28 Eylül 2018 Cuma

YEP: IMF’siz Bir IMF Programı - KORKUT BORATAV

2019-2021 yıllarını kapsayan Orta Vadeli Program, Yeni Ekonomi Programı (YEP) başlığı ile yayımlandı. Albayrak tarafından sunuldu.

Albayrak’ın Ağustos’ta Türkiye’nin büyük patronlarına sunduğu “yeni ekonomi modeli” ciddiye alınamazdı; haklı olarak küçümsenmişti.

Aradan bir ay geçti. “Derelerin de altından çok sular aktı”. En önemlisi, Albayrak’ın Eylül başında Londra’da “15 trilyon dolarlık fon yönettiği” ileri sürülen dev finans kuruluşlarının yöneticileri ile görüşmesi oldu.

Financial Times, “Albayrak’ın bütün yatırımcıları dikkatle dinlediği; gerekenleri hızla kavradığı” bilgisini haberleştirmişti. Bu “kavrayış” hızla iki ürün verdi: Londra temaslarından on gün sonra TCMB politika faizini %24’e sıçrattı.  Ardından YEP ilan edildi.

YEP, önceki OVP belgelerinden farklıdır. Ciddi bir niyeti var: İstikrara öncelik veren  IMF’siz bir IMF programıoluşturmak; böylece Londra çevrelerini yatıştırmak…
Londra çevrelerinin, Albayrak aracılığıyla Cumhurbaşkanı’nı da “hizaya getirdiği” anlaşılıyor. Öyle olmasaydı, TCMB faiz kararı ve dev yatırımları tırpanlayan YEP kabul edilebilir miydi?  İşbölümü tanımlanmıştır: Cumhurbaşkanı “faizler hakkında görüşüm değişmedi; kriz yok, tertip var; doları falan boş verin; bu da geçer”gibi söylemleri sürdürecek;  damat ise finans çevrelerinin taleplerini hayata geçirecektir.

Ne var ki, IMF’siz bir IMF programı hazırlamak kolay değildir. IMF, uluslararası sermayenin üst organıdır; “niyeti bozuktur”; ama işlevini hakkıyla sürdürür. Bu nedenle, programları bütüncül modellere dayanır; hedefler ile araçlar arasında tutarlılık gözetilir;  uygulanması adım adım denetlenir.

YEP ise, kısa vadede “sıcak para girişleri” tetiklemek amacı taşıyan bir belgedir. Trilyonluk fon yöneten çevrelere, “kazançlı çıkarsınız” mesajıdır. İnandırıcı olmak için de IMF’nin Nisan 2018 tarihli Türkiye Raporu (Turkey: Article 4 Consultation- Staff Report; No. 18/110) dikkate alınarak hazırlanmıştır.  Aşağıda, örneklerini vereceğim. Ne var ki, “üst organ”ın (IMF’nin) tezgâhından geçmediği  için, bütünlükten, içsel tutarlılıktan, uygulanma güvencelerinden  yoksundur.

Dengeler niye bozulmuş?
YEP, Türkiye ekonomisinde dengelerin 2013’ten itibaren bozulduğunu ileri sürüyor.  Alt başlıktaki “dengelenme, disiplin, değişim” sözcükleri, IMF ve finans kapitalin geleneksel “istikrarcı” söylemine geçildiğini temsil ediyor.

 Özellikle hızlanan enflasyon ve büyüyen dış açık ile ortaya çıkan “dengelerin bozulması” nasıl açıklanıyor? Birkaç etken peş peşe sıralanıyor (s.4):
Cumhurbaşkanı’nın    “komplocu” açıklamaları elbette yer alacaktır: “Gezi olayları, 17-25 Aralık 2013 yargı darbesi, Temmuz 2015 darbe girişimi, ABD  yönetiminin Türkiye ekonomisini ve TL’yi doğrudan hedef alması…

Uluslararası finans çevrelerinden gelen “ekonominin aşırı ısınması” eleştirisi de kabul  edilecektir: “Ülke ekonomisine olumsuz etkileri olan dört seçim ve bir referandum…”
Dünya ekonomisinin olumsuz katkıları da eklenecektir: “2018’in ikinci çeyreğinden itibaren gelişmiş ülkelere yönelik risk algısının bozulması, FED’in faiz artışları ile uluslararası sermaye akımlarının yavaşlaması…” (s.4)

“Komplo teorisi” saçmalığı bir yana, diğer iki etken niçin öncelikle Türkiye ekonomisini sarsmıştır?

“Niçin özellikle Türkiye?” sorusu sorulmayacaktır. Zira YEP’in yazarları ve muhatabı olan finans çevreleri, AKP’nin 2003 sonrasında kesintisiz uyguladığı IMF patentli neoliberal programın sorumluluğunu algılayamaz. Bu programa tam teslimiyetin yarattığı kronik, giderek ağırlaşan dışsal kırılganlıklar, bozulan dış ortamlarda  Türkiye’yi öncelikle sarsmıştır; bugün de sarsmaktadır.

Krizin örtülü, yarı açık itirafı
YEP’e göre 2013 ve sonrasında ekonominin dengelerini bozan etkenlerin sonucu ne olmuştur? “İktisadi faaliyetin 2019 ve 2020’de potansiyelin altında seyretmesi…” (s.17)
YEP’in 2018, 2019, 2020, 2021’deki millî gelir öngörülerini (yüzdeler olarak) aktaralım: 3,8 → 2,3 → 3,5 → 5,0

YEP’in bu öngörülerini,  2018’in ilk altı ayında yüzde 6,2 oranında büyüyen millî gelir verileriyle birleştirelim; Türkiye ekonomisinin 2018 ve 2019’un bir bölümünde küçülmesi kaçınılmaz görünecektir.

Nasıl? 2018’in üçer aylık millî gelir sayılarını kullanınız; son üç ayda önceki yıla göre “sıfır büyüme” varsayınız; aynı yılın tümünde YEP’in öngördüğü yüzde 3,8’lik millî gelir artışı ile birleştiriniz. Ekim’den itibaren ekonominin küçülmeye başlayacağını öngöreceksiniz.

2019’a küçülerek giren Türkiye ekonomisinin o yılın tümünde sadece %2,3 büyümesi öngörülüyor. Bu öngörü de, yılın ilk yarısında milli gelir düşmeden gerçekleşemez. Kısacası, YEP’in kullandığı istatistikler dahi, bu iki yılda küçülme dönemleri öngörüyor.
OECD ise, Türkiye millî gelir öngörülerini güncelleştirdi; 2018 için yüzde 3,2’lik, 2019 için yüzde 0,5’lik büyüme oranları tahmin etti. Bu öngörüler, en azından dokuz aylık bir küçülme senaryosu ima etmektedir.

Buna karşılık YEP, dolarlı millî gelirin 2018’de dahi küçüleceğini açıkça belirliyor. Nisan’dan itibaren durgunlaşan, sonra inişe geçen ekonominin tırmanan döviz fiyatlarıyla birleşmesinin sonucu söz konusudur.

YEP’in 2018 millî  gelir tahmini 763 milyar dolardır ve bir önceki yıla göre yüzde 10,3’lük düşme söz konusudur (Ek Tablo 1, s.29). Böylece dolar hesabına geçtiğinde YEP, ekonomik krizi açıkça itiraf etmiş oluyor.

Dolarlı millî gelir, tek başına  ekonomik gönenci yansıtmaz; ama Türkiye için büyük önem taşıyan dış kırılganlık göstergelerini belirler. Örneğin, YES’te yer alan tahmine göre dış borçların millî gelire  oranı 2017 ile 2018 arasında yüzde 53’ten yüzde 61’e çıkmış; bir dış borç krizinin kritik eşiği aşılmıştır.

YEP, 2018 cari fiyatlarla milli gelir öngörüsünü, 4,90 TL’lik kur uygulayarak dolarlı millî gelire (763 milyar dolara) dönüştürüyor. Dolar, 6 TL’nin üzerinde seyrederken bu kur, aşırı iyimser olduğu için eleştirildi; ama YEP’e haksızlık yapıldı. Güncel fiyatlar değil, yıllık ortalama  kurlar önemlidir. Bank of International Settlements (BIS), Ocak-Ağustos arasının ortalama dolar/TL kurlarını veriyor. Bunları TCMB’nin Eylül kurları ile birleştirirsek, ilk dokuz ayda ortalama kur, $1=4,27 TL’dir. YEP, son üç ayda dolar için 6,79 TL ortalaması varsaymış ve yıllık 4,90 TL tahminini  buna dayatmıştır. Bu hesapta fazla iyimserlik yoktur.

YEP’in politika önerileri ve IMF raporu
YEP, “hızlı sıcak para girişleri” hedefleyen bir metindir. Muhatabı, “trilyonlarca dolarlık fon yöneten” finans çevreleridir. Politika önerileri de neoliberal istikrar programlarından ilham almalıdır.

Yukarıda da değindiğim gibi, YEP yazarları bu “ilham”ı, Nisan 2018 tarihli IMF’nin Türkiye Raporu’nda bulmuşlar.

IMF Raporu, Türkiye kriz ortamına girmeden önce kaleme alınmıştı; ama o tarihte dahi “ekonomi açıkça aşırı ısınma işaretleri vermektedir ve genişleyici politikalar artık uygun değildir. Para politikası çok gevşektir; bütçe-içi ve (KGF / KÖİ katkılarıyla) bütçe-dışı maliye politikaları tehdit [oluşturmaktadır]” teşhisi ile başlıyordu (s.6).
Buradaki para politikası eleştirisi, Albayrak’ın  “Londra eğitimi” sonrasında TCMB’nin 13 Eylül faiz kararı ile yanıtlandı. Maliye politikaları eleştirisi ise YEP’te dikkate alınıyor: “Faiz dışı bütçe fazlası / millî gelir oranı” (yüzde olarak)  2018’de   -0,5’ten, 2019’da +0,8’e çıkarılacaktır. Bu “daralma”, kamu harcamalarında 59,9 milyar TL’lik kısıntı, vergilemede 16 milyar TL’lik artış ile sağlanacaktır. Kamu maliyesindeki toplam daralma, millî gelirin yüzde 1,7’sine ulaşmaktadır (s.5, 31, Ek Tablo 3).
IMF’nin Nisan 2018 Raporu’na bakalım: Faiz dışı bütçe dengesinin 2019’da millî gelirin yüzde 1,75’ine denk gelecek boyutta yükseltilmesi önerilmektedir (Paragraf 21, ss.10-11). Rastlantı olamaz; YEP yazarlarının IMF Raporu’ndan hareket ettikleri anlaşılmaktadır.

Kamu maliyesinde GSYH’nin yüzde 2’sine yaklaşan kemer sıkma önerisi (çoğaltan etkileri de dikkate alındığında) 2019’daki yüzde 2,3’lük büyüme öngörüsü ile tutarlı olamaz. Ya YEP’in bu öngörüsü geçersizdir; ya da kemer sıkma önlemleri “göz boyama”dır.

Yeni Ekonomi Programı’nda yer alan bazı politika önlemelerini IMF Türkiye Raporu ile karşılaştıralım:
IMF: “Kamu ücretlerinin geçmişe dönük endekslenmesine son verilmeli; asgari ücretler, verim artışlarına ve  beklenen enflasyona bağlanmalıdır.” (Paragraf 34, s.14)
YEP: “Kamunun fiyat belirleme ve yönlendirme politikasına tabi belirli (personel dışında) alanlarda geçmiş enflasyon verisi yerine YEP’te yer alan enflasyon hedefleri dikkate alınacaktır.” (s.7).  Burada “kadrolu devlet memurları” dışında geniş bir emekçi kitlesini (tüm emeklileri, ücretli kamu çalışanlarını, asgari ücretleri vb) enflasyona karşı koruyan uygulama tehdit altındadır.

IMF: “İşgücü piyasası kıdem tazminatı reformu ile daha esnek hale getirilebilir. Geçici istihdamda liberalleşmenin eksiksiz uygulanma önceliği önemlidir. Emeklilik sistemi reformu genişletilmeli; özel emekliliğe otomatik katılım genişletilmelidir.”     (Paragraf 34,35, ss. 14-15).

YEP: “Hizmetin özelliğine göre esnek çalışma modelleri uygulanacak; kamu kurumlarının esnek çalışma ile verimi sağlanacaktır. Kamu maliyesine yükü azaltmak üzere sosyal sigorta sistemi yeniden düzenlenecek; sosyal tarafların mutabakatıyla kıdem tazminatı reformu gerçekleştirilecek; yarım çalışma ödeneği etkin şekilde uygulanacak, çalışanların bireysel emeklilik sistemine otomatik katılması genişletilecektir. (s.12, 17-18) Burada “kamu kurumlarında esnek çalışma” ifadesi, devlet bünyesinde taşeronlaşmanın yaygınlaşma  habercisidir.

Listeyi geliştirebilirim; burada kesiyorum.

IMF’siz bir IMF programı amacına ulaşır mı?
YEP’in amacı nedir? Yukarıda işaret ettim: Finans kapitale, fon yöneticilerine bir çağrıdır: “Önerilerinizi  dikkate aldık; getiri beklentilerinize güvence sağladık;  yatırımlarınızı bekliyoruz…”

Ancak, temel bir sorun var: Bu IMF programının denetleyicisi yoktur. TCMB faizleri ve enflasyon verileri anlık gözlem altındadır. İyi ama, malî disiplin ve yapısal uyum hedeflerini izleyen ve uygulamalara  göre kredi dilimlerini serbest bırakan IMF denetimi yoktur.

Dahası, programa bağlı dış (IMF) kredi akımı da yoktur. IMF kaynağı, vadesi gelen, ödeme güçlüğü ile karşılaşan dış kredilere tahsis edilir; uluslararası bankaları riskten uzak tutar; döviz kurlarına istikrar, sıcak paraya getiri güvencesi sağlar. Bugünlerde uygulanan Arjantin programının sağlaması beklenen güvence öğeleri Türkiye’nin programında yoktur.

Bu nedenle YEP, “varlık fiyatları iyice ucuzladı; girme zamanıdır” diyen maceraperest spekülatörler için sadece bir çekiş etkeni olabilir. En coşkulu dönemlerde bile bu fonlar, yabancı sermaye girişlerinin üçte biri civarında seyretmiştir.

YEP’in “derde deva”  olması beklenemez. Esasen, bu belgeyi yazanlar, programın uygulanmayacağını elbette biliyor. Cumhurbaşkanı’nın göz bebeği mega-yatırımlar tırpanlanacakmış! 

Mümkün mü? 

Bu IMF programı, bu nedenle IMF’sizdir….

Korkut Boratav / SOL

Bir gazeteci krala bakabilir mi? - MİNE SÖĞÜT

- Olay Almanya’da geçecek.Yurtdışına kaçan bir gazeteci, kaçtığı ülkeye ziyarete gelecek olan kendi ülkesinin cumhurbaşkanına tutuklu gazetecilerle ilgili soru soracak. 
Kaçtığı yerden. 
Güvenli olduğu bir bölgeden. 
O yabancı ülkedeki demokrasiye güvenerek ve soru sorduğu için ipe gitmeyeceğini bilerek... 
Dolayısıyla soruyu sorarken dik duracak ve Cumhurbaşkan’ın gözlerinin içine bakacak. 
O gözlerde belki meslektaşlarının artık bu ülkede sorgulamaktan çekindiği şeyi kurcalayacak; 
Belki bir yandan da kişisel bir hesaplaşmanın hazzını yaşayacak.

 Terk ettiği ülkesindeki gazetecilerden biri bu duruma laf atıyor. Alman korumasında, Alman kucağında, Alman himayesinde, Alman mandasında istediğin kadar okkalı sorular sor. Asla kahraman olamazsın! Asla yiğit olamazsın” diyor. 
Diğeri hemen cevap veriyor: 
Tahir Elçiye aslan, iktidara kedi olanlar, ‘yiğitlik’ mevzuuna hiç girmemeli.” 
Ve biz bir tenis maçı izler gibi bu atışmayı izliyoruz. 

Kaçanın cesaretini sorguluyoruz ve kalanın samimiyetini.
 
Asıl meselenin, neden bir devlet adamına soru sormanın cesaret ya da himaye gerektirmesi olduğu noktasına varamadan... 

Magazin bir tartışmanın içinde bir kez daha aklımızı ve vicdanımızı yitiriyoruz. 
Sorularının gölgesinde kalan korkunç gerçek yine es geçiliyor. 
Gazetecilik nedir, ne değildir? 
Himaye ne işe yarar, ne işe yaramaz? 
Bir gazeteci bir başbakanın yüzüne hangi koşullarda bakabilir, hangi koşullarda bakamaz? 
Bir başbakan gazetecilere nasıl olur da yüzüne baktırmaz? 
Cesaret hangi koşullarda işe yarar, hangi koşullarda sayılmaz? 


Tüm bunlar umurumuzda değil. 


Aklımızda başka şeyler... 
Kâbus gibi bir çağ. 


Bu kâbus gibi çağda gazetecilik yapmak da, soru sormak da, köşe yazmak da kirli bir uğraş. 

Bu utanç verici tartışmalar üzerinden gazeteciliği masaya yatıramayan; 
Böyle bir cumhurbaşkanına sahip olmanın ülke için ne anlam taşıdığını hiç sorgulamayan aklımızın, kaçanlar ve kalanlar üzerinden kuracağı her cümle lekelidir. 
Yaşadığımız coğrafyada demokrasinin yoksunluğu ve hukukun güvensizliği artık baştan sona tescilli. 

O yüzden ülkeden “kaçmış” bir gazeteci ülkesinin başkanının yüzüne, gözlerinin içine bakarak soru sorabileceği güvenli bir bölgede cesaret taslıyor diye ona çıkışan “kaçmamış” gazetecinin aklıyla... 

O “kaçmamış” gazeteciyi koşullara göre davranma beceresinden vuran “kaçak” gazetecinin intikamcı enerjisi arasına sıkışmış bir algı üzerinden kurduğumuz dil hiçbir işe yaramaz. 

Burada asıl mesele; 
Her iki gazetecinin de Cumhurbaşkanı’nın gözlerinin içine bakarak soru sormanın tehlikeli olduğu konusunda hemfikir olmasıdır. 

Bu ülkede insan hakları, basın özgürlüğü, adalet gibi kavramlar var mı, yok mu, hâlâ tam anlamayanlar... 

Ve gerçek gazetecilerin de hiç hesap yapmadan, tıpkı kediler gibi her koşulda, sürgünde de hapiste de kralın gözlerinin içine bakabileceğini bilmeyenler.. 

Bu tartışmaya bakıp kolayca bir Z raporu alabilirler.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

EURO 2024 Almanların, etçiler şampiyonası bizim! - Arif Kızılyalın

UEFA’nın Nyon’daki genel merkezinin toplantı salonu. 2024 Avrupa Futbol Şampiyonası’nın ev sahibini sadece 3-4 dakika içinde açıklanacak. Son sunumlar bir kez de kamuoyuyla paylaşılıyor. Almanya’nınki tamamen profesyonelce bir stüdyo çalışması. Tribüne oynamışlar belli ki, oy kullanacak ülkelere yönelik bayraklı taraftarlı, süslü bir görüntü zinciri. Uwe Seeler’den, Bierhoff’a, Löw’den Höeness’e birçok yıldız da nostaljik kapsamda anı tazelettiriyor. Ve Alman kafilesinin sözcüsü pozisyonunda oturan Bayern Münihli Philipp Lahm’ın görüşleri: “Biz bu şampiyonayı hak ediyoruz...” 

Sonra Türkiye’nin sunumu. Lig maçlarından kopyalanan görüntü buketi. Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş, Trabzonspor tribünleri. QuaresmaKuytDrogba’nın golleri, Anadolu teması. Güzel bir ‘montaj’ çalışması. Acaba stüdyoya hiç mi girilmedi diye düşünürken, araya bir Boğaz Köprüsü, ardından Marmaray tüneli. Ve Nusret. Evet, yanlış okumadınız, et restoran zincirinin sahibi Nusret Gökçe, Türkiye’nin 2024 futbol tanıtımının final golünü attı, ama kendi kalemize! 

Galiba bizimkiler yanlış anlamış olayı. Eğer “Avrupa Et Ürünleri Şampiyonası”na aday olsak Nusret doğru isim, ama biz futbolla ilgili bir organizasyona adayız, etçinin orada ne işi var! Daha sormuyorum, bu tanıtım ekibinde niçin Tugay KerimoğluHamit Altıntop Halil Altıntop kardeşler, Nuri ŞahinNihat KahveciTuncay Şanlı, Bülent Korkmaz, Selçuk İnan, Oğuzhan Özyakup yok diye.. 

Galiba, onları da danışmanlığımızı yapan Londra merkezli Ting-Tang firması istememiş. Tıpkı, Mesut Özil olayını kaşımamamızı istedikleri gibi, “Futbolcu olmasın..”  demişlerdir belki. Allahtan Fenerbahçe Kulübü Başkanı Ali Koç, Ampute ve Kadın Ulusal Takım kaptanları gibi futbol yüzleri vardı da durumu kurtardık. 

Bir çift söz de Sn. Cumhurbaşkanı ve Bakan’a; gerçekten Türkiye Cumhuriyeti Devleti, vergi, ücretsiz ulaşım, bedava stat gibi büyük kozların kullanılmasına izin verdi EURO 2024 için. İki makam da çok çalıştı, ama keşke insan hakları ihlalleri için de bir iki adım atsalardı. Mesela, OHAL’i bahane edip gencecik insanları slogan attıkları için hapse göndermeseydik! Yoksa, futbol tutkunu, 80 milyonluk dev bir nüfus, maket statla da, bozuk ekonomiyle de olsa 2024’ü alabilirdi, Ama birşeyler fena halde eksikti!

Arif Kızılyalın / CUMHURİYET

Helikopterli harmandalı - NAZIM ALPMAN


İçinde bulunduğumuz 2018 Eylül’ünün en büyük “olayı” İstanbul’un üçüncü havalimanında yapılmış olan Teknofest festivali ve onun yarattığı görkemli kalkınmışlık gösterileri idi.

Pek çok yönden eylül ayına damga vurdu bu görsel şölen. T3 Vakfı ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen etkinlik 20-21-22-23 Eylül tarihleri arasında icra edildi.

•••

Teknofest’in en başında bulunan Selçuk Bayraktar aynı zamanda Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın da damadı.
münafıklar bu rastlantıyı kötümser yorumlarla “aile içi eğlence” gibi değerlendirdiler. Oysa durum hiç de öyle değildi.
Teknoloji vardı, sürat vardı, imkânsızlıkların aşılması vardı. Mesela etkinlik alanı olarak seçilen yer inşaat çalışması süren İstanbul’un yeni havaalanıydı. Havaalanı bitmemişti. Cumhuriyet Bayramı'na yetişecekti. Ama dört günlük bu aliyyülala organizasyon için dört günün ne önemi vardı ki?

Zaten işçiler çalışma koşullarının iyi olmadığını belirterek iş bırakmışlar, inşaat aksamıştı. İşçiler tahtakurularıyla birlikte yatıp kalkıyorlardı. Bunun için basit bir ilaçlama yapılmasını istiyorlardı. Bir de ücretlerinin zamanında ödenmesini talep ediyorlardı.

Merhametlerini satışa çıkarmış “sözde İslamcı” gazeteci-yazarlar ve yağcılık Oscar ödülünün en büyük adayı olan gazeteciler dışında herkes bu talepleri haklı buluyorlardı.

Ama işçileri topluca gözaltına alıp, içlerinden 24’ünü de tutukladılar. Halbuki hazır işçiler iş bırakmışken bütün inşaat alını ilaçlayıp, tahtakurularını yere serselerdi hiçbir sorun kalmayacaktı.

Refleks işte… Tahtakuruları yerine işçileri yere serdiler!

Çok fazla gösteri yapıldı.

En çok ilgiyi hangisi gördü bilemiyorum.

Ben helikopterlerin havada birbirlerine doğru açılar oluşturarak adeta dans etmelerine bayıldım. Zaten hükümet medyası da bu gösteriye güzel bir isim bulmuştu:

Havada harmandalı!

Çok şahane bir isimlendirme yapıldığını teslim etmeliyiz.

Bunu dünyada yapabilecek bir başka gösteri takımı yoktur.

Neden yoktur?

Helikopterler başka fuarlarda da böylesi açılı uçuşlar yapabilirler. Fakat, bu “havada harmandalı” olmaz! Çünkü harmandalı bir zeybek oyunu olup bu topraklara özgüdür.

•••

Türkiye bu festival ile ne kadar ileriye gitmiş bir devlet olduğunu dosta düşmana gösterdi: Helikopterler harmandalı oynuyor.

Bu muhteşem gösteri yapılırken, dolar-molar konuşulabilir mi?

Hele hayat pahalılığı?

Patates soğana zam üstüne zam geldi!

Sen şu havadaki gösteriye bak kardeşim, harmandalı oynatıyoruz helikopterlere…

Bu ihtişamın yanında senin “açız” diye bağırmanın manası var mı?

Başını kaldır ve gökyüzüne bir bak hale… Bayrak dalgalanıyor –dalga geçmeyin- kalkınmanın kanatları helikopter pervanesi olmuş harmandalı şeklinde dönüyor da efem dönüyor.

Artık yok öyle sıradan ajitasyon için “ver mehteri” nameleri… Bundan böyle folklorik siyasetin nabzı Teknofest stili atacak:

Havada helikopterle harmandalı!

Nazım Alpman / BİRGÜN

Anı Tur - Alpaslan Savaş

Bir kez daha kriz günlerindeyiz. Kayınpeder “Bunlar hep dış mihraklar” dese de damat, patronlara “farkındayız, tedbir almaya çalışıyoruz” mesajı veriyor. Tedbirden sayılıp sayılmayacağı ayrı bir tartışma konusu olsa da geçen hafta açıklanan YEP, damadın bu kaygıyı taşıdığını gösteriyor.

İşin özü, gerçek bir ekonomik krizle yüz yüze olmamızdır.

Bildik tekerleme yeniden başladı zaten. “Ekonomide tüm kesimler zorda… Zenginin parası zengine, fakirin parası fakire yetmiyor.” Aynı gemideymişiz, faturayı birlikte ödüyormuşuz…

Oysa bir tarafta döviz kurunun küçük bir hareketiyle milyonlarca lirayı kasasına koyan bir avuç sömürücü, diğer tarafta bir ay ücret alamadığında, yaşamsal ihtiyaçlarını daha o ayın başında karşılayamayacak olan milyonlar var.

Birlikte bedel ödediğimiz tam bir palavra. Fatura adrese teslim, doğrudan işçi sınıfına!
Peki dövizle borçlananlar, malı dövizle alıp TL satan patronlar var. Onlara haksızlık mı ediyoruz?

Siz hiç şirketi batıp, sonraki yaşamını fakirlik içinde geçiren patron gördünüz mü? Eski Türk filmlerinde oluyor. Ama oğluna pantolon alamadığı için kendini asan işçinin ailesi burada, burnumuzun dibinde, Hereke’de yaşıyor.

Krizde zora düşen patronlar önlemini alıyor. Saray kararnamesiyle duyurulacak yeni bir borç yapılandırmasına kadar durum idare edilecek, sermaye kurtarma teşviklerinden biriyle işler yeniden yoluna koyulacak, bu arada mal varlığı olası hacizlere karşı usulüne göre korumaya alınacak.

Örnek arayan Anı Tur’a baksın. Geçtiğimiz yıl hileli iflas söylentileriyle gündeme gelen şirket şimdi acentelere yapmadığı ödemeler, yükümlülüğünü yerine getirmediği tur-tatil satışlarıyla gündemde. Ve elbette kapının önüne koyduğu onlarca çalışanla.
Oysa şirketin patronu Veli Çilsal daha geçen yıl turizm portallarına verdiği röportajlarda ne kadar büyüdüklerini ballandıra ballandıra anlatıyordu. Yeni reklam filmiyle övünüyor, tanıtım bütçesi için 14 trilyon lira harcadığını söylüyordu. Geri dönüşünü de yılın ilk yarısında fazlasıyla aldığını ekleyerek.

TÜRSAB, acentelerin ve müşterilerin artan şikayetleri üzerine, bir de işten atılan işçiler şirketin kapısında direnişe başlayınca Anı Tur acentelerini hafta sonu toplantıya çağırdı. Veli Çilsal’ın da toplantıya katıldığını, acentelere sorunu kısa süre içinde çözeceğini söylediğini biliyoruz.

Çözeceğine şüphe yok. İmdadına yetişecek bir finansman bulacak. Bu arada Çubuklu’daki villayı el konmasın diye başkasının üzerine yapacak, Şile’deki yazlığa çözüm arayacak, arada oğlan Avrupa tatilinden vazgeçecek falan. Nakit varlık zaten yedi sülaleye yetecek kadar olduğu için, kısa bir süre paraya para katamıyor olmanın üzüntüsüyle kötü günlerin geçmesini bekleyecek.

Peki atılan işçiler?

Onlar, mesai bitiminde evlerine dönerken gelen telefon mesajıyla işten atıldıklarını öğrenecek. Arayıp soru sorana hakaretin, sövgünün biri bin para olacak. Ertesi gün “Ben sizi çıkardım ama siz istifa edeceksiniz” denilip, önlerine işten kendi istekleriyle ayrıldıklarına dair çıkış belgesi konacak. Özel eşyalarını isteyenlere plazanın arkasındaki çöp konteynırı gösterilecek. Fazla mesailerin, kıdem ve ihbar tazminatlarının, hak edilen ücretlerin üzerine yatılacak.

Birlikte ödenen faturaya bakın!

Şimdi Anı Tur işçileri bu faturayı ödemeyi reddediyor. Geçtiğimiz hafta şirketin genel müdürlüğünün bulunduğu İstanbul Kozyatağı’ndaki plazanın önünde direnişe başladılar. İşyerinde çalışırken yapamadıkları şeyi geç de olsa şimdi yapıyor, birlikte hareket ediyorlar.

Dedik ya, kriz günlerindeyiz. Patronlar en ufak kâr kaybının faturasını işçilere ödetme derdindeler. Daha şimdiden Anı Tur gibi onlarca örnek var. Bu işyerlerinde ve eklenecek yenilerinde birlikte hareket etmeyen işçiler ortak falan değil, düpedüz patronların faturasını ödemek zorunda kalacak.

O halde krize karşı örgütlü hareket etmeye, işyerlerinde bir araya gelmeye başlamalı. Hem de hiç vakit kaybetmeden.

ALPASLAN SAVAŞ / BİRGÜN

Çatıyı uçuran siyasi kararlar! - Arslan BULUT

Cumhurbaşkanı Vekili Fuat Oktay, "Son 16 yıldaki dönüşüm ve çabalar neticesinde 2003'te 50 ülkede, 60 noktaya uçan THY, bugün 120 ülkede, 316 noktaya uçuş gerçekleştirmektedir. Bugün itibarıyla 170 ülkeyle hava ulaştırma anlaşması bulunan ülkemiz, söz konusu ülkelerle hava yolu ile bağlanmış ve aynı zamanda bu noktaları giderek büyüyen hava yollarımızın uçuş ağına eklemiştir. Kayıtlı yolcu uçağı sayımız 167'den 511'e ulaşırken, 2003'te toplam 34 milyonluk yolcu trafiği sayımız 2017'de 200 milyona ulaşmıştır." dedi.


Türk Hava Yolları'nın 120 ülkede 316 noktaya uçuş gerçekleştirmesinin birinci sebebi, şirketi büyütmek değil, dünyanın neresinde FETÖ okulu açılmışsa oraya ulaşmaktı!

Uçakların dünyanın dört bir tarafına birkaç yolcu ile sefer yapmasına hiçbir hava yolu şirketi dayanamazdı. Nitekim THY bu kadar büyük atılımlara rağmen 2016 ve 2017'de zarar etti. 2018'de ise yılın ilk iki çeyreğindeki zararın üçüncü çeyrekte kapatıldığı açıklandı. Herhalde diğer ülkelerin şirketleriyle anlaşma yaparak yolcuları aktarmaya başladılar.

                                                                         ***

THY'nin uzun süre FETÖ tarafından yönlendirildiği bir sır değildir!
Adana'da iş adamlarına yönelik olarak yapılan FETÖ operasyonunda tutuklanan iş adamlarından Yağmur Akkülâh, kendisini, "Türk Hava Yolları da Türkçe Olimpiyatları'nın ana sponsoruydu... Diyanet İşleri Başkanlığı da parasını Bank Asya'ya göndermişti." diye savunmuştu.

Türkçe Olimpiyatları'nda, Türkçe şarkı öğretilen öğrenciler öne çıkarılıyordu. Bu öğrencilerle konuşmaya çalışan gazeteciler, hiçbirinin Türkçe bilmediğini tespit etmişti. Yani FETÖ okulları, İngilizce dilinde öğretim veriyor ama Türkçe olimpiyatları düzenliyordu!
Peki Kocaeli'nde intihar eden adamın eşiyle konuşan gazeteciyi gözaltına alan, Rize'de tarihi ağacın kesilmesini haber yapan gazeteciyi emniyete çağıran irade, bu gerçekleri neden görmezden geliyor?
Altına sığındıkları çatı çöker diye mi korkuyorlar?

                                                                          ***

Aslında Türkiye'de ekonomik çatının uçmasının yapısal sebebi işte bu türdeki siyasi amaçlı ekonomik kararlardır.

Tayyip Erdoğan ise Amerikalı yatırımcılara hitap ederken, "24 Haziran seçimleriyle geçtiğimiz yeni yönetim sistemi, reform irademizi hayata geçirme noktasında elimizi güçlendirmiştir. Ülkemiz, artık bürokratik engellere takılmadan, eski sistemin kalıplarına mahkûm olmadan daha süratli ve etkili kararlar alabilecektir. Yeni yönetim sistemimiz, siyasi iradeye bunları en az dirençle, en az engelle uygulama imkânı veriyor. Bu dönem Türkiye'nin, içine kapanmak bir tarafa, dış dünya ile açılım sürecinin hızlandığı bir dönem olacaktır." dedi.

Zaten ABD şirketleri de muhalefetin ve Danıştay'ın engel çıkarmasından yakınıyordu. Ve zaten küresel şirketler, Türkiye'de sistem yerine tek bir kişi ile muhatap olmayı tercih eder.
Erdoğan, Amerikan şirketlerine yeniden taahhütte bulundu:
''Geçtiğimiz günlerde kabul ettiğim Türkiye'deki Amerikan firmalarının üst düzey yöneticilerine söylediğim bir hususu burada tekrarlamak istiyorum. Türkiye, serbest piyasa ekonomisinin kurallarından taviz vermeden, yatırım ortamını güçlendirmeye devam edecektir. Ülkemizin daha fazla doğrudan yatırım çekmesi için, uluslararası yatırımcıların ülkemizde güvenle ve daha çok yatırım yapmaları için gerekli yasal düzenlemeleri yapmayı sürdüreceğiz."

                                                                           ***

Madenleri, tarım arazilerini, suları, yaylaları, ormanları da yasa üzerine yasa çıkararak yabancı sermayeye açtılar ama bütün bunlar yetmedi... Türkiye'nin tapusu yabancılara teslim edilecek; öyle anlaşılıyor...

Peki Türkiye'ye teknoloji getiren yabancı sermaye var mı? Borsada oynuyorlar, alışveriş merkezi kuruyorlar, Torosların suyunu Türklere satıyorlar! Yerli ithalatçılar da tarım ve hayvancılığı yok ediyor. Hani nerede üretim ekonomisi? Büyük ölçüde yabancı sermayeye çalışan Türkiye'nin aç kalmaması mucize olur!


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

27 Eylül 2018 Perşembe

Erdoğan'ın ziyareti öncesinde sol ne yapıyor: Almanya'da direnenler ve dilenenler - SOL

Türkiye kökenli sol çevrelerin Erdoğan ziyaretini protestoları sürüyor. Ancak bütün bu protestoların 'Almanya Başbakanı Angela Merkel'in ve Alman siyaset sınıfının, Erdoğan'a karşı kendilerinin desteklemesi gerektiği' yolunda bir çağrıya dönüştüğü gözleniyor.

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Federal Almanya ziyaretine tepkiler büyüyor. Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier'in resmi davetlisi olarak Berlin'e geleceği ve Başbakan Angela Merkel ile iki kez görüşme yapacağı belirtilen Erdoğan'ın, Köln'de de bir cami açılışına katılacak olması eleştirilerin artmasına neden oldu. En son Başbakan Merkel'in, Erdoğan'ın onuruna verilecek yemekli resmi davete katılmayacağı belirtilirken, Yeşiller'in eski başkanlarından Cem Özdemir, bu davette yer alacağını ve böylece Erdoğan'ın kendisine “tahammül etmek zorunda kalacağını” duyurdu. Sağdan ve soldan birçok politikacının bu davete gelmeyi reddettiği belirtildi.

Bu arada Türkiye kökenli sol çevrelerin de çeşitli açıklamalarla Erdoğan ziyaretini protestoları sürüyor. Ancak bütün bu protestoların “Almanya Başbakanı Angela Merkel'in ve Alman siyaset sınıfının, Erdoğan'a karşı kendilerinin desteklemesi gerektiği” yolunda bir çağrıya dönüştüğü gözleniyor. 

SOL OLMAYAN SOL: 'SOS' SORUNU
Sosyalist günlük gazete Junge Welt'in 22-23 Eylül tarihli sayısında, AGIF (Almanya Göçmen İşçiler Federasyonu) Eş Genel Başkanı Mesut Duman'la yapılar bir söyleşi solun içinde bulunduğu açmaza yeni bir örnek olarak yorumlandı. “Erdoğan not welcome” (Erdoğan Hoş Gelmedi) adlı birliğin sözcüsü olduğu belirtilen Mesut Duman, Erdoğan hakkında, genel eleştirileri (“baskı-zulüm-dincilik”) dile getirirken, Berlin'den kapalı bir dille destek rica etti. Bu ziyaret çerçevesinde eleştirilerini sıralayan Duman'ın sermaye bağlantılarına ve emperyalizmle ilişkilere sosyalist bir gazeteyle konuşurken bile değinmemesi dikkat çekti. Bu “çekincenin” nedeni, söz konusu söyleşi dikkatle okununca açığa  çıktı. Duman, şu sözlerle Alman hükümetinden yardım talebinde bulundu: 
“Bu başkan, Federal Almanya'da hoş geldiniz diyerek gösterişli bir şekilde karşılanmak için demokratik bir meşruluğa sahip değildir. Türkiye'de insanlar sözde terör propagandası sebebiyle (...) hapse tıkılırken, bu tamamen yanlış bir sinyal olur. (...) Federal hükümete hatırlatmak istiyoruz ki, yapılması gereken Türkiye'de hapsedilmiş muhalefeti güçlendirmektir.”

Bu yaklaşıma göre, bu düzende, Erdoğan farklı olsa veya CHP-HDP hükümet olsalar ve özünde aynı politikaları uygulasalar, bir meşruiyete sahip bulunacaklar. Bu yaklaşım, Syriza'ya açılan kredinin de genelde devam ettiğini gösteriyor. Bu arada “Angela Ana”dan yardım talebinde bulunmanın da solun tanımına sığmadığı yorumları yapılıyor. Sermaye, emperyalizm ve sınıf politikası vurgularının olmadığı bu tür açıklamaların solun sınırları içinde kabul edilmesinin sakıncalarına daha sık dikkat çekiliyor. 

SINIFLAR VE EMPERYALİZM YOKSA SOL DA YOK
Bu arada, Demokratik İşçi Dernekleri Federasyonu (DİDF) çağrısıyla ve 40 aydının imzasıyla yayımlanan “Kirli Pazarlığa Son Verilsin” başlıklı bir protesto bildirisinde de şu görüşler yer aldı: “Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier’in daveti üzerine Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 28 Eylül’de Berlin’e geliyor. Erdoğan askeri törenle karşılandıktan sonra Savaş ve Şiddet Mağdurları Anıtı’na anıt dikecek. 
Nasıl bir ikiyüzlülük!

Erdoğan izlediği politikalarda diktatörlüğe doğru gitmeye devam ediyor. Erdoğan göreve başladıktan bu yana Türkiye’de insan hakları ihlallerinin listesi sürekli uzadı. Aralarında AGİT ve Birleşmiş Milletler’in de olduğu pek çok insan hakları örgütü, aralarında Alman vatandaşlarının da olduğu pek çok kişi gözaltına alındı ve tutuklandığını, medyaya yönelik baskıların yoğunlaştığını, Kürt halkına karşı yerinden etme ve politik karşıtların görevden alınması gibi baskılar belgeleriyle ortaya konuldu ve açık olarak eleştirildi.

Bizler Türk-Alman ilişkilerinin iyi olmasından yanayız. Ancak, ülkeyi otokratik şekilde yöneten Erdoğan, agresif şekilde antidemokratik, laiklik ve semitimiz karşıtı, kadın düşmanı bir politika izliyor. Türkiye ve bölgeyi kaosa sürüklüyor. Bu koşullarda ilişkilerin normalleştirilmesini kabul etmiyoruz.

Alman hükümetinin bugüne kadarki politikası Erdoğan‘ı demokratik bir çizgiye çekmeye yaramadı. Tersine özellikle Alman silahlarının verilmesiyle Türkiye‘de daha olumsuz gelişmelerin yaşanmasına neden oldu. Şimdi bu tersine dönmeli ve silah satışı derhal durdurulmalı. Genel olarak şu geçerli olmalı: Federal Hükümet, Erdoğan‘la görüşmesinde, bugünkü yönetimi güçlendirecek şekilde destek vermemelidir. Baskıcı, başkasına söz hakkı tanımayan ve ayrımcı rejim destek almamalı. Eğer Erdoğan, Almanya ziyaretini kendi çıkarları için kullanırsa, bu tam anlamıyla bir felaket olur.

Bu nedenle her iki devlet arasında kirliği pazarlığa karşı çıkıyoruz ve Türkiye‘deki demokrasi güçleriyle tam dayanışma içerisindeyiz.”

Öte yandan Mesut Duman'ın Junge Welt ile söyleşisinde, federal hükümetin yalancılıkla suçlandığı gözlendi. Federal Dışişleri Bakanı Heiko Maas'ın Türkiye'de kendilerinden hoşlanılmayan gazetecilerin hapse atılmasını “Hukuk devleti ve basın özgürlüğüyle tamamen uyumsuz” sözleriyle eleştirdiğini belirten Duman'a göre, bu eleştirinin Alman ekonomisinin çıkarları karşısında hiçbir rolü bulunmuyor.  

Bu tür eleştirilerin muhalefetteki her burjuva partisinin yapacağı türden bir tepki olduğu gözleniyor. Ekonomik ilişkilerin, sol bir politikacının ağzından, “sınıflardan bağımsız, aşırı kâr peşinde koşan ilkesiz sanayiciler” üzerinden açıklanmaya çalışıldığı bu tabloda, sol siyasetçilere ve aydınlara bu aşırı kâr hırsını gemlemek dışında pek bir görev düşmüyor. Çeşitli sol çevrelere göre, Mesut Duman'ın söyleşide dile getirdiği tek doğru vurgu Maliye Bakanı Berat Albayrak'ın Erdoğan'dan önce Almanya'ya para dilenmeye geldiği şeklindeki saptaması oldu. 

“Devrimcilerin” Alman hükümetinden yardım dilenmesinin siyaset sayılması ve bu tür vurguların “siyasal tepki” olarak tanımlanması, solun Avrupa ve onun hegemon gücü Almanya'da ağır hasarlı olduğuna dair yeni bir gösterge olarak değerlendirildi. Erdoğan'ı protesto mitinglerine katılacağını bildiren TKP Almanya Örgütü'nden yapılan bir açıklamada, “Görünen o ki, her solcu bizim solcumuz değil. Solun ne söylediği kadar ne söylemediği de önemlidir. 

Erdoğan karşıtlığı yapıyoruz diye, ister bilinçli ister bilinçsiz, sol adına emperyalizme yamanma anlamına gelecek tutumlardan uzak durulmalıdır” uyarısında bulunuldu.

SOL - Berlin

Dil Bayramı’nı kutluyoruz - SEVGİ ÖZEL

12 Eylül paşalarının kapattığı TDK’nin yerine Dil Derneği’nin üstlendiği Dil Bayramı organizasyonları bu yıl da devam ediyor.

Atatürk, 1932 Temmuz’unda Türk Dil Kurumu’nu (TDK’yi) dernek olarak kurdu. TDK, 26 Eylül 1932’de ilk Türk Dili Kurultayı’nı topladı. Bilimcilerin, yazarların ve halkın katıldığı kurultayda 26 Eylül Dil Bayramı olarak kabul edildi. Bugün 86. Dil Bayramını kutluyoruz; ne ki Atatürk’ün kurduğu TDK’yi Kenan Evrengiller, Ata’nın vasiyetnamesini çiğneyerek yasa zoruyla 1983’te kapattı. Atatürk’ün kurumunun amacını 22 Nisan 1987’de kurulan Dil Derneği üstlendi. 

1950-60 arasında çoğunca perde arkasında; 1970’lerden, özellikle 12 Eylül’den sonra azgınca ‘milliyetçi muhafazakâr’ların; 15-16 yıldır ‘milliyetçi muhafazakâr’lığı da soyunan ‘din’ odaklı siyasanın ‘parlak’ sözcülerini kusturucu otlar gibi çoğalan TV’lerde beş dakika izlemek yetiyor. ‘Besleme cahiller’in bir bölümü gerçekten ‘zırcahil.’ Dil Devrimi’ni salt sözcük türetme eylemi sanıyor ve eleştiriyorlar. Bir bölümü, ‘zırcahil’i de oynatan uyanıklar; bireysel çıkar için hem ülkenin hem Türkçe’nin tarihsel akışını bilip de bilmezden geliyorlar. Aralarında aklınıza gelen her daldan Atatürk ve cumhuriyet karşıtı var. Yenileşen dilin düşünceyi de yenileştireceğini, bireyin özgürce düşünmesi ve düşünceyi özgürce açıklaması için tek aracın dil olduğunu biliyorlar. Dil Devrimi’ne tepkinin kökeninde düşünce özgürlüğünden korku var; anlamadığı, kullanamadığı bir dille toplumu çocuklar bile kandırır. Toplumu kandırmayı meslek edindiler; adil ve demokrat değiller; her şeyi biliyorlar. ‘Geçmişimiz’ diye Fatih’i Kanuni’yi anıyor; Kanuni’den Abdülhamit’e atlayıp imparatorluğu çöküşe götüren yüzyılları yok sayıyorlar. Dededen oğula aktarılan yalanlarla imparatorluğun son döneminde yazı ve dile umar arayan aydınlara saygısızlık yapıyorlar. İmparatorluk’ta, 1800’ler biterken yeni okulların açılması, çağdaş bilgi içeren kitapların çevrilmesi istenmiş; ama Osmanlıca’nın batıda ortaya çıkan kavram ve terimleri karşılayamadığı anlaşılmıştı. İlk tıp okulunun öyküsü, acı ve utanç örneğidir (1805). Koca imparatorluk öğrencilerin, İstanbul’daki İtalyan eczacılardan dil öğrenmesini düşünmüş, bu girişim fiyasko ile sonuçlanmış; aynı okul II. Mahmut döneminde açılırken Fransızca öğretim dili (1827) yapılmış; bu yöntem Türkçe’nin bilim dili olmasına yaramamıştı. 

Osmanlı’nın son dönemiyle Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki dil tartışmalarına noktayı Mustafa Kemal koymuş; Türkçe’ye güveni sağlamıştır. Osmanlı aydınları, dili tartışırken kapağında Türkçe Sözlük yazan tek yapıt yoktu. Dil Devrimi uydurukçuluksa tarihsel akışta uydurukçuluğu yeğleyen, birçok övünç kaynağımız var. ‘Güzel dil Türkçe bize/ Başka dil gece bize/ İstanbul konuşması/ En saf en ince bize’ diyen Ziya Gökalp, çağdaşları gibi Türkçe’yle değil Osmanlıca’yla düşünmüş olsa da değerli bir uydurukçudur; kültüre (culture) karşılık ‘hars’ı; psikolojiye ‘ruhiyat’ı; sosyolojiye ‘içtimaiyat’ı uydurmuştur.

‘Dil yürüyor’
Nurullah Ataçlar, Ömer Asım Aksoylar, Emin Özdemirler Türkçe’nin olanaklarını kullanarak, Türkçe düşünerek uydurdular. Dilimizde tüy değil, ağaç da bitse, uydurmaktan caymayacağız. 

Türkçe, ilk kez cumhuriyet döneminde topluca düşünülmüştür. Ruşen Eşref Ünaydın, ilk Türk Dili Kurultayı’nın son günü Türk Devrimi’nin dile yansıdığını belirten coşkulu konuşmasında, “Mustafa Kemal’ce düşünmek demek, incelemek, bütünleştirmek, bilinçlendirmek, düzene sokmak, sistemleştirmek demektir. Bu yöntem, Çanakkale’den dil kurultayına kadar aynı hızı ve sırayı gösterir” demiştir. Bugün Mustafa Kemal’ce düşünme yetisi olmayanlar Türkçe’ye güvenmiyor. Biz Mustafa Kemal Atatürk’e güveniyoruz; Atatürkçü düşünceden aldığımız güçle Türkçeye güveniyoruz. Atatürk’ün dediği gibi, “Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti”nin karartılan bütün cumhuriyet değerleriyle “dilini de yabancı diller boyunduruğundan” kurtaracağına inanıyoruz. Karşıdevrime karşın, Nâzım’ın dediği gibi, “Dil yürüyor! Yürüyenin önünde durulmaz!” 

86. Dil Bayramı kutlu olsun!

SEVGİ ÖZEL Dil Derneği Başkanı/Yazar
CUMHURİYET

Fethullahçılığın 50 tonu - Barış Terkoğlu

“Ben Hakyolcu bilinirim, FETÖ ile alakam olabilir mi?” 
Bu sözleri bir savcıdan işittim. 
Tarikatlarla örülmüş anayurdun trajik gerçeği!
Yetkisini Fethullahçılar lehine kullandığına dair somut deliller vardı. Savunması ise marifetmiş gibi, başka bir dini gruba mensubiyete dayanıyordu. 
Münferit değil... 
Davada tutuklanan popüler bir avukat bile “Fethullahçı değil, Nurcuların Zehra grubundan” diye duyuruldu. 
Son günlerde “ben aslında” diye başlayan savunmalarda kafa karıştıran bir şey oldu. 
Hikâyeyi baştan anlatalım. 

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın talimatıyla Emniyet bir rapor hazırladı. Rapor, “FETÖ silahlı terör örgütü Emniyet mahrem yapılanması” adını taşıyor. 
“Mahrem” kelimesini duyunca, aklınıza magazin haberleri gelmesin. 
FETÖ’nün TSK’den Emniyet’e, yargıdan MİT’e gizli örgütlenmesini anlatmak için kullanılıyor.
Sabrınız yeter de tamamı 383 sayfa olan raporu okursanız, bir gizli örgütün çalışma ilkelerine dair çok şey öğrenebilirsiniz. 
Rapor, ele geçen belgelerin önemli bir derlemesini içeriyor. 
Dinlemeye takılmadan haberleşmenin incelikleri de, saklanılan evlerde yakalanmadan yaşama yolları da üyelerine öğretilmiş. 
Öyle ki, ödenen para dikkat çekmesin diye “son dakikada uçak bileti almamaları” bile talimatlar arasında var. ATM dedikleri “arama-tarama mesulleri”, Işık Evleri’nde düzenli olarak delil arıyor ve olası bir operasyona karşı temizlik dahi yapıyor.

Yandaşların sessizliği 
Her belgeye kalemlikle koşan yandaş medyanın “mahrem rapor sessizliği”ni merak etmiyor değiliz. 
Bir tarama yaptığınızda, raporun ilk kez Anadolu Ajansı’na sızdığı görülüyor. 
Yayımlanan haberde ise açık tahrifat yapılmış. 
“Cumhur ittifakını bozmamak” için olacak, aktarılan kısımdan MHP’nin gazetesi Ortadoğu’nun adı çıkarılmış. 
Yalnız bu kadar mı? 
Gülencilerin devletin resmi belgesine giren “Bilindiği üzere 2002’den 2011’e kadar ilkeler üzerinden bir sorun yaşanmadığı dönemlerde bizler de AKP’yedestek verdik” ifadesini herhalde fark etmemişler! 
Bülent Arınç’ın açıklamalarının kısa videolar şeklinde hazırlanıp You Tube’dan, Facebook’tan, Twitter’dan, WhatsApp’tan paylaşılarak tabana yayılmaya çalışılması” tavsiyesini de görmemişler! 
Erkan Akçay, MHP Grup Başkan Vekili, bir arkadaşımızla direkt mesajla irtibatları vardı. Bizim yönlendirmemizle Meclis’te bir soru önergesi verdi” itirafını okurken herhalde gözlerine perde inmiş! 

Ya da Gülen’in örgüt belgelerine yansıyan Yalçın Akdoğan, Feryadı Figan, Beşir, Bülent, Kalın, Mücahid Arslan, Mustafa Gülcü ve daha niceleri, bunları hıyanette tartsanız hangisi ağır basar” sözlerine yansıyan “hıyanet”lerin neler olduğunu merak etmemişler! 
“‘Tek Adam’ın menfaatçi ekibinin kontrolündeki AKP, tek başına iktidar sayısınıyakalayamazsa AKP içindeki ve dışındaki temiz kadrolardan yeni ve umut veren bir oluşum için müsait zemin oluşacak” sözlerinin kendilerine nasıl Gülümseyerek baktığını anlamamışlar! 

“Büyüğümüzün imam-hatiplerin yapılmasını teşvik ettiği vaazlardan bölümler..” ifadelerini de atlamışlar! 
Haliyle “renklendirme” denilen en can alıcı noktayı da ıskalamışlar.

FETÖ’nün renkleri 
“Nedir bu renklendirme” diyeceksiniz. 
Fethullahçılar, son yıllarda deşifre olmamak adına gizlenmenin yeni bir yolunu bulmuş. Polisin “diğer oluşumlar içine sızma” ifadeleriyle özetlediği yöntemde “diğer oluşumlar”a da “renk” deniyor. 
Örgüt belgelerinde “neler renktir” sorusuna Fethullahçıların yanıtı şöyle: 
“Tarikatlar (Nakşi-Kadiri- Halveti vs.) - Cemaatler (Nur Cemaatleri-Erenköy-Çarşambaİslamoğlu Cemaati vs) - AKP - Partiler.” 

Kısacası, yakalanmamak için başka tarikatların toplantılarına katılıyorlar, onlara himmet veriyorlar, başka gruplara karışarak “hizmet” dedikleri asıl yapılanmayı renklendiriyorlar. AKP’deki üyeleri “en Reisçi”, muhalif görünenleri “Atatürkçülük kisvesinde” olabiliyor. 
Emniyet’in, öncelikle kendi içindeki yapılanmayı tanımlamak için yazılan rapora, yandaşların ilgisiz kalmasının nedeni belli. 

Bugün, devlet içerisinde “Okuyucular”dan “Yazıcılar”a sadece Nur kökenli 10’un üzerinde gruptan söz ediliyor. Nakşibendiliğin kollarını eklediğinizde her tarikatın kendi havuzunu oluşturduğu bir devlet yapılanması ortaya çıkıyor. Hatırlayın, Osmanlı Arşivleri’nde yıllarını geçirmiş uzmanların tasfiyesinin altından bile, yerlerini dolduracak bir cemaatin kadrolaşması çıkmıştı. Koskoca İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi Başsavcısı’nın Adnan Oktar operasyonundan sonra istifa etmek zorunda kaldığı ilişkiler yumağındayız. 

Halının altına süpürmeye çalışsalar da, sessizlikle geçiştirseler de “aman tarikatlara dokunmayın” eşliğinde yaşadığımız tartışmaya artık kimse sırtını dönemiyor. 

Erdoğan mı? 

Fethullah Gülen’i Pensilvanya’da ziyaret eden vekillerin “hepimiz oradaydık”fotoğrafını hatırladınız mı? İşte o fotoğrafta, Gülen’in omuz omuza durduğu Arif Demirkıran’ı, AKP yönetimindeki en kritik görevlerden birine getiren kararı, birkaç gün önce sessiz sedasız imzaladı. 
Çocuklarımızı da Cumhuriyetimizin kurumlarını da tarikatlara emanet etmeyin!

[Haber görseli]
AKP Dış İlişkiler Başkan Yardımcılığı görevine, AKP’lilerin Pensilvanya ziyaretinde Fethullah Gülen’in solunda duran eski Siirt milletvekili Arif Demirkıran getirildi.



Barış Terkoğlu / CUMHURİYET


İsrail için oyun şimdilik bitti - MUSTAFA K. ERDEMOL

Bir Rus savaş uçağının İsrail provokasyonu ile düşürülmesi sonrası Rusya ile İsrail’in dengede giden ilişkilerinde artık bir dengeden söz etmek kolay olmayacak. Çünkü Rusya İsrail’le ipleri koparmasa bile ilişkileri bir hayli soğutmuş durumda.

Bunun pratikteki yansıması İsrail’i şaşırtan bir karar oldu. Rusya daha önce İsrail’in isteği üzerine vermeyi geciktirdiği S-300 Füze Savunma Sistemi’ni Suriye’ye verdi. Bundan sonraki adım Suriye hava sahasını kapatmak ki, bu ABD ile İsrail’i hedefleyen bir karar. Uçak krizinin hemen ertesinde Rusya, Suriye’nin Doğu Akdeniz kıyılarını uçuşlara kapatmıştı.

Gelişmeler nasıl olur bekleyip göreceğiz ama İsrail bölgedeki kuralların değiştiğini artık anlamak zorunda. Vahhabi, Selefi, Tekfirci gruplara karşı savaşan İran’a, Hizbullah’a, Suriye’ye saldırmaktan vazgeçmeli. Moskova-Tel Aviv arasında var olan anlaşma gereği her hava harekatının Moskova’ya bildirilmesi gerektiği ilkesini de anımsamalı. Bu son uçak krizinde bu bilgilendirmeyi yapmadığı ortada. 

İsrail’in cihatçılara dolaylı destek verdiği bir gerçek. Çünkü işgal altında tuttuğu Golan Tepeleri’nin, bir gün gerçek sahibine, yani Suriye’ye verileceğini biliyor. Bu nedenle zayıf düşmüş bir Suriye’yi tercih ettiği için cihatçılara yol veriyor. Bundan Rusya’nın memnun olmadığını söylemeye gerek yok. Rusya’nın bu konuda İsrail’i defalarca uyardığı, durumun kontrolden çıkabileceğini söylediği de sır değil. 

Ama tüm bunlara aldırmayan İsrail, dengelerin hâlâ aynı olduğunu sandığı bölgede bildik tutumlarını sürdürdü. Sonuçta olan şu; Suriye’ye Lübnan’dan, Golan Tepeleri’nden gelen saldırıları bertaraf için Rusya’nın S- 300 füze savunma sistemi Suriye’de.

Şimdi İsrail için oyun alanı daralmış durumda. Potansiyeli Rusya’nın verdikleriyle hayli artan bir Suriye var artık. Suriye hava sahasını kolay kolay ihlal edemeyecek oluşu İsrail’in Ortadoğu’daki üstünlüğüne ciddi bir darbedir. 

Hizbullah faktörü de unutulmamalı. İsrail saldırılarını iki kez durduran Lübnan Hizbullahı’nın eskisinden çok füzesi bulunuyor. Bu İsrail’i Ortadoğu’da bir maceraya girmekten alıkoyacak bir etken. İran’ı da anımsayalım; eski İran yok artık, dünyada, Avrupa’da dostları olan bir ülkedir İran. AB, nükleer anlaşmayı bozan ABD’yi dinlemeyip İran’la, ABD yaptırımlarına rağmen işbirliğini sürdüreceğini bir kez daha açıkladı dün.

Rusya Güvenlik Konseyi Sekreteri Nikolai Patrushev, İranlı ve İsrailli meslektaşları Ali Şakkhani ve Eytan Ben Davut ile birlikte, İran’ın askeri tesisine yapılan son İsrail saldırısı sırasında Tahran ve Tel Aviv arasındaki gerilini azaltmak için Soçi’de ayrı ayrı bir araya gelmişti. İsrail bu görüşmelerin kendi gücü yüzünden yapıldığını sanıyorsa aldanıyor. Unutmamalı ki, Rusya, İsrail’e misilleme yapmaması konusunda Şam’a tavsiyede bulunmuştu. Yani Suriye ve İran’la müttefik olan Rusya’nın varlığı bölgede İsrail’in güvenliği için çok gerekli. İsrail’in bunu da pek kavrayamadı görünüyor. 

İsrail’in stratejisini değişme zamanı geldi. Çünkü Rusya gibi kendisini zaman zaman koruyup kollayan bir müttefiki ciddi olarak kızdırmış durumda. İlişkilerin düzelmesi zor değilse de zaman alacak gibi görünüyor. Bu süreyi kısaltmak İsrail’in elinde. Artık bölgede dengeleri lehlerine çevirmiş Suriye ve İran gerçekliği karşısında eskisi gibi rahat at oynatamayacağını anlamak zorunda.

Kartların yeniden açıldığı Ortadoğu’da İsrail artık hakemin değiştiğini görmezse “tüm oyunları” kaybedebilir. Bunun Filistin için iyi olacağını söylemeye gerek yok. Terörü politika haline getirmiş bir ülke olarak İsrail’in artık “kaybetmesi” lazım.

Bu tüm bölge için iyi olacak.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

2 tahta 3 çivi de ‘imar barışı’ kapsamında - RABİA YILMAZ

Kaçak yapıların yasallaşmasına olanak sağlayan ‘imar affı’ fırsatçılara rant kapısı oldu. Yayla ve meralarda herhangi bir barakanın fotoğrafı çekilerek ‘yapı belgesi’ alınıyor.

Kaçak yapılaşmanın önünü açtığı için eleştirilen ‘imar affı’ düzenlemesi fırsatlar için yeni rant kapıları yarattı. Karadeniz’de yayla ve meralarda hızlı bir biçimde barakaların kurulduğu, fotoğraflarının çekildiği ve ‘imar affı’ kapsamına dahil olması için başvuruda bulunulduğu ortaya çıktı. Çevre ve Ekoloji Hareketi’nden (ÇEHAV) avukat İbrahim Demirci, “Yaylada 2-3 tahta çakıp, o yapıları ev gibi göstererek, imar affı başvurusunda bulunuyor ve yapı belgesi alıyorlar” dedi.
Karadeniz’deki yayla ve meralarda incelemeler yaptığını kaydeden Av. Demirci, “Herkes büyük bir hızla ev yapıyor. Hatta evi bırakın 2-3 tahta çakıp ev gibi göstererek fotoğrafını çekiyor ve o şekilde imar affı başvurusunda bulunuyorlar. İnsanlar duvarını yapmadan tahtalarını çakıyor ve evini kuruyor. Düzenlemenin son tarihi olan 31 Ekim’e yetiştirmeye çalışıyorlar” ifadelerini kullandı.

Fotoğraf çekip belgeyi almaya çalışıyorlar
Bölgedeki birçok çevre davasının da avukatlığını yapan Demirci, yayla ve meraların farklı statülerinin olduğunu, imar kanunu kapsamında değerlendirilemeyeceğini belirterek, şöyle devam etti: “Yayla ve meralarda ancak hayvanların barınabileceği Karadeniz koşullarına uygun geleneksel yayla evlerinin olabileceği bir yapı olmalı, imar olmaz. Ama yasayı çok geniş tuttukları için uygulama itibariyle yayladaki insanlar da eski yeni evleri bakmadan fotoğraflarını çekip belgeyi almaya çalışıyorlar. Şu an bütün yaylalarda herkes bir şekilde eski evini onarmaya çalışıyor, çok hızlı bir biçimde yapılaşma var.”

Yaylaların sonu Ayder’e benzeyecek
Demirci, bu düzenlemenin yayla ve meralarda da uygulanmasının ileriki süreçte yaratabileceği sıkıntıları ise şöyle açıklıyor:

“Yapı belgeleri çoğaldıkça, ilerleyen süreçte olacak şey şudur: Yaylalarda hayvancılık çok azalmış, buraya birçok ev yapılmış; devlet ya da idare de bu aşamada insanları yayladan ve meradan çıkarabilecek. Bu kadar yapıyla yayla ve meranın işgal edildiğini söyleyecek ve statülerini kaldırarak, Ayder’e benzer bir manzarayla karşımıza çıkacaklar, TOKİ’yi de oraya sokup geri dönülemez bir tahribat yaratacaklar. İlla bu şekilde olmak zorunda değil, ama bu şekilde yapılaşma devam ettiği sürece yayla ve meraların yapısı bozulacak. Yayla ve meralar imar affı düzenlemesi nedeniyle hızlı bir şekilde kentleşiyor.”

Uzmanlar uyarmıştı
Düzenlemenin açıklanmasıyla uzmanlar, kapsamı itibariyle suiistimal edilebileceğini açıklamıştı. Kaçak, sağlam olmayan, Hazine ve doğal sit statüsü bulunan alanlarındaki yapıların da düzenlemeyle legalleşmesinin ve ‘yapı belgesi’ almasının, büyük bir riske işaret ettiğini vurgulamıştı. Ancak yetkililer, düzenlemenin bu kapsamda devam edeceği konusunda diretmişti.
***
Olmayan eve ‘imar affı’ başvurusu
Büyük kentlerde ise ‘imar affı’ düzenlemesinde ‘farklı’ şekilde faydalanılıyor. Herhangi bir resmin sisteme yüklenmesiyle, yapı belgesi’ne sahip olunuyor. Ancak fotoğrafın çekildiği arazide ne bir yapı ne de bir bina söz konusu. Adres bilgileri doğru, ancak fotoğraf hiç ilgisi olmayan bir alandan yükleniyor.

Rabia Yılmaz / BİRGÜN