiği uçak ile ilgili olarak “Devletlerin birbirlerine jestleri olur” türünden bir cümle kurdu, şu uçak eleştirilerini sözümona yanıtlarken.

Doğru söylüyor, devletlerin birbirlerine “jesti” olur, birbirlerine hediyeler de verirler. Ama 500 milyon dolarlık bir jeste türüne keşke bir iki örnek verseydi Sözcü Çelik, madem bu kadar iyi biliyor. Kusura bakmasın ama “sallamış”.

Ben devletlerin hangi devletlere ne tür hediyeler verdiğine bir iki örnek vereyim de Sözcü Ömer Çelik de öğrensin. Birçok örnek var ama ben “dünyanın patronu” ABD’ye verilenlerden söz edeceğim çoğunlukla. Ne de olsa dünyanın en büyük emperyal ülkesi, herhalde ona yaranmak isteyen kimi devletler kesenin ağzını açmış olmalılar hediye konusunda diye düşünülebilir. Öyle mi peki?

Hayır öyle değil. Daha henüz dünyanın patronu olmadığı zamanlarda da ABD’ye kimi hediyeler yollandı ki pek de öyle hayret ettirecek paha da değiller.

ABD Başkanları’nın makam odası olan Oval Ofis’teki şu meşhur masa var ya, Dayanıklı Masa (Resolute Desk) diye bilinir. 1880’de İngiltere Kraliçesi Victoria’nın dönemin ABD Başkanı Rutherford B. Hayes’e hediyesidir o masa. Resolute dayanıklı demek tamam ama masanın kalitesini göstermek için konulmuş bir ad değil bu, adı oradan gelmiyor yani, ünlü bir İngiliz gemisi olan Resolute’un kerestesinden aslında Kraliçe için yaptırılmıştır. Yani geminin adını taşıyor o masa. Sonra Hayes’e yollanmış. Bu masanın ikizi İngiltere’de Windsor Kalesi’nde vardır, görmüştüm ben gittiğimde.
Hayes masayı kullanmış ama Oval Ofis’e 1961 yılında yerleştiren de Başkan John F. Kennedy’nin eşi First Lady Jackie Kennedy’dir. Trump da aynı masayı kullanıyor tabii.

Cunta başı Kenan Evren’e de hediye ettiler de oradan biliyorum. ABD Başkanlarından Richard Nixon 1972’de Çin’i ziyaret ettiğinde ona da iki sevimli panda verdiler. Birinin adı Ling Ling idi, dişiydi bu, sanırım İngilizcedeki “Darling Little Girl’ün Çincesi. Öbürünün, erkek olanın adı da Hsing-Hsing’di, Türkçesi Işıldayan ya da Parlayan Yıldız. ABD ile Çin arasındaki iyi ilişkileri temsilen verilmiş bu hayvanlar ABD’ye. Bu ilişkilerin iyi olması için hiç kimsenin aklına uçak, muçak vermek gelmemiş yani.

Pandaların akıbeti ne oldu diye merak ettim, biraz araştırınca öğrendim. Washington DC’deki Ulusal Hayvanat Bahçesi’ne yollanmışlar. Her yıl milyonlarca ziyaretçinin ilgisini çekmiş bu güzel hayvanlar. Ling-Ling, 1992 yılında 23 yaşında aniden öldü. İtibarlı bir hediye de olsa yaşadığı bir esir hayatıydı elbette. Erkek olan Hsing-Hsing de 28 yaşındayken böbrek yetmezliğinden veterinerler tarafından uyutuldu.

Mercy treni
New York tren istasyonu’na 3 Şubat 1949’da 49 vagonlu bir tren yanaştı. Bu 49 vagonun içi hediyelerle doluydu. Fransız halkının minnettarlığını ABD’ye böyle göstermek istemiş Fransa hükümeti. Neyin minnettarlığıydı bu? Şunun; II. Dünya Savaşı sonrasında, 1947’de ABD Fransa’ya yardım ve gıda malzemeleri yollamıştı. Ona teşekkürdü.

Vagonlar 48 eyalete paylaştırılmış, 49’ncu vagon Washington D.C. ve Hawaii tarafından bölüşülmüş. Bugün bu araçların 43’ünü gittiğinizde görebilirsiniz o istasyonda. Öyle diyorlar.

Senato Tokmağı
ABD Senatosu Başkanı’nın meşhur mu meşhur tokmağının orijinali fildişindendir. Hararetli bir gece yarısı oturumu sırasında paramparça olunca 17 Kasım 1954’te, Hindistan Devlet Başkan Yardımcısı, yeni bir fildişi tokmak yollamış ABD’ye. Gayet anlamlı işlevsel bir hediye işte. Ne güzel.

Teardrop Monument (Gözyaşı Anıtı)
11 Eylül saldırılarının kurbanları için Jersey City’de dikilen bu anıt, aslında Foreign Policy dergisine göre dünyanın en çirkin anıtlarından biri. Sonradan Bayonne’ye götürüp diktiler, nedenini bilmiyorum. New Jersey’de inşa edilmiş olmasına rağmen, “Dünya Terörizmiyle Mücadeleye” temalı bu yapı, Moskovalı Sanatçı Zurab Teserteli tarafından tasarlanmış ve 2006 yılında Rusya tarafından ABD’ye armağan edilmiştir. Yani dileyen amaca uygun hediye verebiliyor gördüğünüz gibi.

The Bell of Hope(Umut Çanı)
Bu 650 kiloluk bir çandır. 2002 yılında, Londra Belediye Başkanı Michael Oliver, 11 Eylül saldırılarının yıldönümünde New York’taki Trinity Kilisesi’ne armağan etti. Hem saldırı kurbanlarını anmak hem de ABD ile İngilere arasındaki tarihi dayanışmayı simgelemek için yollanmış.

Hediye yenir mi? Yenir, yediler de
Bazı hediyelerin başına tatsız durumlar gelebiliyor. Fransa, Mali’yi işgal etti biliyorsunuz birkaç yıl önce. Kimi Malililer memleketi Fransa kurtardı sandıkları için kalkıp deve hediye ettiler Fransızlara. Uçakları falan yoktu tabii, ne yapsınlar. Deveyi Timbuku’da bir ailenin bakımına verdi Fransızlar geçici olarak. Aile bireyleri deveyi kesip yahni yapıp yediler bir güzel. Oluyor böyle şeyler.

Yani Sözcü Ömer Çelik muhteremin “devletler birbirine jestler yapar” deyişi doğru ama jestin ölçüsü de var. Pahalı hediye vermek de almak da görgüsüzlük kabul edilir bak söyleyeyim. Amaca (bir amaç varsa tabii) uygun, pahasından çok simgesel anlamı olan hediyeler makbuldur insanlar arasında. Devletler arasında da herhalde doğru olanı budur.

Zavallı Prens Philip
Ama yine de her zaman hediye sunumunda ölçü tutturulamıyor. Fransa Cumhurbaşkanı Pompidou, 1972’de, kimin fikriydi hâlâ merak ediyorum, İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth’e vere vere çekirge biçimli bir şarap soğutucu verdi örneğin. Hayli tuhaf.

Ama II. Elizabeth’in kocası Prens Philip’e verilen bir hediye var ki düşman başına. Güney Pasifik adalarından Tanna adası’na gitmişti bu. Ne verdiler biliyor musunuz devlet hediyesi olarak; hasırdan örülmüş, af buyrun, penis kılıfı.
Prens Philip’in hediyesini düşünerek, acaba parasına marasına takılmayıp uçağı sineye mi çeksek diyorum. Hafazanallah asla kabul edilemez olanıyla da karşılaşabilirdik.

Haksız mıyım Ömer bey?

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN


Trabzon, tarihi borca koşuyor - Hasan Al


Trabzonspor ’da Ahmet Ağaoğlu  başkanlığındaki yeni yönetim 5 ayı geride bıraktı. Geçen 5 ayı, geleceğe ışık tutması açısından mali yapıyı değerlendirdik...

Yönetim ilk ciddi hatayı, eski Başkan  Muharrem Usta’nın 3 futbolcu için 13 milyon Avro’luk teklifini kabul etmeyerek; Kucka, Sosa ve Burak’ı elden çıkarmayarak yaptı.

Bu toplam 35 milyon Avro’luk tasarruf demekti ki, tasarruf vaadiyle gelen bir yönetim için de bulunmaz bir fırsattı. Başkan Ağaoğlu’nun bu konuda yanıltıldığını düşünüyoruz... Hem borçları azaltmaktan söz edip, hem yüksek maliyetli oyuncuları elde tutmak, yönetim adına tutarsızlığın ilk adımını oluşturdu. Yönetimin bir denetim firmasına geçmişe yönelik mali denetim yaptırmasını takdirle karşılıyoruz. Hatta zarar veren varsa tanzim yoluna gidilmeli, kimsenin gözünün yaşına bakılmamalıdır. Sonuçlarını bekliyoruz... Futbolun teknik yönünü hâlâ bilmeyenler yönetiyor.

Türk futbolunun batmasına neden olan bilmeyenlerin bilenleri yönetmesi anlayışına son verilerek kulüp çağdaş bir yapıya kavuşturulamadı. Ancak yöneticilerin bütçenin yüzde 10’undan fazla borçlandırması durumunda borçtan sorumlu tutulmasını sağlayan tüzük değişikliğini önemli buluyoruz... Okay, Abdülkadir ve Yusuf gibi isimler her şartta kadroda tutulup, bu isimlere gelecek vaat eden yeni isimler eklenerek genç bir takımın kurulmasını, sabırla ve kararlılıkla bu takımın arkasında durulmasını bekleyenler büyük bir hayal kırıklığı yaşadı. Yönetim bu anlamda cesur davranamayarak sınıfta kaldı... Yine camiamın bir başka beklentisi, yönetimin bütün enerjisini bütünleşme çabasına harcaması ve iç barışı sağlamasıydı. Bu konuda da gelişme yaşanmadı... Siyasetten kaynak bulma dışında uzak durulmaması, siyasetin müdahalesine sıcak yaklaşılması özellikle kongre üyelerinin kafasını karıştırdı...

3 Temmuz süreci gibi taraftarın çok hassas olduğu bir konuda kamuoyuna Demirören ve Nihat Özdemir’le fotoğraf verilmesi camiayı derinden sarstı. Yazık ki “ Trabzonspor krizde, en iyisini biz biliriz” anlayışıyla hareket etti. Profesyonel yönetime mesafeli durdu. Siyasete çok yakın(!) oldular. Bir arpa boyu yol alamadılar... Ne borcu azaltabildiler, ne iyi bir iskelet kadro oluşturabildiler, ne de iç huzuru sağlayabildiler... Sonuçta, “Trabzon’da yaşıyor, hamsi yemiyorsunuz” diyor Trabzonsporlular, “ Trabzonspor için kendi kaynaklarını etkin kullanmak dışında başka kurtuluş yok” demeye getirip!

Hasan Al / CUMHURİYET

Kör olasıca elit - ÖZDEMİR İNCE

Yılmaz Özdil’in yazdığına (Sözcü, 5 Eylül 2018) göre Cumhurbaşkanı Erdoğan bir yerde şöyle demiş: “Kibir, tepeden bakma, böbürlenme bize yakışmaz, elitist olamayız, kendimizi seçkin bir zümre olarak göremeyiz, nereden geldiğimizi unutmadık, tevazu ve alçakgönüllük en önemli şiarımızdır.” 

Çok güzel, erdeme değer veren erdemli bir insanın görüşü. Gerçek mi, değil mi, tartışmanın hiç gereği yok. Ayinesi iştir kişinin! 

Ancak “Elitist” sözcüğünü olumsuz anlamda kullanmasına karşıyım. “Elitist”, Fransızca bir sözcük olan “Elite”in türevi. “Elite”in Türkçe anlamı “Seçkin.” Buna göre “Elitist” de  “Seçkinci” anlamına geliyor. Lütfen, “İhtiyarın Fransızca öğretmenliği aklına geldi” diye düşünmeyin. Önce mıntıka temizliği yapmak zorundayım.  

“Seçkin” son derece önemli bir sözcük. Aşağılanmasına izin veremem. Bütün sözcükler gibi birden fazla anlamı var. Fransızca-Türkçe sözlükte, “Seçkin topluluk, kalburüstü takım, kaymak tabaka” gibi anlamları var. Ama, “Yüksek nitelikli, kaliteli, vasıflı, kalifiye, liyakatlı” anlamlarına da geliyor. Bir insan kaymak tabakadan olabilir ama yüksek nitelikli olmayabilir. 

Doğruluğunu kontrol ettikten sonra internetten anlamını aktarıyorum: 
- Benzerleri arasında niteliklerinin yüksekliğiyle göze çarpan, üstün, mümtaz, güzide, mutena, elit. 
- Bir toplumda gücü ve saygınlığı olan kişi veya grup. 
- Bir toplumun büyük kesimini oluşturan halk kitlesi dışında kalan küçük bir aydın kesiminden oluşan kitle. 
- Benzerleri arasında niteliklerinin yüksekliğiyle göze çarpan, üstün, seçilen. 
- Seçilmiş, ayrılmış benzerlerinden üstün olduğu için ayrılmış, mümtaz, güzide. 

“Seçkin”in olumsuz anlamı bir ise olumlu anlamı on tane. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a göre elitin yani seçkinin en önemli özellikleri şunlarmış: Kibir, tepeden bakma, böbürlenme. Ben Erdoğan gibi toptancı olmayacağım: Kibirli, tepeden bakan, böbürlenen seçkinler de vardır. Ama sıradan muktedirler, sıradan zenginler arasında kibirli, tepeden bakan, böbürlenen yaratıklar çoook daha fazladır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çevresine bakması yeter. Demokrasinin bir anlamı elbette halkın kendi kendisini yönetmesidir. Evet! Ama yönetime seçilenler genellikle “sıradanlar” değil  “seçkinler”dir. Seçkinlerin yerini sıradanlar aldığı zaman demokrasi sona erer.  “Sıradanlar”ın yönetime gelebilmesine (ehliyetsiz şoför muavinlerinin direksiyona oturmasına) izin vermesi demokrasinin kusurlarından biridir. 
“Seçkinlik”, “Seçkin Aydınlar” başlıkları her zaman tartışma konusu olmuştur. 

Osmanlı’nın son yıllarında Muallim Naci ile Recaizâde Ekrem’in  “Havas”/”Avam”  tartışması pek ünlüdür. Bu konuda, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı aydınlatmak için İslamcı internet sitesi “Sorularla Risale”den alıntı yapacağım: 
“Avam, kelime manası olarak ‘alt tabaka’ demektir. Havas ise ‘üst tabaka’ anlamına geliyor. Bu genel terimler, kullanıldığı ilim dalına göre farklı manalar içerirler. 

Mesela, iktisadi açıdan avam fakir demek iken, havas zengin manasına geliyor. Siyasal açıdan avam seçmen iken, havas seçilen demektir. Fen ilimlerinde avam tabiri eğitim ve öğretim görmemiş insan demek iken, eğitim ve öğretim görenler havas oluyor. İslam ilimlerinde ilmi derecesi olmayan insanlar avam iken, ilmi derecesi olanlar havas ve âlimdirler. 

Çiftçi bir insan ekonomik açıdan fakir, ama ilmi açıdan donanımlı ise, iktisadi açıdan avam, ilmi açıdan havas sayılır. Yani avam ve havas tabirlerikullanıldığı yere göre mana ve hüküm kazanıyorlar.” 


Seçkinler rol almadan siyaset, bilim, sanat, edebiyat ve spor alanlarında hiçbir başarı elde edilemez. Seçkin ve aydın düşmanlığı ise faşizmin en temel özelliğidir. 


İmam-hatip seçkin imam bile çıkartamıyor!

ÖZDEMİR İNCE / CUMHURİYET

Bir yazıyla iki akbaba vurmak: Fethullah ve Adnan - Mine G. Kırıkkanat

FETÖ’nün tedarikçisi Adnancı mafya ve avukatları, kendileriyle mücadeleye giren bazı isimleri; örneğin eski AKP milletvekili Emin Şirin ve İstanbul Organize Suçlar Müdürü  Adil Serdar Saçan’a yaptıkları gibi, sahte suçlamalarla ihbar edip değersizleştirmeyi, mahkemelerde süründürmeyi ve hatta Ergenekon davasına dahil ederek tutuklatmayı başarmışlardı! 

Geçen hafta, çeteden bir yıl önce ayrılan eski bir Adnan Oktar müridiyle kendi isteği üzerine avukatlarımın hazır bulunduğu bir görüşme yaptık.
 
Anlattıklarına bakılırsa, Adnan Oktar ve “hukukçuları” beni nasıl “bitireceklerine” dair de bir toplantı yapmışlar. Önce, sahte suçlamalarla karalanacak “Edipler” diye bir listeye eklemeyi düşünmüşler. Çakma kanıtlar, çakma tanıklarla tuzağa düşürülüp mahvedilecekler listesi… 

Sonra vazgeçip “yargı taciziyle” yıldırmayı seçmişler. Eski Adnancıya, elbette ki niye “mahv” listesinden çıkarıldığımı sordum. 

“Çünkü dövüşürdünüz!” dedi. “Biz sizi yüzde yüz yok ederdik, ama siz de bize yüzde on ya da yirmi zarar verirdiniz ki, bunu göze alamazdık!” 

Elbette dövüşürdüm de binlerce bendesi, onlarca avukatı, devletin içinde adamları ve arkasında FETÖ’nün desteği olan bir mafyaya ben tek başıma ne zarar verebilirdim ki?

***
Anlayamadığımı söyledim. 
Deneyimli avukatım Dr. Başar Yaltı, ne anlamam gerektiğini bilgece açıkladı: “İki testi çarpışınca birisi dağılırsa öteki çatlar. Bazen çatlağı göze alamayabilirsin!” 

Eski Adnan Oktar müridiyle yaptığım görüşmeyi tabii ki kayıt altına aldık. 
Çetenin kimlere neler yaptığını dinleyince, artık ellerinden ucuz kurtulduğumu düşünüyorum… 

Yargı saldırısı 2013 yılında başladı. 

Adnancı pek çok motor ve makinistin yaptığı suç duyurularından ipe sapa gelmeyen bazıları, soruşturma aşamasında Anadolu Adliyesi’nin hakiki ve dürüst cumhuriyet savcıları tarafından reddedildi. Dava konusu edilmedi. 

İfade vererek savuşturduğum şikâyetler arasında, Fazıl Say’ın mahkûm edildiği davayı açan Ali Emre Bukağılı’nın Av. Ayşe Toprak aracılığıyla yaptığı suç duyurusu da vardı. 

Ancak Adnan Oktar ve şürekâsının hakkımda yaptığı suç duyurularından çoğu, kimi Adnancı mafyayı karşısına almaya çekinip dosyayı yargıya havale ederek başından atan; kimisi ise doğrudan FETÖ’cü cumhuriyet savcıları tarafından mahkemeye sevk edildi ve 2013’ten sonraki beş yıl içinde, bazıları birleştirilen toplam 6 davada yargılandım!
***

Ne ilginçtir ki Ali Emre Bukağılı’nın savcılıkta reddedilen şikâyet dilekçesinde yer alan ve tamamı Adnan Oktar’a hakaret olarak sunulan suç isnatları; hemen ardından bizzat Adnan Oktar tarafından açılan ve üç yazımı konu alan birleştirilmiş davada karşıma çıkacaktı! 

Ahmak ıslatan gibi yağan suç duyuruları için ifade vermeye gidişlerimle hazır bulunmam gereken dava duruşmaları arasında Anadolu Adliyesi’nin “kanunzoruyla” bağımlısı olmuştum! Çilekeş avukatlarımla birlikte her hafta en az bir kez Kartal yolcusuyduk… Birlikte hazırladığımız soruşturma safhası ve sonrasının yazılı savunmaları için harcadığımız zaman da cabası. 

Ama Adnancıların hedefi, sadece adliye yollarında helak ya da mahkûm olmam değil; zaten son derece mütevazı mali gelirimi tazminat ve uzlaşma bedellerine harcatıp iflas bayrağını çektirmekti! 

Böyle bir hedefe konulduğumu, Adnancı mafyanın Adalet Bakanlığı’nın   “uzlaşma”  kurumunu alet ettikleri müthiş bir tezgâhta, binlerce kişiye yaptıkları suç duyurusundan vazgeçmek için aldıkları tazminatlarla 30 milyon TL civarında gelir elde ettiğini öğrendiğim zaman anladım!
***

Ama bu tezgâhtan habersiz olduğum süreçte bile mafyanın hakkımda açtırmayı başardığı hiçbir dava öncesi şahsen uzlaşmayı kabul etmedim, “uzlaştırma” kurumuna gitmedim.

 Açılan davalardan ilk ikisi ve hayati önemde olanları, bugün yazmış olmaktan gurur duyduğum, çünkü FETÖ ve Adnancı mafyanın aynı patronaj altında devletiyle, toplumuyla Türkiye’yi çürüttüklerini herkesten önce vurguladığım “Dünya yalan, narkoz şirketten” yazısına dairdi. 

24 Temmuz 2013 tarihli Cumhuriyet’te yayımlanan bu yazıya Fethullah Gülen İstanbul (Çağlayan) Adliyesi; Adnan Oktar ise Anadolu (Kartal) Adliyesi’ndeki 2. Asliye Ceza mahkemelerinde ayrı ayrı dava açtılar. Her iki davada da 2 yıl 4 aya kadar hapis cezası istemiyle yargılanıyordum… 

Fethullah Gülen, sefil tarihçesinde ilk kez bir kadın gazeteciyi şahsen dava ediyordu. 17/25 Aralık’a iki ay vardı ve cemaat henüz FETÖ diye anılmıyordu. 

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Devamı haftaya.

Sarayın uçanı, ceketin pantolonu... - Tuncay MOLLAVEİSOĞLU

Urfa'da işsizlikten bir genç kendini ateşe verdi... En son yoğun bakımdaydı...
O kardeşimizin üzüntüsü ve endişesi içimizdeyken Kocaeli'nden bir haber geldi...
Oğluna okul pantolonu alamayan baba İsmail Devrim, evin banyosunda kendini asarak hayatına son vermişti...
45 yaşındaydı... Tornacılık yaptığı sırada iş kazası geçirmiş ve çalışamaz hale gelmişti.
Her yoksul baba gibi onun da dileği çocuklarının aynı kaderi yaşamamasıydı...
Biri lise son, diğeri lise birinci sınıfta iki çocuğunu okutabilirse; belki gerçek bir hayatı yaşayabilecek imkanları olacaktı...
Bakın anne Hafize Devrim nasıl anlatıyor;
"Lise 1'e giden oğlum okuldan geldi. Anne, 'pantolonum okulun istediği pantolon olmadığı için dersime giremedim. Bir gün yok yazıldım.' dedi. Babası duyunca çok üzüldü. 'hemen gidip alalım oğlum' dedi ve Gebze'ye gidip aldılar. Akşam 21.00 gibi eve geldiler. Eşim bize 'hemen yatın artık, çok yorgunum' dedi."
Sabah uyandığında Hafize Hanım eşini banyodaki boruya kendini asmış şekilde buldu!
Acılı anne "oğlumun okul kıyafetinin üst kısmını almıştık, altını da sonra alırız diye düşündük" diyor...
Eşinin intihar etmeden önceki üzüntüsünü ağlayarak anlatıyor; "Ben size bakamayacaksam niye yaşıyorum ki? Çocuklarıma bakamıyorsam neden?"

                                                                           *

Bakın, yukardaki hikaye Türkiye'yi sarstı... Bir romandan alıntı gibi ama değil!
Dünyaca ünlü Rus Yazar Dostoyevski romanlarında en yoksul, en acılı, en hastalıklı ve çaresiz insanların hayatlarına yer verir...
Gazete köşelerinde kaybolan bu bıçak yarası haberleri okuduğumda Dostoyevski'nin romanlarından birinde geçen şu sözünü hatırlarım;
"Emin olun, öyle kederli, bunaltıcı anlarım oldu ki, ben de herkes gibi gerçek bir hayat yaşayabilecek miyim diye kuşkulanıyordum."
Gerçek bir hayat!...
80 milyonun yarısı yoksulluk içinde...
"Gerçek bir hayat yaşama" hakkı olan kadınlarımız, gençlerimiz, çocuklarımız aç, yoksul ve umutsuz...

                                                                          *

Türkiye'de babalık sorumluluğu olan namuslu insanlara baktığımda ATLAS'ı görüyorum... Hani Yunan mitolojisinde geçen ve omuzlarında gökkubbeyi taşımakla cezalandırılan ATLAS'ı...
Çaresizlik, geleceğe dair en küçük bir umudun olmayışı, çocuklara yetememe duygusu o gök kubbeyi ailelerin başına yıkıyor!
Gece gündüz demeden, hafta sonu, yıllık izin bilmeden köle gibi çalışıyor insanlar... Son krizin, boğaz tokluğuna da olsa tutundukları tek dalı koparıp almasından endişeliler...
Binlerce kişiye istihdam sağlayan dev firmalar batıyor...
Yoksulluk denizinde ATLAS'ın dizlerinin bağı çözülüyor...
 Ama bu memleketi Olimpos Dağı'ndan yönetenler; ejder meyveli sofralarda, organik, kuş sütü eksik masalarda gün geçiriyor...
Oturan Saray'a uçan Saray'ın katıldığı memlekette, çocuğunun okul kıyafetinin ceketini alıp pantolonunu erteleyen aileler yaşıyor!
Saray soytarısız olur mu?
Saray'ın medyadaki ve bürokrasideki soytarıları... Onlar, intihar eden insanlara kulp takmakla meşguller...
Neymiş efendim, sorun psikolojikmiş!
Kriz miriz yokmuş...
2009 senesiydi...
Yine kriz miriz yoktu... Dolar yerinde sayıyordu...
Marmara Üniversitesi Rektörü'nün açıklamaları hâlâ kulağımızda;
"İlk belirlediğimiz 10 öğrenci dersler sırasında bayılmışlar. Doktor açlıktan bayıldıklarını söyledi. Yüzlerinden anlıyorsunuz gıdasız olduklarını... Çoğu günde bir öğün yemek yiyor."
Rektör ne yapsın? Çorba projesini! devreye sokmuşlar... Bir bardak çorbayı öğrencilere bedava vermeye başlamışlar, içine bol kıtır ekmek...
O gün bu açlığa, çaresizliğe kulağını tıkayanlar bugünlerin sorumlularıdırlar.
İsmail Devrimlerin ve onların yetim kalan çocuklarının...

                                                                         *

Yüreğim sızlayarak bakıyorum fotoğraflara;
Fenerbahçeliymiş baba oğul... Babasının pantolon yüzünden girdiği bunalım ve intiharı, bu pırlanta gibi evladımızın omuzlarında kalır mı?
Dilerim öyle olmaz... Olmamalı...
Fenerbahçe Camiası "sahip çıkacağız" dedi... Onlara da bu yakışır... Yalnızca yoksulluklarına değil, çocukların vicdanlarına da bir merhem bulmanız gerekecek.

                                 *

Dostoyevski, "sadece insanlardan ve zalimlikten korkuyorum" diyordu...
"Gerçek bir hayatı" yaşamanın düşlerini kuruyordu kahramanları...
Nazım Hikmet ise kötü yönetimlerin çölleştirdiği bu topraklardan yanıt veriyor;
"sanki hiç yaşamamış gibi ölenlerin" topraklarından...

Tuncay MOLLAVEİSOĞLU  / YENİÇAĞ


Savunma Sanayii'nde kâr/zarar bilançosu(3) - Ahmet TAKAN

Dizi söyleşiye kaldığımız yerden devam;

---Son dönemlerde şirketlerin mali durumu nasıl?
"Savunma sektöründe 2012-2016 yılları arasındaki döneme ciro dağılımı açısından bakıldığında;
Toplam cironun yüzde 72'sini ana yükleniciler, yüzde 19'unu alt yükleniciler, yüzde 9'unu ise yan sanayi almış görünüyor. Bu satışlar, bilançolardaki aktif büyüklüklerle karşılaştırıldığında ise sektördeki ana yüklenici firmaların ortalama toplam aktiflerinin yarısı oranında bir satış hacmi yakaladıkları gözlemlenmektedir. Bu düşük bir orandır. Sebebinin, projeye dayalı üretim yapılması, kaynakların etkin kullanılamaması ve stok çevrim sürelerinin uzun olmasından kaynaklandığı söylenebilir.

Diğer taraftan, yerli ana yüklenici firmalarımız uluslararası firmalara oranla yüksek operasyonel maliyetle faaliyetlerini sürdürmektedir. Yerli ana yüklenici firmaların yüksek operasyonel maliyetler ile uluslararası firmalar karşısında ihracat işlemlerinde fiyat rekabetinde zorlanacakları bir gerçektir. Üretim süreçlerinin iyileştirilebilmesi için proje bazlı değil, sürekli bir üretim seviyesinin yakalanması gerekecektir.

Bir başka mesele de ömür devri ve lojistik yönetimi uygulamasıdır. Hatta bir ürünün satışı ile ömür devri idamesi karşılaştırıldığında bedel olarak idame daha yüksek çıkacaktır. Ömür devri idamesinin üretici firma eliyle yürütülmesi hem firmaların sürdürülebilirliği he de yetkinlik açısından faydalı olacaktır. Bugün ülkemizde bu konunun yeni yeni filizlendiği, bugüne kadar idame işini kullanıcı makam olarak silahlı kuvvetlerin üstlendiği bilinmektedir. İyi kurgulandığı taktirde, bu değişim devlet tarafında ciddi bir tasarrufu da beraberinde getirecektir. Dolayısıyla, ihalelerin sadece yurtiçi geliştirme modeli ya da hazır alım şeklinde değil, kullanım dönemlerini de içerecek şekilde yaygınlaştırılması iki tarafın da kazancına olacaktır."


---Çözüm öneriniz ne?
"Bunların hayata geçilebilmesini teminen, devletin acilen bu alandan elini çekmesi, askeri fabrikaları kapatması, askeri tersaneleri ve Makina ve Kimya Endüstrisi Kurumu (MKEK) gibi teşekkülleri özelleştirmesi gerekmektedir.

Askeri Fabrikalar Genel Müdürlüğü (AFGM) teşkilatında yer alan 27 askeri fabrika ile gerçekleştirilmeye çalışılan bakım, onarım, imalat, yenileştirme, test/kalibrasyon, tedarik, modernizasyon faaliyetlerinden devletin elini çekmesi sektörün geleceği açısından önemli olacaktır. Ne yazık ki, gelecek vizyonunun bu şekilde olmayacağı anlaşılmaktadır.

---O, neden?..
"Son düzenlemelerle ihdas edilen Askeri Fabrika ve Tersane İşletme Anonim Şirketi (ASFAT A.Ş.) geleceğin bu şekilde planlanmadığını ortaya koymaktadır. Bu tür yapılar bir vizyona ve planlamaya dayanmadığı gibi, ASFAT A.Ş.'nin kurulması eski adıyla Savunma Sanayii Müsteşarlığı, bugünkü adıyla Savunma Sanayii Başkanlığı'nın yönetiminin, eski MSB Bakanı ile anlaşamaması ve Savunma Sanayii Başkanlığı'nın Cumhurbaşkanlığına bağlanması, karşı hamle olarak da Bakanın bu şirketi kurması ile sonuçlanmıştır. Görev alanı Savunma Sanayii Başkanlığı ile çakışmaktadır.

Siyasi çekişmelerin devlete maliyetinin en güzel örneklerinden biridir ASFAT A.Ş."
---Şimdi biraz da, güncel gelişmelerden, döviz krizinin etkilerinden ve alınan bazı kararların bu sektördeki şirketleri nasıl etkilediğine gelelim mi?..

"Yapısal ve stratejik sorunları olmakla birlikte, 2014 yılına kadar eski adıyla Savunma Sanayii Müsteşarlığı'nın da etkisiyle bu sektörde ihaleler şeffaf ve 'K' Puanı denilen bilimsel bir hesaplamaya dayanırken, bugünkü adıyla Savunma Sanayii Başkanlığı'nın Cumhurbaşkanlığına bağlanmasıyla tüm şeffaflık kaybolmuş, bilimsel yaklaşımlar terk edilmiş, ihaleler herhangi bir yarışmaya dayanmaksızın yandaş firmalara taşınmıştır. Bu sektörde ismi herkes tarafından malum bir firmanın sadece 2016-2018 arasında aldığı ihalelerin -sözde ihale- toplam bedeli 5,7 milyar Euro civarındadır.

Son seçimlere kadar yandaşlarla uğraşan sektör, seçim sonrasında uğraşması gereken güçlüklere döviz krizini ve alınan tedbirleri de eklemek zorunda kalmıştır.

Nedir bunlar?

(En çok merak ettiğinizi düşündüğüm sorunun yanıtı yarın...)


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

22 Eylül 2018 Cumartesi

Ayağa kalkan, çareyi görür - ORHAN GÖKDEMİR

1960’lı yıllarda “ithal ikameci sanayileşme” amacı güden ekonomi politikası yürürlükteydi. Esası ithal etmek yerine o malları içeride üretmek ve bunu imkân haline getirmek üzere koruyucu duvarlar oluşturmaktı. 1980’e kadar bu politikayla devam etti ülke. Solun yükseliş dönemi oldu, sendikalar güçlendi, sokaklar hareketlendi. Şanlı 15-16 Haziran direnişinin bu dönemde ortaya çıkması asla rastlantı değildir. Düzenin buna cevabı 12 Mart, Milliyetçi Cephe ve Süleyman Demirel oldu.

Fakat bu hayalin sonuna çabuk gelindi. Tarım ürünleri dışında önemli bir ihraç kalemi yoktu. Montaja dayalı sanayi ise sürekli ithalat gerektiriyordu. Ülke krize girdi, döviz kıtlığı baş gösterdi. Süleyman Demirel’in “70 sente muhtacız” lafı o günlerin bakiyesidir. Ortalıkta büyük bir fatura vardı, hesap işçi sınıfına ve yoksullara ödetilecekti.

                                                                  ***

24 Ocak 1980’de bu krizin aşılacağı iddiasıyla yeni ekonomik kararlar alındı. Döviz üzerindeki sınırlamadan vazgeçildi, dalgalı kur sistemine geçildi, fiyatlarını bundan böyle devlet değil piyasa şartları belirleyecekti. Bunlar dış ticaret üzerindeki kısıtlamaların da kaldırılacağı anlamına geliyordu. Liberasyona gidilecek “ihracata yönelik büyüme” politikası izlenecekti artık.

Fakat bu politikanın önünde de ciddi engeller vardı. Mesela dış pazarda başka ülkelerle rekabet etmeyi gerektiriyordu. Tek yolu vardı rekabet edebilmenin: İç tüketim kısılacak, ücretler düşürülecek, böylece ihraç malları dış pazarda rekabet gücüne kavuşacaktı. Ancak verili şartlarda bunların uygulanması imkânsızdı. Sendikaların başkaldırmayacağı, işçi sınıfının sessiz kalacağı, gençliğin isyan etmeyeceği yeni bir düzen gerektiriyordu ihracata yönelik büyüme modeli. 24 Ocak kararlarının ardından 12 Eylül darbesinin gelmesi bu nedenle kaçınılmazdı. Geldiler, sola acımasızca saldırdılar, partileri, sendikaları, dernekleri kapattılar. Alan artık yeni ekonomik politika için düzlenmişti.

“Özal ekonomisi” veya ahlaksızlığı işte o koşullarda boy verdi. Ülke hızla uluslararası kapitalizmin serbest sahası haline dönüştürüldü. Kapitalizm krizini aşacak yeni bir yol bulmuştu. İşkence, faili meçhul cinayet, 12 Eylül Anayasası, askerileşmiş mahkemeler ve ağır bir yoksulluktu halkın payına düşen. Halkın bu ağır zulme tahammülünü artırmak için toplumu dinselleştirmeye karar verdiler. Yolsuzluk, hayali ihracat, uyuşturucu ekonomisi, “benim memurum işini bilir” pespayeliği, Kenan Evren, Turgut Özal, Turgut Sunalp, Fethullah Gülen düzenin o yıllardaki buluşlarıydı.

Bunlarla yüklendiler, ihracata yönelik büyümeyi denediler. Görünür tek getirisi toplumsal çürüme oldu. Özelleştirme soygunu için kapı o yıllarda aralandı. Eski politikanın bakiyesi yerli sanayi iç pazar iyice daraltıldığı için mecburen ihracata yöneldi. Sistem dışarıya mal satmayı kutsal bir iş haline getirmişti. “Yaptım, yapacağım” diyene büyük teşvikler veriliyordu. Hayali ihracat patlaması yaşandı haliyle. Olmayan mallar ihraç edilmiş gibi gösteriliyor, devletten vergi iadesi alınıyordu. Vergi iadesinden yapılan kazanç gerçek ticaretten gelenden daha yüksekti çünkü. İhracatla falan uğraşmaya hiç gerek yoktu. Burjuvazi hızla mafyalaşıyordu.

Bu politika da 2000’li yılların hemen başında tıkandı. Ekonomi yeniden krizi girdi. Ortalıkta büyük bir fatura vardı. Hesap işçi sınıfına ve yoksullara ödetilecekti.

                                                                ***

AKP o şartlarda icat edildi. Krizde iktidar partileri sıfırı tüketince din-iman gazıyla geldiler. Birikmişleri satıp ekonomiye sıcak paraya boğdular. Sonra, başka yol kalmadığından “inşaata yönelik büyüme” modeline geçtiler. Bu diğerleri gibi karmaşık bir ekonomi politikası değildi. Esası dağı taşı betona boğmak, büyük şehirlerin rantını yağmalamak, bu yağmaya mümkün olduğunca geniş bir halk kesimini ortak etmekti. TOKİ bu yeni ekonominin motoru olacaktı. Devlet bu kurum aracılığıyla ihtiyaca bakmaksızın her yere “toplu” konutlar yaptı, bu konutların yüksek fiyatlara alınıp satılmasını teşvik etti. Sonra yollar, köprüler, havalimanları, şunlar bunlar. Öyle bir bağımlılık yarattı ki bu beton dökme yarışı, son krizden önce Boğaz’a paralel çakma bir boğaz yapma planı yürürlükteydi. Kriz çıktı. Projeler mecburen rafa kaldırıldı. Fakat ortalıkta yine büyük bir fatura var. Hafta ortasında Damat Berat marifetiyle orta vadeli plan açıkladılar. “Bakın burası çok önemli”, bedelini yine işçi sınıfına ve yoksullara ödeteceklerdi.
                                                                ***

İşte son 60 yılın büyük ekonomik başarı hikâyesi bu. İşçiden alıp zengine verme ekonomisidir adı. O tumturaklı lafların arkasında çok basit bir denklem var. Sanayi iç pazar için mi, yoksa dış pazar için mi üretim yapacak? İç pazara yönelik olacaksa iç tüketimin de teşvik edilmesi gerekir. Daha yüksek bir ücretler düzeyi olmazsa olmazlarındandır. Dış pazara yönelik olacaksa iç tüketimin kısılması gerek. Bu durumda ücretler düşürülecektir. Bu denklemde halk, ulus, millet adı her ne ise ülkenin asıl sahipleri basit dolaşım odaklarıdır. Başkaca hiçbir değeri yoktur.

Bu basit denklemi ite kaka ülkeyi getirdikleri yeri görüyorsunuz. Montaja dayalı falan ama yine de iyi kötü bir sanayi bırakmıştı geriye ithal ikamecilik. Şehre göçen herkesin iş bulabileceği bir fabrika, iyi kötü bir atölye demekti bu. İhracata yönelik büyüme o altyapıyı kullanarak durumu bir süre idare etti. AKP geriye kalan ne varsa satıp savdı. Ne tarım, ne sanayi, elde beton denizinden başka bir şey kalmadı. Bu düzen görüldüğü gibi hep krize girer ve bedelini hep emekçiye, yoksul halka ödetir. 

İthal ikamesinden inşaata yönelik büyümeye geçişe eşlik eden iki şey daha var. Biri toplumsal çözülme, diğeri dinselleşmedir. Üretmeyen toplum çözülür, çözülen toplumu bir arada tutmanın tek yolu ise dindir. Düzen birbirini takip eden krizleriyle halkı parçaladı, cumhuriyeti yıktı, laikliği tepeledi. Cumhuriyet yıkılınca geriye kalanı idare etmek için bir tuhaf sultan gerekiyordu. Çözülmüş ve dinselleştirilmiş bir toplumu Hamit’siz yönetemezsiniz. 

İşte tablo ortada. Her krizde biraz daha gerileyen, biraz daha dinselleşen, biraz daha yoksullaşan biziz. Onların artan kârları, uluslararası sularda dolaşan gemicikleri, uzak adalardaki kıyı bankalarında bol sıfırlı hesapları, uçan-kaçan-konan sarayları var. Krizdeyiz. Düzenin adamları patronlarla el ele versin, faturayı bize ödetsin, böylece yeni bir denge kursun diye bekleşiyoruz. 
                                                                 ***

İnsansız bir düzendir kapitalizm. İçinde geliştiği bütün toplumsal yapıları dağıtır ve insanları ekonominin gereklerine göre yeniden örgütler. Onun kurduğu toplum üretimin gereklerine göre birleşmiş iktisadi bir toplumdur. Yakından baktığınızda sadece düzen karşısında apaçık bırakılmış tek tek bireyler görürsünüz. Bu onun hem devrimci hem tutucu yanıdır. Bunu yaparak eski zamanların insan üzerindeki tortularını söküp atar ama aynı zamanda onu düzen karşısında çaresiz bırakır. Teoride böyle. Ama pratikte devrimci yanı çoktan çürüyüp düştü, tutuculuktan ibarettir geriye kalan. 

Düzen yine hepimizi derin bir krizin eşiğine getirip bıraktı. Emekçiye, yoksul halka yüklenmekten başka bir çıkış planları yok. Bizim ise bu çürümüş iktisadi toplumu alaşağı etme, toplumu ekonomiye göre değil, ekonomiyi topluma göre örgütleme ve eşitçe bölüşme planımız var. 

Krizdeyiz ama çaresiz değiliz. Planımız, politikamız basit; Hep birlikte üretip, eşit bir şekilde paylaşacağız. Patronlara vermeyeceğiz, düzenin adamlarına yedirmeyeceğiz. Buna sosyalizm diyoruz. 

Tek şartı var hayata geçmesinin; sizin ayağa kalkmanız. 

Ne duruyorsunuz?

Orhan Gökdemir / SOL

Savunma Sanayii'nde neler oluyor?..(1) - Ahmet TAKAN

Savunma Sanayii'nde neler oluyor?..(1) 

2000'li yıllara kadar "Savunma" denilince o ülkenin askeri gücü, tarihten gelen dost ve düşman tanımı, komşularıyla ilişkileri ve bunun sonucunda oluşan askeri tehditler karşısında sahip olunan kabiliyetler anlaşılırdı. Bu kabiliyetleri nereden aldığınız ya da ne kadarını ürettiğinizden ziyade, elinizde kaç adet bulunduğu kısmı daha önemliydi. Buradan yola çıkarak, Yunanistan ile aramızdaki husumeti sürekli kaşıyıp silah sattılar bize. Onlara bir füze sattılarsa bize karşı sistemini, bize yüz savaş uçağı sattılarsa onlara iki katını... Rusya'yı ve komünizmi gerekçe gösterip, topraklarımızın bir kısmını işgal edip askeri üs bile kurdular. Kimse demedi ki "bir dakika beyler, nedir bu komünizm, kaç silahı vardır, niye tehdit altındayız?" Yine kimse demedi ki "Yunanistan'ı NATO'ya aldıran biziz, bize nasıl saldırabilir ki silah alıyoruz" diye. Biz ülkemizi silah çöplüğüne çevirirken silah tüccarları ceplerini doldurdu.

Asla doymadılar. Çalıştılar, yatırımlar yaptılar, yenisini araştırdılar, üretmeye devam ettiler. Kendilerinin zerre ihtiyacı yoktu bu silahlara. Nasıl ki bir dönem altına karşılık Amerikan doları bastılarsa, petrole karşılık silah ürettiler. Dünya nüfusunun yüzde 4,3'üne sahip Amerika, dünyadaki tüketimin yüzde 35'ini ancak bu tür bir karşı ticaretle kapatabilirdi. Aynı hesabı yapan İngiltere, Fransa, Rusya, Almanya dünyayı sömürme yarışına girmişlerdi. Bugün savunma alanında en büyük ülkeler bunlarsa, sebebi budur. Dev savunma sanayii firmaları yarattılar. Firma deyince aklınıza faydalı bir şey gelmesin, bildiğiniz silah üreten fabrikalar. Locheed Martin, BAE Systems, Northrop Grumman, Thales, Leonardo, Patriot HSS, Raytheon Company bunlardan bazıları.

Pasta küçülünce savunma konseptini daha ileri taşıdılar. Asimetrik terör tehditleri ile savunmanın yanına güvenlik konseptini de ekleyerek daha fazla satmaya, pastayı büyütmeye çalıştılar. Hatta o kadar ileri gittiler ki, kendi ülkelerini ve vatandaşlarını bile vurarak ikna edici olmaya çalıştılar. Başardılar da!.. 2000'li yıllara kadar iki ülkenin arasındaki bir mesele iken savunma denilen şey, o yıllardan sonra her bir vatandaşın problemi oldu. Bu daha fazla silah satışı demekti.

Türkiye ne yaptı?
Biz de boş durmadık. Silah alımları için Millet Meclisi'ne falanca ülkenin savunma harcaması örnek gösterilerek onu geçmemiz gerektiği söylendi; NATO'ya millî gelirin yüzde 2'sini silaha ayıracağımız taahhüt edildi.

Savunma sektöründe nasıl bir çevrim yarattıklarını anlamak, açlık seviyelerini görmek için daha derinlere de bakmak lazım. Amerikan stratejisinde askeri alanda işler devasa AR-GE yatırımlarına dayanır. Bizdeki gibi geliştirme ya da tersine mühendislik değil, bildiğin araştırmaya dayanır. Çoğu zaman çöpe giden bu yatırımlar sayesinde öğrenmeyi sonuna kadar kullanırlar, sonunda etkili bir silah ya da sistem yapınca kullanımını ve satışını sadece kendi orduları ile sınırlar, daha iyisini geliştirdiklerinde eskisini sömürge ülkelere "Dost ve müttefik" masalı altında satıp kanınızı emerler. Ona rağmen, "parayı verdim, silahı aldım istediğim gibi kullanırım" dedirtmezler. Örneğin, Kıbrıs'ta kullanımı yasaklar, terör bölgesinde kullanımı sınırlar, kaynak kodlarını vermez. Kural çok basittir. Parasını vermiş olabilirsin ama aslında silah ya da sistemin sahibi hâlâ Amerika'dır.

Bugün geldiğimiz nokta, savunma sanayii sektörü, askeri ihtiyaç üreten bir sektör olmanın ötesinde binlerce çalışanın istihdam edildiği, en iyi mühendislerin çalıştırıldığı, ortaya çıkan ürünlerin çift kullanım (dualuse) şeklinde pazarlandığı, ülkeler arasındaki ilişkileri şekillendiren, ekonomiye doğrudan etki eden bir sektör haline geldiğidir. Savunma sanayiinde güçlüyseniz, ekonominiz de o kadar güçlüdür ve uluslararası arenada liderlerin birlikte çektirdiği resmin en ön sıra ortasına o kadar yakınsınızdır. Ancak bu işler öyle kolay değil, bir kaç yeni yetme mühendisle tersine mühendislik yaparak, bir organize sanayi bölgesinde üç beş kaynak yaparak başarabileceğiniz bir mevzu değil maalesef.

Bazı değerlendirme ve sonuçlara ulaşabilmek için öncelikle tarihimize de bir bakalım. İlk adımın ne zaman atıldığı, falanca padişah, filanca mucit, ilk uçak fabrikası gibi tartışmaları bir kenara bırakırsak mihenk taşı olarak merhum Turgut Özal'ın o günkü adıyla "Savunma Sanayii Geliştirme ve Destekleme İdaresi Başkanlığı (SaGeB)"nı kurmasını gösterebiliriz.

Bu sektöre bahşettiği öneme dair mesaj verebilmek için bu kurumu 1985 yılında ilk kurulduğunda Başbakanlığa bağlamaya çalışmışsa da, engellere takılmıştır. Savunma sanayii altyapısının tesisine ilişkin politikaların tespiti ve bu politikaları tatbik etme yetki ve sorumluluğuna sahip mekanizmaların oluşturulması görevi tevdi edilerek Millî Savunma Bakanlığı'na bağlanmıştır. 1989 yılında Savunma Sanayii Müsteşarlığı olarak yeniden yapılandırılmış, 2017 yılında gerçekleştirilen bir düzenlemeyle T.C. Cumhurbaşkanlığı Savunma Sanayii Başkanlığı olarak güncellenmiştir. 1989 yılı bakışı ile 2017 yılı bakışı arasındaki temel fark, 1989 yılında amaç kurumu güçlendirmek ve yetkilerini artırmak iken, 2017 yılında ise kurumun imkânlarını kullanma ve bu imkanlardan sonuna kadar siyasi olarak faydalanmaktır.

AKP iktidarı yıllardır yerli savunma sanayiinden bahsediyor.

Peki, bu kurum neler yaptı da bu kadar önemli? Düne kadar engellemeye çalışılan, hatta 2000'li yılların başında bazı apoletli çevrelerin bu kurumu kapatma çabalarına rağmen elde edilen kazanımlar veya kayıplar nelerdir?.. Son yaşadığımız büyük ekonomik kriz savunma sanayimizi nasıl etkiledi?.. Ve çok daha fazlası...

Bugünden itibaren ADSIZ'da alışık olmadığınız tarzda, dizi söyleşiye yer vereceğim. Savunma sanayiinden çok üst düzey bir yetkili ile saatler süren bir söyleşi yaptım. Ama tahmin edebileceğiniz sebeplerden dolayı isim yok, fotoğraf da yok!.. Eğer, gerçekler hakkında bilgi almak istiyorsanız, güçlü ekonomi/güçlü devlet, güçlü savunma sanayiinden geçer diyor ve bu ülkenin sorunları beni çok yakından ilgilendirir diye düşünüyorsanız söyleşinin her satırını büyük dikkatle okumanızı öneririm.
Büyük bir sır perdesini aralayan o isme, bu köşeden de teşekkürlerimi bir kez daha sunarım...
(Devam edecek.)

Savunma Sanayiimiz ne kadar yerli?(2)

Savunma sanayiimizi de aile şirketine çeviren iktidarın, şöyle yerliyiz, böyle millîyiz propagandaları ne kadar gerçeği yansıtıyor?.. Dünkü yazımda bahsettiğim o üst düzey yetkili öncelikle şu tespiti yaptı;

"Savunma alanında güvenlik birimlerinin bu kuruma (SSM) bildirdiği ihtiyaçlar 1990'lı yıllara kadar doğrudan alım programlarıyla, 2000'li yıllara kadar ortak üretim programlarıyla, daha sonra ise yurt içi özgün tasarım sistemleriyle hayata geçirilmiştir. Bu kurumun kaderinde iki Müsteşar büyük rol oynamıştır. Kuruluş aşamasında var olma savaşını kazandıran ilk Müsteşar Vahit Erdem ile 2004-2014 arasında kurumun vizyonunu değiştiren, bazılarına göre bu ülkede ezber bozan Müsteşar Murad Bayar. Bugün iktidarın da sahiplendiği ne kadar askeri millî proje varsa (Atak Helikopteri, ALTAY Tankı, MİLGEM Gemisi, ANKA insansız sistemi, CİRİT Füzesi, Millî Piyade Tüfeği, Hürkuş Eğitim Uçağı vb..) bunların özgün tasarım vizyonunu ortaya koyan adamdır Murad Bayar.

Bu gelişmeler akan suyun yönünü değiştirme çabasıydı. Büyük oranda başarıldı. Bitti mi? Hayır. Eğer o suyun nereye gitmesi gerektiğine dair stratejik bir yön çizmezseniz, alt kritik teknolojilere eğilmezseniz, 10 yıl sonrasını değil bugünü düşünürseniz 1 yıl içinde 1985'e geri döneriz."

--Peki, neden?
"Şöyle bir örnekle açıklayalım. Bir zırhlı araç düşünün. Bugün konuşulan rakamlarla bu alanda yaklaşık yüzde 70 oranında yerlilik elde edildiği söyleniyor. Diyelim ki maliyeti 100 TL olsun. 70 TL'si Türkiye'de kalırken, 30 TL'si yurt dışına çıkıyor. 70 TL ise bu aracın devlete maliyeti. Bir de aynı mantıkla bunu üreten şirket açısından hesap yapalım.

(A) firması zırhlı araç üretebilmek için zırh malzemesini, motoru, aksı, şanzımanı, dişli aktarma sistemlerini, camı vesaire ithal ediyor. Basit bir yüzdeyle, aracın maliyetinin neredeyse yüzde 30'u. Düştü mü sizin yüzde 70 yerlilik yüzde 49'a. Durun daha bitmedi. (A) firması yerli alt yüklenici bir başka (B) firmasından diyelim ki lastik satın alıyor. (B) firması açısından da, lastik üretebilmek için ham maddelerden önemli kısmı ithal. Lastik kauçuğu, kauçuğu tutan kord malzemesinin ham maddesi, askeri araçlar için patlak gider sistemi (Run-Flat) bazı örnekler. Bu şekilde alta doğru kırmaya devam ettiğinizde yüzde 70 diye başladığınız yerliliğin çok daha aşağılara kadar indiğini görebilirsiniz. Size kalan işçilik ve üretim metoduna hâkimseniz tasarımdır. Yerli ham madde üretmediğiniz, ham madde ve/veya ara malzeme üretecek tesisler kurmadığınız, buralara yatırım yapmadığınız sürece sonraki adımları unutun. Kaldı ki, kara araçları sektörü savunma alanında en güçlü olduğumuz sektör."

--Hava araçlarında durum ne?
"Hava araçlarında veya elektronikte bu oran dip seviyelerde. Yok gibi bir şeyiz. Bu daha bir başlangıç denmesinin sebebi budur. Alta indikçe ithale dönen parçaları yerlileştirmeniz lazım ki, yerlilik oranınız gerçekten yüzde 70 olsun. Gerçekten teknolojik bağımlılığınız ortadan kalksın. Özel sektörün yurt dışına transfer ettiği paralara baktığımızda bu net olarak görülecektir. Özel sektörün 200 milyar doların üstüne çıkan döviz borcu nasıl oluştu sanıyorsunuz. Bugün yaşadığımız döviz krizinin derinliklerine baktığınızda bu kısır döngü vardır. Londra'daki birkaç spekülatörün işi değildir bu kriz. Spekülatörler kıvılcımı çakmış olabilir, asıl sebep bu kırılganlığımızdır."

--Sektörün yapısından da bahseder misiniz?
"Türk savunma sanayii, kamu ve özel sektör kuruluşlarından meydana gelmektedir. Sektörde yer alan firmaların giderlerinde en büyük harcama kalemleri malzeme ve işçiliktir. Firmaların ithalat giderlerine ve ham madde giderlerine bakıldığında ithalat bağımlısı olduğu ortaya çıkmaktadır. Burası önemli. Bütün sorunların ana kaynağı. Bu noktaya ilerleyen safhalarda tekrar döneceğiz. Şimdilik yapısını incelemeye devam edelim.

Ana yüklenici denilen, bir ihaleye doğrudan katılan ve o projeden sorumlu olarak sözleşmeye imza atan firmaların bilançoları üzerinden bir inceleme yapıldığında, sektörde genel olarak aktiflerin yüzde 70'i yabancı kaynak (borçlanma) ve yüzde 30'u ise firmaların öz kaynaklarından oluşmaktadır. Alt sektörlerde farklılık olmakla birlikte, bu durum öz kaynak yetersizliğine dikkat çekmektedir. Yani, firmalar avans ve öz kaynak ile karşılayamadıkları finansman ihtiyaçlarını kısa vadeli borçlanarak karşılamaktadırlar. Elektronik ve havacılık sektöründe ise kısa vadeli borçların uzun vadeli avanslara dönüştüğü görülmektedir. Bu durum yürüttükleri projelerin uzun yıllara sari olması ve çoğunlukla kamu sermayeli firma olmalarından dolayı yüksek avans ile borçlandıklarını göstermektedir.

Ana yüklenicilerin bazı işleri taşere ettikleri alt yüklenici ve yan sanayi firmalarında durum ise, avans alamadıkları için kısa vadeli banka kredileri veya firma dışı kaynak sağlamak yoluyla borçlanmak ve ihtiyaçlar finanse edilmeye çalışılmaktadır. Finansal piyasalara birebir bağımlı olduklarını ve ilk elden etkilendiklerini söyleyebiliriz.

Firmaların maddi duran varlıkları karşısında ne kadarlık bir satış hacmi başarısı gösterdiği incelendiğinde, silah sistemleri ve havacılık sektörlerinde yer alan alt yüklenici firmaların yapılan altyapı yatırımlarının, satışa yansımasının düşük olduğu anlaşılmaktadır. Alt yüklenici firmalarda atıl kapasite var demek mümkündür. Bu da alt yüklenicilerin maliyetlerini olumsuz yönde etkilemektedir." (Devam edecek.)

Ahmet Takan / YENİÇAĞ

21 Eylül 2018 Cuma

Antepfıstığı üzerinden tarıma bakış (1) + Tarımda çıkış yolu var mı?(2) / ÖZLEM YÜZAK

Antepfıstığı üzerinden tarıma bakış (1)


9 kere yerine 2 kez toprağı sürerek ağaçtan daha fazla verim alınabiliyor. Üstelik daha az mazot ve daha az gübre kullanarak. Aşırı değil doğru sulama ile. Çevreyi daha az kirleterek daha fazla ürün elde edilebiliyor, dolayısı ile gelir de artıyor. 
Peki neden yapılmıyor? 
Yapılamıyor? 
Neden gıdada dünyanın kendine yeten 7 ülkesi arasında iken bu özelliğimizi yitirdik? Neden köylerimizin çoğu boş, kalanlar da 60 yaş üstü? 
Neden bir yandan eti, sütü, limonu, fındığı bu kadar pahalı yerken diğer yandan üreticinin iki yakası bir araya gelemiyor? 

Tarımın bugünkü hali bünyesinde onlarca soruyu barındıran bir çözümsüzlük sarmalı, çünkü hepsi birbirine bağlı ve Türkiye’nin hangi bölgesine giderseniz gidin ürün farklı da olsa sorunların aynı olduğunu görürsünüz. 

2 gündür Güneydoğu Anadolu topraklarındaydık. Tarihi milattan önce 7 binli yıllara kadar giden fıstığın izinde. TEMA Vakfı ile Nestle’nin 8 yıl önce antepfıstığı yetiştiriciliğinde verim ve kalitenin artırılması ile sürdürülebilir tarım uygulamalarının benimsetilmesi amacıyla başlattıkları “Fıstığımız bol olsun” projesinin geldiğini noktayı gördük. Antepfıstığının anavatanı, Türkmenistan, İran ve Türkiye. En çok üretim buralarda ve ABD’de. Türkiye dünya antepfıstığı bahçelerinin yüzde 35’ine sahip ama ne yazık ki üretimdeki payı yalnızca yüzde 12. Bunun en büyük nedeni de verim düşüklüğü.
 
Aslında parantez arası şunu da anımsatalım, Türkiye’de en fazla Şanlıurfa’da yetişiyor fıstık ancak işleme, pazarlama, ihracat daha çok Gaziantep’ten yapıldığı için adını bu ilden alıyor. 210 bin ailenin geçim kaynağı fıstık.

TEMA ve Nestle ortak projesi 8. yılında 
Gelelim projeye: İlk iki fazı tamamlanan ve bu yıl üçüncüsüne başlanan projede üzerinde çalışılan bahçelerde verimi yüzde 49 arttı. Bu rakam son derece önemli. Üstelik toprağı 9 kere değil 2 kere sürerek, daha az gübre daha az mazot harcayarak. Zararlılarla mücadele etmek için hepimizi zehire bulayan zirai tarım ilaçlarını az kullanarak onun yerine entegre mücadele teknikleri ile. Evet, proje TEMA ile Nestle’nin ortak projesi ama işi azimle yürüten bir kişi var ki o da bölgede “Fıstık Dede” diye tanınan Tema’nın orman mühendisi Metin Şenol. “Çiftçinin kendi atalarından bildiği doğruları değiştirmek kadar zoru yoktur” diyor. Fıstık ağacına ilişkin “baba diker, oğul yer” anlayışı örneğin. Ya da toprağı derinden sürmek... Fıstık Dede bakmış ki olacak gibi değil, tası tarağı toplamış Gaziantep’e yerleşmiş. Halen köy köy dolaşıyor ama ilk fazda 23 bahçede sağlanan başarı diğer çiftçileri de oraya daha hızlı çekmiş. Fıstık Dede, “10 yılda yemişi alma inancı kırıldı 2 -3 yıl içinde fıstıkları toplamaya başladılar” diyor. 
Yine proje kapsamında ikinci fazda toplam 5 bin 890 dekarlık 154 bahçede antepfıstığında sürdürülebilir tarım uygulamalarına rehberlik edildi. 
Tozlaşmayı artırmak üzere dişi ağaçlarla çiçek açma uyumluluğu olan 2 bin erkek ağaç dikimi yapıldı. Budama ve aşılama eğitimleri verildi. 

Şöyle size iki cümlede özetlediklerim şüphesiz kolay olmadı, Fıstık Dede, “Gittim Hamit Polat’a. Bahçenden 5 fidanı benim uygulamalarıma vermeni istiyorum. Zararın olursa cebimden karşılarım dedim. 2 yılda aşılanmaz dediği ağaçları aşıladım, böyle sürülmez dediği toprağı sürdüm. Gördüler sonucu böylece adım adım karşılıklı güvenin sağladık” diyor.

85 liradan 125 liraya çıktı. Neden? 
Neden bilgiyi böyle hemen reddediyorlar” diye soruyorum haklı olarak. Ancak Fıstık Dede’nin verdiği yanıt Türkiye’de tarımın can alıcı sorunlarından birine işaret ediyor: 
Köylü ne yapsın en az 7 otorite çıkıyor sürekli karşısına. Tarım il müdürlüğü, ilçe müdürlüğü, ziraat odası, ilaç satıcıları, gübre bayileri, malzeme satıcıları... hepsi kendi bildiğinin doğru olduğunu söyleyen bir bilgi kirliliği. Bu yüzden önce güvenin tesisi şart. 
Ne yazık ki ortak çalışma kültürü olmayan, koordinasyonu kabullenmeyen bir toplum olmamızın yansımaları bunlar ve her yerde olduğu gibi tarımda da sonuçları böyle oluyor. 

Yer kalmadı ama konuyu sürdüreceğim: Hasat başında yani 20 gün önce üreticiden kilosu 30-32 liradan toplanan fıstığın neden hasatın sonunda 50-52 liraya fırladığı ve neden markette, kuruyemişçide 85 lira olan fıstığın yine 15 günde 125 liraya çıktığı mesela? 

Bileniniz var mı?



Tarımda çıkış yolu var mı?(2)


Tarım konusuna 2 hafta önce kaldığımız yerden devam... Hepimizin bildiği gerçek şu: Tarım ürünlerine ödediğimiz fiyat sürekli artıyor. Limonun kilosu hâlâ 12-15 lira; dünyanın incir, fındık, antepfıstığı üretiminde ilk sıralarda olmakla övünüyoruz ama 10 liradan aşağı taze incir göremedik. Antepfıstığının kilosu 125 liradan satılıyor kuruyemişçide. 

Bu artışın sebepleri masaya yatırılmadan sadece tarım desteklerinin artırılması gibi geçici önlemlerle konunun çözülmesi mümkün değil. 

Hadi biraz hafıza tazeleyelim, geçen yıl haziran ayında neler olup bittiğine dair... 
Buğdayda yüzde 130 olan gümrük vergisi 45’e, arpada yüzde 130 olan vergi 35’e, mısırda yüzde 130’dan 26’ya düşürüldü. Yetmedi, yüzde 135 olan ithal canlı hayvan gümrük vergisi 26’ya, yüzde 225 olan hazır et vergisi 40’a düşürüldü.
 
Bu ne anlama geliyordu? O zaman bu köşede yazmışız (30 Haziran 2017): Hükümet, yerli üreticiye “Kardeşim, sen bu işlerle boşuna uğraşma. Başka ne yaparsan yap. Ben yurtdışındaki çiftçiyi beslerim. Halka daha ucuz ithal et, ithal buğdaydan ekmek, makarna yediririm” demeye getiriyor. 

Sonuç karşınızda şimdi. Dahası bir de nur topu gibi şarbon hastalığı, ithal canlı hayvanlardan... 

Yine o yazıda şunu söylemişiz: AKP iktidarı artan enflasyonun sorumlusu olarak gördüğü gıda fiyatlarını düşürmek için tarım ve hayvancılığı ölüme terk ediyor. 

Türkiye’yi ithalat cenneti haline getirerek gıda fiyatlarını düşürmek mümkün mü? 
Kesinlikle hayır. 
Zaten fiyatlar da düşeceğine arttı. 
Sadece ithalat yüzünden değil tabii ki. Sıralayalım diğer sebepleri de: 
1- Tarımsal üretim, nüfus ve tüketim artışı oranında artmıyor. Bunun farklı nedenleri var. Kente göç, köylerin boş kalması, özellikle gençlerin tarımla uğraşmak istememesi de nedenlerin arasında ve asla gündeme getirilmiyor. 
32 milyon dönüm arazinin atıl durumda olduğunu ve şu an sulanmayan 7-8 milyon dönüm arazinin ekilememe riskiyle karşı karşıya olduğunu da belirtelim.
2- Üretici ve tüketici fiyatı arasındaki büyük uçurumu denetleyen yok. 1 ay önce Gaziantep’te tüccarın üreticiden 30-35 liraya satın aldığı antepfıstığının bugün markette 125 lira olmasının nedeni ne? Bir dost anlattı. Libya’da çalıştığı dönem, Kaddafi yılları... Bir yıl yumurta fiyatları aşırı derecede artıyor. Kaddafi emir veriyor: Fahiş fiyattan yumurta satan herkes kapısına “Ben eşeğim, halkı kazıklıyorum” diye yazacak. Mecburen yazıyorlar ve fiyatlar birden düşüyor. 
3- Üretim planlaması ve stok kontrolü yok. Biliyorsunuz haziran ayında patates-soğanın kilogram fiyatı 6-7 liraya kadar çıkmıştı. Şöyle bir geçmiş haberleri taradım. 2012 yılında Bitlis’te çiftçi satamadığı patatesi hayvan yemi yapmış. 2016 yılından da bir haber Adana’dan. Tarlada kalan soğan hayvan yemi oldu. 2 yıl önce Antalya Adrasan’a gitmiş ve nar ağaçlarının tek tek sökülmesine içimiz acıyarak şahit olmuştuk. Çünkü Rusya ambargoya başlamıştı ve nar alıcı bulamıyordu. 
4- Doğru destekleme politikası sürdürülmüyor, amaçsız hedefsiz şekilde çiftçiye dağıtılıyor.
5- Üretici örgütsüz ve güçsüz. Üretici birlikleri, kooperatifler hatta ziraat odaları çok daha bilinçli hareket edebilir. 
6- Girdi fiyatları çok yüksek. 

CHP’nin geçen yıl açıkladığı “Tarım raporu” aslında Türkiye’nin tarımda dünyadaki yerini de gözler önüne seriyor: Türkiye’de 5.5 milyona yakın kişinin çalıştığı tarım sektörünün toplam üretimi 60 milyar dolar civarında kalırken ABD’de 2.3 milyon kişinin çalıştığı tarım sektörünün toplam üretimi Türkiye’nin üç katını aşarak 175 milyar dolara ulaşıyor. Avustralya’da tarımda kişi başına yıllık ortalama 93 bin dolarlık üretim yapılırken bu rakam Türkiye’de 10 bin dolarda kalıyor. 
 
Çin ne yapıyor?
Üniversite öğrencilerini tarlalara, köylere gönderiyor. Pekin’de Çin Tarım Üniversitesi, 10 yıldan beri bahçede, tarlada bilim ve teknoloji projesini sürdürüyor.
(Science & Technology Backyard -STB- Project) ve bu çerçevede üniversite öğrencilerini ülke genelinde köylere gönderiyor. Amaç ürün veriminin artırılması. 

Sonuçlar ise çarpıcı: 2009 yılında Hebaei eyaletinde Quzhou’da daha önce hektar başına 5.6 ton buğday elde edilirken 2015 yılında 7.2 tona yükselmiş. Mısır üretimi de 6.4 tondan 9.1 tona çıkmış. Üstelik kullanılan gübre ve zirai tarım ilaçları da azaltılmış. 
Bu yapılırken de bir taşla 2 kuş vuruluyor; hem verim artıyor, hem öğrenciler deneyim kazanıyorlar.

Özlem Yüzak / CUMHURİYET