Renkli devrimler
10 Nisan 1947’de İsviçre’nin Mont Pelerin kasabasında bir araya gelen 36 kişi “Mont Pelerin Cemiyeti” diye anılacak bir topluluk kurdular. Liberal akademisyen ve entelektüellerinden oluşan bu 36 kişinin arasında sonradan büyük üne kavuşacak olan Friedrich Hayek, Ludvig Von Mises, Milton Friedman ve Karl Popper gibi isimler de vardı.
Hepsi ateşli birer anti-komünist olan bu isimleri bir araya getiren şey bir “endişe”ydi: SSCB 2. Dünya Savaşı’ndan büyük bir saygınlıkla çıkmış, Avrupa’nın yarısı komünistlerin kontrolüne geçmişti. Bunun yanı sıra bütün Avrupa’da sosyal devlet uygulamaları yürürlüğe girmişti. Bu ise serbest piyasa fikrinin ve liberalizmin çok büyük bir yara alması demekti ve bununla mücadele edilmesi gerekiyordu.
1970’li yıllarda kapitalizmin yaşadığı büyük kriz, neo-liberalizm dediğimiz ve sosyal devleti tasfiye edip hayatın her alanını piyasalaştırmayı hedefleyen bir anlayışı tüm kapitalist dünyada egemen düşünce haline getirdi. Neo-liberalizmin “kurucu babaları” ise Mont Pelerin Cemiyeti’nin üyeleri Hayek, Mises ve Friedman’dı. Yani kuruluşunun üzerinden geçen 35 senenin sonunda cemiyetin fikirleri iktidar olmayı başarmıştı.
Cemiyet’in başka bir üyesi olan Karl Popper hayatını Marksizmi çürütmeye adamıştı. Bir bilim felsefecisi olan Popper bir yandan Marksizmin bilim olmadığını ispatlamaya çalışırken, öte yandan da “Açık Toplum ve Düşmanları” adlı kitabıyla Marx’ın Hegel ve Platon’la birlikte totaliter rejimlerin fikir babası olduğunu iddia ediyordu.
Onun öğrencilerinden ve hayranlarından biri olan George Soros adlı bir Macar finans spekülatörü, Popper’in kitabının isminden esinlenerek 1984’de “Açık Toplum Vakfı”nı ilk kez Macaristan’da kuracak, sonrasında da dünyanın birçok ülkesine bu vakıf ağını yerleştirecekti.
Soros’un adının ve vakfının esas popüler hale gelmesi ise 2000’lerin başındaki “renkli devrimler” adı verilen toplumsal hadiselerle birlikte olacaktı. Gürcistan, Ukrayna, Sırbistan gibi ülkelerdeki “otoriter rejimler”e karşı başlayan isyanları ABD, AB ve bunlara bağlı sayısız örgütle birlikte Soros’un vakfı da destekledi ve fonladı. Eylemcilerin eğitilmesinde, yayınlarının ve eylemlerinin finanse edilmesinde, uluslararası bağlantıların kurulmasında Açık Toplum Vakfı büyük bir rol oynadı.
Soros’un ve Açık Toplum’un etkinliği “zamanın ruhu”na çok uygundu. 90’ları ve 2000’lerin ilk on yılını kapsayan Sovyet-sonrası küresel çağda, kapitalizmle demokrasi arasında bir özdeşlik kuruluyor, kapitalizmin tüm dünyaya refah, barış ve özgürlük getireceği iddia ediliyordu. Soros ise küreselleşmenin ideolojisinin tüm dünyaya yayılmasında özellikle sivil toplum alanındaki faaliyetleriyle ve renkli devrimler aracılığıyla önemli bir rol oynuyordu.
Ancak 2008 yılında kapitalizmin yaşadığı kriz, neo-liberal politikalara yönelik büyük bir öfke yarattı ve “sağ popülizm” denilen akım giderek güçlendi. Neo-liberalizmin yoksullaştırdığı halk kitlelerinin aslında kapitalizme yönelmesi gereken öfkesi, solun son derece zayıf olduğu bir konjoktürde göçmenlere, mültecilere, yabancılara yöneldi ve sağ popülizm bunu ustalıkla manipüle etti. Hem bu düşmanlığı kaşıyan hem de “müesses nizam”la kavga eder görüntüsü veren Trump, Orban, Modi gibi liderler bu süreçte işbaşına geldi. Soros ise sağ popülizmin günah keçilerinden biri haline getirildi.
Sağ popülizmin ne olduğu ve günah keçisi olarak neden Soros’un seçildiği bir sonraki yazının konusu olacak. Üçlemenin son yazısında ise Gezi’ye ve Türkiye’ye geleceğiz.
***
Sağ popülizmin yükselişi
Başlıktaki sorunun yanıtını aradığımız bir önceki yazıda önce “renkli devrimler”den ve bunlarla Soros arasındaki bağlantıdan söz etmiş, ardından da sağ popülizmin yükselişiyle Soros’un hedef tahtasına yerleştirilmeye başlandığını söylemiştik. Buradan devam edelim.
Sovyetler’in yıkılışı sonrası kapitalizmin zaferinin “tarihin sonu” tezleriyle ilan edilmesinin ardından, ortada bir zafer olmadığı ve tarihin de sonunun gelmediği kısa süre içerisinde fark edildi. Kapitalizm dünya ölçeğinde eşitsizlik ve yoksulluk üretmeye devam ederken, neo-liberal politikalar ABD ve Avrupa’da da eşitsizlikleri derinleştirdi, yoksulluğu arttırdı.
Sol siyasetin zayıf olduğu ve kendini alternatif olarak sunamadığı bir konjonktürde, neo-liberal politikalara yönelik öfkeyi ustalıkla manipüle edebilen sağ popülizm giderek kitleselleşti ve kimi ülkelerde iktidar olmayı başardı.
Genellikle “tek adam”ların liderliğinde yükselen sağ popülizm, sözde “düzen karşıtı” bir söylemi dillendiriyor ve kitleleri de bu söylemle etkiliyor. Bu tek adamlar, düzeni temsil ettiği varsayılan güçlerle kavga ediyor ve buradan halkın sempatisini topluyorlar.
Örneğin ABD’nin en zengin kişilerinden biri olan Trump, başta CNN olmak üzere büyük medya gruplarıyla ağız dalaşına, polemiklere giriyor, onları halkın çıkarlarına aykırı habercilikle suçluyor. Bu da Trump’ın ABD kapitalizmiyle kavga ettiği, düzen karşıtı olduğu gibi bir yanılgıyı besliyor.
Aynı Trump ABD halkının yoksullaşmasının nedeni olarak ABD’li şirketlerin üretimlerini yurtdışına kaydırmasını, ülkeye gelen göçmenleri ve serbest ticareti gösteriyor. Milliyetçi bir söylemle, ABD’li şirketler üretimlerini ABD’de yapar ve ülkeye göçmen girişi engellenirse ABD halkının refahının artacağını iddia ediyor. Trump bir deli ya da bir çılgın değil, ABD sermaye sınıfının özellikle Çin ve Almanya ile rekabette zorlanan ve bu nedenle de “serbest ticaret”e karşı olan kesiminin çıkarlarını temsil ediyor, küresel ekonomiye karşı ulusal ekonomi modelini savunuyor.
Sağ popülizmin Avrupa’da da yükselişte olduğunu biliyoruz. İngilizler, AB’den çıkışın ülkeye göçmen akışını durdurabileceğini düşünerek Brexit’e oy verdi. Her ikisi de sağ popülizmin ötesine geçen neo-faşist hareketlerin, yani Almanya’daki “Almanya için Alternatif”in ve Fransa’daki Ulusal Cephe’nin yükselişinin gerisinde de bu var.
Batı toplumları, dünyadaki eşitsizlik ve yoksulluğun kaynağının bizzat kendi devletleri olduğunu, göçmenliğin ve mülteciliğin gerisinde kapitalizmin bulunduğunu ve bizzat kendi yoksullaşmalarının da kapitalizmden kaynaklandığını görmedikçe, öfkelerini yabancı düşmanlığıyla, ırkçılıkla gösteriyorlar. Tek adamların, düzenle kavga ediyormuş numarası yapan demagogların peşine takılıyorlar.
Sağ popülizmin Soros’un ülkesi Macaristan’da da iktidar olması ise hayli ironik. Victor Orban Macar milliyetçiliğine yaslanan bir otoriter rejimi, elbette ki Macar sermayesini de memnun edecek ve kitlelerin afyonu olacak bir şekilde kullanıyor ve günah keçisi olarak da Soros’un temsil ettiği küreselleşmeci, liberal zihniyeti hedef alıyor.
Tam da bu nedenle Soros’un kendi ülkesindeki faaliyetleri de tehdit altında. Öyle ki Açık Toplum Vakfı’nın Macaristan’daki faaliyetlerini durduracağı, Budapeşte’deki Orta Avrupa Üniversitesi’nin de Viyana’ya taşınacağı söyleniyor. Liberaller yaratılışına bizzat katkı yaptıkları bir canavar tarafından tehdit ediliyorlar özetle.
Peki tüm bunların Türkiye ile ilgisi ne? O da üçlemenin son yazısının konusu olsun.
***
Asıl ‘Sorosçu’ kim?
Başlıktaki soruya yanıt aradığımız üçlemenin ilk yazısında “renkli devrimler”i ve Soros’un yükselişini, ikinci yazıda ise sağ popülizmin yükselişiyle birlikte Soros’un günah keçisi haline getirilişini anlatmıştık. Üçlemenin son yazısında tüm bunların Türkiye ile bağlantısını kurarak sorumuzu yanıtlayacağız.
3 Kasım 2002’de AKP’nin iktidara gelişi, o süreçte Sırbistan, Ukrayna ve Gürcistan’da yaşanan “renkli devrimler”den ayrı bir şekilde değerlendirilemez, AKP’nin iktidara gelişi açıkça bir “renkli devrim”dir.
Emperyalizmin küresel sistem açısından kullanışsız hale gelen yönetimlerin yerine daha kullanışlı aktörler bulma arayışı ile Türkiye’de düzenin istikrar arayışının çakışmasının sonucu AKP iktidar olmuştur.
Diğer ülkelerden farkı ise iktidara geliş biçimidir. Türkiye’nin “renkli devrim”i bir halk ayaklanmasıyla değil, sandık aracılığıyla gerçekleşmiştir. Ancak süreç boyunca yaşananlar, Ecevit hükümetinin başına gelenler, ABD’yle yapılan görüşme ve pazarlıklar, Kemal Derviş vakası vs. ortada bir müdahale ve yönlendirme olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Türkiye’ye özgü bu “renkli devrim”le birlikte AKP, Kemal Derviş’in ekonomik programını devam ettirmiş, IMF politikalarına bağlı kalmış, özelleştirmeleri tamamlamış, taşeron ve güvencesiz çalışmayı kural haline getirmiş, yani neo-liberal reçeteyi uygulamış, bunları yaparken de yarattığı “sadaka mekanizmaları” ile bir sosyal patlamayı önlemiştir. Kapitalist sistem açısından bundan daha iyisinin bulunmayacağı açıktır.
Öte yandan dış politikada da ABD, AB, İsrail ekseninde kalınmış, Afganistan ve Irak işgallerine destek verilmiş, NATO’da etkin bir rol üstlenilmeye çalışılmış, “Arap Baharı”nda ve Suriye’ye yönelik saldırıda emperyalizmin koçbaşı olunmuştur.
Tüm bunlar yapılırken ise “demokratikleşme” adı altında ve Batı’nın büyük desteğiyle devlet dönüştürülmüş, Ergenekon ve Balyoz operasyonları aracılığıyla büyük bir tasfiyeye girişilmiş, hükümet olmaktan devlet olmaya geçilmiş ve adım adım yeni bir rejim inşa edilmiştir.
Bu süreç boyunca hem Soros hem de onun Türkiye’deki uzantıları ve liberaller iktidarın arkasında durmuş, onu “demokratikleşme” ve “sivilleşme” adı altında desteklemişlerdir. Ancak özellikle 2013’ten itibaren iktidar partisi rejim inşasını hızlandırmaya başlamış, Soros uzantıları ve liberaller ise önce Gezi’nin gerçekleşmesi, sonra da “çözüm süreci”nin bitişiyle birlikte iktidara verdikleri desteği çekmişlerdir, zaten iktidarın da bu desteğe ihtiyacı kalmamıştır.
AKP iktidarı dünyadaki sağ popülist rejimlerin yükselişine paralel bir şekilde, yani küresel konjonktürü kullanarak kafasındaki rejimi daha kolay hayata geçirebilmiş, devletteki dönüşümü tamamladıktan sonra ise “demokratikleşme” masalından vazgeçmiştir.
Dolayısıyla, Türkiye’nin “renkli devrim”i Gezi değil, AKP’nin iktidara gelişidir. AKP önce “renkli devrim” konjonktürünü fırsat bilip devletleşmek için gereken adımları “demokratikleşme” makyajıyla atmış, sonrasında ise dinsel karakterli bir sağ popülist parti olarak kendi rejimini kurmuştur.
Gezi bu iktidara ve inşa etmek istediği rejime karşı bir isyandır ve renkli devrimlerden farklı olarak emperyalizmin ve Soros’un belirleyici olamadığı, dış güçlerden medet ummayan, bağımsızlıkçı, yurtsever bir eylemdir. Dolayısıyla kendisi “renkli devrim”le iktidara gelen ve Soros tarafından uzun yıllar desteklenenlerin “Gezi’nin arkasında Soros var” demeleri de anti emperyalizmleri ve Soros düşmanlıkları da koca bir yalandan ibarettir.
FATİH YAŞLI / BİRGÜN
10 Nisan 1947’de İsviçre’nin Mont Pelerin kasabasında bir araya gelen 36 kişi “Mont Pelerin Cemiyeti” diye anılacak bir topluluk kurdular. Liberal akademisyen ve entelektüellerinden oluşan bu 36 kişinin arasında sonradan büyük üne kavuşacak olan Friedrich Hayek, Ludvig Von Mises, Milton Friedman ve Karl Popper gibi isimler de vardı.
Hepsi ateşli birer anti-komünist olan bu isimleri bir araya getiren şey bir “endişe”ydi: SSCB 2. Dünya Savaşı’ndan büyük bir saygınlıkla çıkmış, Avrupa’nın yarısı komünistlerin kontrolüne geçmişti. Bunun yanı sıra bütün Avrupa’da sosyal devlet uygulamaları yürürlüğe girmişti. Bu ise serbest piyasa fikrinin ve liberalizmin çok büyük bir yara alması demekti ve bununla mücadele edilmesi gerekiyordu.
1970’li yıllarda kapitalizmin yaşadığı büyük kriz, neo-liberalizm dediğimiz ve sosyal devleti tasfiye edip hayatın her alanını piyasalaştırmayı hedefleyen bir anlayışı tüm kapitalist dünyada egemen düşünce haline getirdi. Neo-liberalizmin “kurucu babaları” ise Mont Pelerin Cemiyeti’nin üyeleri Hayek, Mises ve Friedman’dı. Yani kuruluşunun üzerinden geçen 35 senenin sonunda cemiyetin fikirleri iktidar olmayı başarmıştı.
Cemiyet’in başka bir üyesi olan Karl Popper hayatını Marksizmi çürütmeye adamıştı. Bir bilim felsefecisi olan Popper bir yandan Marksizmin bilim olmadığını ispatlamaya çalışırken, öte yandan da “Açık Toplum ve Düşmanları” adlı kitabıyla Marx’ın Hegel ve Platon’la birlikte totaliter rejimlerin fikir babası olduğunu iddia ediyordu.
Onun öğrencilerinden ve hayranlarından biri olan George Soros adlı bir Macar finans spekülatörü, Popper’in kitabının isminden esinlenerek 1984’de “Açık Toplum Vakfı”nı ilk kez Macaristan’da kuracak, sonrasında da dünyanın birçok ülkesine bu vakıf ağını yerleştirecekti.
Soros’un adının ve vakfının esas popüler hale gelmesi ise 2000’lerin başındaki “renkli devrimler” adı verilen toplumsal hadiselerle birlikte olacaktı. Gürcistan, Ukrayna, Sırbistan gibi ülkelerdeki “otoriter rejimler”e karşı başlayan isyanları ABD, AB ve bunlara bağlı sayısız örgütle birlikte Soros’un vakfı da destekledi ve fonladı. Eylemcilerin eğitilmesinde, yayınlarının ve eylemlerinin finanse edilmesinde, uluslararası bağlantıların kurulmasında Açık Toplum Vakfı büyük bir rol oynadı.
Soros’un ve Açık Toplum’un etkinliği “zamanın ruhu”na çok uygundu. 90’ları ve 2000’lerin ilk on yılını kapsayan Sovyet-sonrası küresel çağda, kapitalizmle demokrasi arasında bir özdeşlik kuruluyor, kapitalizmin tüm dünyaya refah, barış ve özgürlük getireceği iddia ediliyordu. Soros ise küreselleşmenin ideolojisinin tüm dünyaya yayılmasında özellikle sivil toplum alanındaki faaliyetleriyle ve renkli devrimler aracılığıyla önemli bir rol oynuyordu.
Ancak 2008 yılında kapitalizmin yaşadığı kriz, neo-liberal politikalara yönelik büyük bir öfke yarattı ve “sağ popülizm” denilen akım giderek güçlendi. Neo-liberalizmin yoksullaştırdığı halk kitlelerinin aslında kapitalizme yönelmesi gereken öfkesi, solun son derece zayıf olduğu bir konjoktürde göçmenlere, mültecilere, yabancılara yöneldi ve sağ popülizm bunu ustalıkla manipüle etti. Hem bu düşmanlığı kaşıyan hem de “müesses nizam”la kavga eder görüntüsü veren Trump, Orban, Modi gibi liderler bu süreçte işbaşına geldi. Soros ise sağ popülizmin günah keçilerinden biri haline getirildi.
Sağ popülizmin ne olduğu ve günah keçisi olarak neden Soros’un seçildiği bir sonraki yazının konusu olacak. Üçlemenin son yazısında ise Gezi’ye ve Türkiye’ye geleceğiz.
***
Sağ popülizmin yükselişi
Başlıktaki sorunun yanıtını aradığımız bir önceki yazıda önce “renkli devrimler”den ve bunlarla Soros arasındaki bağlantıdan söz etmiş, ardından da sağ popülizmin yükselişiyle Soros’un hedef tahtasına yerleştirilmeye başlandığını söylemiştik. Buradan devam edelim.
Sovyetler’in yıkılışı sonrası kapitalizmin zaferinin “tarihin sonu” tezleriyle ilan edilmesinin ardından, ortada bir zafer olmadığı ve tarihin de sonunun gelmediği kısa süre içerisinde fark edildi. Kapitalizm dünya ölçeğinde eşitsizlik ve yoksulluk üretmeye devam ederken, neo-liberal politikalar ABD ve Avrupa’da da eşitsizlikleri derinleştirdi, yoksulluğu arttırdı.
Sol siyasetin zayıf olduğu ve kendini alternatif olarak sunamadığı bir konjonktürde, neo-liberal politikalara yönelik öfkeyi ustalıkla manipüle edebilen sağ popülizm giderek kitleselleşti ve kimi ülkelerde iktidar olmayı başardı.
Genellikle “tek adam”ların liderliğinde yükselen sağ popülizm, sözde “düzen karşıtı” bir söylemi dillendiriyor ve kitleleri de bu söylemle etkiliyor. Bu tek adamlar, düzeni temsil ettiği varsayılan güçlerle kavga ediyor ve buradan halkın sempatisini topluyorlar.
Örneğin ABD’nin en zengin kişilerinden biri olan Trump, başta CNN olmak üzere büyük medya gruplarıyla ağız dalaşına, polemiklere giriyor, onları halkın çıkarlarına aykırı habercilikle suçluyor. Bu da Trump’ın ABD kapitalizmiyle kavga ettiği, düzen karşıtı olduğu gibi bir yanılgıyı besliyor.
Aynı Trump ABD halkının yoksullaşmasının nedeni olarak ABD’li şirketlerin üretimlerini yurtdışına kaydırmasını, ülkeye gelen göçmenleri ve serbest ticareti gösteriyor. Milliyetçi bir söylemle, ABD’li şirketler üretimlerini ABD’de yapar ve ülkeye göçmen girişi engellenirse ABD halkının refahının artacağını iddia ediyor. Trump bir deli ya da bir çılgın değil, ABD sermaye sınıfının özellikle Çin ve Almanya ile rekabette zorlanan ve bu nedenle de “serbest ticaret”e karşı olan kesiminin çıkarlarını temsil ediyor, küresel ekonomiye karşı ulusal ekonomi modelini savunuyor.
Sağ popülizmin Avrupa’da da yükselişte olduğunu biliyoruz. İngilizler, AB’den çıkışın ülkeye göçmen akışını durdurabileceğini düşünerek Brexit’e oy verdi. Her ikisi de sağ popülizmin ötesine geçen neo-faşist hareketlerin, yani Almanya’daki “Almanya için Alternatif”in ve Fransa’daki Ulusal Cephe’nin yükselişinin gerisinde de bu var.
Batı toplumları, dünyadaki eşitsizlik ve yoksulluğun kaynağının bizzat kendi devletleri olduğunu, göçmenliğin ve mülteciliğin gerisinde kapitalizmin bulunduğunu ve bizzat kendi yoksullaşmalarının da kapitalizmden kaynaklandığını görmedikçe, öfkelerini yabancı düşmanlığıyla, ırkçılıkla gösteriyorlar. Tek adamların, düzenle kavga ediyormuş numarası yapan demagogların peşine takılıyorlar.
Sağ popülizmin Soros’un ülkesi Macaristan’da da iktidar olması ise hayli ironik. Victor Orban Macar milliyetçiliğine yaslanan bir otoriter rejimi, elbette ki Macar sermayesini de memnun edecek ve kitlelerin afyonu olacak bir şekilde kullanıyor ve günah keçisi olarak da Soros’un temsil ettiği küreselleşmeci, liberal zihniyeti hedef alıyor.
Tam da bu nedenle Soros’un kendi ülkesindeki faaliyetleri de tehdit altında. Öyle ki Açık Toplum Vakfı’nın Macaristan’daki faaliyetlerini durduracağı, Budapeşte’deki Orta Avrupa Üniversitesi’nin de Viyana’ya taşınacağı söyleniyor. Liberaller yaratılışına bizzat katkı yaptıkları bir canavar tarafından tehdit ediliyorlar özetle.
Peki tüm bunların Türkiye ile ilgisi ne? O da üçlemenin son yazısının konusu olsun.
***
Asıl ‘Sorosçu’ kim?
Başlıktaki soruya yanıt aradığımız üçlemenin ilk yazısında “renkli devrimler”i ve Soros’un yükselişini, ikinci yazıda ise sağ popülizmin yükselişiyle birlikte Soros’un günah keçisi haline getirilişini anlatmıştık. Üçlemenin son yazısında tüm bunların Türkiye ile bağlantısını kurarak sorumuzu yanıtlayacağız.
3 Kasım 2002’de AKP’nin iktidara gelişi, o süreçte Sırbistan, Ukrayna ve Gürcistan’da yaşanan “renkli devrimler”den ayrı bir şekilde değerlendirilemez, AKP’nin iktidara gelişi açıkça bir “renkli devrim”dir.
Emperyalizmin küresel sistem açısından kullanışsız hale gelen yönetimlerin yerine daha kullanışlı aktörler bulma arayışı ile Türkiye’de düzenin istikrar arayışının çakışmasının sonucu AKP iktidar olmuştur.
Diğer ülkelerden farkı ise iktidara geliş biçimidir. Türkiye’nin “renkli devrim”i bir halk ayaklanmasıyla değil, sandık aracılığıyla gerçekleşmiştir. Ancak süreç boyunca yaşananlar, Ecevit hükümetinin başına gelenler, ABD’yle yapılan görüşme ve pazarlıklar, Kemal Derviş vakası vs. ortada bir müdahale ve yönlendirme olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Türkiye’ye özgü bu “renkli devrim”le birlikte AKP, Kemal Derviş’in ekonomik programını devam ettirmiş, IMF politikalarına bağlı kalmış, özelleştirmeleri tamamlamış, taşeron ve güvencesiz çalışmayı kural haline getirmiş, yani neo-liberal reçeteyi uygulamış, bunları yaparken de yarattığı “sadaka mekanizmaları” ile bir sosyal patlamayı önlemiştir. Kapitalist sistem açısından bundan daha iyisinin bulunmayacağı açıktır.
Öte yandan dış politikada da ABD, AB, İsrail ekseninde kalınmış, Afganistan ve Irak işgallerine destek verilmiş, NATO’da etkin bir rol üstlenilmeye çalışılmış, “Arap Baharı”nda ve Suriye’ye yönelik saldırıda emperyalizmin koçbaşı olunmuştur.
Tüm bunlar yapılırken ise “demokratikleşme” adı altında ve Batı’nın büyük desteğiyle devlet dönüştürülmüş, Ergenekon ve Balyoz operasyonları aracılığıyla büyük bir tasfiyeye girişilmiş, hükümet olmaktan devlet olmaya geçilmiş ve adım adım yeni bir rejim inşa edilmiştir.
Bu süreç boyunca hem Soros hem de onun Türkiye’deki uzantıları ve liberaller iktidarın arkasında durmuş, onu “demokratikleşme” ve “sivilleşme” adı altında desteklemişlerdir. Ancak özellikle 2013’ten itibaren iktidar partisi rejim inşasını hızlandırmaya başlamış, Soros uzantıları ve liberaller ise önce Gezi’nin gerçekleşmesi, sonra da “çözüm süreci”nin bitişiyle birlikte iktidara verdikleri desteği çekmişlerdir, zaten iktidarın da bu desteğe ihtiyacı kalmamıştır.
AKP iktidarı dünyadaki sağ popülist rejimlerin yükselişine paralel bir şekilde, yani küresel konjonktürü kullanarak kafasındaki rejimi daha kolay hayata geçirebilmiş, devletteki dönüşümü tamamladıktan sonra ise “demokratikleşme” masalından vazgeçmiştir.
Dolayısıyla, Türkiye’nin “renkli devrim”i Gezi değil, AKP’nin iktidara gelişidir. AKP önce “renkli devrim” konjonktürünü fırsat bilip devletleşmek için gereken adımları “demokratikleşme” makyajıyla atmış, sonrasında ise dinsel karakterli bir sağ popülist parti olarak kendi rejimini kurmuştur.
Gezi bu iktidara ve inşa etmek istediği rejime karşı bir isyandır ve renkli devrimlerden farklı olarak emperyalizmin ve Soros’un belirleyici olamadığı, dış güçlerden medet ummayan, bağımsızlıkçı, yurtsever bir eylemdir. Dolayısıyla kendisi “renkli devrim”le iktidara gelen ve Soros tarafından uzun yıllar desteklenenlerin “Gezi’nin arkasında Soros var” demeleri de anti emperyalizmleri ve Soros düşmanlıkları da koca bir yalandan ibarettir.
FATİH YAŞLI / BİRGÜN