7 Aralık 2018 Cuma

Tutamadınız ahtapotun kolunu, Ergenekon kaçtı - KEMAL OKUYAN

Bu ülkede askerler on yıl ara ile darbe yaptı, kontrgerilla cinayetlerine faili meçhul adı takıldı, CIA aklıyla katliamlar gerçekleşti, ve dahi CIA aklı olmadan da katliam yapılır hale gelindi, bütün bunlar halk uyanmasın, hakkını aramasın, sömürü ve talan üzerine kurulu bu düzen değişmesin diye yaşandı.

Sonra bir gün halk uyanmasın, hakkını aramasın, sömürü ve talan üzerine kurulu bu düzen değişmesin diye on yıllar boyu faaliyet gösterip çok kudretli başkentlerin teveccühünü kazanmış olan bir geleneğin içinden yeni bir parti çıktı. Bu parti daha yola çıkarken aynı kudretli başkentlerin kapısını bir kez daha çalıp icazet aldı, İstanbul sermayesine güven verdi. Gerisi “seçim sandığı”nın işiydi, kolaydı, çantada keklikti…

Böylece 2002 yılında AKP halk uyanmasın, hakkını aramasın, sömürü ve talan üzerine kurulu düzen değişmesin diye iktidar oldu. İktidarına özgürlük ve demokrasi şarkıları eşlik etti; İslamcılık suçlaması hikayeydi, Avrupa Birliği kapılarına dayanıyorduk, birinci sınıf bir demokrasiye sahip olacaktık. Erdoğan müjdeyi patlattıkça, halk uyanmasın, hakkını aramasın, sömürü ve talan üzerine kurulu düzen değişmesin isteyen liberaller ve onlara kanan omurgasız solcular hükümeti cesur olmaya çağırıyordu. 
Bir tür dik dur eğilme!

Erdoğan’ın cesareti her geçen gün arttı. İşte o geçen günlerden birinde gazeteler Ergenekon diye bir örgütü taşıdılar manşete. Çok fenaydı bu örgüt; Türkiye’de o ana kadarki tüm cinayetler, darbeler, katliamlar, komplolar, sabotajlar, yalan-dedikodu-iftira-eşek şakası, akla gelecek her tür musibet onun imzasını taşıyordu. 
Sayısız gazeteci, akademisyen, asker, bürokrat, siyasetçi, bilim insanı bu örgütün yöneticisi olarak ilan edildi. “Bir numara”ya bir türlü karar veremedikleri için Ergenekon’un liderinin kim olduğu tam anlaşılamadı, rivayet muhtelifti.

Bu ülkede askerler on yıl ara ile darbe yapmış, kontrgerilla cinayetlerine faili meçhul adı takılmış, CIA aklıyla katliamlar gerçekleşmiş ve dahi CIA aklı olmadan da katliam yapılır hale gelinmiş, bütün bunlar halk uyanmasın, hakkını aramasın, sömürü ve talan üzerine kurulu bu düzen değişmesin diye yaşanmıştı ama bütün bunlarla deşifre edilen “sözde örgüt” arasında bir alaka bulunmuyordu. 
Aynı çuvalın içine konanlar arasında halka karşı suç işlemiş kişiler olması bir anlam ifade etmezdi, siyasi iktidar yerli ve yabancı sermayenin desteğiyle devlet içindeki dengeleri değiştirmek, kendisi önünde engel gördüğü bazı unsurlardan kurtulmak için düpedüz tezgah kurmuştu.

Tezgah çalıştıkça halk uyanmasın, hakkını aramasın, sömürü ve talan üzerine kurulu düzen değişmesin isteyen liberaller ve onlara kanan omurgasız solcular hükümete “sonuna kadar git” çağrıları yapıyordu. 
Sonuna kadar git, yetmez ama evet!
Kararlı ol, irade göster:
“Ergenekon İddianamesi ahtapotun kollarından birini yakalamıştır. Ancak, diğer kollara ve gövdeye ulaşmakta kendini sınırlamış kaygısı uyandırmaktadır. Bu kaygı giderilmelidir. Örneğin askeri yargı, savcılığın gönderdiği belge ve bilgileri dikkate alarak yargılama sürecini işlettiği ve gereğini yerine getirdiği takdirde, Türkiye’yi kuşatan ve giderek derinleşen karanlığın aydınlanmasında önemli bir adım daha atılmış olacaktır. Ergenekon davasının, her türlü uzlaşmanın ötesinde toplumsal ve siyasal ufkumuzun aydınlanması davası haline gelebilmesi için siyasi irade şimdi her zamankinden daha gereklidir. Asker-sivil bütün kurum ve kuruluşlar da davanın karartılmaması ve mutlaka derinleştirilmesi için aynı kararlılığı göstermelidir. Bu davanın hayati önemine inanan bizler, hukuki / adli sürecin kamu vicdanını her yönden rahatlatacak şekilde, yargı bağımsızlığı çerçevesinde, adil ve titiz yargılama ilkelerine sonuna kadar uyularak sürdürülmesini diliyoruz.”
İmza…

Evet imzalar kondu bu acıklı metne, tarihe not düştüler, AKP Türkiyesi için çaput bağladılar.

Halk uyanmasın, hakkını aramasın, sömürü ve talan üzerine kurulu düzen değişmesin diye iktidar olan bir partinin halk uyanmasın, hakkını aramasın, sömürü ve talan üzerine kurulu düzen değişmesin diye darbe yapan, katliamlar düzenleyen, cinayet işleyen kurum ve kişileri tasfiye edeceğine inanmayan, hükümetin tezgahını boşa çıkarmaya çalışan bizlereyse o dönem takılan sıfat MGK’cılıktı. AKP’nin kuyruğunda bağırıp çağırıyorlardı: Pis ulusalcılar!

Sonuçta Ergenekon tezgahı işe yaradı, AKP hem devletteki dengeleri değiştirdi hem liberallerin aracılığıyla solun aklını büyük ölçüde ele geçirdi. Anayasa, manayasa, bir sürü yükten kurtulduktan sonra özgürlük ve demokrasi şarkıları duyulmaz oldu. Artık gün dombra ve mehter marşı günüydü.

Ve yıllar sonra yine bir savcı buyurdu: Ergenekon diye bir örgüt yoktu. 
Eeee ahtapotun kolu? 
O neydi?
Meğer o “saray”ın direğiymiş, 
“diktatör”ün asasıymış, 
OHAL’in L’siymiş…

Kemal Okuyan / SOL

M.KIRCI NOT:
Ergenekon Bildirisi imzacıları tam liste.

Abdi Özdiken (Bilişimci) - Abdullah Keskin (Sinemacı) - Adalet Dinamit (Yönetici) - Adnan Özyalçıner (Yazar) - Adnan Tonguç (Yazar) - Ahmet Aykaç (Prof. Dr.) - Ahmet Çakmak (Prof. Dr.) - Ahmet Dindar (Avukat) - Ahmet İnsel (Prof. Dr.) - Ahmet İsvan - Ahmet Kardam - Ahmet Telli (Yazar) - Ahmet Ümit (Yazar) - Akşin Somel (Prof. Dr.) - Ali Akay (Küratör) - Ali Deniz Ceylan (Avukat) - Ali Kerem Saysel (Akademisyen) - Ali Nesin (Prof. Dr.) - Ali Uçansu (Diş Hekimi) - Arif Ali Cangı (Avukat) - Aslı Erdoğan (Yazar) - Ayda Arel  (Prof. Dr.) - Aydın Cıngı - Aydın Engin (Gazeteci) - Ayetullah Sevgir - Ayhan Aktar (Prof. Dr.) - Ayhan Bilgen (Mazlum- Der) - Ayhan Çabuk (Van Baro Bşk.) - Ayhan Kaya (Akademisyen)- Ayhan Ongun (İSİDEF Gn. Sek.) - Ayla Gürsoy (Prof. Dr.) - Aylin Aslım (Müzisyen) - Ayşe Berktay (Çevirmen)- Ayşe Buğra (Prof. Dr.) - Ayşe Erzan (Prof. Dr.) - Ayşe Gül Altınay (Akademisyen) - Ayşe Hür (Tarihçi - Yazar) - Ayşe Kadıoğlu (Akademisyen) - Ayşe Soysal (Prof. Dr.) - Ayşegül Devecioğlu (Yazar) - Ayşegül Kaya (Avukat) - Ayşen Anadol (Çevirmen) - Bahri Bayram Belen (Avukat) - Barış Pirhasan (Yönetmen) - Baskın Oran (Prof. Dr.) - Bennu Yıldırımlar (Oyuncu) - Beral Madra (Küratör) - Beril Dedeoğlu (Prof. Dr.) - Betül Tanbay (Prof. Dr.)- Bircan Yorulmaz - Burhan Şenatalar (Prof. Dr.) - Bülent Arınlı (Belgesel yönetmeni) - Bülent Atamer (Kimya mühendisi) - Bülent Aydın (Gazeteci) - Bülent Erkmen (Tasarımcı) - Büşra Ersanlı (Prof. Dr.) - C. Murat Özgünay - Celal Yıldırım (Dişhekimleri Birliği Bşk) - Celalettin Can (78’liler Vakfı) - Cem Terzi (Prof. Dr.) - Cemal Polat (Sendikacı) - Cengiz Aktar (Akademisyen) - Cenk Soyer (Mühendis) - Cevdet Uçungan (Kars Baro Bşk.) - Cuma Boynukara (Tiyatro yazarı) - Cüneyt Ozansoy (Akademisyen) - Çağatay Anadol (Yayıncı) - Çiğdem Mater (Gazeteci) - Çiğdem Yalçın Pamukçu (İHOP) - Derya Sazak (Gazeteci) - Dilara Kahyaoğlu (Eğitimci, sanatçı) - Dilek Özcengiz (Prof.Dr.) - Doğu Ergil (Prof. Dr.) - Emel Ataktürk (Avukat) - Emine Uşaklıgil (Yönetici) - Emre Gönen (Akademisyen) - Enis Rıza (Belgesel yönetmeni) - Enver Sezgin  - Ercan Karakaş (SODEV)      - Erdağ Aksel (Akademisyen) - Erdal Karayazgan - Erdal Yavuz (Akademisyen) - Ergin Cinmen (Avukat) - Ergun Gümrah (Yönetici) - Erkan Şen - Erol Katırcıoğlu (Prof. Dr.) - Erol Kızılelma (SODEV) - Ersin Kalaycıoğlu (Prof. Dr.) - Ersin Salman (İletişimci) - Ertuğrul Cenk Gürcan (Akademisyen) - Ertuğrul Kürkçü (Yazar) - Esra Güçlüer - Esra Koç - Esra Mungan (Akademisyen) - Fahri Aral (Yayıncı) - Faruk Arhan (Gazeteci) - Fehim Caculi (Yönetici) - Feray Salman  (İHOP) - Ferdan Ergut (Akademisyen) - Ferhat Kentel (Akademisyen) - Ferhunde Özbay (Prof. Dr.)- Fethiye Çetin (Avukat) - Feza Kürkçüoğlu - Fikret Adaman (Prof. Dr.)- Fikret Adanır (Prof. Dr.) - Filiz Kardam  (Akademisyen) - Filiz Kutlar (Sanatçı) - Fuat Keyman (Prof. Dr.) - Füsun Çeliköz - Füsun Üstel (Prof. Dr.) - Gencay Gürsoy (Prof. Dr.) - Gonca T. Demir (Avukat) - Gül Efem (Akademisyen)- Gülay Günlük Şenesen (Prof. Dr.) - Gülay Toksöz (Prof. Dr.) - Gülen Aktaş (Prof. Dr.) - Gülseren Onanç (Kagider) - Günay G. Özdoğan (Prof. Dr.) - Gündüz Mutluay (Yayıncı) - Gürol Irzık (Prof. Dr.) - Hacer Ansal (Prof. Dr.) - Hakan Tahmaz - Haldun Sural (Akademisyen) - Hale Bolak Boratav (Akademisyen) - Halil Berktay (Prof. Dr.) - Halil Ergün (Sanatçı) - Haluk İnanıcı (Hukukçu)- Hasan Kuruyazıcı (Mimar) - Hasan Öztoprak (Yazar) - Hasan Yazıcı (Prof. Dr.) - Haydar Ergülen (Şair, yazar) - Huri Özdoğan (Prof. Dr.) - Hülya Gülbahar (Avukat) - Hürriyet Karadeniz - Hüseyin Çakır - Hüseyin Öntaş (Avukat) - Hüsnü Öndül (İHD Gn. Bşk) - Ilgın Su - Işıl Gürsoy Uyar - Işıl Kasapoğlu (Tiyatrocu) - Iştar Gözaydın (Akademisyen) - İbrahim Betil - İbrahim Kaboğlu (Prof. Dr.) - İhsan Çaralan (Gazeteci) - İlhan Tekeli (Prof. Dr.) - Jale Parla (Prof. Dr.) - Jülide Kural (Oyuncu) - Kadri Salaz (İşadamı) - Kemal Gökhan Gürses (Karikatürist) - Koray Çalışkan (Akademisyen) - Koray Doğan Urbarlı - Kuvvet Lordoğlu (Prof. Dr.) - Lale Mansur (Oyuncu) - Lale Tayla (Gazeteci) - Levent Korkut (ai Türkiye Başkanı) - Leyla İpekçi (Yazar) - M. Ali Özel (Siirt Baro Bşk.) - M. Zait Söylemez (Muş Baro Bşk.) - Macit Koper (Sanatçı) - Mahir Günşıray (Sanatçı) - Mahmut Güven (Mardin Baro Bşk.) - Mahmut Ortakaya  (Dr.) - Manuel Çıtak (Fotoğraf sanatçısı) - Markar Eseyan (Gazeteci) - Mebuse Tekay (Avukat) - Mehmet Ali Aslan (Avukat)- Mehmet Altan (Prof. Dr.) - Mehmet Dağ - Mehmet Demir (Gazeteci) - Mehmet Görgeç (Malatya Baro Bşk.) - Mehmet Güleryüz (Ressam) - Mehmet Karaca - Mehmet Salmanoğlu - Melek Göregenli (Prof. Dr.) - Melek Ulagay (Belgesel yönetmeni) - Meral Danış Bektaş (Avukat) - Meral Okay (Sanatçı) - Meral Tamer (Gazeteci) - Meryem Kavak (Avukat) - Mesut öztürk (Van eski Belediye Bşk.) - Mesut Yeğen (Akademisyen) - Meşher Yürek (Bitlis Baro Bşk.)- Mete Çubukçu (Gazeteci) - Mete Tuncay (Prof. Dr.) - Mithat Sancar (Prof. Dr.) - Muharrem Erbey (İHD Diyarbakır Bşk.) - Murat Aksoy (Gazeteci) - Murat Belge (Prof. Dr.) - Murat Çelikkan (Gazeteci) - Murat Morova (Ressam) - Murat Paker (Akademisyen) - Murathan Mungan (Yazar) - Müfit Erkarakaş (Yönetici) - Müge İplikçi (Yazar) - Müslüm C. Akalın (Urfa Baro Bşk.) - Nabi Yağcı - Nail Satlıgan (Akademisyen) - Nazan Aksoy (Prof. Dr.) - Necip Korkmaz (Hakkari Baro Bşk.) - Necmiye Alpay (Yazar) - Nedim Hazar (Yönetmen) - Nesrin Sungur (Prof. Dr.) - Neşe Erdilek (Sosyolog) - Nihal Saban (Prof. Dr) - Nil Mutluer (Akademisyen) - Nuray Uzunören (Prof. Dr.) - Nurcihan Hamişoğlu (HYD) - Nurdan Arca (Film yönetmeni) - Nurhan Yentürk (Prof. Dr.)- Nuri Ödemiş (Bilişim uzmanı) - Nurşirevan Elçi (Av. Şırnak Baro Bşk.) - Nüket Esen (Prof. Dr.)- Nükte Devrim Bouvard (Gazeteci) - Okan Akhan (Prof. Dr.) - Orhan Alkaya (Şair) - Osman Kavala - Osman Köker (Yazar) - Oya Baydar (Yazar) - Oya Köymen (Prof. Dr.) - Ozan Erözden (Akademisyen) - Öget Öktem Tanör (Prof. Dr.) - Ömer Faruk Gergerlioğlu (Mazlum- Der Gn. Bşk.) - Ömer Laçiner (Yazar) - Ömer Madra (Açık Radyo) - Ören Altmışyedioğlu (Avukat) - Özlem Dalkıran (HYD) - Özlem İşbilir (Editör) - Pelin Batu (Sanatçı) - Pınar Selek (Sosyolog) - Ragıp İncesağır (Sanatçı) - Raşit Tükel (Prof. Dr.)  - Rauf Kösemen (Tasarımcı) - Reşat Apak (Prof. Dr.) - Reşit Canbeyli (Prof. Dr.) - Rezzan Tuncay (Prof. Dr.) - Rıdvan Akar (Gazeteci) - Rojbin Tugan (Avukat) - Sami Evren (KESK Gn. Bşk) - Sedat Özevin (Batman Baro Bşk.) - Sefa Feza Arslan (Akademisyen) - Selim Badur (Prof. Dr.) - Selim Mahmutoğlu - Sema Kılıçer (HYD) - Semih Kaplanoğlu - Semra Somersan (Akademisyen)- Sennur Sezer (Şair) - Serap Aksoy (Sanatçı) - Serdar M. Degirmencioglu (Akademisyen)- Sermet Koç (Prof. Dr.) - Serra Yılmaz (Oyuncu, çevirmen) - Sezgin Tanrıkulu (Diyarbakır Baro Başkanı)- Sibel Irzık (Prof. Dr.) - Sinan Gökçen (Gazeteci) - Sungur Savran (Yazar) - Şaban Dayanan (İHD) - Şahika Yüksel (Prof. Dr.) - Şanar Yurdatapan (Müzisyen) - Şebnem İşigüzel (Yazar)- Şebnem Korur Fincancı (Prof. Dr.) - Şehbal Şenyurt (Belgesel yönetmeni) - Şevket Pamuk (Prof. Dr.) - Şeyhmus Diken (Yazar) - Tahsin Yeşildere (Prof. Dr.) - Tan Oral (Karikatürist) - Taner Akçam (Yazar) - Tanıl Bora (Yazar) - Tarhan Erdem (Yazar, araştırmacı) - Tarık Ziya Ekinci (Dr.) - Tatyos Bebek (Diş Hekimi) - Teoman Pamukçu (Akademisyen) - Timur Akçalı (Akademisyen) - Timur Demir (Ağrı Baro Bşk.) - Toktamış Ateş (Prof. Dr.) - Tuba Çandar (Yazar) - Tuğrul Eryılmaz (Gazeteci) - Turgut Tarhanlı (Prof. Dr.) - Tülay Ateş (Avukat) - Umur Coşkun (Yönetici) - Ümit Fırat (Yazar) - Ümit Kardaş (Avukat) - Ümit Kıvanç (Yazar) - Ümit Şenesen (Prof. Dr.) - Ünal Ünsal (Emekli Büyükelçi) - Vasıf Kortun (Sanatçı) - Vecdi Sayar (Gazeteci-Yazar) - Vedat Yılmaz (Dr.) - Veysel Eşsiz (Akademisyen) - Viki Çiprut (Gazeteci) - Yakın Ertürk (Prof. Dr.)- Yalçın Ergündoğan (Gazeteci) - Yaman Aksu (Yazar) - Yılmaz Ensaroğlu (Mazlum Der) - Yiğit Bener (Yazar) - Yusuf Alataş (IHD) - Yücel Sayman (Avukat) - Yüksel Selek - Zafer Kıraç - Zakarya Mildanoğlu  (Mimar) - Zeynep Ekener (HYD) - Zeynep Gambetti (Yazar).

Eğitim, din ve ahlak: Laik ahlak - ÜNAL ÖZMEN

Ahlak, gerek ortaya çıkışı gerekse insan/toplum ilişkisini düzenleyen ilkeler bütünü olması bakımından zaten laik bir kavramdır. Öyleyse laik olana “laik” demek abes olmalı. Ama değil; Tanrı’ya karşı yükümlülüğe dönüştürülen insani ilkelere “din ahlakı” deniyorsa, kavramı dinlerin elinden kurtarmaya çalışanların “laik ahlak” demesi kaçınılmazdır. 

Laik ahlak, ahlakın dini kullanımına karşılık olarak ortaya çıktı. Ahlaki bunalımdan çıkışı eğitimde görüp “laik ahlak”ı pedagojiye kazandıran ise Emile Durkheim’dir.

Öncülleri Spinoza ve Kant gibi ahlaki kuralların akla ve mantığa uygun ölçülebilir, denetlenebilir, yargılanabilir olması gerektiğini düşünen Durkheim, eğitimin diğer konuları gibi ahlakın da din karşısında rasyonelleşmesi gerektiğini düşünüyordu. Haklı çıktı; çünkü bunu başaran toplumlar, din ahlakının etkisinden kurtulamayan toplumlar kadar derin ahlaki kriz yaşamıyor.

Laik ahlak, tarihin süzgecinden geçmiş kolektif bir çabanın ürünü olduğu için rasyoneldir. Rasyonel olduğu için din ahlakının aksine her türlü eleştiriye açıktır. Eleştiriye açıklık ise kişide öz disiplin geliştirir ve kişiyi akıl dışı karar ve eylemlerden korur.

Pedagojinin amacının insan davranışlarını yönlendirmek olduğunu belirten Fransız düşünür Durkheim, Fransa Dreyfus Davası’yla çalkalandığı sırada “şu an için pedagog açısından ahlak eğitiminden daha önemli bir konu olamaz” demiştir. Durkheim, ahlak ilkelerinin aynı zamanda hukukun ilkeleri olduğunu düşünerek laik ahlak eğitiminin önemi üzerinde duruyordu.

Bugün Türkiye’de evrensel hukuk kuralları geçerli değil. Evrensel hukukun rüşvet, hırsızlık, görevi kötüye kullanma, adam kayırma saydığı eylemler din (İslam) ahlakı tarafından kolaylıkla aklanabiliyor. Örneğin, hak eden kişi yerine dayısının oğlunun kamu kurumuna müdür olmasını sağlayan AKP milletvekili Mehmet Metiner’in “biz inançlı insanlarız değil mi; cuma namazına gittiğimizde her hafta hutbede ne okunur, ‘akrabalarını koru kolla‘ der!” savunması din ahlakı tarafından tatmin edici bulundu. Keza İslamcı yönetimin mahkemelerinde görülen davaların hukuk dışılığı artık Dreyfus Davası’yla karşılaştırılmıyor. 

Laik ahlak, sadece laiklere değil, en çok da dindarlara gereklidir. Nitekim gerekli de oldu: Saadet Partisi, genel merkez olarak kullandığı binayı bir ay içinde tahliye edecek. İcra yoluyla tahliye talebinde bulunanlar, oğlu Fatih Erbakan başta olmak üzere Necmettin Erbakan’ın varisleriydi. Partinin mevcut genel başkanı Temel Karamollaoğlu, cemaatin bağışı, devletin ”yardımı” ile edinilmiş fakat partilerinin kapatılması ihtimaline karşı en güvenilir kişi olarak Necmettin Erbakan’ın üzerinde tutulan (Kayıp Trilyon Davsını anımsayın) mülklerin kişisel servete dönüşmesini ”Erbakan hocamız hayatta olsaydı (Fatih Erbakan’ı) falakaya yatırırdı” gibi ne bu dünyada ne öbür dünyada cezası olmayan naif bir beddua ile içine sindirmek zorunda kaldı. 

Çünkü partinin yöneticileri ve dindar seçmenler, laik hukuktan gizledikleri emanetlerine İslam ahlakından halel gelmeyeceğini düşünmüşlerdi. Ne yazık ki kanıtla karar veren hukuk varisleri haklı buldu, İslam ahlakına güvenen cemaat kaybeden taraf oldu! (Umarız bu olay, himmet hesabını güvenli sanıp elden ele, evden eve taşınan paraların izini sürmeyenlere ders olur.)

İslamcılar hukuku ortadan kaldırdı, insan ilişkilerini zedeledi. Şimdi kendi aralarındaki ilişkiyi zehirliyorlar. Bu durumda onarıma insandan başlamak gerekiyor. Bu nedenle pedagojinin yardımına ihtiyacımız var. (Bu da haftanın konusu olsun.)

Ünal Özmen / BİRGÜN

Anlayamazsınız! - BARIŞ İNCE

Kendi rakamlarınızla 2 buçuk milyon insanı sokaklara taşıyanın, kendi ettikleriniz olduğunu anlayamazsınız. Aklınız aslına rücu; kalbiniz kendine zor yeter. Para dışında bir motivasyon, iktidar hırsı dışında bir itici güç bilmediğiniz için onları tanıyamazsınız. Kimdir bu dışınızdaki âlemler, bu insanlar ne ister? Bilemezsiniz.


Zihninizdeki hurafelerden kurtulup hürlüğün tadını almamışsınız. İş ilişkilerinizi, kariyerinizi, şatafatlı koltuğunuzu kollamadan âşık olmamışsınız. Sabahın ilk ışığında durulmuş denize derin bir nefes alıp, iç huzuruyla bakmamışsınız.

Siz aslında olmamışsınız!

Herkes görmek istediğini görüyor hayatta. Yolda yürürken dilenenleri görmez, çile çekeni dost bilmezsiniz. Neşeden çok gam verene yaren demezsiniz, gülerken iyiydi de ağlayanı sevmezsiniz. Şatafat peşinde gidersiniz de zarafete prim vermez, gerçeğe düş dersiniz de düşleri gerçek etmezsiniz. Sevapları anlatıp durursunuz da günahlarınızı bir kenara not etmezsiniz. Sadece kendinizden bilirsiniz. Bu nasıl bir gözlüktür? Ki her manzara ufka gider de sizin gibiler döner yine aynadan kendisini görür.

Anlayamazsınız. Bu gidişi kendine yediremeyen insanları… Göremezsiniz ki halkınız geleceğinden umudunu kesmiş. İşitmezsiniz ki, vatanı gözünde tüteni başka memleketlerde bir yaşam düşlemiş. Belki en kötüsü ki ülkesiyle kurduğu sevgi ilişkisi kesilmiş. Bilmezsiniz ki insan, üzerine bir hayal inşa ettiğini sevmiş.

“Her şey bizim, tüm güç bizde” diye ekranlarda gevşeyen sırıtışların, devrilen çamların, kimi zaman sizi bile zora sokan itirafların sahipleri en büyük düşmanınız. Çünkü hepsi büyük bir rantın bölüşümünden duyduğu hevesle konuşuyor şimdi. Aynı ifadelerinden, benzer oturuşlarından, hızla sıralamaya çalıştıkları ezberlenmiş kelimelerden belli… Hepsi bir an evvel pastadan yeni bir dilim daha kapma hevesindeymiş gibi...

Çıkarınız için her türlü yalanı attınız da Aydın Kızılcaköy’de jandarmanın önüne oturmuş al yazmalı analardan, Cerattepe’de toprağına sahip çıkmak için bastonuyla şantiye aracı kovalayan babalardan da mı utanmadınız? Eşitlik fıtratınızda yok onu anladık da en cevvalinizden hızlı koşan kadınlardan da mı feyz almadınız. İşçi ailelerinin gözyaşından, tarikat yurtlarınızda yanan çocukların ahından da mı korkmadınız? 

Dönüşü olmayan bir yoldasınız, o yüzden sözlerimizi dikkate almayacaksınız. Ama müsterih olunuz. Aşağıladığınız bu insanlar, bu toplumu bir arada tutacak, sizler için de adil olacaktır. El ele tutuştuğumuz sokaklarımıza, nefes aldığımız parklarımıza, birbirinin derdine koştuğumuz komşuluklarımıza, tutsak ettiğiniz arkadaşlarımıza, anılarımıza, umutlarımıza yaptığınız ne varsa, hesabını sorarken dahi önce adaleti öne çıkaracağımızdan emin olunuz.

O zaman anlarsınız.

Barış İnce / BİRGÜN

Üzgünüm ama maalesef böyle - ALİ SİRMEN

Cumhuriyet’te bir zamanlar İlhan Abi’nin yazdığı, o keskin gözlem gücüyle görünenin ardında zaman zaman gizlenen gerçeği kulağından tuttuğu gibi önümüze koyduğu “Olayların Ardındaki Gerçek” sütunundan, olaylara dikkatle bakıp, aceleye getirmeden iyi okumayı öğrendim.
 
17 Kasım günü Ümit Aslanbay ve Sayın Zeynep Boratav ile birlikte gittiğimiz İstanbul Kitap Fuarı’nda geçirdiğim dört saatlik sürede, olayların ardındaki gerçeği keskin bakışıyla yakalayan İlhan Abi’yi bir kez daha andım.

***
Beylikdüzü’nde devasa fuar binasına yaklaşırken hayretler içinde kaldık. Giriş kapısına giden yaya üstgeçidi, tıklım tıklım doluydu, insanlar zorlukla gıdım gıdım ilerleyebiliyorlardı. Hani bir ara kalabalıktan üstgeçit çöker mi diye korkmadık değil. 

İlk tepkim sevinmek oldu. Kitap okumadığı için üzüldüğümüz gençlik, kitap fuarına akın akın gelmişti. Demek ki umutsuzluğa kapılmanın bir gereği yoktu. Sonra “Acele etme!” dedim kendi kendime, “Dur bakalım, öyle mi?” 

Nitekim imza için içeride geçirdiğimiz, İmge Yayınevi’nin yanı sıra Cumhuriyet standını da ziyaret ettiğimiz süreden sonra olayın öyle olmadığını anladım.
 
Önceki gün de yayıncı Özge Hanım’ın, bu konudaki izlenimlerini içeren bir ileti geçti elime. Yayıncı arkadaşlarımızın, dostlarımın ve benim gözlemlerimle aynı doğrultuda olan iletiyi paylaşıyorum: 
“İzninizle on günlük fuar deneyimime dayanarak birkaç şey paylaşayım. Üniversite öğrencileri, öğretmenler kurgu ile kurgu dışı arasındaki ayırımı bilmiyor. Kitap önerisi istediğinde, ‘Kurgu mu kurgu dışı mı?’ diye sorunca ‘Akıcı olsun!’ diye cevap veriyor. Parayı suratımıza fırlatan, bizi harita zanneden, elindeki son model iphone’dan ne yayınevi ne stant bilgisi almayı beceren, adres isteyen, ayraç isteyen, poşet isteyen, beş liraya kitap isteyen, ‘hayatını değiştirecek kitap’, ‘aşk romanı’ isteyen insanlarla on gün geçirdik. 
Mesela gelip ‘Olası’ soruyor, ‘Biz basmıyoruz’ deyince kızıyor, o kadar önemli de niye bizde yok diye. Yayıncısını söylüyoruz, ‘Karşıdaki stantta yok mudur yav yoruldum’ diyor.Yine bir o kadar insan tüm kitapların aynı fiyatta olabileceğini düşünüyor. Lise öğrencisi olup, hayatında hiç kitap okumadığını kıkırdayarak söyleyenler cabası. Yayınevi çalışanlarına stanttaki 600 kitabı tek tek anlattırmaya kalkan, arka kapak dahi okuyamayan, yaş ortalaması 15-35 arası değişen katılımcıların neredeyse yüzde yetmişi, kitapçı ile yayınevi farkını bilmiyor.

***

Öncelikle müsterih olun! Yeni nesil kitap falan okumuyor. Katılım rakamları, veriler sizi yanıltmasın! Kentin site ve AVM’den oluşan kısmında yaşayan insanlar için bir sosyalleşme fırsatı fuar, katılım yoğunluğunun nedeni bu. Standa 50 ve üzeri yaş grubundan insanlar geldiğinde gözümüz parlıyordu sevinçten. Merhaba deyince kolay gelsin diyen, teşekkür eden, yazar ve kitap bilen, hatta kitap eklerinden kupür kesip getiren o insanlar olmasa dayanamazdık. Böyle saygısız, böyle boş ve ne hikmetse bir o kadar özgüvenli bu güruh hepimizi yıprattı. Ülkedeki insan kumaşının ne denli bozulduğunu böyle apaçık görmek epey ağır geldi. Benim beşinci senem, fuarda böyle bir şey görmedim. 

Konuştuğum her yayıncı da aşağı yukarı benzer şeyler söylüyor. Velhasıl özgüvenini, yaratıcılığını övdüğünüz, internet sayesinde sınır tanımadığını düşündüğünüz yeni nesil ile ileride hepinize kolaylıklar dilerim.
 
Kolay olmayacak çünkü...” 
Öykü Hanım haklı. Üzgünüm, ama maalesef gerçek bu!

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Derin devlet kimmiş? - ARSLAN BULUT

Genelkurmay İstihbarat Daire Başkanlığı yapmış, emekli Orgeneral İsmail Hakkı Pekin, Türkiye'nin asıl sorununu canlı yayında açıkladı: "Türkiye'de bir derin devlet vardır ama bu Amerikan derin devletinin uzantılarıdır. Millî bir derin devlet yoktur. Derin millet vardır. Türkiye'nin millî bir derin devleti olsaydı, 1970-1980 arasındaki olayları, 12 Eylül'ü ve diğer müdahaleleri ve 15 Temmuz'u yaşamazdık"

Habertürk'teki "Türkiye'nin Nabzı" programında Didem Arslan Yılmaz'ın sorularını cevaplandıran Pekin'in değerlendirmelerinden bazıları şöyle:
"Türkiye'de silâhlı kuvvetler veya askerî öğrenciler içinden seçilen gençlere Seferberlik Tetkik Kurulu ve sonra da Özel Harp Dairesi'nde görev verilirdi. Bunların kim olduğunu sadece MİT bilirdi. MİT ise zaten CIA ile Ankara'da aynı binada altlı üstlü çalışırdı. Maaşlarını ABD verirdi.

Bu kadrolar içinden devşirilen insanları sonra ABD ve İngiliz istihbaratı Türkiye aleyhine kullandı. Muammer Aksoy, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Bahriye Üçok, Necip Hablemitoğlu gibi kamuoyunu uyarmaya çalışan değerlerin ortadan kaldırılmasında bu yapının rolü vardır. Türkiye 12 Eylül'e bu kadrolar tarafından sürüklenmiştir.

Fetullah Gülen, Mehmet Şevket Eygi gibi isimler 1959'da bu yapı içinde görevlendirildi. Görevleri, Yeşil Kuşak projesi çerçevesinde komünizmle mücadele faaliyetleriydi. 12 Eylül'den sonra yakalanan Fetullah Gülen'in serbest bırakılması için Genelkurmay Başkanı aradı ve serbest bırakıldı.
Bu tür insanların bir kısmı CIA tarafından devşirildi ve şimdi FETÖ dediğimiz istihbarat örgütü kuruldu."
                                                                                           ***

Biz devletin ele geçirilmiş olduğunu son 20 yıldır defalarca gündeme getirdik ama gerçekleri komplo teorisi diye gösteren gazeteciler de bu yapının elemanıydı...
Devletin omurgası ele geçirilmişse, siyasi yapı bu işin dışında tutulabilir miydi? Siyaset de ele geçirilmiş olduğu için Türkiye 1952'den beri savrulmaktadır.
Biz bu konuyu yakın tarihte şöyle yansıtmıştık:
FETÖ'nün darbe girişimi ile ilgili değerlendirmelerin hiçbiri meselenin esasına girmiyor. Bir defa 1960 darbesinden itibaren Türkiye Cumhuriyeti Devleti içinde ağını kurmuş bir örgütten, Cumhurbaşkanlarının, Başbakanların, Genelkurmay Başkanlarının ve MİT Müsteşarlarının haberdar olmaması mümkün değildir! Soru şudur: Devlet bunu neden yaptı? Bülent Ecevit, ilk başbakanlığı sırasında, "kontrgerilla"nın varlığından tesadüfen haberi olduğunu söylemişti. Özel Harp Dairesi Başkanı Sabri Yirmibeşoğlu ise kendisine teminat vermiş, devletin siyasi partiler içinde de örgütlenme yaptığını, hatta çeşitli partilerden birçok milletvekilinin bu yapının üyesi olduğunu söylemişti.

Fetullah Gülen ve Müslüm Gündüz ise daha askerlik çağında iken 1960-61'de keşfedildiler. İskenderun'da birlikte askerlik yaparken, eğitime alındılar. Fetullah Gülen, askerlikten sonra da kendisi gibi bir "görevli" olan ve tahsili yeterli olmadığı halde Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı'na getirilen Yaşar Tunagür'ün açtığı yolda ilerledi. Türk Cumhuriyetleri'nde okullar açmak için ilgili ülkelerin devlet başkanlarına tavsiye mektuplarını Turgut Özal ve Süleyman Demirel yazdı. Abdullah Gül de Dışişleri teşkilâtına cemaate yardımcı olmaları için talimat verdi. Devleti yönetenler, bu işleri, kendi akıllarıyla yapmadı. Devleti yönetenler, NATO'nun Gladio yapısı ile birlikte Türkiye'nin bütün istihbaratını avucunun içine almış olan ABD'nin taleplerini yerine getirdi! Devlet, Abdullah Öcalan'ı nasıl kontrolden kaçırıp Türkiye'nin başına belâ ettiyse Fetullah Gülen'in de aynı şekilde bir bumerang gibi dönüp devleti vurmasına yol açtı!

                                                              ***
Türkiye'nin, kuruluş ilkelerine sarılmaktan başka çaresi yoktur ama şimdiki yapılanma da FETÖ artıkları ve federasyonculardan oluşturuldu. Bu da bir Amerikan-İngiliz ortak yapımıdır. Görevleri, Türk egemenliğini yıkmak ve Orta Doğu Birleşik Devletleri'ne zemin hazırlamaktır!

Çözüm milletin beynindedir, başka yerde değil...


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

6 Aralık 2018 Perşembe

Fethullahçı zihniyet hâlâ yönetiyor - Barış Terkoğlu

Gaipten haber veremem. Ama siz bu yazıyı okurken, muhtemelen her sabah olduğu gibi, bir yerlerde FETÖ operasyonu oluyordur. Gözaltına alınanlar asker, polis ya da öğretmen olabilir. Savcı ya da hâkim ihtimali ise düşük görünüyor. 

Neden mi? 

Örgütün en çok yuvalandığı yer olan yargı, kendi içindeki “arınma”yı çoktan bitirmiş görünüyor da ondan. “Eğitmenleri kim eğitecek” derler ya, şimdi “Yargılayanları kim yargılayacak” diye soruyoruz. 

Nereden bu noktaya geldim?
 
Gazeteci Saygı Öztürk’ün 21. kitabı “Hayalet İmam”ı okudum. İnsan hafızası unutmakla arızalıymış sahiden. Kimi hatırlayamadığım kimi yeni öğrendiğim Adil Öksüz gerçekleriyle karşılaştım.
 
Darbe gecesinin sabahında Akıncı Üssü civarına arsa bakmaya geldiğine “birilerini” inandıran, 15 Temmuz’un beyinlerinden Adil Öksüz’ün hâlâ ortada olmadığını biliyorsunuz. Ama Türk Hava Kuvvetleri logolu saatinin tutanaklardan nasıl kaçırıldığını unuttunuz. 

Öksüz’ün karakolda tuvalete sakladığı cihazın haberini okudunuz. Ancak bu bahaneyle Ankara Emniyeti’ne giden araçtan indirildiğini ve kurtulduğunu bilmiyordunuz. 

FETÖ Çatı İddianamesi’ne de tanık ifadelerine de darbeden çok önce Öksüz’ün adının girdiğini ve buna rağmen yakalama kararı alınmadığını görüyorsunuz. Meğer darbeden sonra karakolda da herkes Öksüz’ün “mahrem imam” olduğunun farkındaymış. 

Öksüz gözaltına alındıktan sonra karakola giden Başbakanlık Müşaviri’nin “kahramanlığını” röportajlarda okudunuz. Aynı müşavirin Gülen’in çağrısının ardından Bank Asya’ya yaklaşık 22 bin lira para yatırdığı belki de gözünüzden kaçtı. 

Adil Öksüz için sevk listesinde yanlışlıkla “askeri personel” yazması dikkatinizi çekmiş olabilir. Ama o karakolda kısa dönem askerlik yapan öğretmen İbrahim Hançer’in “2 sivil darbeci resmi polis aracıyla Ankara merkeze götürüldü, Adil Öksüz ise bunlardan kasıtlı olarak ayrılarak gönderilmedi” ifadesinden belki haberdar değilsiniz. 

Benim kitapta asıl dikkatimi çeken ise başka...

Öksüz savcısı görevi bıraktı 
Adil Öksüz’ü 18 Temmuz sabahı ifadesini aldıktan sonra tutuklamaya sevk eden savcı Cihan Ergün’dü. Aptes almak için odasından çıkarken telefonu çaldı. Gerisini kitaptan aktaralım: 
Arayan hâkim Köksal Çelik’ti. Aralarında şu konuşma geçti: 
- Savcı bey, Adil Öksüz’ü tutuklanması istemiyle göndermişsin. Bu sivil. Bunu nasıl tutacağız? Delil yok. 
- Hâkim bey, bunlar darbeci, ona göre davranın. Talebim tutuklanması yönünde.” 

Karardan önce savcı ile hâkimin konuşması yargı teamüllerine aykırı. Ancak bu ilkeyi delen hâkim Köksal Çelik, Öksüz’ü o gün serbest bıraktı. Karara hayret eden savcı Ergün, itiraz ederek tutuklama talebinde bulundu. Bu kez hâkim Çetin Sönmez talebi reddetti. Saygı Öztürk’ün kitabından savcı Ergün’ün mücadelesinin sürdüğünü, Öksüz’ün üniversitedeki odasını dahi bastırdığını anlıyoruz. 

Gelelim daha ilginç ayrıntıya... 
Öksüz’ü serbest bırakan ilk hâkim Köksal Çelik, “memuriyet itibarını bozduğu” gerekçesiyle hâkimlikten atıldı. Adil Öksüz’ü kurtaran ikinci kararı veren ise 8 yıl 9 ay hapis cezası aldı. 

Peki ısrarla “Öksüz tutuklansın” diyen savcı Cihan Ergün? 
Hayalet İmam” kitabından aktaralım: 
“Savcı Cihan Ergün, Sincan Batı Adliyesi Savcılığı’ndan sonra Kırıkkale Cumhuriyet Savcılığı’na gönderilmişti. ‘Fethullahçılarla mücadele ettiğim için son 10 yılda 10 kez yerimi değiştirdiler’ diye isyan ediyordu. 25 Ekim 2018 tarihinde emeklilik dilekçesini verdi.” 

Dilekçesinin imzası kurumamış savcı Ergün, Saygı Öztürk’e “Dün FETÖ’cü olanların, kendilerine karşı olanları FETÖ’cülükle suçladıklarını” söylüyor, “Dünün Fethullahçılarının bugün neler yaptığına ve nerelerde olduğuna dikkat edilmeli” ifadelerini kullanıyordu.

Zihniyet hâlâ işbaşında 
Cihan Ergün; 2014 yılında HSYK’ye “Ne Fethullahçılar ne de Yargıda Birlik Platformu” diyerek aday olan, dini konulara vâkıf, 5 yıl önce “Yargıda isim isim bildiğim 4 bin 600 civarında Fethullahçı savcı, hâkim var. Yetki versinler,bunları bir gecede temizlerim” diyen bir savcı. 

O yıllarda hükümete yakın medyada FETÖ karşıtı açıklamalarıyla yer bulurken, bugün gelinen noktaya isyan edip görevi bırakması tek satır haber olmadı. 

Ayrıntıları konuşmak için savcı Cihan Ergün’ü aradım. 
Yerinin değiştirilmesinden” bahsettiğimde “sürgün edildiği”ni söyleyerek düzeltti. “Gelinen nokta”yı sorduğumda “Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devleti olma azim ve kararlılığında mıdır, değil midir? Dinli ya da dinsiz, devlete saldıran bütün terör örgütlerini bitirmek azim ve kararlılığında mıdır, değil midir?” sorusuyla yanıtladı. 

FETÖ’nün kendisini sürekli sürgün ettiğini söyleyen Ergün, şu çarpıcı ifadelerle devam etti: “Beni sürgün eden zihniyet hâlâ işin başında.” 

Ergün’ün bir de uyarısı vardı: “Ülkeyi yönetenler gaflet ve delalet içinde olmasınlar.” 
Kızgın mısınız?” dediğimde şöyle cevapladı: 
Kimseye bir tepkim yok. Özgürce konuşup bağlarımdan kurtulmak için ayrıldım. Zaten darbeden bir ay sonra emeklilik sürem dolmuştu. Çalışacak kimse yok’ dendiği için devam ettim.” 
Asıl çarpıcı sözleri ise şöyleydi: 
“Fethullahçı zihniyet hâlâ yönetiyor. Bunlar bukalemun gibi her yere girer.” 
Öksüz’ü serbest bırakan hâkimle karardan önceki konuşmasını hatırlattığımda şöyle yanıtladı: 
Bir hâkim savcıyı ya da savcı hâkimi, tutuklanmaya gönderilen adam için aramaz.  Böyle bir usul yok. ‘20 yıllık hâkimsiniz bu yanlış, hele ben hiç aranmam’ dedim.” 

Adil Öksüz konusunda acaba kendisinin eksik bıraktığı bir yer var mıydı? Ergün’den dinleyelim: 
“Savcının yetkisi belli. Ya tutuklamaya sevk ederim ya serbest bırakırım. Benim tutuklama yetkim yok. O yetki hâkimde. İstediği gibi kullanır. Gitsinler hesabı ona sorsunlar.” 

Devlet kurumlarının ihmali mi vardı? Savcı Cihan Ergün’e göre cevabı var: 
“Tabii ki! Yasanın bana verdiği yetkinin tüm sınırlarını zorlayarak ben tutuklamaya gönderdim. Tutaydınız. Ya da kaçtıktan sonra dahi ülke sınırları içerisinde devletin bulup tutması gerekiyor. Kolluğunuz var, jandarmanız var,polisiniz var, istihbaratınız var. Velev ki bırakıldı. İki gün içinde ensesine binmeniz gerekirdi. Vaziyet böyle.” 

Peki şimdi ne yapacak? Cihan Ergün hazırlanıyor: 
Artık özgürce konuşabileceğim. Ben memnunum. Çoktandır ayrılmak istiyordum.  Hatıralarımı yazacağım.” 

Cihan Ergün’e kitabı sormak için açtığım telefonu daha büyük sorularla kapattım. 
Konu ıvır zıvır olduğunda “FETÖ ile mücadele şampiyonu” kesilenler, Adil Öksüz’ü tutuklamak için çırpınan bir savcının isyanını ve nihayetinde cüppesini çıkarmasını neden görmez?

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Ahmak! - Enver Aysever

12 Eylül 1980 toplumu ahmaklaştırma projesiydi. Toplumbilime göre bu tür sert müdahalelerin sonuçları yirmi yılda ortaya çıkıyor. 80’de darbe oldu, 82’de Özal iktidar oldu, AKP 2002’de ortaya çıktı ve tek adam düzenine geçildi.

Devrim yaratmak istediği yeni insan için güçlü adımlar atmasına karşın, komünizm korkusuyla hemen geri adım attı. Bir ülkenin çöküşü ancak üniversitelerine bakılarak anlaşılabilir. Aydınlanma kavgası veren efsane hocalar Behice Boran, Niyazi Berkes, Pertev Naili Boratav istifa etti. Haklarında 1945’te, DTCF Dekanı Prof. Dr. Enver Ziya Karal’ın Milli Eğitim Bakanlığı’na yazdığı raporla başlayan süreç 1948’de tasfiyelerle noktalandı. Gerekçe hocaların devrimci, sosyalist olmalarıydı. 
1960’a giderken öğrenciler ve hocalar birlikte yürüyordu. DP hükümeti azgın, saldırgandı. Darbe sonrası yine ağır fatura çıktı. Yeni anayasa özgürlüklerin önünü açsa da akademisyenler bedel ödediler. Artık işçilerin partisi vardı, sendikalar görevini yapıyordu, öğrenciler antiemperyalist çizgide üreten, düşünen, sosyalist Türkiye’yi kazanacaklarını gösteriyorlardı. Elbette buna sessiz kalamazdı küresel kapitalizmin iç ve dış ortakları. 12 Mart geldi. 

Dersinde Marksizmden bahsettiği için çıkışta tutuklanan, öğrencilerinin alkışlarıyla cezaevine uğurlanan AÜSBF Dekanı Mümtaz Soysal’dı. 24 Ocak 1971’de Dekan Prof. Dr. Mümtaz Soysal’ın evi bombalandı. Soysal ve pek çok hoca, 12 Mart 1971 Muhtırası’nda apar topar cezaevine gönderildi. Soysal o günleri, “2.5 ay dekanlık yaptım, 1.5 yıl hapis yattım” diye anacaktı. Sosyalistti, hedefteydi. 

Server Tanilli “Emperyalizme ve faşizme karşıyım. Tam bağımsız ve gerçekten  demokratik bir Türkiye’den yanayım. Kapitalizme karşıyım. İnsanların insanlıklarını bütün boyutlarıyla duyarak ve tadarak yaşayacakları, sömürüsüz, nihayet yabancılaşması olmayan bir düzenden yanayım” diyen hocaydı. Yazdıklarından yargılanıyordu, mahkemede savunusu buydu. Beraat etti ama karardan çok kısa bir süre sonra, 7 Nisan 1978 günü ders çıkışı, Göztepe’deki evine dönerken silahlı saldırıya uğradı. Saldırı sonucunda felç oldu. Yetmedi, darbeden sonra 1402’liklerden olarak üniversiteden uzaklaştırıldı. 

Artık bu aydınlanma, örgütlü toplum meselesi toptan halledilmeliydi. ABD’ci TSK hemen görevi üstlendi ve darbe gerçekleşti. Karar verilmişti; milliyetçi, muhafazakâr, piyasacı halk yaratılacaktı. Hedef elbette üniversitelerdi. 1980’de bir cümle yazıyla ülkenin en değerli bilimcileri görevlerinden uzaklaştırıldılar: “Sıkıyönetim Komutanlığı’nın isteği üzerine görevinize son verilmiştir.” Açıklama yok, gerekçe yok, mahkeme yok, adalet yok... 

12 Eylül darbesinden bir yıl sonra çıkarılan 2547 sayılı kanunla YÖK’ün kurulmasının ardından, 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu’nun 2301 ve 2776 sayılı kanunlarla değiştirilmesiyle sol görüşlü 71 üniversite öğretim üyesi YÖK tarafından görevinden uzaklaştırıldı. Korkut Boratav, Bahri Savcı, Cem Eroğul, Alpaslan Işıklı, Rona Aybay, Mete Tunçay, Kurthan Fişek, Baskın Oran, Nurkut İnan, Sencer Divitçioğlu, İdris Küçükömer, Aydın Aybay, Bülent Tanör, Hüseyin Hatemi, Niyazi Öktem, Gençay Gürsoy, Üstün Korugan, Yalçın Küçük, Tahir Hatipoğlu, Güney Gönenç, Haldun Özen, Yakup Kepenek... 

AKP geldi bunun üstüne kuruldu. KHK ile işe yarayan kim varsa temizlendi büyük oranda. 
Muhafazakârların dekanlarından biri “Kızlar âdet olur, âdet hastalıktır, tedavi edilmelidir” diyor mesela. 
Bilimci bu kimse! 
Laiklerin kahramanı özel bir üniversitenin kürsü başkanı da “İdeoloji, tarih, politika konuşmayın” diyor. 
Yani robot olalım! 
İkisi de düzenin bilimcisi! 

80’de başlayan ahmaklaştırma harekâtı tamamlandı böylece!

Enver Aysever / CUMHURİYET

Türkçe Kuran’ın 1000 yıllık öyküsü - Sergen ÇİRKİN / Arkeolog

Bilinen en eski Türkçe Kuran’ı Kerim çevirisi yaklaşık bin yaşındadır ve İngiltere’deki John Rylands kütüphanesinde korunmaktadır. Kitap üç dilli olup Türkçe’nin yanı sıra Arapça ve Farsça metinleri de içeriyor.

“Biz, her peygamberi, ancak bulunduğu kavminin diliyle gönderdik ki, onlara apaçık anlatsın.” (İbrahim Suresi 4. Ayet)
 
İslamiyet’i sonradan kabul eden toplumlar, ilgili ayete dayanarak, Kuran’ı anlamak ve dinin gereklerini yerine getirebilmek için çeviri işlerine giriştiler. Hatta en eski çevirileri Peygamber dönemine kadar götürebiliriz. 

İran kökenli ilk Müslümanlardan Selman-ı Farisi, Fatiha suresini Farsçaya çevirmiş, ardından Peygamber’in görüşüne başvurulmuş, o da Farsça Fatiha için olur vermişti. Kuran-ı Kerim’in bütün bir kitap olarak ilk çevirisi ise Orta Asyalı din bilginlerince, yine Farsça yapıldı. 10. yüzyıldaki Farsça bu çeviriyi takiben de ilk Türkçe çeviri kaleme alındı.
 
Orta Çağ’da kitleler halinde İslam’a geçen Türklerin yaptıkları ilk iş, yeni benimsedikleri dinin kutsal kitabını kendi dillerine çevirmek olmuştu. Bilinen en eski Türkçe Kuran çevirisi yaklaşık bin yaşındadır ve İngiltere’deki John Rylands kütüphanesinde korunmaktadır.

 Kitap üç dilli olup Türkçe’nin yanı sıra Arapça ve Farsça metinleri de içeriyor. Türkçe ayetlerin dili, Göktürklerin kullandığı eski Türkçeye çok yakın olan Karahanlı Türkçesidir. Prof. Dr. Aysu Ata, söz konusu Karahanlıca Kuran’ı Latin harflerine aktararak yeniden yayımlamıştır. Karahanlıca en eski Türkçe Kuran’ı Türk Dil Kurumu yayınları arasında bulabilirsiniz.

Orta Asya Türkçesi ile 
Devletşah’ın 1333 yılında İran Şiraz’da kopyaladığı Kuran, Türkçenin Oğuz-Kıpçak lehçelerinde yazılmıştır, yazma bugün İstanbul Türk İslam Eserleri Müzesi’nde korunmaktadır. 1363 yılında Orta Asya Harezm Türkçesiyle yapılmış bir başka Türkçe Kuran ise, İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi koleksiyonundadır.
 
Özbek Çağatay Türkçesiyle yazılmış 1540’lı yıllara ait Türkçe Kuran yazmaları, hem Topkapı Sarayı’nda hem de Konya Mevlana Müzesi’nde bulunmaktadır. Rus ve Özbek müzelerinde, Orta Çağ’a tarihlenen Doğu Türkçesi ile yazılmış başka çeviriler de vardır.

Türkçe Kuran geleneği 
Osmanlı devletinin ilk medreselerini kuran Orhan Gazi, Türkçe Kuran işleriyle de ilgilenmiş ve bazı surelerin açıklamalarını hazırlatmıştı. Anadolu Beylikleri döneminde yapılan Türkçe Kuran çalışmaları, genellikle namazlarda okunan surelerin çevirileriydi. 
Buradan şu anlam çıkmaktadır: Gerek Osmanlılar gerekse Anadolu’nun diğer beylikleri, inandıkları dini “anlayarak” yaşıyorlardı. Kuran’ın ve İslam’ın ne dediğini biliyorlardı. 
Sure çevirileri bir yana bırakılırsa, Kuran bir kitap olarak Osmanlı Türkçesine ilk kez Yıldırım Bayezid döneminde çevrilmişti. Bursa Yazma Eserler Kütüphanesi’nde bulunan 1401 tarihli el yazması, Osmanlı Türkçesi ile yapılmış bilinen en eski Kuran çevirisidir. Türkler, Fatih ve Kanuni dönemleri de dahil olmak üzere, Türkçe çevirilerden tarihi boyunca geri durmadılar. 

Erken Osmanlı döneminde Türkçe besmele “Başladum adıyla Tanrı ta’alanun ki rızk vericidür ve rahmet edicidür” biçiminde söyleniyordu. Yıldırım Bayezid döneminde Fatiha suresinin çevirisi ise şöyle yapılmıştı: “Şükr cemi âlemleri yaratan Tanrı’ya ki rızk vericidür rahmet edicidür. Din gününün padişahı sanga taparuz ve dahi sanga sığınıruz. Göster bize hidayet tevfikiyle doğru yolı...” 

Besmele ve Fatiha suresinin çevirisinden anlaşıldığı gibi Osmanlı döneminde “Tanrı” sözcüğü ile Müslüman Türklerin hiçbir sıkıntısı yoktu. Tanrı sözcüğü, bilindiği gibi Hun ve Göktürk dönemlerinden kalma çok eski Türkçe bir addır. Türkler İslam’a geçtiklerinde bu adı terk etmemiş; gerek Orta Asyalı Ahmet Yesevi, gerekse Anadolulu Yunus Emre, “Tanrı” sözcüğünü içtenlikle kullanmışlardı.

Latince Kuran ve matbaa 
Endülüs gerçeği, Avrupa’nın özellikle de İspanya çevresinin İslam ve Kuran üzerine yoğunlaşmasına neden olmuştu. İngiliz rahip ve diplomat Robert Ketton, 1140’lı yıllarda Kuran’ı ilk kez Latinceye çevirdi. 

Matbaanın icadından kısa bir süre sonra, ilk matbu Kuran 1537’de Avrupa’da çıktı. İtalyan matbaacı Paganini, Kuran’ı ilk kez Venedik matbaasında Arapça bastı, ardından Latince baskılar da geldi. (Görsel 2)
 
İslam dünyasındaki ilk matbu Kuran ise Osmanlı coğrafyasında verildi. Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’da kurduğu Bulak Matbaası, 1841 yılında bir Türkçe Kuran basarak halkın istifadesine sundu. 1908’de Meşrutiyet’in ilanıyla hız kazanan Türkçe Kuran çalışmaları, erken Cumhuriyet döneminde en parlak günlerini yaşadı.

Türkçe Kuran ve Atatürk 
Ülkenin çökmekte olduğunu gören Türk aydını, 1912 yılında Türk Ocakları adıyla bir dernek kurmuştu. Türk Ocakları, erken Cumhuriyet döneminde Atatürk’ün himayesine girmiş ve Cumhuriyetin getirdiği yenilikleri Anadolu’da halka duyuran bir merkez olmuştu. Ocak başkanı Hamdullah Suphi’nin, Ankara Erkek Muallim Mektebi’nde 1923 yılında verdiği “Milliyet Düsturları” adlı konferans, genç Cumhuriyetin ve Ocakların Türkçe İslam konusuna bakışını özetler: “Efendiler! Milliyetlerin doğmasında son derece yardımı dokunmuş bir hareket vardır ki, buna dini ıslahat namını verirler. Bazı Alman müellifleri çok haklı olarak ‘Dinî ıslahat hareketleri milliyet devrinin başlangıcıdır’ diye iddia ederler. Avrupa milletlerinin uyanmasına büyük nisbette yardım eden bu din hareketi, Protestan milletlerin Roma ile alâkalarını kesmeye sebep oldu; mabede anadilleri girdi. Çünkü Cenab-ı Hakkın Latinceyi, Almancadan, İngilizceden daha iyi anladığına veya daha fazla sevdiğine dair bir iddianın gülünç olduğunu anladılar...” 
Yine bir Türk Ocaklı olan Ziya Gökalp, ünlü eseri Türkçülüğün Esasları’nda şunları söyler: “Dinî Türkçülük, din kitaplarının ve hutbelerle vaazların Türkçe olması demektir. Bir millet, dini kitaplarını okuyup anlayamazsa, tabiidir ki dininin hakiki mahiyetini öğrenemez. Hatiblerin, vaizlerin ne söylediklerini anlayamadığı surette de ibadetlerden hiçbir zevk alamaz. 
İmam-ı Azam hazretleri, hatta ‘namazdaki surelerin bile millî lisanda okunmasının câiz olduğunu’ beyan buyurmuşlardır. Çünkü ibadetten alınacak vecd, ancak okunan duaların tamamıyla anlaşılmasına bağlıdır...”

Hak dini Kuran dili 
Cumhuriyet’in ilanını takiben ilk Kuran mealini, 1924’te Cemil Said Bey yapmıştı. Latin harfli ilk Türkçe Kuran ise 1934’te Ömer Rıza Doğrul’un yayımladığı “Tanrı Buyruğu” adlı eseri oldu. Ne var ki bu çalışmaların tamamı özel kişilere aitti. 
Meclis, devlet eliyle Türkçe bir meal yapılması kararını aldı. İşte bu karar sonucunda, Elmalılı Hamdi’nin 9 ciltlik ünlü “Hak Dini Kuran Dili” adlı eseri ortaya çıktı.
Cumhuriyet, “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller” istiyordu. Bu yüzden bilimi, sanatı, felsefeyi ve inancı... İnsanı oluşturan her ne varsa, hepsini Türkçeleştirdi. Ana dilinde okuyan ve anlayan; aracılara, ruhbanlara gerek duymayan uygar bir toplumun temelini attı. Ancak “fikri köle, vicdanı köle, irfanı köle nesiller” yaratmak isteyenler dün olduğu gibi bugün de; Türkçeyi yaşamın her alanından dışlamak derdindeler...  

Sergen ÇİRKİN / Arkeolog / CUMHURİYET

Türkiye tarihinin en çok zengin yaratan iktidarı AKP - ÖZGÜR ŞEN

2018 yılı rakamlarına göre Türkiye'de 36 tane dolar milyarderi var. 36 rakamını tek başına yazınca pek bir anlam ifade etmiyor olabilir. Ama Türkiye'nin dolar milyarderi sayısı açısından İngiltere, Fransa, İsveç, İtalya gibi ülkelerle aynı ligde olduğunu söylemek rakamı biraz daha çarpıcı hale getirebilir. Hatta Türkiye'nin bu açıdan dünyanın en büyük ekonomilerinden Japonya'nın bile önünde olduğunu söylemek durumu biraz daha ilginçleştirebilir.

Bir tane rakamdan çok sayıda sonuç çıkartmaktan kaçınmak gerekir elbette. Ancak Türkiye'nin toplam ekonomik büyüklüğü veya nüfusu düşünüldüğünde zengin sayısı açısından dünyanın önde gelen ülkelerinden birisi olduğu açık. Gelecek yıl liradaki değer kaybı nedeniyle bu rakam azalacak olsa da genel eğilim değişmeyecek. 

Türkiye'nin zenginleri kendileri lehine oluşan bu tablo nedeniyle AKP'ye çok şey borçlu...

AKP iktidarı Türkiye'nin zenginleri açısından gerçekten özel bir dönem çünkü AKP iktidara geldiğinde ülkede altı dolar milyarderi vardı. 16 yıllık uzun iktidarları boyunca AKP ülkemizde bolca zengin yarattı.

Türkiye ekonomisi aynı dönemde yaklaşık olarak dört kat büyüdü. Büyümenin yavaşladığı 2008 yılından itibaren zaten bozuk olan gelir dağılımı hızla daha da kötüye gitti. Zenginlerin ekonominin yavaşlamasına rağmen hiç hız kesmeden zenginleşmeye devam etmelerinin sonucu belliydi. Yoksul daha da yoksullaştı, çalışan kesimler ekonomik büyümeden daha az faydalandı. Böylesi bir zenginleşmenin krizle son bulması kaçınılmazdı.

Türkiye yoksul insanların veya emekçilerin yaptıklarından dolayı değil zenginlerin egemenliği yüzünden bir krize girdi.

Peki, bu zenginleşme tablosundan sadece AKP'nin etrafındakiler mi yararlandı? Türkiye'nin en zenginleri listesi bu açıdan da her şeyi açıklamıyor ama bir fikir veriyor.
Listede doğrudan AKP'nin zengin ettiği pek çok isim var. Ancak listenin tamamı onlardan oluşmuyor. Liste, Türkiye'nin geleneksel ailelerinin de AKP döneminde servetlerini AKP'liler kadar arttırarak konumlarını koruduğunu gösteriyor. Evet listede BİM'in ve LC Waikiki'nin patronları yer alıyor. Yine örneğin bugün varlık fonunun yönetiminde de yer alan Tosyalı ailesi listede üç kişiyle temsil ediliyor. 
Ama Koç, Eczacıbaşı, Özyeğin ve Tara da aynı listedeler ve hâlâ çok zenginler.
AKP döneminde servetini kaybedenler veya eski gücünden uzaklaşanlara elbette rastlandı. Ama bunlar her siyasi iktidarın zamanında oluyordu.

AKP esas farkını aslında zengin yaratırken ortaya koydu. Türkiye tarihinin en çok zengin yaratan iktidarı AKP'nin eskiye kıyasla daha fazla yandaş patron yaratması gayet doğaldı.

Bu zenginlik şimdi AKP'yi hem güçlü kılıyor, hem de onu zorlayacak koşulları yaratıyor.

Zenginlik AKP'yi güçlü kılıyor, çünkü AKP içeride ve dışarıda attığı her adımda daha güçlü bir patron sınıfıyla birlikte hareket edebiliyor.

Bu durum aynı zamanda AKP'yi zorluyor çünkü AKP bu kadar zengin yaratırken, çok becerikli bir şekilde geniş toplumsal kesimleri bu sürece ikna edebilmişti. Şimdi iktidarını sürdürmek için bu göreve devam etmek zorunda. Bir yandan zenginleri besleyecek ve onların daha da zenginleşmesi için yollar bulacak, diğer yandan ise zenginleşmeden dolayı doğal olarak yoksullaşacak milyonları buna razı edecek. Türkiye'nin içinde bulunduğu koşullarda kolay bir görev değil bu. Gerektiğinde otoriterleşen, gerektiğinde dinselleşmenin veya milliyetçiliğin gazına basan AKP'nin her zaman yaptıkları dahi bu görevin üstesinden gelmek için yeterli olmayabilir.

Zenginlerin iktidarını ve pozisyonunu korumak için şu anda tek aday gibi görünen AKP'nin önünde engebesiz, sorunsuz bir yol yok.

Ancak AKP'nin esas şansı, zenginlerden güç alan, zenginler adına iktidar görevini yürüten bir partinin karşısında sırtını emekçilere dayayan, işçilerin iktidarını savunan, sınıfı adına siyaset yapan solun siyaset sahnesinde şimdilik etkisiz olması.

AKP zenginleri kadar güçlü olabilir. Ama bu ülkenin her şeyi olan emekçileri kadar güç kazanacak bir solun karşısında aslında hiç şansı yok. Yeter ki sol Türkiye'de geniş emekçi kesimlerin sesi haline gelebilsin.

Özgür Şen / SOL

Yatacak yeri olmayanlar - Alper Birdal

Yirminci yüzyılın en önemli arkeologlarından Gordon Childe, toplumların yaklaşık elli bin yıla yayılan ölü gömme uygulamalarını inceleyerek şu sonuca varmıştı: Toplumlar daha yerleşik, kültürel ve maddi açıdan daha istikrarlı hale geldikleri ölçüde cenaze geleneklerinin ve ölü gömme ritüellerinin daha sade ve abartısız olması eğilimi baskınken, toplumsal ve kültürel istikrarsızlık dönemlerinde bu gelenek ve ritüeller daha abartılı ve ayrıntılı olma eğilimi gösterir.

Aşağıda bir cenaze töreninin fotoğrafını görüyorsunuz.

Ortada Amerikan bayrağına sarılı tabutun içinde, 30 Kasım’da 94 yaşındayken ölen ABD’nin 41. Başkanı George H.W. Bush var. ABD Başkanları ve Kongre üyeleri öldüklerinde, İngiliz hanedanından alınan bir gelenekle ABD Kongre binasında onlar adına bir devlet töreni düzenleniyor.    George H.W. Bush’un cenazesi de neredeyse bir hafta boyunca bu tür törenler için dolaştırıldı durdu. Dün de Washington DC’deki cenaze töreni nedeniyle bir gün ulusal yas ilan edildi. 

Gordon Childe’ın çıkarımına dayanarak günümüzün toplumsal yapısı hakkında ne söylenebilir?
Bunu başka bir fotoğrafla birlikte değerlendirmek lazım. Buyurun.
Bu kare bir korku filminden değil, gerçek. 1991’de çekildi ve geçen 27 yılda yüzlerce kez yayımladı. Gördüğünüz kömürleşmiş ceset Iraklı bir askere ait. 
Sizce bu fotoğraflardan hangisi daha rahatsız edici? 

Bana kalırsa bu soruya yanıt vermeden, daha önce duymadıysanız, kısaca ikinci fotoğrafın hikayesini dinleyin.

Iraklı askerin fotoğrafını çeken Ken Jarecke, “Bu fotoğrafı çekmemiş olsam annem gibi insanlar savaşın televizyonda gördükleri gibi bir şey olduğunu düşünürdü” diyor. Fotoğrafı ilk olarak Associated Press’e (AP) servis etmiş. “Film banyo edilip New York’taki AP ofisine ulaştığında oradaki herkes, başkalarına göstermek üzere fotoğrafın bir kopyasını aldı, ama fotoğraf ajans tarafından yayımlanmadı. Fotoğrafın editörler için bile çok hassas, çok vahşi olduğunu düşündüler.”

Fotoğrafın başına gelenleri böyle anlatıyor Jarecke. Çekildiği yer Kuveyt’i Irak’ın Basra kentine bağlayan 80 numaralı otoban. Tarih Şubat 1991. Sonrasında önce İngiliz basınında yayımlanıyor ve yayımlanması çok tartışma yaratıyor. Ancak sonraki on yıllar içinde yaşanan vahşetin bu çarpıcı kanıtı, tüm tartışmalara rağmen yüzlerce yayın organında kendine yer buluyor.

Bu Irak askeri, 26 Şubat gecesi yüzlerce sivilin de içinde olduğu bir konvoyla birlikte Kuveyt’ten ayrılıp ülkesine dönmek üzere yola çıkmıştı. O gece Irak askerleri, Sovyetler Birliği’nin önerisiyle Birleşmiş Milletler’de kabul edilen 660 sayılı karar uyarınca sınırlarına dönmek üzere iki konvoy halinde harekete geçti. Konvoylardan daha büyük olanı 80 numaralı otobandan, diğeriyse sahil hattındaki 8 numaralı otobandan dönüş yoluna çıktı. Beraberlerinde, sivillerin bulunduğu araçlar, Filistinli aileleri taşıyan otobüsler de vardı. 

Gece yarısı Körfez’den havalanan onlarca ABD uçağı 80 numaralı otobanda ilerleyen konvoyun önündeki ve arkasındaki araçları yok ederek, yaklaşık 2500 aracı ortada sıkıştırdı. Ardından tam on saat boyunca kesintisiz bir şekilde yaklaşık 5 kilometre uzunluğundaki konvoyu misket bombaları da dahil ellerindeki her şeyi kullanarak bombaladılar. Buna sonradan “hindi avı” adını verdiler ve Irak’ta daha sonra da pek çok kez “hindi avına” çıktılar.

Katliama katılan A-10 Warthog uçaklarından birini kullanan bir pilot, “Böyle bir şey görmedim. Bu görüp görebileceğiniz en büyük Dört Temmuz şenliğiydi, muhteşemdi” diye anlatıyor yaptıklarını. 

O dönemde ABD ordu istihbaratında görevli olan bir binbaşıysa, “Vietnam’da bile böyle bir şey görmedim. Bu tam bir rezillikti.” diyor. 

Yine o dönemde ABD ordusunun başındaki isim,General Norman Schwarzkopf, dört yıl sonra işledikleri savaş suçunu şöyle savunuyor: “Kuveyt’in kuzeyindeki otobanı bombalamamızın ilk nedeni, o yolda çok miktarda askeri ekipman bulunmasıydı ve ben de komutanlarıma, Irak’a ait yok edebileceğimiz tüm teçhizatların yok edilmesi emri vermiştim. İkinci olarak oradakiler sadece Irak sınırına doğru gitmekte olan bir grup masum insan değildi. Onlar Kuveyt’te tecavüzlere karışmış, kenti yağmalamış olan ve şimdi de yakalanmadan ülkeden kaçmaya çalışan bir grup tecavüzcü, katil ve hayduttu.”

Çoğunluğu sivillere ait olan 2500 civarında araç on saat boyunca bombalandı. Katledilenlerin sayısı halen tam olarak bilinmiyor, ama binler düzeyinde olduğunu düşünmemek için bir neden yok. Bu insanlar kim olduklarından, ne yaptıklarından bağımsız, bir uluslararası anlaşmaya dayanarak ülkelerine dönüyorlardı. Ve George H.W. Bush’un emriyle, onun komutanları ve sadist askerlerinin eliyle kömüre çevrildiler.

Fotoğraftaki Iraklı askerin nereye ve nasıl gömüldüğünü ya da kim olduğunu bilen, bununla ilgilenen yok. Baba Bush’un cenazesiyse bir haftadır omuzlarda dolaştırılıyor, adına törenler yapılıyor, ulusal yas ilan ediliyor. 

“Arkasından rahmet okuyacak değiliz, ölüp gitmiş işte” diyebilirsiniz. Ama Gordon Childe’ın on yıllar önce saptadığı gibi, tarihsel açıdan ölenin arkasından ne söylendiğinden çok ne yapıldığı önemli. 

Hangi fotoğraf daha rahatsız edici diye sormuştuk. Cevabını bir de buradan düşünün.

Alper Birdal / SOL

Korku inşa ederek seçim kazanmak ve Sarı Yelekliler! - Arslan BULUT

Soner Yalçın, Tayyip Erdoğan'ın son seçimleri kazanmasını sağlayan taktiği tespit etti:
"Trump'ın, seçmende oluşan Meksikalı göçmenler korkusuna karşılık 'sınıra duvar öreceğim' vaadi vererek iktidar olmasını nasıl değerlendireceğiz?

Avrupa'daki faşist partilerin mülteci korkusu üzerinden oy patlaması yaptığını görmezden mi geleceğiz?

Neden Erdoğan, İYİ Parti yokmuş gibi davranıyor?

Neden Erdoğan, CHP ile HDP ittifakından söz ediyor?

Çünkü Erdoğan sürekli seçmenin korkularına hitap ediyor!
Üstelik korkuyla, gerçeği saptırıyor!
Ve seçmeni kendi yarattığı CHP önyargısıyla yanına çekiyor.
Evet, Erdoğan 'korku satışı' yapıyor. Bunda da hayli başarılı...
Önümüzdeki yerel seçimde de Erdoğan'ın 'korku silahını' kullanacağından kuşku yok. Geziyi, Soros'u filan gündeme taşıması bunun göstergesi..."

                                                            ***
Tespit doğrudur.
Tabii seçimlerin sonucunu sadece Erdoğan'ın sürekli propagandayla seçmenin bilinçaltında inşa ettiği korkular belirlemiyor.

Seçimlerin sonucunu, diğer partilerin Erdoğan'ın "korku inşa etme" tuzağına düşmeleri, karşı tedbir almamaları kadar, kendilerini tek başına iktidar için düzenlememeleri belirliyor.
Halk, 2002 seçimlerinde, eski partilerin Türkiye'yi yönetememesi üzerine yeni ve iddialı bir kadroya ve projeye sahip olan AKP'ye destek vermişti.
AKP, her seçimde lideri dışında kendini yeniliyor veya bu yönde bir gayret gösteriyor ama rakiplerinde kayda değer bir yenilik, bir umut yok!

Oysa muhalefet de en azından son seçimlerde AKP'nin iktidarda kalmasının, Türkiye'yi Suriye'ye çevireceği korkusu üzerinden yürüyebilirdi. Bunu yapmadılar, çünkü iktidar ve muhalefet rolleri dağıtılmıştı, herkes kendi rolüne razı durumdaydı.
                                                            ***

Bugün değişen ne vardır? Halk arasında ekonomik krizin önü alınamaz boyutlara gelmesinden hatta memur ve emekli maaşlarının bile ödenemeyeceği günlerin gelebileceğinden söz ediliyor. Daha vahim korkular da var ama burada bahsetmek istemiyorum.

Böyle bir ortamda muhalefete düşen nedir? Türkiye'yi iç ve dış politikada dar bir tünele sıkıştıran AKP iktidarının sebep olduğu bu korkunç tabloyu bütün yönleriyle ve sürekli anlatmak ve halka umut veren genç bir kadro ve proje ile ortaya çıkmak...
Başka bir meşru yol yok...
Özellikle ana muhalefet, bunun yerine "AKP'nin işlediği hataları ben daha iyi işlerim" diye dışarıdan medet umuyor, kendisini yenileyemiyor
Diğerleri de ne ciddi bir proje geliştiriyor ne de yeni bir söylem!
Bunun sebebi bellidir ama bir defa daha hatırlatayım.

Ne diyordu rahmetli Oktay Sinanoğlu?
"Devletin kendisi ve silâhlı kuvvetleri NATO üzerinden Amerikan etkisi altındayken bağımsız siyasi partilerin olması mümkün değildir." diyordu...
"Biz bağımsızız" diyenler veya öyle zannedenler olabilir ama yazık ki gerçek budur.

40 yıldır bu ülkede gazetecilik yapıyorum ve bütün yazılarımda, bütün eserlerimde bunun binlerce delili vardır.
                                                            ***
O halde ne yapmak gerekir?
Öncelikle teşhisi doğru koymak gerekir ki çözüm üretmek için bir çıkış noktası olsun!
Fransız halkı, ülkelerinin nasıl bir cendere içine alındığını gördü ve sarı yelekler giyerek tepki gösterdi. Şimdilik Macron adlı kuklayı dize getirdiler ama bir de 42 maddelik "siyasal program" hazırladılar.

"Sarı Yelekliler"in programını, birartıbir.org sitesi için Alican Tayla çevirdi. Bu sütuna sığmayacağı için oradan okumanız gerekiyor.

Fransa'nın hem dar gelirlisini hem sanayisini hem ordusunu dikkate alan gerçekçi bir program! Alın Türkiye'de uygulayın!

Türkiye'de hiçbir siyasi parti böyle net bir programı ortaya koyamadı. Çünkü hemen hepsi aynı oyunun oyuncuları...
Son seçim gecesi, bunun en büyük delilidir!


Arslan BULUT / YENİÇAĞ