5 Aralık 2018 Çarşamba

Gezi’yi Soros mu yaptı-(I-II-III) - FATİH YAŞLI

Renkli devrimler
10 Nisan 1947’de İsviçre’nin Mont Pelerin kasabasında bir araya gelen 36 kişi “Mont Pelerin Cemiyeti” diye anılacak bir topluluk kurdular. Liberal akademisyen ve entelektüellerinden oluşan bu 36 kişinin arasında sonradan büyük üne kavuşacak olan Friedrich Hayek, Ludvig Von Mises, Milton Friedman ve Karl Popper gibi isimler de vardı.


Hepsi ateşli birer anti-komünist olan bu isimleri bir araya getiren şey bir “endişe”ydi: SSCB 2. Dünya Savaşı’ndan büyük bir saygınlıkla çıkmış, Avrupa’nın yarısı komünistlerin kontrolüne geçmişti. Bunun yanı sıra bütün Avrupa’da sosyal devlet uygulamaları yürürlüğe girmişti. Bu ise serbest piyasa fikrinin ve liberalizmin çok büyük bir yara alması demekti ve bununla mücadele edilmesi gerekiyordu.

1970’li yıllarda kapitalizmin yaşadığı büyük kriz, neo-liberalizm dediğimiz ve sosyal devleti tasfiye edip hayatın her alanını piyasalaştırmayı hedefleyen bir anlayışı tüm kapitalist dünyada egemen düşünce haline getirdi. Neo-liberalizmin “kurucu babaları” ise Mont Pelerin Cemiyeti’nin üyeleri Hayek, Mises ve Friedman’dı. Yani kuruluşunun üzerinden geçen 35 senenin sonunda cemiyetin fikirleri iktidar olmayı başarmıştı.

Cemiyet’in başka bir üyesi olan Karl Popper hayatını Marksizmi çürütmeye adamıştı. Bir bilim felsefecisi olan Popper bir yandan Marksizmin bilim olmadığını ispatlamaya çalışırken, öte yandan da “Açık Toplum ve Düşmanları” adlı kitabıyla Marx’ın Hegel ve Platon’la birlikte totaliter rejimlerin fikir babası olduğunu iddia ediyordu.

Onun öğrencilerinden ve hayranlarından biri olan George Soros adlı bir Macar finans spekülatörü, Popper’in kitabının isminden esinlenerek 1984’de “Açık Toplum Vakfı”nı ilk kez Macaristan’da kuracak, sonrasında da dünyanın birçok ülkesine bu vakıf ağını yerleştirecekti.

Soros’un adının ve vakfının esas popüler hale gelmesi ise 2000’lerin başındaki “renkli devrimler” adı verilen toplumsal hadiselerle birlikte olacaktı. Gürcistan, Ukrayna, Sırbistan gibi ülkelerdeki “otoriter rejimler”e karşı başlayan isyanları ABD, AB ve bunlara bağlı sayısız örgütle birlikte Soros’un vakfı da destekledi ve fonladı. Eylemcilerin eğitilmesinde, yayınlarının ve eylemlerinin finanse edilmesinde, uluslararası bağlantıların kurulmasında Açık Toplum Vakfı büyük bir rol oynadı.

Soros’un ve Açık Toplum’un etkinliği “zamanın ruhu”na çok uygundu. 90’ları ve 2000’lerin ilk on yılını kapsayan Sovyet-sonrası küresel çağda, kapitalizmle demokrasi arasında bir özdeşlik kuruluyor, kapitalizmin tüm dünyaya refah, barış ve özgürlük getireceği iddia ediliyordu. Soros ise küreselleşmenin ideolojisinin tüm dünyaya yayılmasında özellikle sivil toplum alanındaki faaliyetleriyle ve renkli devrimler aracılığıyla önemli bir rol oynuyordu.

Ancak 2008 yılında kapitalizmin yaşadığı kriz, neo-liberal politikalara yönelik büyük bir öfke yarattı ve “sağ popülizm” denilen akım giderek güçlendi. Neo-liberalizmin yoksullaştırdığı halk kitlelerinin aslında kapitalizme yönelmesi gereken öfkesi, solun son derece zayıf olduğu bir konjoktürde göçmenlere, mültecilere, yabancılara yöneldi ve sağ popülizm bunu ustalıkla manipüle etti. Hem bu düşmanlığı kaşıyan hem de “müesses nizam”la kavga eder görüntüsü veren Trump, Orban, Modi gibi liderler bu süreçte işbaşına geldi. Soros ise sağ popülizmin günah keçilerinden biri haline getirildi.

Sağ popülizmin ne olduğu ve günah keçisi olarak neden Soros’un seçildiği bir sonraki yazının konusu olacak. Üçlemenin son yazısında ise Gezi’ye ve Türkiye’ye geleceğiz.


                                                           ***

Sağ popülizmin yükselişi

Başlıktaki sorunun yanıtını aradığımız bir önceki yazıda önce “renkli devrimler”den ve bunlarla Soros arasındaki bağlantıdan söz etmiş, ardından da sağ popülizmin yükselişiyle Soros’un hedef tahtasına yerleştirilmeye başlandığını söylemiştik. Buradan devam edelim.

Sovyetler’in yıkılışı sonrası kapitalizmin zaferinin “tarihin sonu” tezleriyle ilan edilmesinin ardından, ortada bir zafer olmadığı ve tarihin de sonunun gelmediği kısa süre içerisinde fark edildi. Kapitalizm dünya ölçeğinde eşitsizlik ve yoksulluk üretmeye devam ederken, neo-liberal politikalar ABD ve Avrupa’da da eşitsizlikleri derinleştirdi, yoksulluğu arttırdı.

Sol siyasetin zayıf olduğu ve kendini alternatif olarak sunamadığı bir konjonktürde, neo-liberal politikalara yönelik öfkeyi ustalıkla manipüle edebilen sağ popülizm giderek kitleselleşti ve kimi ülkelerde iktidar olmayı başardı. 
Genellikle “tek adam”ların liderliğinde yükselen sağ popülizm, sözde “düzen karşıtı” bir söylemi dillendiriyor ve kitleleri de bu söylemle etkiliyor. Bu tek adamlar, düzeni temsil ettiği varsayılan güçlerle kavga ediyor ve buradan halkın sempatisini topluyorlar.

Örneğin ABD’nin en zengin kişilerinden biri olan Trump, başta CNN olmak üzere büyük medya gruplarıyla ağız dalaşına, polemiklere giriyor, onları halkın çıkarlarına aykırı habercilikle suçluyor. Bu da Trump’ın ABD kapitalizmiyle kavga ettiği, düzen karşıtı olduğu gibi bir yanılgıyı besliyor.

Aynı Trump ABD halkının yoksullaşmasının nedeni olarak ABD’li şirketlerin üretimlerini yurtdışına kaydırmasını, ülkeye gelen göçmenleri ve serbest ticareti gösteriyor. Milliyetçi bir söylemle, ABD’li şirketler üretimlerini ABD’de yapar ve ülkeye göçmen girişi engellenirse ABD halkının refahının artacağını iddia ediyor. Trump bir deli ya da bir çılgın değil, ABD sermaye sınıfının özellikle Çin ve Almanya ile rekabette zorlanan ve bu nedenle de “serbest ticaret”e karşı olan kesiminin çıkarlarını temsil ediyor, küresel ekonomiye karşı ulusal ekonomi modelini savunuyor. 

Sağ popülizmin Avrupa’da da yükselişte olduğunu biliyoruz. İngilizler, AB’den çıkışın ülkeye göçmen akışını durdurabileceğini düşünerek Brexit’e oy verdi. Her ikisi de sağ popülizmin ötesine geçen neo-faşist hareketlerin, yani Almanya’daki “Almanya için Alternatif”in ve Fransa’daki Ulusal Cephe’nin yükselişinin gerisinde de bu var.

Batı toplumları, dünyadaki eşitsizlik ve yoksulluğun kaynağının bizzat kendi devletleri olduğunu, göçmenliğin ve mülteciliğin gerisinde kapitalizmin bulunduğunu ve bizzat kendi yoksullaşmalarının da kapitalizmden kaynaklandığını görmedikçe, öfkelerini yabancı düşmanlığıyla, ırkçılıkla gösteriyorlar. Tek adamların, düzenle kavga ediyormuş numarası yapan demagogların peşine takılıyorlar.

Sağ popülizmin Soros’un ülkesi Macaristan’da da iktidar olması ise hayli ironik. Victor Orban Macar milliyetçiliğine yaslanan bir otoriter rejimi, elbette ki Macar sermayesini de memnun edecek ve kitlelerin afyonu olacak bir şekilde kullanıyor ve günah keçisi olarak da Soros’un temsil ettiği küreselleşmeci, liberal zihniyeti hedef alıyor.

Tam da bu nedenle Soros’un kendi ülkesindeki faaliyetleri de tehdit altında. Öyle ki Açık Toplum Vakfı’nın Macaristan’daki faaliyetlerini durduracağı, Budapeşte’deki Orta Avrupa Üniversitesi’nin de Viyana’ya taşınacağı söyleniyor. Liberaller yaratılışına bizzat katkı yaptıkları bir canavar tarafından tehdit ediliyorlar özetle.

Peki tüm bunların Türkiye ile ilgisi ne? O da üçlemenin son yazısının konusu olsun.
                                                          ***

Asıl ‘Sorosçu’ kim?

Başlıktaki soruya yanıt aradığımız üçlemenin ilk yazısında “renkli devrimler”i ve Soros’un yükselişini, ikinci yazıda ise sağ popülizmin yükselişiyle birlikte Soros’un günah keçisi haline getirilişini anlatmıştık. Üçlemenin son yazısında tüm bunların Türkiye ile bağlantısını kurarak sorumuzu yanıtlayacağız.

3 Kasım 2002’de AKP’nin iktidara gelişi, o süreçte Sırbistan, Ukrayna ve Gürcistan’da yaşanan “renkli devrimler”den ayrı bir şekilde değerlendirilemez, AKP’nin iktidara gelişi açıkça bir “renkli devrim”dir.

Emperyalizmin küresel sistem açısından kullanışsız hale gelen yönetimlerin yerine daha kullanışlı aktörler bulma arayışı ile Türkiye’de düzenin istikrar arayışının çakışmasının sonucu AKP iktidar olmuştur.

Diğer ülkelerden farkı ise iktidara geliş biçimidir. Türkiye’nin “renkli devrim”i bir halk ayaklanmasıyla değil, sandık aracılığıyla gerçekleşmiştir. Ancak süreç boyunca yaşananlar, Ecevit hükümetinin başına gelenler, ABD’yle yapılan görüşme ve pazarlıklar, Kemal Derviş vakası vs. ortada bir müdahale ve yönlendirme olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

Türkiye’ye özgü bu “renkli devrim”le birlikte AKP, Kemal Derviş’in ekonomik programını devam ettirmiş, IMF politikalarına bağlı kalmış, özelleştirmeleri tamamlamış, taşeron ve güvencesiz çalışmayı kural haline getirmiş, yani neo-liberal reçeteyi uygulamış, bunları yaparken de yarattığı “sadaka mekanizmaları” ile bir sosyal patlamayı önlemiştir. Kapitalist sistem açısından bundan daha iyisinin bulunmayacağı açıktır.

Öte yandan dış politikada da ABD, AB, İsrail ekseninde kalınmış, Afganistan ve Irak işgallerine destek verilmiş, NATO’da etkin bir rol üstlenilmeye çalışılmış, “Arap Baharı”nda ve Suriye’ye yönelik saldırıda emperyalizmin koçbaşı olunmuştur.

Tüm bunlar yapılırken ise “demokratikleşme” adı altında ve Batı’nın büyük desteğiyle devlet dönüştürülmüş, Ergenekon ve Balyoz operasyonları aracılığıyla büyük bir tasfiyeye girişilmiş, hükümet olmaktan devlet olmaya geçilmiş ve adım adım yeni bir rejim inşa edilmiştir.

Bu süreç boyunca hem Soros hem de onun Türkiye’deki uzantıları ve liberaller iktidarın arkasında durmuş, onu “demokratikleşme” ve “sivilleşme” adı altında desteklemişlerdir. Ancak özellikle 2013’ten itibaren iktidar partisi rejim inşasını hızlandırmaya başlamış, Soros uzantıları ve liberaller ise önce Gezi’nin gerçekleşmesi, sonra da “çözüm süreci”nin bitişiyle birlikte iktidara verdikleri desteği çekmişlerdir, zaten iktidarın da bu desteğe ihtiyacı kalmamıştır.
AKP iktidarı dünyadaki sağ popülist rejimlerin yükselişine paralel bir şekilde, yani küresel konjonktürü kullanarak kafasındaki rejimi daha kolay hayata geçirebilmiş, devletteki dönüşümü tamamladıktan sonra ise “demokratikleşme” masalından vazgeçmiştir.

Dolayısıyla, Türkiye’nin “renkli devrim”i Gezi değil, AKP’nin iktidara gelişidir. AKP önce “renkli devrim” konjonktürünü fırsat bilip devletleşmek için gereken adımları “demokratikleşme” makyajıyla atmış, sonrasında ise dinsel karakterli bir sağ popülist parti olarak kendi rejimini kurmuştur.

Gezi bu iktidara ve inşa etmek istediği rejime karşı bir isyandır ve renkli devrimlerden farklı olarak emperyalizmin ve Soros’un belirleyici olamadığı, dış güçlerden medet ummayan, bağımsızlıkçı, yurtsever bir eylemdir. Dolayısıyla kendisi “renkli devrim”le iktidara gelen ve Soros tarafından uzun yıllar desteklenenlerin “Gezi’nin arkasında Soros var” demeleri de anti emperyalizmleri ve Soros düşmanlıkları da koca bir yalandan ibarettir.

FATİH YAŞLI / BİRGÜN


Ahmet Bahaddin’in kemiklerini kim sızlatıyor! - YENER ORUÇ

Kadir Mısıroğlu gibi Türkçülüğe ve onun devrimlerine düşmanlık duyanların 6. Filo’yu kıble tuttuğuyla tarih sabit. Ama yine de Mısıroğlu’nun Yunan aşkıyla “keşke” demesi prim yapıyor olsa gerek.

Cumhuriyetimizin ilk İstanbul Belediye Başkanı Op. Dr. Emin Erkul’un 1954 itibarıyla tefrika edilmiş “Milli Mücadele Anıları”nda Büyük Taarruz öncesi bir anısı çok çarpıcıdır. 
Dr. Erkul, elde çürük, çarık beş altı keşif uçağının olduğunu “yumurta akı ile çiğ patatesin sıkılmasından elde edilen bir mayi”nin “tayyarelerin kanatlarına verni(k) bulunmadığ için” sürülerek” uçurulduğunu söylemektedir. Yeğeni Ahmet Bahaddin, bu uçakların kıdemli pilotu. 
Erkul, çoğunlukla tek başına bazen bir makinistle uçtuğunu görevinin de keşifle birlikte birliklere cephane yükleyen süvarilerimizin hareketini gizleyecek şaşırmalar olduğunu belirterek şöyle devam etmektedir:

Yunan kumandan 
“Nihayet taarruz gününden bir veya iki gün evvel üç Yunan tayyaresiyle karşılaşan bir fedakâr çocuk. Hemen onlara saldırmaktan çekinmemiş ve ikisini düşürmüş, üçüncü düşman tayyaresi de bizimkini düşürmüş, bu suretle Yüzbaşı Bahaddin ve arkadaşı şehit olmuştur. Afyondaki Yunan kumandanı Trikopis tek başına üç düşman tayyaresine hücum etmekte tereddüt etmeyen Türk tayyareciler için muhteşem bir cenaze töreni yaptırmıştır.” 

Düşmanın asiliymiş Trikopis. Keşke tüm düşmanlarımız böyle olsa... Milli Mücadele kahramanlarımızın önünde düşman komutanı bile saygı duyarken, o kahramanların Başkomutanı Atatürk’e hatta müminliğiyle bilinen M. Akif Ersoy’a bile hakaret eden Fesli Kadir Mısıroğlu “Keşke Yunan galip gelseydi” sözündeki düşmanlıklı tavrı, sadece devrimlere itirazla dini farklı ele alışıyla mı yoksa bir başka nedene mi dayanmaktadır! Zira gözü ne emperyalizmin asıl yüzü diğer devletleri görüyor ne de sıkı bir siyasal dinci olarak “keşke kefere galip gelseydi” demiyor da “Yunan galip gelseydi” diyor. 
Sanki Yunanlılar Elhamdürillah Müslüman!!! 

Yunan Efzun askerlerinin kırmızı ve uzun püsküllü başlığı’nın kendi başındaki fes sanarak mı böyle “keşke” diyebiliyor. Hakaret ettiği Akif’se İstiklal Marşı’nda dini hassasiyetimizi “Değmesin ma’bedimin göğsüne na-mahrem eli” diyerek mümince gösterirken emperyalizmi de ‘Medeniyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar” olarak tanımlamaktadır. M. Akif’in dizelerinde zuhur eden emperyalizmi karşıtlığı ile din ve millet hassasiyeti dönemin Türkçülüğünün özüydü. Mısıroğlu gibi Türkçülüğe ve onun devrimlerine düşmanlık duyanların 6. Filo’yu kıble tuttuğuyla tarih sabit. Ama yine de Mısıroğlu’nun Yunan aşkıyla “keşke” demesi prim yapıyor olsa gerek.

Ali Erbaş’ın ziyareti 
Baksanıza DİB’in başındaki Ali Erbaş, makam aracıyla, cüppesiyle, basınıyla 10 Kasım’da servis edilecek “insani ziyarette” bulunuyor. “Keşke”siyle bağmsızlık savaşını kaybetmeyi tercih eden, Atatürk’e, Akif’e hakaret eden birini. Protokolde yeri olan biri Atatürk’e kayıtsız dahi olsa bu “keşke”nin bağnı nasıl kuramaz! Milli Mücadele de işgale kayıtsız hatta alkış tutan çıkarcı Türkler de vardı. Ancak organize olan İzmir rıhtımında başlarında dini önderleriyle Yunan ordusuna alkış tutan, Müslüman ahaliye eziyet edenlerse kendini Yunan addeden Rumlardı. M. Kemal Paşa, Rum çetelerin eziyetiyle başlayan çatışmalara son vermek üzere Samsun’a gönderilmişti. Pontus’u canlandırma gayretleri başlamadan bitecek, Yunanlılık aşkı da işgalin olmadığı yerlerde hiç başlamayacaktı. Hepsinin hevesleri kursaklarında kaldı...
 
Adalar Denizi (Ege) gün gün Yunanlılarca işgal ediliyorken biri çıkıp, “Keşke Yunan galip gelseydi” diyorsa geniş bir kitleye bu işgali hazmettirmek, duyarsız kılmak gayretinden söz edemezsek de böylesi bir durumda “keşke Yunan galip gelseydi” dili iyice kirli kalır. Bu kire dost olunmaz. Meğer ki Arnavut asıllı M. Akif’in her etnisitemizi bütünleştirdiği kahraman ırkına yüzünün gülmesi, çehresini çatmaması, celallenmemesi, için yakardığ nazlı hilal uğruna dökülecek kurban kanını damarlarda taşınmıyorsa başka! Dostluk ancak kendini Akif’in saydığı mensubiyet içinde görmemekle olur. 

Yunan Generali Trikopis, Hakk’a tapan milletin” İstiklal Kahramanlarına yüksek saygı duyarken onların zaferine “keşke” diyenler dillerini kılıç sanarken belirtelim ki M. Kemal Paşa, esiri Trikopis’in teslim ettiği kılıcını teslim almayarak onurlandırmıştır. Zira bu kılıç, düşmanın olsa da daha asil ve içimizdeki kirli kılıçlar kadar zarar verici değildir. Şimdi soralım, Ahmet Bahaddin’in kemiklerini kim sızlatıyor?
  
YENER ORUÇ / CUMHURİYET

Mantık, her eve lazım - Mine Söğüt

Birinizin sosyalist, birinizin kapitalist, birinizin anarşist, birinizin Atatürkçü, birinizin Troçkist, birinizin Marksist, birinizin nihilist, birinizin inançlı, birinizin ateist, birinizin eşcinsel, birinizin aseksüel, birinizin... 


Birinizin “herhangi bir şey” olmanız için yaşadığınız topraklarda öncelikli olarak laik ve demokrat bir hukuk sisteminin en sağlam şekilde inşa edilmesi gerekir. 
Ki siz sonra o sistemde kendi fikir ve tercihlerinizle var olabilmek için yapılmasını istediğiniz değişiklikler adına söz söyleyebilecek, eylem yapabilecek, meseleyi tartışabilecek bir alan açabilin kendinize. 


O yüzden gerçekten demokrat, özgürlükçü, devrimci vs. olan biri laikliğe ve evrensel hukuka savaş ilan edemez. 
Dini referanslarla iktidara talip olan politikaların önünü “demokrasi” adına açamaz. 
Hukuku göz göre göre ezip geçen iktidarların kasıtlı davalarını, kasıtlı yargılamalarını, kasıtlı kararlarını “hukuk” sayamaz. 
Açarsa, sayarsa... 
Bugün bu ülkede olanlar olur. 
Oysa, bugün bu ülkede olanlar hiçbir zaman ve hiçbir yerde olmasın, olamasın diye insanlığın elinde kapı gibi bir mantık vardır. 
Mantık her şeyi insana tane tane anlatır. 
Mantık gereği, rasyonel düşünce dogmatik düşünceyi kapsar ama dogmatik düşünce rasyonel düşünceyi kapsamaz. 


Bu ne demektir? 
Rasyonel düşüncenin iktidarında kapsanan dogmatik düşünce, kendisini her koşulda ifade edebilir. 
Ama dogmatik düşüncenin iktidarında, rasyonel düşünce kendisini asla ifade edemez. 
Siz demokrasi adına, mantıken, dogmatik düşüncenin iktidar talebini rasyonelleştirebilirsiniz ve böylece yine mantıken, rasyonel düşüncenin katledilme ruhsatını dogmatik iktidara ellerinizle verebilirsiniz.
(Ki bunu zaten yaptınız.) 


Sonra dogmatik düşüncenin iktidarında neden demokrasi yok, adalet yok, özgürlük yok diye çırpınabilirsiniz. 
(Ki bunu da halihazırda yapmaktasınız.) 


Şimdi dönüp bir bakın temelde hangi noktada fena halde yanılmaktasınız? 
Dogmatizm sorgulamadan düşünmeden kabul etmeyi emreder; rasyonalizm sorgulayarak düşünmeyi şart koşar. 
İster koyu bir inançlı olun, ister Kemalist, ister liberal, ister sosyalist... her ne olursanız olun... 
Ne olduğunuz değil, olduğunuz halinizle meselelere nereden baktığınız önemlidir. Açınız rasyonel mi, dogmatik mi? 
Rasyonellik size devamlı seçenekler sunar, her şeyi her koşulda yeniden değerlendirmek ve iradenizi, aklınızı, bilginizi kullanarak doğru bir etik tarif etmenizi şart koşar. 
Dogmatikseniz bunların hiçbiriyle uğraşmanız gerekmez. 
Meseleye bodoslama dalarsınız, olurlarınız olmazlarınız şartlara bağlı değildir, ak hep aktır, kara hep kara, temel prensipler, hak hukuk falan safsata... 
Eser gürlersiniz o dogmatik aklınız ve saldırganlığınızla. 
İster evde, ister işte, ister sokakta, ister Meclis’te... 
Rasyonellerin işi zordur, dogmatiklerin kolay. 
Faşizmin her türü o yüzden dogmatik kafaları hemen etrafına toplar. 


Yani neymiş? 


Aklınızı kullanıp, aynı siyasi görüşten olmadığınız halde birilerinin tutukluluklarına itiraz edebilirsiniz. Onların özelinde, adaletten uzak bir yargı sistemini eleştirebilirsiniz. Bu sizi vatan haini yapmaz. 
Bazı meslektaşlarınızın temsil ettiği basın ahlakına itiraz edebilirsiniz. Bu da sizi Atatürk düşmanı, cumhuriyet haini yapmaz. 
Sadece ama sadece rasyonel yapar.
Ha bu arada... 
Rasyonalizmin öz Türkçesi usçuluktur.
Dogmatizmin öz Türkçesi inakçılık. 
Ama siz dogmatizme isterseniz kabaca bağnazlık deyip de geçebilirsiniz. 


Ve o geçtiğiniz yerde inanın hem siz iyileşirsiniz, hem de dünyayı iyileştirirsiniz.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Türkiye'ye üç ortaklı konfederal devlet yapısı - Cahit Armağan Dilek

Türkiye PKK terör örgütüyle müzakere sürecini çok ağır bedeller ödeyerek geride bıraktı diyeceğim ama son haftalarda yeniden çözüm-müzakere süreci arayışlarının arttığına tanık oluyoruz.

Yurt içinde ve dışında değişik ülkelerde çok sayıda konferans, toplantı, çalıştaylar yapıldığı biliniyor ama sadece basına yansıyan, daha doğrusu sızdırılan haberler bile can sıkıcı. Bırakın yandaş sözde akil insanları, lise çağındaki çocukların bile bu tür etkinliklere dahil edilerek bir algı operasyonunun yapıldığı çok aşikâr.
Akıllı devletler ve hükümetler geçmişten ders alır. Ama uzunca süredir Türkiye'yi yönetenler, ders almak ders çıkarmak adeta fıtratımızda yok dercesine bir tavır sergiliyorlar.

Müzakere sürecinde PKK, şehirleri yolları bombalarla tuzakladığı halde halen provokasyonlar olmasaydı da süreç bitmeseydi diyenlerin aklından şüphe etmek gerekiyor. Bitmeseydi ne olacaktı? Silah patlayıcı depolaması artarak devam edecek, kurtarılmış özerk bölgeler oluşturulacak, istedikleri olmazsa iç savaş başlatılacaktı. Bu muydu iyi giden müzakere süreci?

Bölücü terörist örgüt PKK'nın bağımsız bir devlet hedefiyle yola çıktığını, ilerleyen süreçte özerk bölge-federal yapı formülü üzerinden buna ulaşmak istediğini herkes biliyordu.

Bu durum 28 Şubat 2015'te Dolmabahçe Mutabakatı olarak bilinen AKP-HDP ortak açıklamasında adeta resmî bir görüntüye bürünmüştü. 10 maddelik metinde ortak vatandan bahsediliyordu. Vatan ortak olduğuna göre ortakları da olması gerekmiyor mu? Ortakların kendilerini simgeleyecek bir bayrağı, bunların da kendi devletçikleri da olmayacak mı? Hani tek millet, tek vatan, tek bayrak, tek devlet?

Devletin izniyle 2015 Nevruz'unda Diyarbakır'da düzenlenen miting meydanında okunan teröristbaşının mesajı Dolmabahçe'deki 10 maddenin ne olduğunu anlamak istemeyenlere acı acı anlatıyordu.

Teröristbaşının o mesajını tekrar hatırlatıyorum çünkü müzakere sürecinin nereye vardırılmak istendiğinin özetiydi o konuşma. Ve şimdilerde neden müzakere-çözüm sürecinin yeniden hortlatıldığı ve Almanya gibi ülkelerden federal yapıya ilişkin bilgi alındığı da o Nevruz konuşmasının içeriğinde gizli.
Teröristbaşı Dolmabahçe mutabakatıyla ilgili olarak "hepimizce resmen ilan edilen on maddelik deklarasyon" ifadesiyle söz konusu açıklamanın ve 10 maddenin resmen devlet ve hükümet tarafından kabul edilmiş olduğunu böylece artık kazanılmış bu pozisyondan geri dönüş olamayacağını vurguluyordu.

22 Şubat 2015'teki Şah Fırat operasyonunun da tam o dönemde yapılması manidardı. Çünkü teröristbaşı mesajında operasyonda PYD ile yapılan iş birliğini kastederek bunu Eşme ruhu olarak adlandırmış ve geleceğin de bu ruh üstüne inşa edilmesi gerektiğini söylemişti.

Teröristbaşının o mesajından hemen sonra şimdi başkanlığını yaptığım 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü'nün internet sayfasında yayımlanan yazımın başlığı şuydu: SÖZDE TARİHÎ NEVRUZ MESAJINDAN ŞAH FIRAT'TAKİ İŞ BİRLİĞİ VE TÜRK-KÜRT KONFEDERASYONU ÇIKTI. Gerçekten de teröristbaşı bir konfederasyona gidiş yol haritası çiziyordu.

Yine aynı mesajında "ortaya" bir çağrı yaparak; "ulus devletleri kendi içinde demokratik siyasetle demokratik ortaklaşmanın yeni bir türünü gerçekleştirmeye ve yine ulus devletleri kendi aralarında Orta Doğu'nun demokratik ortak evini inşa etmeye çağırıyorum" demişti. Yani teröristbaşı hayalini kurduğu konfederal yapıyı sadece Türklerle Kürtlerle sınırlı tutmuyor, başkalarının da katılabileceğini söylüyordu.

Tam da bu aşamada aynı müzakere süreci gibi yanlışlarla dolu Suriye politikası nedeniyle Türkiye'ye gelen 4 milyondan fazla Suriyeli sığınmacılara dikkat çekmek istiyorum. Daha önceki yazılarımda Türkiye için göç tehdidinin terör tehdidinin önüne geçtiğini, kısa sürede milyonlarca Suriyelinin Türkiye'ye gelmesinin aslında bir Truva Atı operasyonu olduğunu belirterek tehdide dikkat çektim.

Türkiye'de kalıp vatandaş olma ümidi verilen ağırlığı Arap Suriyeliler, şu anda Türkiye'nin yüzde 5'ini, 20 yıl içinde ise yüzde 10'unu oluşturacaktır. Bunun diğer anlamı, teröristbaşının senaryosunu ve müzakere sürecini destekleyenlerin anlayışına göre, Türkiye Cumhuriyeti'ne yeni ortak demektir.

Yani, sözde Kürt sorununun sözde çözümü altında müzakere süreci yeniden hortlatılıp gündeme alındığında bunun sonucu "üç ortaklı konfederal Türkiye"den başka bir şey olmayacaktır.

Hem müzakere sürecini yeniden ateşleyenler hem de Suriyelilere kendi vatanlarına dönüş değil Türkiye'de kalma ümidi verenler, Türkiye'yi parçalanmaya sürüklediklerini mutlaka görmelidir. Bunun vebali çok ağır olur.


Cahit Armağan Dilek / YENİÇAĞ

Beslenme aynı zamanda bir demokrasi sorunudur! - Tuncay MOLLAVEİSOĞLU

Anadolu... Dünyaya 10 bin yıl öncesinden tarımın ve hayvancılığın yayıldığı topraklar...

İlk buğday ve arpanın ıslah edildiği bölge... Son günlerde Siyez Buğdayı diye ünlenen Kastamonu yöresine ait bu kadim bitki, tarih öncesi döneme uzanıyor.
Dünyanın ilk ıslah edilen buğdaylarından Siyez... Hani, Canan Karatay Hoca'nın sıkça önerdiği...

Neden böyle bir giriş yaptım? Çünkü Mustafa Kemal ile birlikte yeniden "vatanımız" olan, bitki çeşitliliği ve bereketi eşsiz Anadolu'nun, Atatürk'ten sonra gelen yöneticiler eli ile nasıl yok edildiğini, toprağa, suya, tarıma, doğaya, hayvana nasıl ihanet edildiğini bir kenara not edelim istedim...

Türkiye'de yerelden başlayarak Ankara'ya uzanan çapsızlıklar zincirinde yöneticiler topraklarımızı çöl haline getirdiler...

Defalarca yazdık, tekrara girmeyeyim; buğdayın, arpanın doğduğu topraklar olan Türkiye, en temel tarım ve hayvancılık ürünleri noktasında dışa bağımlı hale getirildi!

Bu konuları izleyen, işleyen, takip eden güçlü siyasete ve çözüm önerilerine ihtiyaç var...

*

Bir örneği Muğla'da yapıldı...
Ziraat Mühendisleri Odası Muğla Şubesi, Muğla Veteriner Hekimleri Odası, Menteşe Belediyesi ve Muğla Büyükşehir Belediyesi ortaklaşa bir sempozyum düzenledi.
Birbirinden değerli isimler ve uzmanlar tarım ve hayvancılık üzerine çok önemli değerlendirmeler yaptılar. Keşke tüm konuları bu köşeye sığdırma imkânı olsaydı...
*
Dünyada 1 milyar insan aç yaşıyor...
"En az silah ticareti kadar kirli bir tarım ticareti yapılıyor."
Ziraat Mühendisleri Odası önceki dönem Genel Başkanı, CHP PM üyesi Gökhan Günaydın çarpıcı bir konuşma yaptı. Yalnızca başlıklar halinde özetleyeyim;
* Hayvanları beslemek için soyaya ihtiyaç var. Türkiye'nin yıllık ihtiyacı 3.5 milyon ton. Üretimimiz 120 bin tonu geçmiyor!
* Samsun, Maltepe, Yeni Harman, Tekel 2001, Birinci... Hangisi kaldı? Tütün üretiminde tekeli yabancılara sattık. 6 fabrikanın 5'i kapandı... 330 bin aile tütün ekiminden çekildi!
* Son 14 yılda 36 milyon dönüm tarım alanını kaybettik.
* 1950'lerde 38 milyon hektar büyüklüğündeki meradan, 14 milyon hektara düştük... Son dönem ise meraların kaybı ölçülmüyor, durum çok daha vahim!
* Avrupalı, vatandaşına 3 Euro'ya et yediriyor, aynı zamanda lüks otomobil yapıyor, teknoloji üretiyor. Hem tarımı hem sanayii aynı anda büyütüyor.
* Son 8 yılda hayvan ithalatına yani başka ülkelerin köylülerine, çiftçilerine 7 milyar dolar ödedik. (Koyun, keçi gibi besi hayvanlarının ilk kez evcilleştiği ve dünyaya yayıldığı topraklarda bu utancı yaşıyoruz...)
Bitti mi? Hayır...
* Avrupalı yılda 55 kilogram et tüketiyor, Türk vatandaşı 13 kg... Bu arada 13 kg et tüketimi de nüfusa dağılmış değil.. Yani bazı yurttaşlar ete fazlası ile doyarken, bazıları kokusunu dahi duyamıyor...
Bu arada Günaydın bir not ekliyor; 2010'da et tüketimi ile ilgili istatistiği de değiştirmişler! Yani vatandaşa yemediği eti kağıt üzerinde yediriyorlar!
* Mısır ve Soya GDO'lu... Yem sanayii için katkı maddeleri Çin'den geliyor... Katkı maddeleri zehirli... Bu katkı maddeleri ile yem üretiliyor... O yemi hayvanlar yiyor...
Gökhan Günaydın'ın değerlendirmesinin çok kısa bir bölümü bunlar... Konuşmasını çarpıcı bir yorum ile noktalıyor;
"Dünyayı yönetenler et yiyenlerdir... Türkiye'de et tüketimi kişi başına 8 kg... Buna karşılık tahıl ve buğday ağırlıklı beslenme ise 220 kg...
Avrupa'da kişi başına et tüketimi 18 kg ve tahıl ile buğday ağırlıklı tüketim ise 75 kg...
Doğru ve yeterli beslenmenin ne kadar önemli olduğunu biliyoruz... Bu aynı zamanda size bir demokrasi sorunu olarak da görünmüyor mu?!"

                                      ***
Muğla Türkiye'nin örnek geleceği
Prof. Dr. Gürol Ergin anısına düzenlenen sempozyumda Muğla, Türkiye'nin geleceği için müthiş bir örnek olarak öne çıktı...
Turizmin gözbebeği koyları, ormanları, kıyıları, denizleri, adaları ile dünyanın ilgi odağı olmayı sürdüren Muğla, aslında tam bir tarım kenti aynı zamanda...

Rakamlara bakalım, Muğla'da;
* 14 milyon zeytin ağacı var, 200 bin ton zeytin üretiliyor... Antalya'nın ardından seracılıkta lider...
* 220 bin adet büyük ve küçükbaş hayvan var...
* Muğla'dan bal akıyor... Çam balında dünya birincisi... Yılda 15 bin ton bal üretiliyor...
* Çiftçi sayısı 61 bin... Muğla nüfusunun yüzde 50'den fazlası köylerinde yaşıyor.... Tarım sektörü Türkiye ortalamasının üzerinde...
* Balık yetiştiriciliğinde büyük potansiyeli var, ihracat yapıyor.
* Tarımsal amaçlı kooperatiflerin sayısı 200'ün üzerinde...
Muğla'da köylü hâlâ köyünde geçimini sürdürebiliyor. Bu başarıda CHP'li Muğla Büyükşehir Belediyesi'nin üreticiyi bulunduğu topraklarda kalkındırma projelerinin de büyük payı var...
* Muğla'da toprak tahlil laboratuvarları kuruldu, hangi bölgede ne tür ürün yetiştirileceğini, hangi gübrenin kullanılacağını Muğlalı artık biliyor.
* Tohum bankası kuruldu... Dünyaca ünlü, ekonomik değeri çok yüksek trüf mantarı yetiştirilmesi konusunda ciddi çalışmalar yapılıyor. Kooperatifçilik destekleniyor. Küçük üreticiler bir araya getirilerek üretim yaptırılıyor ve ürünleri "garanti" altında satın alınıyor.

Muğla Büyükşehir Belediye Başkanı Dr. Osman Gürün; "Muğla, kırsalda üretip kıyıda tüketmeli" diyor ve bu yönde üreticinin yüzünü güldüren projeler gerçekleştiriyor.

"Toprağını satma, ürününü sat" vizyonu ile hareket ettiklerini söyleyen Gürün, bazı bankaların üreticilerin topraklarına el koyduğunu belirtiyor. Bunu "tarımda büyük ihanet hareketi olarak değerlendiriyorum" diyor...

Muğla, hem tarımsal üretimi ile kendine yeten, hem de turizmden döviz girdisi sağlayan yapısı ile Türkiye'nin geleceğinin örnek bir kenti olarak yükseliyor.


Tuncay MOLLAVEİSOĞLU / YENİÇAĞ

4 Aralık 2018 Salı

Düzenin dehası yandan çarklıdır - ORHAN GÖKDEMİR

Arkasından estirilen rüzgârın boyunu aştığı zamanlarda, demek ki 2011 yılında, görüşmek üzere partideki ofisinin kapısındayız. İki gazeteciyiz. İçeride başka konuklar var, çıkmaları için bekliyoruz. Sekreteri o arada gelen gidenle de meşgul oluyor. Elinde dosyalarla biri çıka geliyor az sonra, sekreterle hoş beş, belli ki o da bekleyecek. Mecburi bir sohbet ortamı oluşuyor haliyle. Ana muhalefet partisi başkanının kapısında ne konuşulacak, politikaya dönüyor sohbet. Elinde dosyalarla bekleyen adam her söz alışından önce gazetecilere dönerek “politikadan anlamadığını” belirtme ihtiyacı hissediyor nedense. Muhasebeci falandır diye düşünüyorum. Az sonra içerideki konuklar çıkıyor, bizim muhasebeci kılıklı izin isteyerek içeri giriyor. Bir süre de onu bekleyeceğiz. Sekretere, “ne iş yapar” diye soruyorum. “Beyefendinin danışmanı” diyor.

Rüzgârının dindiği zamanlarda da pek çok danışmanı oldu beyefendinin. Aralarında bol tarikatçı-dinci vardır ama politikadan anlayan kimse yoktur. Malumunuz, beyefendi de pek anlamaz o işlerden. O da bir muhasebeci olduğundan danışman olarak sadece muhasebecileri tutar. Küçümsüyor değilim, çağımızın gözde mesleğidir, patronların cebine gireni çıkanı iyi hesap etmek, dışarıya ve devlete karşı açık vermemek gerekir.

Son zamanlarda adı sıkça zikredilen bir “sosyal medya fenomeni” var. Adı Özgür Demirtaş. Profesörmüş. Üstelik Sabancı Üniversitesi’nde kürsü başkanı. Dahi çocuk olduğu söyleniyor. Ben ise bir dâhinin neden finans gibi ışıltısız bir alanı seçtiğini anlamakta zorlanıyorum. Demek düzenin dâhi çocukları artık muhasebeci veya finansçı oluyor. Geçenlerde kendini örnek alan gençlere siyasi ideolojilerden uzak durmayı öğütlediğini görünce anladım, bu da ana muhalefet partisi başkanının kapısında karşılaştığımız o tuhaf tiplerden biri. Hem dâhi, hem finansçı, hem politikadan bihaber, hem patron üniversitesinde kürsü sahibi. Yani tam Kemal Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı adayı veya danışmanı olacak adam.
Denk geldi, kapıdaki diğer gazeteci arkadaşla telefondayız. Sohbetin bir yerinde “o Muharrem İnce olmasaydı Kılıçdaroğlu’nun aday göstereceği kişiydi” dedi. Doğada ve toplumda rastlantılara yer yoktur.

                                       ***
Madem Sabancı Üniversitesi Finans Kürsüsüne düştü yolumuz oradan devam edelim.
YÖK’ün kuruluşu öğrencilik yıllarımıza denk geldi. Bizim fakülteyi başka fakültelerle birleştirerek Marmara Üniversitesi yaptılar. Bir ara üniversitenin adının “Fatih Mehmet” olacağı söylentisi çıktı ama henüz o kadar cüretkâr olmadıkları zamanlardı. Sonra sanıyorum aynı adla bir cemaat üniversitesi kuruldu. Hoş, Marmara Üniversitesi de cemaatin dukalığı haline dönüştürüldü arada. Yozlaşmış nihayetinde, adı öyle olsa ne böyle olsa ne?

Özelleştirme ile birlikte patron üniversiteleri de türedi üstelik. Eğitim paralı olur mu? Piyasa toplumunda oluyor işte. Bunların içinde adını doğrudan patronundan alanlar çoğunlukta. Baktım kimler var diye. Mehmet Ali Aydınlar Üniversitesi var, Doğuş Üniversitesi var, Hasan Kalyoncu Üniversitesi var, Kadir Has Üniversitesi var, Koç-Sabancı zaten biliniyor, Özyeğin Üniversitesi var. Tek numarası çok para kazanmak olan insanların adını taşıyan üniversiteler bunlar. Üniversite olmaktan çok, kârlı ticarethaneler de diyebiliriz, işleyişleri böyle. 

Bildiğim kadarıyla uyuşturucu kaçakçılarının adını taşıyan okullar da var. Şu kadarını söyleyeyim, Örfi Çetinkaya adını taşıyan okullar bile var bu ülkede. Bastırmış parasını okul yaptırmış saygıdeğer iş adamımız. Çocuklara bu okulların diplomasını veriyor devlet. Mustafa Kemal’in, İsmet İnönü’nün adını okullardan silmek için kırk takla atan iktidar, bunlara dokunamıyor. 

Ayrım yapıyor değilim, amaç para kazanmak ise, uyuşturucu ticareti kapitalizmin en kârlı iş alanlarından biri. Hatta kapitalizmin ideal hali. Bire bin kazanıyorsun, rüşveti çok ama buna karşın vergisi yok. Okullara mesleğin ünlülerinin adını verdiklerine göre saygın bir meslek de sayılır. O okullardan mezun olan çocuklar okullarına adını veren kahramanımızın mesleğine girse kim ne diyecek?

                                       ***
Hangi liseden mezunsun? Örfi Lisesi. Ne iş yaparmış rahmetli? İş adamıymış… Mezuniyet hangi üniversite? Kalyoncu. Ne iş yaparmış rahmetli. Yandaş müteahhit… Ooo bütün okulları birinci bitirip profesör oldun demek. Hocalık nerede? Sabancı Finans…

Geçtik finansı, geçenlerde “uzay bilimci”nin biri çıktı ortaya. Öyle lakırdılar etti ki şeyhinin üfürüğüyle havalanıp, uzaya fırladığı anlaşıldı. “Necmettin Erbakan Üniversitesi”nde dekandı âdem. Dayanamayıp istifa etti ama yakında teorik fizik kürsülerinden birinin başına atanacağı garantisini verebilirim. Bütün dâhiler finansçı veya muhasebeci olduğundan uzay bilimleri de bu üfürükçülere kaldı.

                                       ***
Hem kapıkulu hem de kendini seviyor sadece. Öldürücü bir bileşim bu. “Bilim adamı” olmakla övünüyor ama “finans” bilim sayılmaz pek. Muhasebenin dallarından biridir ve “muhasebe bilimi” sözün gelimidir. İktisadın ehliyetinin tartışıldığı bir alanda finansın lafı bile olmaz hem. 

Marx, “vülger iktisat” diyor, zamanında içinde ne varsa tamamını kapsar bu kavram. Çünkü kaba veya değil, kapitalistlerin gündelik pratiklerinin soyut halidir iktisat. Çok basit bir kurgusu var: Piyasada, dolaşım alanında üretimin faktörleri - emek, toprak ve sermaye - buluşuyor ve bir anlaşma yapıyor. Bu anlaşma ile üretim süreci başlıyor. Sonunda üretilen şeyden her faktör kendi payını alarak, üretim alanından çekiliyor. Üretim alanının dışındaki yeni yerinde, demek ki dolaşım alanında, birer alıcı veya satıcı olarak, her türlü belirlemeden kurtulup sonsuz sayıdaki dolaşım odaklarından birine dönüşüyor. 

Kabalığı şurada; toprağın, sermayenin ve emeğin bir “anlaşma” yapması imkânsızdır. Bu insanlar arasındaki bir ilişkinin “şeyleştirilmesi”nden ibarettir. Toprak toprak sahibinden, emek emekçiden, sermaye sermayedardan ayrılamaz. Demek ki iktisat toplumsal ilişkilerin şeyleştirilmesine dayalı sahte bir bilimdir. 
Onun için “Kapital”in alt başlığı “Ekonomi politiğin eleştirisi”dir. Kapitalizm, toplumu parçalayıp ekonominin gereklerine göre yeniden bir araya getirerek “iktisadi bir toplum” oluşturmuştur. Orada her birey iktisadi işlevinden ibarettir. Emekçi yoktur emek vardır, sermayedar yoktur sermaye vardır, toprak sahibi yoktur toprak vardır. Haliyle ekonominin gerekleri önceliklidir, insana galebe çalar.
Ekonominin gerekleri ve toplumun gerekleri: Bunlar iki dünyayı, iki sınıfı, iki teoriyi ve iki insanı birbirinden ayırır. Marx’ın dediği gibi, “iktisatçılar nasıl burjuva sınıfının bilimsel temsilcileriyseler, komünistler de proleter sınıfın teorisyenleridirler.”

Bütün bunlardan sonra iktisatçıya kalan sadece laf ebeliğidir. Ne bilimi? Ekonomik gerçekliği, meta ve parayı, artıkdeğeri ve kârı kendi temeli haline getiren bizzat kapitalizm değil mi? 
                                        ***
Hangi liseden mezunsun? Örfi Lisesi. Mezuniyet hangi üniversite? Kalyoncu… Ooo bütün okulları birinci bitirip profesör oldun demek. Nerede? Sabancı Finans…
Çürümeyi daha iyi nasıl tarif edebiliriz?

Dahi bir finansçıymış ve politikayı sevmezmiş. Tamam da yaptığını iddia ettiğin bilim “ekonomi politik” adını taşıyor. Yani en politik bilimlerden birinin tekinsiz alanındasın.

Çürümüş bir ülkede dâhi olsan finansçıya dönüşüp cürmün kadar yer yakarsın. Bir de olur da denk düşerse Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı adayı olursun. Bu kadar kibre ne gerek var?

Orhan Gökdemir / SOL

Yeni yönetim sisteminde çatlaklar - OĞUZ OYAN

16 Nisan 2017'de halkoylamasına sunulan yeni rejimin  anayasası üç aşamada yürürlüğe girdi. Bazı hükümleri halkoylaması sonuçları kesinleşince hemen, bazıları (sadece 4 madde) Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinin yasal takvimi işlemeye başlayınca yani 30 Nisan 2018'de, nihayet geri kalan çok sayıda hüküm de 24 Haziran 2018 seçimleri sonrasında Cumhurbaşkanı yemin edip görevine resmen başlayınca yani 9 Temmuz 2018'de yürürlüğe girdi. 

Birinci aşamada yürürlüğe giren anayasa hükümlerine ilişkin uyum yasaları zamanında çıkarılmadığı için üçüncü aşamada değişikliklerin tüm hükümleriyle yürürlüğe girmesinden sonra sürece hız kazandırıldı. O kadar ki, 9 Temmuz günü Cumhurbaşkanının yeminine saatler kala 703 sayılı KHK çıkarılarak anayasa değişiklikleri yasalara yansıtıldı ve "uyum" esas olarak sağlanmış oldu.

Cumhurbaşkanı merkezli yeni yönetim sisteminin kurumsal yapısı ise, 10 Temmuz 2018'de "Cumhurbaşkanlığı Teşkilatı Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri" başlığı altında Resmi Gazete'de peşpeşe yayımlanan dört Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile yasal dayanağa kavuşturuldu. Büyük kapsama sahip Uyum KHK'sı ile Teşkilatlanma Kararnameleri öylesine hızlı bir biçimde kamu yönetim yapısına giriş yapmıştı ki, ilgili kamuoyunun bile değişiklikleri inceleme, sindirme veya eleştirel yoruma tâbi tutma refleksleri bir miktar körelmişti. 

Birçok yorumcuya ortak olan duygu ise, kamu yönetim sistemini baştan aşağıya dönüştürmeye yönelik hazırlıkların pek muhkem olduğu ve bünyesinde hiç çatlak bırakmayacak mükemmelikte biçimlendirildiğiydi. Siyasal İslamcı hareketin otokratik karakterde yeni bir rejim kurmaya yönelen adımları, bazılarına hiç bu kadar sistemli olmamış gibi gözüküyordu.

Aslında henüz 10 Temmuz Kararnamesi'nin yönetim şemasının ipuçları 24 Haziran Seçimleri öncesinde medyaya servis edildiği anda bile, kurgulanan Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi'nin birçok bakımdan sorunlu bir yapı oluşturacağı hemen fark edilebilirdi. Bu sistem bir kere birçok kurumsal mükerrerliği, görev/yetki çatışmasını, bakanlık gibi yerleşik kurumlar ile kurul-ofis gibi eğreti kuruluşlar arasında güç çekişmelerini doğurabilecek kaotik bir yapı hazırlamaktaydı. Biz bu konuya henüz 1 Temmuz 2018 tarihinde BirgünPazar'da değinmiştik. 

Daha sonraki gelişmeler bu ilk saptamaların haklılığını vurgular nitelikte oldu. Oluşturulan yapının sanıldığından daha derme-çatma bir yönetim yapısı oluşturduğunun birçok işareti birkaç ay içinde ortaya çıkıverdi. Bazı öngörülmedik işaretler de daha sonra ortaya çıkacaktı. Gelişmelere yakından bakıldığında şu saptamaları yapabiliyoruz.

Cumhurbaşkanlığı bünyesinde oluşturulan dokuz politika kurulu ile Cumhurbaşkanlığına bağlı dört ofisin yöneticilerinin atanmasındaki gevşeklik bir ilk işareti vermekteydi. Kararnamelerin çıkış hızına kıyasla pek yavaş kalan yönetici atamaları yönetimde boşluklar doğuruyordu; daha kurumsal yapıdaki bakanlıklar bu açığı doldurmakta gecikmeyeceklerdi. Öte yandan atamalarda liyakat yerine politik/ailesel yakınlıkların öne çıkması, Erdoğan'ın kendi etrafında örmek istediği bürokratik zırhı oldukça kırılgan yapıyordu. Kaldı ki, üç üyeden oluşan bir politika kurulunun iyi-kötü yüzlerce uzman barındıran bir bakanlık donanımıyla başetmesi beklenemezdi. Erdoğan'ın takıntılı deyimlerinden olan ve nefret kadar korkularının da dışa vurumunu yansıtması çok muhtemel olan "bürokratik oligarşi", eğer devleti tamamen çökertmeyi göze almadıysanız, uyduruk politika kurulları ve ofisler karşısında işlevsiz kalamazdı. Nitekim öyle de oldu. 

Hatta, bu kurul ve ofisler dışında Cumhurbaşkanına bağlanan 11 kurum ve kuruluş arasına giren iki yeni başkanlık, "Strateji ve Bütçe Başkanlığı" ile "İletişim Başkanlığı" için de benzer şeyler söylenebilirdi.  (Diğerleri, Genelkurmay, Diyanet gibi mevcut sistemin zaten güçlü kurumları olup bakanlık karşılıkları yoktur; RTE'nin doğrudan başkanlığını üstlendiği "Türkiye Varlık Fonu"-TVF ise ayrı bir vakadır). Bu yeni başkanlıklardan "Strateji ve Bütçe Başkanlığı" için de güçlü  bir idari yapılanma ve çok kapsamlı görev ve yetkiler öngörülmüştü (Bkz. 13 sayılı, 24 Temmuz 2018 tarihli Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi). Ancak, orta vadeli program (OVP), orta vadeli mali plan, Cumhurbaşkanlığı yıllık programı ile sektörel plan ve programları (m.2/a) ve merkezi yönetim bütçe kanun teklifi taslağını (m.2/h) Hazine ve Maliye Bakanlığı ile müştereken hazırlamak görevi verilen bu "Başkanlık", başında eski Maliye Bakanı Naci Ağbal bulunmasına karşın, henüz yapılanmasını tamamlayamadığı için şimdilik boyunu aşan bu büyük işleri Hazine ve Maliye Bakanlığı'na devretmekten kaçınamamıştı. Aslında bu büyük işler için Başkanlık bünyesinde bakanlık paralelinde büyük bir bürokratik yapılanma oluşması kaçınılmazdı. Nitekim kuruluş Kararnamesinin öngördüğü de buydu. Bu başkanlığın hizmet birimleri arasında beş genel müdürlük, bir daire başkanlığı, iki müşavirlik, bir özel kalem müdürlüğü bulunmakta, adeta mini bir Hazine ve Maliye Bakanlığı ile eski DPT karması oluşturulmaktaydı! 

Ama siyaset boşluk kaldırmayacağı gibi bürokrasi de boşluk kaldırmaz. Damadın bakanlığının sadece Strateji ve Bütçe Başkanlığının görev ve yetki alanının üzerine çöreklendiği ve bunun geçici bir durum olduğu da sanılmamalıdır. Hazine ve Maliye Bakanlığı şimdiden bakanlıklar üstü bir konuma yerleşme yolundadır. 

Bu arada, OVP hazırlama görevini devralan Hazine ve Maliye Bakanlığı'nın bunu, dış telkinlerle uyumlu olarak bir krizle mücadele programına (Yeni Ekonomi Prgramı'na =YEP'e) dönüştürmesi; YEP kapsamında Bakanlık denetiminde yeni merkezi ekonomi ofisleri (özellikle de "Kamu Maliyesi Dönüşüm ve Değişim Ofisi") oluşturması; tepkiler üzerine kısa sürede vazgeçilse de McKinsey&Company şirketiyle bir danışmanlık/denetim ilişkisinin (adeta IMF'siz bir IMF gözetiminin) kurulması gibi örnekler, Temmuz Kararnamelerinin kısa sürede aşıldığını göstermekteydi. Hazine ve Maliye Bakanlığı bünyesinde kurulan "Dönüşüm ve Değişim Ofisi"nin, sıkı maliye politikasını izleme/ yönlendirme/ denetleme/ raporlama birimi olarak bakanlıklar ve kurullar üstü (onlara talimat aktarma yetkileriyle donatılmış) üst düzey bir sorumluluk üstlenmesinin de kanıtladığı gibi, başlangıçta kurgulanan model kendi içinden çatlatılmıştı.

Burada fiilen yaratılan şeyin, Hazine ve Maliye Bakanı'nın, adeta ilan edilmemiş bir başbakan statüsüyle, kurulan ekonomi yönetiminin (hatta tüm bakanlıklarının mali-ekonomik kararlarının, bu arada TVF'nun) tepesine oturtulmasıydı. Sadece kaçınılmazlığı ortaya çıkmış bir eşgüdüm gereksiniminin sonucu mu? Her durumda, yeni yönetim yapısının yetersizliklerinin ve dağınıklığının bir sonucu olarak, hiç olmazsa kamu mali-ekonomik yönetimini Hazine ve Maliye Bakanlığı üzerinden merkezi bir denetime alma ihtiyacının -özellikle de ekonomik kriz koşulları dayatınca- acilen hissedildiği anlaşılıyor. Ama bunun yalnızca iktidarın aklıyla  gerçekleştirilmediğini McKinsey ilişkisi çok öğretici biçimde ortaya çıkarmıştı. 

Cumhurbaşkanlığı yönetim sisteminin sürdürülemezliğine dair yeni sorun alanları birikmeye devam etmektedir. Bu, kuşkusuz yeni arayışları gündeme getirebilecektir. Ama bu defa  2017'ye kadar 1982 Anayasasına yapılan yamama değişiklikler gibi düzeltmeler çare olamayacaktır.

Oğuz Oyan / SOL

Sarı Yelekliler üzerine gözlemler - HAYRİ KOZANOĞLU

Fransa’da gündeme damgasını vuran Sarı Yelekliler hareketine ilişkin çok sayıda haber ve değerlendirmeye rastlamış olmalısınız. İsterseniz bu tartışmaya ben de “temize çekme” niteliğinde 10 maddelik bir metinle katılayım.

1) Emmanuel Macron’un 2017’de kurduğu ve parlamentoda da çoğunluğa sahip En Marche Partisi demokratik geleneği bulunmayan, tamamen “başkanın adamları ve kadınlarından” oluşan bir yapı. Bu nedenle Macron’un otoriter bir çizgiye savrulmasına şaşmamak gerek. Zaman içerisinde kibirli tarzı, sade yurttaşları küçümseyen üslubu da halkla iyice yabancılaşmasına neden oldu.

2) ABD’de Trump’ın başkan seçilişi, Brexit kararı, Avrupa’da sağ popülist hareketlerin yükselişi sürecinde Macron’un yıldızı küreselleşmenin ve neoliberalizmin umudu olarak parladı. Rothschild ekolü, “finansın Mozart’ı” diye cilalanan bir yatırım bankacısıydı ve önceki başkan Hollande’ın neoliberal politikalarına ticaret bakanlığı koltuğundan damgasını vurmuştu. Bu nedenle “zenginlerin başkanı” sıfatıyla tanınması ve yoksulların tepkilerini fitillemesi sürpriz olarak karşılanmamalı.

3) Fransa’daki tablo “küresel” bir şehir olan Paris’le taşra arasındaki gerginliğin de bir yansıması. Böyle kentlerde bilindiği gibi konut fiyatları yükselir, tutunamayanlar ve göz önünde bulunması istenmeyenler çeperlere itilir. Kamusal ulaşım sistemleri de iş insanlarına ve turistlere hizmet verecek şekilde modernize edilir. Buna karşın Fransa taşrasında orta ve alt orta kesimlerin yetersiz altyapı nedeniyle işe erişimlerini büyük ölçüde özel arabalarıyla sağlamak zorunda kalmaları ve yakıt fiyatlarının hızla artışı bardağı taşıran son damla olmuş görünüyor.

4) Sarı Yelekliler’in tepkileri Macron’un politikalarından şikâyetçi sol ve sağ yelpazeden seçmenin büyük çoğunluğunun desteğini almış görünüyor. Buna karşın eylem tarzlarının sert ve haşin görüntüsü; orta yaşlı, beyaz, eğitim düzeyi düşük kesimlerin gösterilere damgasını vurması gerçeğiyle karşı karşıyayız. Bu nedenle kadınları, gençleri, göçmenleri kapsayıcı bir profil ortaya çıkmıyor. Bana sorarsanız manzara, Gezi’nin, Wall Street’i İşgal eylemlerinin “keşke orada olsaydım” duygusu yaratan davetkâr ortamından ziyade 2001 Krizi’nin esnaf eylemlerini andırıyor.

5) Eylemlerin sosyal medya üzerinden örgütlenmesi, bireylerin kendi inisiyatifleriyle katılması nedeniyle “yeni tip” bir hareketten söz edebiliriz. Partiler, sendikalar başta gelmek üzere örgütlü topluma reaksiyoner biçimde yaklaşıyorlar. Gelgelelim Gezi dahil bir programı bulunmayan, ideolojiler dışı davranmaya çalışan inisiyatiflerin sonunda sönümlendiğini biliyoruz.

6) Yakıt fiyatlarındaki aşırı artışlara karşı çıkarken, nasıl bir vergi modeli önerdiklerini de öğrenemiyoruz. ABD’deki Çay Partisi hareketi gibi vergilere, dolayısıyla kamu hizmetlerine kökten bir karşı çıkış söz konusu değil. Ancak neoliberalizmin Türkiye’deki gibi vergi yükünü dolaylı vergiler aracılığıyla emek kesimine yıkan, kara ve servete pek dokunmayan zihniyetinin sorgulandığını da söyleyemeyiz.

7) Macron ekolojik önceliklerle, yenilenebilir enerjileri desteklemek amacıyla karbon vergileri konulduğunu, bu uygulamanın önceden takvimlendiğini öne sürüyor. Bunun sermayeye yeni kâr alanları açmaya dönük nasıl iki yüzlü bir “yeşil” anlayış olduğu açık. Ne var ki Sarı Yelekliler’in de ekolojik kaygıları bulunduğuna dair bir belirti yok. Bu da eğitimli, şehirli kesimlerin; kadınların, gençlerin desteğini sınırlıyor.

8) Charlie Hebdo, Bataclan, Nice benzeri acı terör saldırılarını gerekçe göstererek sürdürülen “olağanüstü hal” yetkileriyle, polisin göstericilere çok acımasızca saldırdığını izliyoruz. Sarı Yelekliler’in de benzer şekilde mukabele etmeleri nedeniyle katılım giderek düşüyor. Bir stratejik manevra yapılmadığı takdirde hareket sönümlenme tehlikesiyle baş başa kalabilir.

9) Böyle bir manevra ancak sendikalarıyla, partileriyle, bireyleriyle solun sürece damgasını vurmasıyla gerçekleşebilir. Tam desteğin açıklanması, insanların meydanlara davet edilmesinin yanı sıra, ancak kuralların konulmasıyla, taleplerin sistematize edilmesiyle yol alınabilir. Böylelikle Marine Le Pen’in Ulusal Toplanma ve Nicolas Dupont-Aignon’un Fransa Ayağa Kalk Partisi gibi sağ unsurlar hareketten ayıklanabilir.

10) Bir tehlike de, bu süreçte “popülist” diye ortak bir ifadeyle yaftalanan sağ ve sol birbirinden taban tabana zıt akımların özdeşleştirilmesidir. 90’lı yıllarda küreselleşme karşıtı hareketlere de zarar veren bazı şiddet tutkunu anarşist akımlar, Sarı Yelekliler’in de imajını zedeliyor. Polis müdahalesine zemin hazırlıyor. Solun ve sosyalistlerin hareketin öznesi haline gelebilmesi bu açıdan da büyük önem taşıyor.

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Salla bir tweet… - L. DOĞAN TILIÇ

Yine bir seçim öncesindeyiz ve nerede seçimi dert eden üç-beş kişilik bir topluluğa denk gelsem, nasıl kampanya yapacaklarını tartışıyorlar. Seçimi kazandıracak olanın kampanya olduğuna inanmışlar ya; bence kaybetmeye başladıkları nokta bu.

Halk; belli dönemlerde değil, hayatın içinde her zaman ve görülen değil sürekli “görüşülen” insanlar topluluğu olmadığı sürece “kazanmak” hayal.

Kampanya ile kazanacağına inananlar açısından bir başka tartışma da kampanyanın nasıl yürütüleceği. O noktada en sık vurgulanan sosyal medyanın gücü üzerine oluyor. Twitter, Facebook vb. mecraları aktif olarak kullanacak, WhatsApp’ta gruplar kurup oralardan mesajlarınızı geniş kitlelere ulaştıracaksınız.

Jamie Bartlett; Dark Net (Internetin Yeraltı Dünyası – Türkçeye çevrildi) ve The People Vs Tech: How the Internet is Killing Democracy (Halka karşı Teknoloji: Internet Demokrasiyi Nasıl Katlediyor – Henüz Türkçeye çevrilmedi) kitaplarının yazarı, bunun tam tersine düşünenlerden.

Bartlett’e göre; dünyada sağ popülizmin yükselmesinin temelinde bu yeni iletişim teknolojileri var. Trump’ın twitter bağımlılığı boşuna değil!

Sağ popülizmin son zaferi hafta sonunda İspanya’ın Endülüs bölgesinde yapılan yerel seçimlerden geldi. Aşırı sağ 43 yıl sonra ilk kez yerel meclise girdi ve Franco’dan bu yana bölgeyi yöneten sosyalistler ilk kez çoğunluğu kaybettiler.
Siyasal kültür son yıllarda yaygın olarak iletişim kurduğumuz medyaya uyumlu hale geldiğinden sağın mesajları daha kolay hedefe ulaşıyor.

Soldan bir yorumla kullanılabileceğini de düşündüğüm popülizmin, iki temel özelliği var. Birincisi; son derece karmaşık sorunlara derhal, kısa ve net yanıtlar veriyor ve bunu da bir grubu hedefe koyarak yapıyor. İkincisi, yozlaşmış bir elite karşı namuslu/dürüst garibanları temsil ettiği iddiasını taşıyor.

Bartlett, üç beş cümleyle her şeyin anlatıldığı sosyal medya mecralarının bu iki hat için de mükemmel bir platform sunduğunu vurguluyor. Parasal kaynağı reklamlar olan ve ne kadar çok kullanılırsa o kadar kazanan bu mecralar, en geniş kitleyi yakalamak için “basitlik” ve “duygusallık” pazarlıyorlar. Her ikisi de sağ popülizmin makbulleri. 

Bu yeni teknolojinin her şeyi sizin kişisel tercihlerinize uygun ve en hızlı şekilde sunuluyor olması da tam popülistlere göre. Siyasi tartışmalarda uzun boylu düşünmek, ölçüp biçmek pek sıkıcı. Bir derdiniz mi var; sorumlular tam karşınızda; göçmenler, yabancılar, yargıçlar, medya…

Popülistler açısından yeni mecraların bir avantajı da şu; ulaşmak istedikleri “çalışkan ve dürüst” politikacılar uzanınca tutacakları yerdeler. Trump misal, size bir tweetlik mesafede!

Bir yanda gerçeği araştırıp onun peşinden gitmek gibi zahmetli bir yol, öte yanda yalan da olsa hemen peşine takılabileceğiniz “bilgiler” var. Bu sosyal medya ortamında kimin sesi yüksek çıkarsa o kazanıyor ve sağcılar daha iyi bağırıyorlar.

Sosyal medyanın online ortamlarında benzer düşüncedeki insanların yankı odalarına hapsoluyor, etrafta var olan farklı düşünceleri ya yok sayıyor ya da onların en tutarsız karikatürlerini muhatap alıp onlarla boğuşuyoruz. Nüansların, gri alanların hiç önemi olmuyor. Bu ortamlarda kimsenin kimseyi ikna ettiği de yok!

Bartlett’e göre, sosyal medya bu insan zaaflarını yapılandırıyor ve “kaos yerine düzen öneren kabile reisleri”ne en uygun koşulları yaratıyor.

Bütün bunlardan bu yeni iletişim teknolojisini tümden reddetmek gerektiği sonucuna varmak budalaca.

Daha budalaca olansa, “salla bir tweet” kolaycılığına teslim olmak ve yeni bir teknoloji var diye en güçlü iletişim biçimi olan yüz yüze iletişimi boşlamak.

L. DOĞAN TILIÇ  / BİRGÜN

Sarı Yelekliler’e nasıl bakmalı? - İBRAHİM VARLI

Sarı Yelekliler’e nasıl bakmalı? Her yerde, her platformda bu “manidar” soruyla karşılaşıyoruz. Malum Fransa’da haftalardır kıvılcımını akaryakıt ücretlerine zamların yaktığı eylemler düzenleniyor. Paris son yılların en kitlesel gösterilerine sahne oluyor. Ancak Sarı Yelekliler’in neo liberal vandalizme başkaldırısından çok, hareketin karakteri ve sınıfsal niteliği tartışılır oldu. Tartışılsın da ziyanı yok. Sorgulamak, eşelemek, neyin nereye tekabül ettiğini anlamlandırmaya çalışmak iyidir.

Son dönemlerde yaşanan bazı tecrübelerin de etkisiyle her türlü sokak hareketine mesafeli yaklaşmak, komplo senaryolarına yaslanmak, yaşananları gizli ajandalarla ilişkilendirmek gibi abartılı bir “duyarlılık” dikkat çekiyor. Sarı Yelekliler sokağa adımını attıklarında da böyle oldu. “Kim bu Sarı Yelekliler?”, desteklenmeli mi, desteklenmemeli mi soruları havalarda uçuştu.

Bir hareketi kafadan damgalamak, kullanılan söylemler ve bileşenleri üzerinden mahkûm etmek indirgemeci bir bakış açısının ürünü. Bu yanlışa düşmemekte fayda var. Elbette ki bir hareketin yapısı, niteliği, amaçları, ittifak kurduğu güçler önemli.

Ancak ve ancak en nihayetinde emperyalist bir küresel güç olan Fransa’da neo liberal haydutluğa karşı, temel insani taleplerle sokağa çıkarak siyasi iktidarı sarsan bir hareketten bahsediyoruz. Kendi içindeki bileşenlerden bağımsız olarak bu hareket değerlidir.

Paris’teki devasa öfkeyi faşizan bir niteliğe indirgeyip ondan kaçmak, sokaklara çıkan on binlerin yarattığı dalgadan heyecan duymamak, bir takım hazır kitabi reçetelere sarılmak olsa olsa bir “sol çocukluk hastalığı” olur.

PARİS’TE NELER OLUYOR?
Olan özetle şu; Neoliberal politikalardan canı yananların “zamanın ruhu”na uygun şekilde sosyal medya üzerinden örgütlenerek canhıraş bir şekilde sokaklara çıkıyor. Sarı Yelekler üzerinden sokağa taşan, önce ülke geneline ardından da komşu ülkelere sıçrayan talepler son derece basit. Kitleler, kapitalist krizin faturasının kendilerine kesilmek istenmesine karşı çıkıyor, adil bir düzen talep ediyor.

Sokağa çıkanların kapsayıcı olmaması, yer yer saldırgan davranışlar sergilemesi, neo liberal tahribata karşı, temel insani taleplerle ayaklandıkları gerçeğini değiştirmez. Esasında eylemcilerin bir kısmının devleti kutsayan muhafazakâr sağ bir zihniyet yapısından gelmesi hareketi daha da anlamlı kılıyor. Boyun Eğmeyen Fransa hareketinin lideri Jean Luc Melanchon “Faşiştler katılıyor” diye haklı bir eylemden uzak kalamayacaklarını belirtmesi, diğer sol yapı ve sendikaların geç de olsa desteklerini sunması önemli.

Bütün bir dünya neoliberal emek düşmanı politikaların saldırısı altında. Neo liberal prens Macron da bir yıl önce “ne sağcıyım ne solcu” sloganıyla sosyal devleti budamak, neoliberal düzenlemeleri hayata geçirmek için cilalanarak iş başına getirildi. İlk icraatı Macron yasalarını devreye sokmak oldu.

EYVAH FAŞİŞTLER, NE YAPMALI?
Neo liberalizmin halkları yoksulluğa mahkûm eden politikaların yabancısı değiliz. Krize karşı dört bir tarafta kitleler ayakta. Daha geçen hafta Bulgaristan’da da akaryakıt zamlarına karşı binler sokaklara çıktı. Fransa’ya eş zamanlı olarak Belçika, Hollanda ve Almanya’da da sokaklar hareketli.

Yeni bir küresel ekonomik krizin dalgaları geliyor. Fransa’dakine benzer eylemler ilerleyen dönemler birçok ülkede yaşanacak. Kitleler krizlere karşı, günümüzün iletişim koşullarının da etkisiyle kısa sürede sosyal medya üzerinden seferber olabiliyor. Sosyal mecralardan başlayan örgütsüz hareketler kısa sürede sönümlenme potansiyeline sahip. Bu da sokağa çıkanlar üzerinde, arzulanan taleplere de ulaşılamamasının da etkisiyle, moral-motivasyon olarak yıkıcı etkilere yol açar.

Bu tür hareketlere mesafe alıp, uzaktan bakmak yerine solun öncelikli görevi, hareketin öznesi haline gelmenin, kitleleri kanalize etmenin yollarını aramak olmalıdır. Bu tip hareketlere “bizim insiyatifimiz dışında gelişiyor”, “içinde sağcılar, gericiler var” diye tavır almak yerine, harekete dahil olup dönüştürmeye çalışmak solu güçlendirir.

İbrahim Varlı / BİRGÜN