15 Mart 2019 Cuma

Ocak 2019’da Ekonomi - KORKUT BORATAV

2018 millî gelir tahminleri ile Ocak 2019’un ödemeler dengesi tabloları birlikte yayımlandı. 2019 başında ekonominin “gidişatı” üzerinde konuşmak için yeterince malzeme var.

Bugün kuşbakışı bir gezinti ve önemli gördüğüm birkaç vurgulama ile yetineceğim. 

Üretim yoluyla millî gelir
Ekonominin büyüme / küçülme oranları sabit fiyatlı millî gelir (GSYH)  hesaplanarak belirlenir. TÜİK bu hesaplamayı “hacim endeksli” diye adlandırıyor.

Üretim yoluyla hesaplanan GSYH verileri ile başlayalım.  Krizin sabit fiyatlı millî gelir verilerine yansıması Ekim-Aralık 2018’de ortaya çıkıyor; ben de bu döneme odaklanacağım. Bu üç ayda   ekonominin tüm ana sektörleri 12 ay öncesine göre küçülmüştür.
  
Millî gelir hareketlerini en kötüden başlayarak (ve yüzdeler olarak) sıralayalım: İnşaat: -8,7; sanayi: -6,4; hizmetler: -2,6 ve  tarım: -0,5…
GSYH toplamına bakalım: Ekim-Aralık 2018’de millî gelir (12 ay öncesine göre) %3,0 oranında küçülmüştür.

Bu verilerde sorgulanacak tek sektör tarımdır. TÜİK, Ekim sonunda 2018’in tarımsal üretim tahminlerini vermişti ve tahıllarda yüzde 4,2; sebzede yüzde 3; meyvede de  yüzde 1,2 oranlarında üretim düşmesi öngörmüştü.  Ne var ki, aynı TÜİK’in  GSYH istatistikleri yayımlanınca tarım sektörünün  2018’de yüzde 1,3 büyüdüğünü öğrendik.

Üretimi düşen, ama GSYH istatistiklerinde katma değeri artan tarım sektörünün hesaplanmasında bir sorun olduğu açıktır. Ekim-Aralık millî gelir verilerinde ortaya çıkan yüzde 0,5’lik küçülme de, üretimdeki yıllık azalma oranının çok altında kalmıştır.

Hizmetler, Ekim-Aralık döneminde millî gelirden daha yavaş bir tempoyla küçülen ana sektör olmuştur. Tekrarlayalım (yüzdeler olarak): -2,6 / -3,0…

GSYH’da hizmetler sektörünün bir bölümü üç “üretken” sektöre (tarım, sanayi ve inşaata) bağımlıdır: Bu sektörlerden türeyen veya onların talebini karşılayan taşıma, ihracat, ithalat, toptan ve perakende ticaret, sigortacılık, depolama vb faaliyetler içinde oluşan katma değer öğeleri… Bu üç sektördeki küçülme boyutu, belli ölçülerde hizmetlere de yansır.

Hizmetlerin, üretken sektörlerden bağımsız olarak büyüyebilen en büyük alt-kesimi devletin cari (“kamu hizmeti” diye de adlandırılan) faaliyetleridir. Geçmişte bu faaliyetlerin millî gelire katkısı kamu personel harcamalarıyla ölçülürdü. Şimdiki yöntemi bilmiyorum. Ancak, 2018’in seçim konjonktürü içinde devletin cari harcamalarında sürdürülen artış, son üç aya da yansımış ve hizmetler sektöründeki gerilemeyi frenlemiştir.

Harcamalara göre millî gelir
2018’in son üç ayı (Ekim-Aralık) üzerinde odaklanalım ve GSYH’daki ana harcama kalemlerindeki değişim oranlarını en kötüsünden başlayarak (ve yüzdeler olarak) sıralayalım. Önce iç talebi oluşturan ana kalemler: 
Sermaye birikimi: -12,9; özel tüketim: -8,9; cari kamu harcamaları; +0,5…
Ekonominin gelecekteki büyüme potansiyelini belirleyen sermaye birikimindeki çöküntü endişe vericidir. Küçülme ve yoksullaşmanın gerçekçi boyutu özel tüketimin yüzde 9’a yaklaşan daralmasında yansıyor. Sabit fiyatlı kamu harcamalarının önümüzdeki aylarda gerilemesi de kaçınmaz görünüyor. Nedeni bütçede yatıyor: Bu yılın bütçesi, malî disiplin hedeflerine göre oluşturulan Yeni Ekonomi Programı ve 2019-2021 OVP belgelerini esas almıştı. Harcama kalemleri, Ocak-Mart’ta gevşek tutuldu; “kemer sıkma” ise yerel seçimleri izleyen dokuz ayda gündeme gelecektir.

İç talebin üç ana kalemi toplamına, mal ve hizmet ihracatı eklenir; ithalat çıkarılır ve harcamalar yoluyla GSYH’ya ulaşılır.

Bir önceki yılın (sabit) fiyatlarına göre (ve TL ile) yapılan bu hesaplamaya göre, Ekim-Aralık değişim (yüzde) oranlarına göz atalım: 
İhracat: +10,6; ithalat: -24,4…İhracattaki artış ve ithalattaki daralma, 2018’in son üç ayında cari işlem fazlası ile sonuçlanmış; ulusal katma değerin ülke dışına aktarımı tersine dönmüştür. Böylece dış ticaret, millî gelirde iç talepten kaynaklanan küçülmeyi frenlemiştir.  

Öte yandan bu hesaplama, dolarla yapılan dış ticaret verileriyle tutarlı değildir. Dolarla mal ve hizmet ihracatı Ekim-Aralık 2018’de 12 ay öncesine göre yüzde 4,5 artmış; ithalattaki değişim ise azalma yönündedir: -23,4… TÜİK’in hesaplaması, dolarlı dış ticaret verilerine göre daha olumlu (GSYH’yı daha fazla yukarı çeken) bir etki yaratıyor.

2018’de dolar fiyatı tırmanmıştır. Bu olgu, dış ticaret verilerinin cari fiyatlı GSYH tablolarına yansıyor. Yansıma, “anarşik” özellik taşıyor: Dolarlı ithalat %23 düşerken, doların pahalılaşması TL ile hesaplanan ithalatı %13 artırmıştır.
Bu “anarşik” görüntü, sabit fiyatlı TL ile yapılan ihracat / ithalat hesaplaması ile gideriliyor; ama bu hesap ile dolarlı dış ticaret verileri arasında (yukarıda değindiğim) uyumsuzluk devam ediyor.

Bu tutarsızlığın nedeni farklıdır: Kriz ortamında birim ihraç ve ithal fiyatları arasındaki makas (dış ticaret hadleri) 12 ayda Türkiye aleyhine seyretmiştir; ama bu akımlar 2017’nin fiyatlarına göre (“sabit  fiyatlarla”) hesaplandığı için GSYH’ya yansımamıştır. Cari işlem dengesindeki düzelmenin milli gelir üzerindeki olumlu (ekonominin küçülmesini frenleyici) etkisi bu nedenle biraz abartılmıştır.
Üç ay sonraki GSYH hesaplamasında tamamen ters yönde (olumsuz) bir etki söz konusu olabilir.

Gelirlere göre millî gelir
TÜİK 2016 sonrasında gelir türlerine  göre de millî gelir hesabı yapıyor. Cari fiyatlarla ücretlerin toplamını, dolayısıyla millî gelir içindeki payını da bu sayede öğreniyoruz.

Bu hesaplama içinde diğer gelir türlerini ayrıştırmak mümkün değil. Net kârların üretken ve ticarî kesimlere dağılımı; faiz ve kentsel rant gelirleri, toprak kirası; kendi hesabına çalışan profesyonel mesleklerin, tarım-dışı küçük burjuvazinin gelirleri; köylülükte aile emeğinin payı… Sınıfsal bir gelir dağılımının ana öğeleri bunlardan oluşur. İstatistik kurumlarının da bu dökümü vermesi beklenmez. Bu işin gerektirdiği kuram, kavram ve ölçüm sorunlarını, farklı meşrepten iktisatçılar ayrıca çözmeye, aşmaya çalışırlar.

TÜİK de bu sorunu aşmayı doğal olarak üstlenmiyor. Ücret-dışı tüm gelir türlerini brüt işletme artığı / karma gelir başlığı altında topluyor.

Biz de, böylece, ücretlerin GSYH içindeki payının 2016-2018 arasında yıllık ortalamalar olarak nasıl aşınmakta olduğunu öğreniyoruz: %32,2 → %30,5 → %30,4…

Türkiye’deki 3,5 milyon civarındaki Suriyeli nüfusun istihdam ve ücret istatistiklerinde sağlıklı boyutta kapsanmadığını biliyoruz. Bu emekçiler, artık, işgücü piyasasının içinde yer almaktadır. Krizin işçi sınıfı üzerindeki yansımalarını tam olarak kapsamak için kayıt-dışı istihdamda yoğunlaşan Suriyeli işçilerle ilgili bulguların derlenmesini, diğer verilerle birlikte sunulmasını beklemeliyiz.

Ocak 2019’da ödemeler dengesi
TCMB’nin yayımladığı Ocak-2019 ödemeler dengesi tabloları, “iyi ve kötü haberler” içeriyor.

İyi haber, sadece bir tanedir ve geçicidir: 2018’in son beş ayı boyunca dış borçların (toplam 11,4 milyar dolarlık) anaparasını kesintisiz ödemek zorunda kalan Türkiye, Ocak 2019’da dış dünyadan 5,3 milyar dolarlık net borçlanma yapabilmiştir.

Bu olumlu bilgi herhalde geçicidir. Anlaşıldığı kadarıyla, önemli bölümü bankaların yılda bir kere yenilediği sendikasyon kredilerinden ve bunların uzantılarından oluşmaktadır. Zincirleme iflaslar patlak vermezse, 2019 boyunca şirketlerin dövizli borçlarını döndürülmesine tahsis edilmesi; giderek eritilmesi beklenir.

Kötü haberler ise birden fazladır.

Birincisi, 2018 boyunca döviz piyasalarını rahatlatan 21,2 milyar dolarlık kayıt-dışı (yani, “karanlık ve kara”) sermaye girişleri Ocak’ta 1,8 milyar dolarlık “net çıkış” göstermiştir. Devam ederse “hayra alamet” değildir; ama, gelecek aylara ilişkin öngörü yapamayız.

İkincisi, dört aylık ve istisnaî cari işlem fazlası, Aralık 2018 ve Ocak 2019’da bir kez daha tarihe karışmıştır. Ekonomik bağımlılık ile yoksullaşmanın üzücü birlikteliği ortaya çıkmıştır: Kriz ortamında ve ekonomi küçülürken dahi süregelen dış açık… Türkiye, 2008-2009 krizinde de benzer bir durumla karşılaşmıştı: On iki ay boyunca GSYH yüzde 7,4 oranında küçülmüş; ödemeler dengesi ise 15 milyar dolar cari işlem açığı vermişti.

Aralık 2018 ve Ocak 2019’un ihracat verilerini, önceki iki ay (Ekim-Kasım) ile karşılaştırın; kötü haberlerin süregeldiğini gözleyeceksiniz: Yüzde 16,7  ($40,5 milyar → $33,7 milyar) gerileme belirleniyor. Mevsimlik etkenler bir yana, sanayi üretiminin ihracatı destekleyecek gücü tükenmiş gibidir.

Kötü haberlerin sonu gelmedi. İthalatı kısarak cari işlem fazlası yaratma olanağı da tükenmiş görünüyor. İkişer aylık toplam ithalat ($34,8 milyar → 34,7) binde 3 daralma göstermiştir. İthalatın alt sınırına Kasım’da ulaşılmış mıdır? Böyle bir durum, toplumun yoksullaşma sınırına yaklaşıldığının bir işareti olarak yorumlanabilir. Toplumun olağan işleyişini mümkün kılan asgarî ithalat sınırına inilmiştir; daha fazla kısıntı, çöküntü anlamına gelebilir.

“Cari işlem fazlası verme takvimi” Kasım 2018’de son bulmuş olabilir. O durumda 2019’da  cari açığın dış finansman gereksinimine dış borçların döndürülme güçlükleri eklenirse yeni bir döviz  krizi tetiklenebilir.

Reel ekonomideki bunalımla finansal bir krizi birleştiren bu kötümser senaryo, yeni bir “kötü haber” değildir; sadece bir olasılıktır.

Korkut Boratav / SOL

Azledilme tartışmaları: Kriz Trump ile sınırlı değil (ANALİZ) - D. Sündal / SOL

2020 seçimlerine doğru ABD sermaye sınıfı ve sözcüleri, karşılaştıkları açmazları bir yerlere fatura etmeye kararlı görünüyor ama bu kararlı hal ancak kriz görüntüsünü pekiştiriyor. Kitleler ise geçmişte inandıklarına artık inanmıyor. Gramsci’nin sıkça atıf yapılan sözleriyle 'eskinin ölmekte olduğu, yeninin ise doğamadığı' bir kriz ABD’de kendini gösteriyor.

ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Demokrat Nancy Pelosi, ABD Başkanı Donald Trump’ın görevden alınmasına karşı olduğunu, böyle bir hamlenin fazlasıyla bölücü olacağını ve Demokratik Parti’nin 2020 seçimlerine odaklanması gerektiğini ifade etti. “Russiagate” histerisini besleyen, Trump’tan tutun, Yeşil Parti lideri Jill Stein’a kadar hemen herkesi Rusya ile işbirliği içinde olmakla suçlayan Demokratik Parti’nin, suçlamaların şiddetinde ve bugün durduğu noktada görünür bir ayrılık içinde olması ABD’nin siyaset sahnesi üzerine özenle düşünmeyi gerektiriyor: Trump ne tür bir ayrılığı temsil ediyor?

Pelosi, “Görevden alma kararı, karşı konulmaz, saygı uyandıran ve partizan olmayan bir şekilde gerçekleşmediği sürece, ülkemiz için ayrılık yaratacak bir karar, bu yüzden bu yolu tercih etmememiz gerektiğini düşünüyorum. Trump buna değmez” diyor. Trump’ın soruşturma sürecinin “kesin bulgulara” ulaşamamış olması görevden alma sürecinin ikna edici bir biçimde gerçekleşmemesine neden olabilir ancak Pelosi’nin esas çabasının sürecin “bi-partisan (iki partili)” işlemesi yönünde olduğu görünüyor. “Partizan olmayan, toplumda saygı uyandıran” kararları ABD sermaye sınıfının çoğunluğu tarafından kabul gören ve desteklenen kararlar olarak tercüme edebiliriz. Demokratik Parti’nin ihtiyatlı tutumu ve dağınık görüntüsünü anlamlandırmak, ABD sermaye sınıfının Trump’ın görevden alınması ihtimalini nasıl değerlendirdiğini anlamakla mümkün olacaktır.

Andy Kessler, WSJ’da 10 Mart tarihli yazısında finansal sistemin Trump’ın resmen suçlanmasına nasıl tepki göstereceğini öngörmeye çalışıyor. Kessler yazısına “Sadece aptalların borsanın geleceğini öngörmeye çalışacağına kanaat getireli çok oldu, şimdi bir de ben öngörmeye çalışacağım” diyerek başlıyor. Kessler, Trump’ın resmen seçildiği 2016 seçimlerinin hemen ardından Dow 30’nin bir gecede %5 değer kaybettiğini –izin verilen maksimum miktarda satış- ancak Dow Jones Endüstri Endeksi’nin bir sonraki gün %3 değer kazandığını, o günden bugüne ise hemen hemen %40 değer kazandığını belirtiyor. Daha geriye, 1868 yılına gidildiğinde Andrew Johnson’ın görevden azli karşımıza çıkıyor. Kessler, Lehman Brothers uzmanlarının hesaplarına göre “Dow Jones Pre-Industrial” ismini verdikleri endeksin Johnson’ın azline kadarki üç ay içerisinde %10 arttığını, soruşturmanın sonuçlanmasının ardından iki ay içerisinde %6 arttığını ifade ediyor. Kessler, bu kez Richard Nixon ve Watergate’i değerlendiriyor. “Mayıs 1973’ten itibaren 16 ay süren düşüşte, borsalar %20 değer kaybetti” diyerek Nixon’ın “görevden azli” sürecini değerlendirmeye başlayan Kessler, Nixon’ın 1974 Ağustos’unda istifasının ardından borsaların %5 yükseldiğini ancak Ekim’den itibaren %27lik bir düşüşün yaşandığını, makro göstergelerin hiç de parlak olmadığını anımsatıyor. Son olarak Bill Clinton’a değinen Kessler, 1998 Temmuz’undan Eylül’e kadar borsanın %20 düştüğünü kaydediyor ancak Rusya’nın borç krizinin düşüşe katkısını da yadsımıyor. Şubat 1999’da Clinton’ın “suçsuzluğunun ispatı” ile eş zamanlı olarak, dot-com balonunun büyümesiyle yeni bir spekülasyon dönemi açılıyor.

Hemen her makul insan, bu bilgilere dayanarak, finansal sistemin ABD başkanının azledilmesine yanıtının eş zamanlı başka parametrelere, başka değişikliklere verdiği yanıtla birlikte kendini dışa vurduğunu görecektir. Bu dev kumarhanenin tepkilerinin enflasyon beklentilerine mi, yabancı bir ülkedeki borç krizine mi, ABD Başkanı’nın görevden azledilmesine ait mi olduğunu kestirmek, kesin olarak mümkün değil. Ancak Kessler’in görüş yazısı bilimsel bir analiz olmaktan çok sınıf karakterini açık eden bir beyanat...

BİR ODAYA TOPLANIP PLANLAR YAPAN KÖTÜ ADAMLAR
Kessler “Pazarları anlamak için, her sabah portfolyo yöneticilerinin yatırım fonlarında kısa ve uzun vadeli trendleri tartışmak için bir araya geldiklerini anlamalısınız. Pazarı şekillendiren olaylarda bu odalar savaş odalarına benzer, yatırımcılar en iyi ve en kötü senaryoları düşünür, bu senaryolara olasılıklar atar ve sermayelerini buna göre konumlandırma planları yaparlar” sözleriyle tam da “bir odaya toplanıp planlar yapan kötü adamlar”ı betimliyor. Gerçekten de kapitalistler ABD Başkanı’nın kim olduğuyla, ne yaptığıyla bir derece olsa da, esasen tüm bunların yatırımlarını nasıl etkilediğiyle ilgili; ve bu sonuçları şansa bırakmaya hiç de niyetli değiller!

Pazarların en kötü ihtimali göz önünde bulundurduğunu belirten Kessler, yeni vergi politikası sonuçlarındaki ve Trump’ın Beyaz Saray’daki yakın çevresindeki belirsizliğin pazarlar için kötü sonuçların olasılığını beslediğini belirtiyor. Ancak daha önemlisi, 2020’de bir Demokratik Parti zaferinin yaratacağı etkiler: Vergi politikaları geri alınabilir (Kessler burada Dow Jones’da gözlenen %40 artışın yarısının Trump’ın vergi politikalarından kaynaklandığını belirtiyor), kazançlarını vergi cennetlerine kaçıran şirketler üzerine siyasi baskı artabilir ve çevrecilerin iklim değişiklikliğine karşı enerji sektörünün dönüşümünü içeren programı“Green New Deal” gerçekliğe kavuşabilir… Bütün bu senaryolar, Kessler’e göre en kötü ihtimaller; pazarların kendilerini hazırladıkları en kötü senaryolar. Pelosi kaygılanmakta haklı. Sermaye sınıfı kârları için kaygılanmakta iken, “demokrasi” ve “özgürlük”, “ABD’ye yaraşır bir başkan figürü” kenarda beklemek zorunda.

KRİZ TRUMP İLE SINIRLI DEĞİL
ABD sermaye sınıfı Trump ile kazandıklarını kaybetmek istemiyor. Olası bir Demokratik Parti zaferi ile artan vergilerden, deregülasyon günlerinin geride kalmasından çekiniyor. ABD’nin emperyalist sistemin önde gelen gücü konumunu koruması da elbette sermaye sınıfının ülkedeki gücüne bağlı. Demokratik Parti içindeki görüş ayrılıkları geçici bir kaygıyı tetikleyebilir... Ancak daha önemlisi, ve bu gücü esas sınayacak olan, emekçi sınıflardaki geniş hoşnutsuzluk.

Bir başka WSJ yazarı Walter Russell Mead, 5 Mart tarihli yazısında Chicago Council on Global Affairs adlı think tank’ın anketine katılanların %70’inin soyut bir düzeyde ABD’nin uluslararası sorunlara dahil olmasını desteklediklerini ifade ediyor. Buna karşılık Pew’in 2018 anketine katılanların yalnızca %32’si ABD’nin uzun vadeli hedeflerinden birinin Çin’in gücünü sınırlandırmak olması gerektiğini düşünüyor. Anket katılımcılarının çoğu NATO üyeliğinden memnun olsa da yalnızca yarısı Rusya ve Estonya arasında bir çatışma durumunda ABD’nin dahil olması gerektiğine inanıyor.

Ayrılıklar kuşaklar arasında daha belirgin bir hal alıyor: 20-30 yaşlarındaki katılımcıların, “ABD istisnacılığı”na inanma, ABD’nin “insani yardım/müdahale” kampanyalarına destek olma ve ABD’nin KDHC, Rusya ve Çin’in “gücünü sınırlamasının gerekliliğine” inanma ihtimalleri yaşlı katılımcılardan belirgin bir biçimde düşük. Cumhuriyetçi ve Demokratik Partilerin seçmenleri de kendi içlerinde sınıf karakterlerine göre bölünmüş görünüyor. İki partinin de üst gelir gruplarından gelen “elit” seçmenleri ve emekçi tabanları arasında uluslararası ticaret, uluslararası ittifaklar ve göçmenlere bakış başlıklarında görüş ayrılıkları beliriyor. Bu noktada Kessler’in yukarıda özetlediğimiz değerlendirmelerinin büyük oranda finansal yatırımları ilgilendirdiğini, Trump’ın uluslararası ticaret politikasının sermayenin tüm kesimlerince destek görmediğini vurgulamakta fayda var.

Eurasia Group Foundation yaptığı başka bir ankette “uzmanların” yüzde 47’sinin “ABD’nin liderliği küresel istikrar ve dolayısıyla ABD’de barış ve refah için elzem” ifadesine katıldığı öte yandan bu görüşün genel kamuoyunda yalnızca %9.5’lik bir kesimde destek bulduğu sonucuna ulaşıyor. “ABD küresel liderliğinin sonucu karşılaştığı zorluklara değil kendi iç sorunlarına odaklanmalı” ifadesi farklı seçmen gruplarından %44’lük bir destek bulurken, uzmanların ancak %9’u bu fikri onaylıyor.

Sermaye sınıfı temsilcilerinin görüşleri ve kamuoyunun görüşleri arasında bir ayrılık olduğu ve sıklıkla siyasetçilerin bu ayrılığa rağmen politikalarını geliştirdikleri açık. Bunun yanısıra, belirtilen görüşler yüzleşilen zorluklarla bir arada hareket ediyor. Tüm bunlara rağmen, ABD’de geniş kitleler içerisinde artan hoşnutsuzluğun faturasının geçmişteki politikalara kesildiğini görmek mümkün. Mead, uzman görüşleri ve kamuoyu görüşü arasındaki açının büyümesinin politikaları da etkileyeceğini belirtiyor.

2020 seçimlerine doğru ABD sermaye sınıfı ve sözcüleri karşılaştıkları açmazları bir yerlere fatura etmeye kararlı görünüyor, ama bu kararlı hal ancak kriz görüntüsünü pekiştiriyor. Egemen sınıflar içerisindeki fikir ayrılıkları artarak kendilerini gösteriyor; “liderlik” yeteneklerini yitirmiş, yalnızca “baskın” bir konumu koruyabilir hale gelmiş durumdalar. Kitleler ise geçmişte inandıklarına artık inanmıyor. Gramsci’nin sıkça atıf yapılan sözleriyle “eskinin ölmekte olduğu, yeninin ise doğamadığı” bir kriz ABD’de kendini gösteriyor.

D. Sündal / SOL

Dil - Meriç Velidedeoğlu

Değerli dostlar, uzun bir süredir -özellikle- öğleden sonra gün boyunca televizyonu her açtığımızda, karşımıza hep Erdoğan çıkıyor; çoğunlukla yoğun bir kalabalığa seslenerek partisi (AK Parti) adına seçim konuşması yapıyor; uzun uzun... 
“Kanal değiştir!” önerisi de çözüm getirmiyor, çünkü en az “15” haber kanalı Erdoğan’a özgülenmiş gibi; konuşmalarını ara ara dinlerken, ünlü konuşma ustası, anlatı ustası, kısaca “dil ustası” Ezop’u anımsayıp duruyorum.

 Her ne kadar Ezop, tanınıp biliniyorsa da, yine kendisine şöyle bir merhaba diyelim. 
Ezop, “2500-2600” yıl önce, kısaca “MÖ” altıncı yüzyılda, Yunanistan’da yaşamış bir “köle”, kendisini satın alan, “Efendi Ksantus” da, bir “bilge kişi”. 
Ezop da okumuş, köklü bir eğitim almış, köle durumuna düşmüş biri. 
Bir gün Ksantus, Ezop’tan ülkenin soylu kişileri için bir şölen (ziyafet) hazırlamasını ister; Ezop, tatlısına varıncaya dek hepsini kasaptan aldığı “dil” ile yaptığı yemekleri sunar. 
Konuklar, türlü övgülerle ziyafeti pek beğendiklerini dile getirirler.
Aradan bir süre geçer, Efendisi, bu kez Ezop’tan pek lezzetli olmayan yiyeceklerle, yeni bir ziyafet daha ister; Ezop yine yalnızca “dil” kullanarak tadı “berbat” yemekler yapar. 
Konuklar şaşırırlar, nedenini sorarlar; Ezop’un verdiği yanıt kısaca şöyle: 
“Her türlü mutluluğumuzu anlatan, ortaya koyan ‘dil’, en acı, en can yakıcıdurumlarımızı da anlatır; dahası bizleri birbirimize katan da ‘dil’dir; sövüp saydırandır, insanları dövüşe kadar götüren çatışmaları doğuran hep bu ‘dil’dir!” der, ardından da, “Bu sözüm doğru mu, eğri mi” diye sorunca, dinleyenler, “Haklısın, doğru söylüyorsun!” diye yanıtlarlar... 
Bu ünlü değerlendirmeye göre, Erdoğan’ın dili, “İkinci Tür”dendir; öyle ki bu dili, tepesinde olduğu devleti kuranlara, hiçbir “çekince” duymadan, “ay..ş!” diyecek boyutta, şehitlere “kelle”, gençlere “ulan...” diyerek kullanır; şu sıralarda muhalefetteki “İyi Parti” (İP) Başkanı Akşener’e karşı sınırsızca kullanıyor: 
“Birileri şu an cezaevinde süre dolduruyor. Aynı yola sen de düşebilirsin.Neden? Cumhurbaşkanı’na iftira atamazsın. Hanımefendinin kaçacakdeliği yok. Çünkü o milletvekili değil. Onunla hemen hesaplaşacağız. Onun hesabı ağır olacak!” dedi... 
Üstelik, “Hem parasını alacağım hem de hapse attıracağım!” diye de ekledi... 
Ezop’un, “İkinci Tür” diline, dört dörtlük bir “örnek”... 
Ne var ki değerli dostlar, Ezop’un bu “iki dil” sınıflamasına, yeni bir “dil sınıfı” daha eklendi gibi(!)... 
Bilmem dikkatinizi çekiyor mu, Bakan Süleyman Soylu’nun, “Soylu Dili”
“Şerefsiz, edepsiz, alçak, düzenbaz” gibi örneklerle, son günlerde, yazılı ve görüntülü basında yer aldı, “ses” getirdi... 
Ayrıca, yargıdan da “destek” aldı, “ifade özgürlüğü” kapsamına yerleştirildi... 
Değerli dostlar, bu “Soylu Dili” ile konuşanların, bu soylu sözcükleri kullananların, yüzlerinin aldığı görünüme, TV’de izlerken, dikkatle baktınız mı? 
Hemen televizyonunuzu açın, haberleri bekleyin; ister “ana haber”, ister “ara haber” olsun... 
Haftaya görüşelim!..

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Pişkinliğin bu kadarı (I-II) - ÖZDEMİR İNCE

(I)

Zorda kalmazsam, gündelik siyasete kesinlikle bulaşmam. Bazen bıçak kemiğe dayanıyor. Pişkinlik kışkırtıyor beni. Hürriyet’ten Ahmet HakanR. T.Erdoğan’ın İBB Başkan Adayı Binali Yıldırım ile bir yol sohbeti yapmış (22.02.2019). Keyif onların değil mi yaparlar! Ama Ahmet Hakan, adaylığının açıklandığı gün neden TBMM Başkanlığı’ndan istifa etmediğini sormuyor Binali Bey’e. Ve böylece amigo durumuna düşüyor. Dede Korkut ahlakına sahip bir siyasetçi sonuna kadar beklemez, bulunduğu makamın maddi ve manevi olanaklarından yararlanmaya tenezzül etmez, adının resmen açıklandığı anda istifa ederdi.
***
Yol sohbeti sırasında aday Binali Bey, “Seçimi hesaplaşmaya dönüştürmek,İstanbul’a kötülük yapmaktır” buyuruyor ki Türkçe cümle kurmayı bilen ve siyasetten biraz anlayan bir vatandaş bu cümlenin Erdoğan’a yöneltilmiş bir eleştiri olduğunu sanabilir. Ama yüzey yapısından düşey yapısına yöneldiğimiz zaman cümlenin anlamı çoğalır. O zaman iş çetrefilleşir. Binali Bey, elbette, Reis’ini eleştirmiyor; mugalata yapıyor. “Seçim”; hesaplaşma, eski defterlerin açılması, alacak-verecek hesabı yapılması, günah ve sevapların sayılması, kirli çamaşırların sergilenmesi anlamına gelir. İşin raconundan söz ediyorum. Anlaşılan, Binali Bey, başından birkaç evlilik geçmiş kart bir damat adayına turfanda muamelesi yapılmasını istiyor. Çok zor, geçmişinde bir yığın vukuat ve sabıka var.
***
1955 doğumlu Binali Yıldırım babasının “İyi bir celep” olduğunu söylüyor. Yani hayvan tüccarı. Sonra otobüsçülükten de biraz para kazanmışlar. Yani Koçlar, Sabancılar türünden bir ailesi yok. Ama çocuklarını İTÜ’de okutabilecek paraları var. 
İstanbul Teknik Üniversitesi Gemi İnşa ve Deniz Bilimleri Fakültesi’nden mezun olduktan sonra aynı okulda mesleğiyle ilgili işlerde çalışmış. 1994-2000 yılları arasında İBB İstanbul Deniz Otobüsleri İşletmeleri Genel Müdürü olması hayatının dönüm noktası. Tahsili kuvvetli ama R. T. Erdoğan döneminde İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde çalışmış olması çok daha önemli. İslamcılığa bulaşmışlığı olmasaydı, Erdoğan ona iş vermezdi. 
Binali Bey, “İstanbul Büyükşehir Aşireti” mensubu ve AKP’nin Kurucu Üyesi olarak 58, 59, 60 ve 61 numaralı hükümetlerde Ulaştırma Bakanlığı yaptı. Bu göreve 4. kez getirilen ilk bakan oldu. Türkiye Cumhuriyeti’nin “Son Başbakanı” olmak sıfatıyla lanetlendi. Ardından teselli niyetine TBMM Başkanlığı’na getirildi. Şimdi de attan indirilip eşeğe bindirilmek suretiyle İstanbul’a Şehir Emini olmaya tayin edildi. Kendi iradesiyle değil.
***
Bakanlık dönemlerinde vukuatlı işleri var: 2003-2013 yılları arasında 17 bin 500 km bölünmüş yol inşaatı; 26 adet olan aktif havalimanı sayısının 55’e çıkarılması; Ankara- Eskişehir, Ankara-Konya, Ankara-İstanbul Yüksek Hızlı Tren projeleri; Marmaray projesi ile İstanbul’un Asya ve Avrupa yakalarının deniz altından demiryolu ile birbirine bağlanması; İstanbul’un iki yakasını denizin altından birbine bağlayacak olan Avrasya Tüneli; 3. Boğaz Köprüsü (Yavuz Sultan Selim Köprüsü); İstanbul-İzmir Otoyolu ve dünyanın en uzun asma köprülerinden biri olan İzmit Körfez Geçişi Köprüsü; 1213 km Yüksek Hızlı Tren demiryolu hattı inşası, 9 bin 350 km konvansiyonel demiryolu hattının yenilenmesi; Avrupa’nın en büyük konteynır limanlarından biri olan Çandarlı Limanı; Dünya’nın en büyük havalimanlarından biri olacak olan İstanbul 3. havalimanı. Ancak bunların tamamı, devlet kasasını ve halkın kesesini soyma aracı olarak kullanılmış, kullanılacak. Karayolları ve demiryolları ise kalite bakımından tam anlamıyla bir fiyasko ve yüzkarası! Kazalarda ölenlerin hesabını mahşer günü zor verir. 

(II)

Binali Yıldırım’ın bakanlık yaptığı dönemlerde 59 milyar 558 milyon 225 bin dolar gelir elde etmek için 10 liman, 81 elektrik santralı, 40 tesis/işletme, 3 bin 483 taşınmaz, gemi, 36 maden sahası, Araç Muayene Hizmetleri (TÜVTÜRK) özelleştirilip satılmış. Yani halkımızın döktüğü kan ve alınterinin ürünleri elin yabanına peşkeş çekilmiş. 
Bunun sonucu, ülke sanayisi çökmüş; sanayi işletmeleri, kâğıt ve şeker fabrikaları, gümüş fabrikası örneğinde olduğu gibi kapatılmış, çalışanlar işsiz kalmış; üretim yapılmadığı için ithalat yapılmış ve bunun sonucu olarak fiyatlar yükselmiş. Ekonominin çökmesinin, enflasyonun yükselmesinin en önemli nedeni de budur. Binali Bey, TELEKOM satışı ile şimdiye kadar devlete atılmış en büyük kazığın seyircisi olmuştur.

***
Ortak Akıl” denen ucubenin mucidi Erdoğan Reis’e göre, Yapİşlet- Devret yöntemiyle iş yaptırmak, dünyada kimsenin aklına gelmeyen dâhice (!) bir iş. Devletin kasasından, halkın cebinden bir kuruş harcamadan (!) köprüleri, yolları, geçitleri, havaalanını sadece AKP yaptırabilir. Vallahi doğrudur: Müteahhide, kullanım sayısı ve tazminat garantisi veren; bankalardan kredi bulan ve bu krediye devleti kefil yapan, dünyada, bir başka hükümet yoktur. Ankara- Eskişehir, Ankara-Konya, Ankara-İstanbul Yüksek Hızlı Tren projeleri bu yöntemle yaptırılıyor. Marmaray projesi ile İstanbul’un Asya ve Avrupa yakalarının denizaltından demiryolu ile birbirine bağlanması bu yöntemle yaptırılıyor. Avrasya Tüneli, 3. Boğaz Köprüsü (Yavuz Sultan Selim Köprüsü), İstanbul-İzmir Otoyolu, İzmit Körfez Geçişi Köprüsü bu yöntemle yaptırıldı. Verilen garantiler tutmadığı için, kullanmayan halktan alınan vergilerle her yıl tazminat ödeniyor. Özetle: Yap-İşlev-Devret mucizesi (!) sayesinde, geçilmeyen köprü, tünel ve otoyolların yıllık borcunu doğmamış çocukların sırtına yüklemişler. 

CHP milletvekili Deniz Yavuz Yılmaz’ın sormasıyla ortaya çıkan son vukuat şu: Şehir hastanelerine hasta sayısı garanti edildiği gibi, Yüksek Hızlı Tren’e de yolcu garantisi verilmiş. CHP’li Yılmaz, Ankara’da 9 kişinin hayatını kaybettiği kazadan sonra YHT hatları için garanti verilip verilmediğini sormuş. Ulaştırma Bakanlığı, yolcu başına 1.5 dolar + KDV garantisi verildiği açıklanmış. Bu da işbilir(!) Binali Bey’in işi. Uçuş güvenliği olmayan Üçüncü Tayyare Meydanı rezaleti de Binali Bey’in işi. Meydanı yapan ortaklar iflas halinde. Kaygılanmaya gerek yok, arkalarında aslan gibi AKP iktidarı var. Bu AKP iktidarı gibi hamarat(!) bir işveren görülmemiştir. Reis’e sorsan, Yapİşlev- Devret mucizesi (!) Tek Parti diktatoryasından kalan mirastır. 31 Mart’a kadar, bu gerçeği (!) seçim meydanlarından ifşa ederek CHP’yi yuhalatabilir.

***
Ailesinin 17 şirketi, 28 gemisi ve 2 süper yatı olduğu söyleniyor. (1) Gözü olanın gözü çıksın! Çalış senin de olsun! Olsun ama kimi münafıklar, bu yükselişi, Sovyetler Birliği’nin yıkılışından sonra eski nomenklaturanın (2) “Rus Oligarkları” olarak ortaya çıkışına benzetebilirler. Binali Bey, Türkiye’nin çöküş yaşadığı her alanda çok büyük sorumluluğu olan bir adam. Hani topçu değil ki Başakşehir’e transfer edesin. Türkücü de olamaz. Ama böyle bir insan Reis Bey Hazretleri’ne vekâleten İstanbul Büyükşehir Başkanı olamaz mı? Bal gibi olur! Harbiye Açıkhava’ya, Yap-İşlet-Devret yöntemiyle açılır kapanır tavan yaptırır. Ahmet Hakan’ın dediğine bakılırsa 12 ay boyunca orada cümbüş tertip edecekmiş. Eh artık, malı sahibine teslim ettikten sonra oraya müdür olur!

Özdemir İnce / CUMHURİYET

(1) (cumhuriyet.com.tr Yayımlanma tarihi: 19 Mayıs 2016 Perşembe, 13.28) 
(2) Parti kodomanları

Sende bu cellat sevdası oldukça.. - Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU

AK Parti'nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayına soru sormadan önce yarım saat "Bu soruyu sorduğum için bana kızmayın", "Soracağım ama kızmıyorsunuz değil mi" diye şirinlik gösterisine dönüştürülmeye çalışılan bir kıvranma, yalvarma, yakınma tiradına imza atan televizyoncu, CHP Genel Başkanı'nın karşısına oturunca üç aşağı beş yukarı şöyle oluyor diyalogları:
- İstanbul'u alacağız, Ankara'yı alacağız...
- Hahahahahahah...
- Bakın, Bursa'yı... Alacağız...
- Hahahahahahaha.... Bugün formunuzdasınız... Hahahaha...
- Ben gerçeği söylüyorum...
- Hahahaha... Hahahahaha...

***

Birkaç gün sonra...
CHP'nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı konuk oluyor aynı televizyoncuya...
Programın başlamasından kısa süre sonra, CHP'li adayın cümlesini bile tamamlamasına izin verilmeden "Beştepe"ye bağlanılıyor; Cumhurbaşkanı'nın "İyilik Ödülleri" töreni konuşmasına!
Saat tutmadım ama uzuuuuuuunca bir süre sonra program sözüm ona kaldığı yerden -kalmayan seyirciye- yayına devam ediyor;
Ne bir özür, ne bir izah...
Bir de üste çıkma var;
Neymiş, program banttan yayınlandığı için canlı yayına bağlanıp programa dönecekleri anonsunu yapamamışlarmış!
Yersen...
Program banttansa, 24 saat boyunca hazır durumda olan stüdyoya dönülür, 24 saat boyunca hazırda bekleyen spikerlerden biri yarım dakikalık bir özür ve açıklama anonsu geçer, biter...
Çok mu zor?
Hayır. Ama çok tehlikeli!
Öyle sanıyorlar.
Maazallah, ya o 1 dakika içinde Cumhurbaşkanı'nın kürsüye gelişini veremezler, "iyi akşamlar" deyişini kaçırırlarsa kıyamet kopar!
Öyle sanıyorlar.

***

İktidar partisi sözcüsünün, CHP'nin Ankara Büyükşehir Belediye Başkan adayına suçlamalarına tam kadro açtıkları ekranları, savunma hakkını çiğneyerek CHP'li adaya nasıl kapattıklarını da ekleyin...

***

Bu utanmazlık silsilesinin faillerine günlerdir zaten saydıran saydırana; edilmedik laf kalmadı. Yüzleri de kızarmadı. Hiçbiri yapacaklarından bir adım geri de atmadı.
Benim sözüm, bu utanmazlara sektörün düşkünü muamelesi yapmaları, onlara meşruiyet sağlayacak her nevi ilişkiden kaçınmaları gerekirken, her çağırdıklarında kollarına koşanlara!
Tam da "celladına aşık olmak" diye tanımlanan hâl içindeler.
Aynı hataları pardon tutum ve davranışları tekrarlayıp bambaşka sonuçlar almayı bekliyorlar. Alamayınca da "bu kadar da olmaz" deyip isyan ediyorlar.
Sansürü kınıyorlar.
Saygısızlığı kınıyorlar.
Ya ne olacağıdı?

***

Bunlara maruz kalmak istemiyorsan, bu sevdadan vazgeçeceksin arkadaş!
Aynı akşam için seni hem Halk TV, hem CNN Türk davet ettiğinde; o dakika Halk TV'yi harcayıp CNN Türk'e koşmayacaksın!
Aynı gün için senden hem Yeniçağ, hem Hürriyet röportaj talep ettiğinde; Yeniçağ'a yokuş yapıp Hürriyet'e şakımayacaksın!
Türkiyem TV var, Sözcü var, Cumhuriyet var, Tele 1 var; var oğlu var...
Sansürleneceğini, makaslanacağını, dalga konusu haline geleceğini bile bile misyonu sana bunları yapmak olan "celladına" koşmak yerine "konuşabileceğin" platformların, konuşmalarını daha çok insana ulaştırabilmelerine çalışacaksın.
Mesela...
Seni karalamak, itibarsızlaştırmakla görevli basın yayın organlarına bir defa yayınlansın diye astronomik ücretler ödediğin o reklam filmleri var ya... O tek sayfasına, "muhalif" diye boğma telleriyle susturulmaya çalışılan gazetelerin bir aylık masrafını ödediğin ilanlar...
Hıh işte, onlarla, celladını daha da palazlandırmayı kesip, o ciddiye almadığın, "bizim evin danası" muamelesi yaptığın, halbuki kimsenin danası olmamak üzere yola çıkan gazetecilerin, çatır çatır haber yaptığı, soru sorduğu, sorguladığı yani "gazeteciliği" yaşatmaya çalıştığı mecralara akıtacaksın o kaynağı. Onları besleyeceksin, onları güçlendireceksin.
Yanlış da anlaşılmasın;
Besleyeceksin ama beslemeye dönüştürmeyeceksin.
Meşru, bu iş için tahsis edilmiş kaynağını aktaracaksın ama kendi havuzunu yaratmayacaksın.
Adil olacak, senin yanlışını da yazacak, konuşacak ama bunları basın ahlak ve ilkeleri çerçevesinde yapacak bir nefes borusu oluşturacaksın; topluma göz, kulak olacak...

***

Yapmazsan mı?
Kendin bilirsin canım muhalefetim...
Sen "celladına" böyle aşka bağlı oldukça...
Ciğerci kedisi gibi daha çok beklersin böyle kapı önlerinde; daha çok küçük düşersin, daha çok dediklerin hiç demek istemediklerin gibi sunulur milyonlara, daha çok, daha çok insana ulaşmaya çalışırken daha da çoğunun gözünden düşersin bir gecede!
Bu duyguyu en son kumpas davaları çöküp özgürlüğüne kavuşan mağdurlardan birkaçı koşa koşa -artık neyi ispat etmeye çalıştılarsa- ilk röportajlarını o kumpasların medya ayağı gibi davranan kanallara verdiğinde yaşamıştım.
Siz celladınıza böyle büyük bir aşkla bağlı olduktan sonra...
Adı üstünde cellat!
Bir kere gösterecek diye astronomik ücretlerle reklam filmleri çekmeyin mesela
Katılmayın kardeşim...


Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU / YENİÇAĞ

14 Mart 2019 Perşembe

Hikâye bitti, bekâ satıyoruz! - L. DOĞAN TILIÇ

Şeçime iki hafta kaldı ve yine ortalıkta anketler dolaşıyor. Birbirinin tamamen tersini söyleyen anketler ve anketlere geçmiştekinden tamamen farklı tepkiler veren siyasiler dikkatinizi çekiyordur.
Her adımını anketle atmakla ünlü Erdoğan, bu kez “Onlar anket toto oynasın, biz alanlardayız” yaklaşımıyla anketlere güvensizliğini ilan ederken; dün anketlerin üvey evlat muamelesi yaptığı muhalefetin “anketlere inancı tam” ve gördüklerinden pek memnunlar.
Anketlere değil de, ahbaplık ettiğim AKP’li, MHP’li esnafın söylediklerine bakarak yazdıklarımı, “Sana öyle derler, gider yine AKP’ye oy verirler” diye makaraya saran arkadaşlarımı sevindirecek bir şey söyleyeyim: Cemil, yine AKP’ye oy verecek!
Taksici esnafından, Zaman gazetesinin bayrak gibi taşındığı ilk günlerden bu yana tanıdığım ve hep tatlı tatlı atıştığımız bir AKP’li Cemil. 
Geçen gün mahallede yine başladık tartışmaya. “Başka kimse yok ki, söyle kime vereyim” dedi sonunda.
O son söylediğinden önce söyledikleri ama, benim için “Şimdiye kadar hep AKP’ye verdim, ama bu kez…” diye yemin billah edenlerin söylediklerinden çok daha önemliydi.       
“Ekonomik krizi yönetemedi” dedi, asla toz kondurmadığı Reis için. “Millet gerçekten perişan. Bir tepki var. Ankara’da Mansur’u değil, Fethi Yaşar’ı da gösterse kazanırdı CHP. Adamı MHP’lisi de seviyor, AKP’lisi de; demek iyi işler yapmış.”
Hala Reis’e oy verecek olsa da, Cemil’in bunları söylemesi onun iç dünyasında büyük bir değişikliğe işaret ediyor ve ekonomik krizin AKP tabanını da teğet falan geçmediğinin, bekâ satışının o tabanda bile alıcısının olmadığının göstergesi.
Şimdiye kadar kazandığı her seçimde AKP’nin asıl hikâyesi ekonomiydi. Büyüyen, enflasyonu indiren, parasından sıfırlar atan, kişi başına milli geliri artıran Türkiye’nin mimarı olduklarını anlatıyorlardı. Bugün, Erdoğan da kabul etti ki; “Ne yazık ki, yılın 4. çeyreğinde bir eksi büyüme oldu.”
İktidar bu duruma “oldu da bitti maşallah” diyerek yaklaşsa da, uzmanlar 2019 için epey karanlık bir manzara çiziyor ve vatandaş da o karanlığı gündelik hayatta hissediyor.
Anlatacak bir hikâye kalmayınca, karşımızda ezanın ıslıklanması gibi iddialar ve bekâ satışıyla şapkadan bu seçimde de tavşan çıkarmaya çalışan bir iktidar bloğu var.
Bugün bir fark da, en sıkı AKP savunucularından bile, Erdoğan’ın ağzından çıkmasına karşın, “ezan ıslıklandı” iddialarına “yok artık” tepkisinin gelmesi! Şapkadan tavşan çıkarma çabası içinde sürdürülen bu söylem de AKP-MHP ittifakının ayaklarına dolaşacak gibi.
Adana’dan bir okur; Erdoğan’ın Adana mitingine katılımın az olduğunu belirterek; “Belediyemizin metro yatırımındaki borcundan dolayı sıkıntıda olduğunu her Adanalı bilir. Önceki konuşmalarında da Ulaştırma Bakanlığı’na devir sözü vermişti, ama olmadı. Şimdi yine aynı konuda söz verildi. Halk neyin yapılıp neyin yapılmadığını bildiğinden, artık AKP ve Erdoğan’a eski ilgi yok.”, mesajı atmıştı. 
Bir mitingde; “Geçtiğimiz yıl Şırnak’a doğalgaz verdik. Düğmeye basınca ev ısınıyor artık” diyor ya misal, mitingde bunu alkışlayan vatandaş, eve gidince, düğmeye basınca gelen bir doğal gaz olmadığını görüyor!
Ya da, “Bay Kemal ne diyor? ‘Çiftçi aç, çiftçinin topraklarına el konuldu’ diyor. Eline diline dursun. … 2,6 katrilyon çiftçilerimize tarımsal destek verdik?” diyor ve biz ekranlardan alkış sesi duyuyoruz ya, bir de kendi gerçeği ile duyduklarını karşılaştıran çiftçi var işte.
Bunlar bir yana, beni asıl Cemil’in söyledikleri ikna etti; hikâye bitti ve elde bir tek bekâ kaldı! Bakalım, hikâye mi yaman, bekâ mı? 
L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

KKTC'de skandal üstüne skandal. - Hüseyin Macit YUSUF

KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı geçtiğimiz hafta sonu büyük bir skandala daha imza attı. Akıncı, geçtiğimiz Cumartesi günü, Lefkoşa'nın göbeğinde, Büyük Han'da, makamının ve Kıbrıs Türk halkının onurunu çiğneyerek, Rum Devleti adına Avrupa Parlamentosu seçimlerine katılan ENOSİS'ci Rum Komünist AKEL Partisi'nin, KKTC'deki gayrimeşru seçim kampanyasına katılma gafletini göstermiştir. Akıncı, AKEL adaylarına destek vermiş ve halkın güneye geçerek AKEL listesine oy vermesini istemiştir. Akıncı tepkiler karşısında ise Büyük Han'a geçerken uğradığını ve orada rastgele AKEL adaylarına söyleyecek kadar gerçekleri gizlemeye kalkışmıştır.


Akıncı'nın AKEL propagandası yaptığı sırada Baf şehitlerimizin Güzelyurt'ta anma töreni yapılmaktaydı. Akıncı vatan topraklarımız, özgürlüğümüz, egemenliğimiz için canlarını seve seve veren şehitlerimizi anmak yerine, AKEL'in KKTC'deki yasalara aykırı seçim kampanyasına destek vermek için Büyük Han'a gitmeyi tercih etmiştir. Akıncı, bu davranışı ile yeminini bir kez daha çiğnemiştir.
Bana göre Akıncı'nın Cumhurbaşkanlığı artık meşru değildir ve kesinlikle Kıbrıs Türk halkını temsil etmemektedir.

Akıncı'nın destek verdiği TDP'li Lefkoşa Belediye Başkanı Mehmet Harmancı ile Akıncı'nın eşi Meral Akıncı'nın da katıldığı Büyük Han'daki yasa dışı AKEL seçim kampanyasına, AKEL'den aday olan, Akıncı'nın gayriresmî danışmanı ve tercümanı iş birlikçi Niyazi Kızılyürek de katılmıştır. Bilindiği gibi Akıncı, bir süre önce AKEL Genel Sekreteri Kiprianu ile Cumhurbaşkanlığı sözcüsü Barış Burcu'nun evinde uzun süren bir görüşme yapmıştı. Niyazi Kızılyürek'in de katıldığı toplantıda Kızılyürek'in AKEL'den aday gösterilmesinin kararlaştırıldığına dair iddialar  ileri sürülmüştü. Akıncı'nın önceki gün, aralarında Kızılyürek'in de bulunduğu AKEL adaylarına destek veren toplantıya katılması bu yöndeki iddiaları doğrulamış bulunmaktadır.

İlk değil!
Akıncı müzakere sürecinde faşist EOKA'cı Rum lider Anastasiadis'in birçok kez, Kıbrıs Türkünün ve bizzat KKTC Cumhurbaşkanı'nın onurunu zedeleyen, saygısızca ve diplomatik gaf olarak da kabul edilecek tarzda küstah muamelesine maruz kalmıştır. Anastasiadis bir müzakere toplantısı sırasında (Şubat-2017) aniden sinirlenerek, masayı terk etmiş, bulundukları odanın kapısını da sertçe vurup  çekip gitmiştir. Akıncı bu saygısızca tutum karşısında hiçbir şey olmamış gibi müzakerelere devam etmiştir.

Bu skandal olay müzakerelerin sürdüğü süreçte,(Şubat-2017) Rum Meclisi'nin aldığı bir kararla "Enosis referandumunun (Kıbrıs'ın Yunanistan'a ilhakı) Rum okullarında kutlanmasını" öngörmesi sonrasında gerçekleşmiştir.. Bu kararın, Kıbrıs konusunda müzakere sürecine indirilen ağır bir darbe olduğu ortadadır. Akıncı ilk olarak bu karara tepki göstermiş ve bu karar geri alınmadan müzakere masasına dönmeyeceğini söylemiştir. KKTC Cumhuriyet Meclisi de yayınladığı deklarasyonla Rum Meclisi'nin bu kararının geri alınmasını, aksi takdirde Enosis kararının telafisi mümkün olmayacak sonuçlara yol açabileceğini bildirmiştir.
 Akıncı Meclis deklarasyonuna, yaptığı tüm açıklamalara, Anastasiadis'in küstahça tavırlarına rağmen, karar geri alınmadan ve sözünü yiyerek, Meclis iradesini yok sayarak masaya dönmüştür.

Bir başka olayda (Haziran-2017), Akıncı sırf Kıbrıs Konferansı toplansın, bir an evvel federasyon çözümüne ulaşılsın diye, Rum tarafıyla, birçok konu yanında, özellikle siyasi eşitlik konusunda uzlaşı sağlamadan harita ortaya koymuş ve önemli miktarda toprak tavizine yeşil ışık yakmıştır. Almadan vermeye meyilli Akıncı, Türk tarafının önemli bir kozunu da böylelikle Rum tarafına hediye etmiştir.
Akıncı'nın skandalları bitmez; tavize yönelik teslimiyetçi tutumu da.

Akıncı, Crans Montana'da federasyonun çökmesinin ardından, 'neslinin son denemesinin' başarısızlığını kabullenmiş ve kendinden sonra, ileride olası müzakerelerin 'başka şart ve parametrelerde' olacağını söylemiştir. Akıncı bu açıklamayı yapan kendisi değilmiş gibi 30 Nisan 2017'de göreve gelişinin 3. yıldönümünde düzenlediği basın toplantısında 'Guterres Çerçevesi'nin müzakerelerde 'stratejik bir paket anlaşma' olmasını kabul ettiğini bildirerek, Rum tarafına masaya yeniden dönme çağrısı yapmıştır. Akıncı bu kararı alırken, ne KKTC hükümetine, ne KKTC Meclisi'ne ve ne de Türkiye'ye bilgi vermemiş, istişare etmemiş ve sadece kendi kafasına göre hareket etmiştir.

Akıncı'nın skandalları, verdiği taviz, ödünler ve teslimiyetçi tavrı yazmakla anlatmakla bitmez; ne var ki köşeme bugün için bunları sığdırabildim. Büyük Türk Milleti Akıncı'yı iyi tanımalı, teslimiyetçi siyasetini bilmeli ve özellikle Kıbrıs Türkü demokratik hükmünü buna göre vererek Akıncı'yı, aday olması halinde, bir daha bu kutsal göreve getirmemelidir.


Hüseyin Macit YUSUF / YENİÇAĞ

13 Mart 2019 Çarşamba

AYI PARTİ (I-II) - KAAN SEZYUM

(I)
Seçimler yaklaşıyor. Ayı Parti olarak kendimizi seçim bildirgemizi yayınlamak zorunda hissediyoruz. Sonuçta belediyeler seçilecek, bütün oylar Ayı Parti’de toplansın istiyoruz. Partimizin eski adı olan At Parti’yi kısa sürede bıraktık. Çünkü istenmeyen partilerle fonetik olarak benzerlik göstermek zorunda kalıyordu. Ayı Parti yeni ismiyle daha da bir Ayı, daha da bir şey… Vatandaşımız ne isterse o…
İlk ismimiz ve logomuzdaki konan kelebek imgesini Ayı Parti’nin yepyeni logosuna da kondurduk haliyle… Ayı Parti olarak sizlere biraz kendimizden bahsetmek istiyoruz haliyle.
Öncelikle moraliniz her kötü olduğunda bizi dinlemelisiniz. Çünkü biz moralinizden de kötüyüz… Sonuçta yapacaklarımız, yapacaklarımızın teminatıdır.
Öncelikle memleketimize hizmet için geldiğimizi söylemekten gurur duyuyoruz. Biz köle değil, sizi köle yapmaya geldik. Bunun adına da ‘Hizmetkâr olmak’ diyoruz. Tabii burada biz Ferhat’ız, siz de deleceğimiz dağlarsınız. Şirin de olabilirsiniz, o zaman da sizi işe yollar, sosyal güvencelerinizi filan elinizden alırız.
Evet hizmet dedik… Bakın geldiğimizde ne yapacağız biliyor musunuz? Bütün memleketi karış karış satacağız. Sizin için satıyoruz ayol. Tabii arada biraz da komisyon çözülür. Eşe dosta satarız en kötü, onlardan para sakallarız. Gerekirse vakıf işine gireriz. Vakfımıza bağış filan yaptırıp olayı çözeriz. Nedir yani? 
Şimdi memleketi karış karış satmak deyince hemen korkmayın. Sizlere hizmet için buradayız. Mesela köprüler yaptıracağız. Cebimizden beş kuruş çıkmayacak. Kullanmayacağınız yollar yaptıracağız eşe dosta. Bir de bu yollara, köprülere hayvan gibi geçiş garantisi vereceğiz. Siz kullanmasanız da köprüleri yapan dostlarımıza yıllar boyu cebimizden (yani bizim cebimizden değil tabii) milyonlarca, milyarlarca dolar akıtacağız. Malum döviz kuru yazıklar olsun sana, ülkemiz senin yüzünden batıyor.
Ha bu iş bi yerden devam edecek. Sonra ülkemize yabancı sermaye gelsin diye, sağda solda atar yaptığımız ülkelerden genetiği değiştirilmiş tohumlar alacağız. Binlerce yıllık verimli Anadolu topraklarını, kendi tohumlarımızı bir kenara atıp, her seferinde bir mevsim ürün veren tohumlara mecbur bırakacağız köylümüzü. Ya gelmişiz 2019 yılına niye hala köylü gibi toprakla uğraşalım deyip ülkemizi bir tarım ülkesi olmaktan çıkartıp, patatese, soğana, mercimeğe muhtaç hale getireceğiz. Ayı Parti olmak bunu gerektirir. Ayı Parti’de her şeyi tek bir yere bağlıyoruz, sonra da kafamıza takmıyoruz. Gerekirse tarikatlarla, acayip acayip bademlerle yatıp kalkıyoruz, işimiz bitince hiçbirini tanımıyoruz. Ayı Partililer olarak birbirimizi çok koruyoruz, çünkü korumazsak valla işimiz zor. Herkesi kendimize benzetip herkesi Ayı Partili yapmak istiyoruz. Televizyonlar Ayı Partili, gazeteler Ayı Partili, insanlar Ayı partili olacak ülkemizde. Tek pati, tek kürk, tek yürek, tek hayvan için oylar bize.
Diğer partilerin hepsi terörist, hepsi yalancı, hepsi hırsız, hepsi vatan hayini, hepsi başka ülkelerin ajanı, hepsi bakın bizim Ayı Parti dışında herkesin hepsi üçkâğıtçı, valla da billah da bu böyle.
Sadece bize oy verin, biz de sizin belanızı verelim.

(II)
Ayı Parti’nin seçim bildirgesini geçen hafta kendimizden çaldığımız için bu hafta sizlere biraz partimizin işleyişiyle ilgili bilgileri vermek istiyorum.
Öncelikle Ayı Parti bu seçimlerde sandıkları patlatmazsa neler olacak onlardan bahsedeyim… Ayı Parti tabii ki HSK (Has seçim kurulu) sayesinde öncelikle tüm oylara defalarca sahip olacak. Sonuçta biz sizlere hizmetkâr olmak için kendimize en lüks, en şatafatlı, en görgüsüz ne varsa paraya kıymak zorundayız.
HSK bu sene bizim için ayrı bir güzellik yaptı. Biliyorsunuz önceki seçimlerde seçim sırasında bile kontrolü güçlendirmek ve oy hırsızlığının önüne geçmek için mühürsüz oy pusulalarını da saymayı kabul etmişti. Şimdi bunu bir adım daha ileri taşıyoruz, artık pusulaları da, oy zarflarını da ve hatta oy sandıklarını da partimize sayacağız. Bence olması gereken odur. Zaten Ayı Parti bir defa iktidara geldi mi bir kere malum döviz kuru 1 TL sınırına, o biçim döviz kuru ise 1,2 TL seviyesine inecek… Döviz kuru bize ‘Abi’ çekecek. Biz ise ona ‘Abi çekme lan!’ diye bağıracağız meydanlardan…
Sandıkları patlattıktan sonra sıra geliyor tarımı patlatmaya… Tarımı da güzel bir şekilde patlatacağız. Artık biliyorsunuz bizim sayemizde ithal soğana, sarımsağa ve hatta lahmacuna vergiyi yok edeceğiz.
Vatandaşımız daha ucuz soğan yesin diye… Çünkü üreticiler çakallık yapıp bu soğanları nasıl da stokladı, nasıl da evlerinde menemenlerine katıp bizi soğansız bıraktılar hepimizin malumu…
Ayı Parti yöneticileriyle ve bakanlarıyla sizlere bambaşka bir parti deneyimi vadediyor. Adeta Burning Man’e gitmiş bir zengin birey gibi bir parti deneyimi bu. Koptukça kopacaksınız… Öncelikle sizleri gerçeklikten kopartacağız. Malum tüm dünya bize karşı gıybet yapmakta. Tüm dünya bizim kötülüğümüzü ve zorda kalmamızı istiyor. Bakın bunlar kendi inançlarına göre dualar edip, putlara tapıp sabah akşam bize bela okuyor ve işlerimizin yolunda gitmemesi için el ele tutuşuyorlar. Hem de o biçim. Tabii bizim elimizde hiçbir şey olmadığı için camda kalmış bir karasinek gibi çaresiz bu ellerin bizi adeta bir kedi patisi misali patilemesine izin veriyoruz. Çünkü biz çaresiziz. Ama Ayı Parti iktidara geldi mi var ya, bunların ana-baba-bacı-kardeş hepsinin ilacını vereceğiz. Hepsini güzel bir şekilde rezil rüsva edeceğiz. Ama o zamana kadar çaresiziz sevgili vatandaşlar…
Ayı Parti biliyorsunuz kurulduğundan beri türlü türlü yan oluşumlarla o biçim flörtleşmektedir. Gerek genel başkanlarımız, genel özel başkanlarımız bu ortamlara, her ortamda türlü yağcılıklar ve yağdancılıklar yaparak zaten bu ekiplerle olan ilişkilerini belli etmektedir. Gün gelecek, biz bunlarla bu güzel vatanı paylaşamaz hale filan gelirsek de hiçbirimiz bunları tanımıyordan geleceğiz. Hatta telefonlarımıza onları şimdiden ‘AÇMA Oluşum’ olarak kaydettik, bize güvenin ki, biz de sandıkları patlatalım. Sandıklardan artık ne çıkarsa çok güzel hep birlikte kopacağız…
Ayı Parti ekibi de sizi daha iyi yaşatmak ve Ayı Parti deneyimini hissettirmek için en omurgasız, en ne olduğu belirsiz, en güvenilmez, en güce tapan, en fırıldak isimlerden seçildi… Mesela şimdi bir bakan adayımız var, daha bundan birkaç yıl önce alanlarda malanlarda ‘Ayı Parti şöyle, Ayı Parti böyle, Ayı Parti hırlı mı hırsız mı belli değil, Ayı Parti dandik bir Örümcek Adam filmi gibidir, Ayı Parti Venom’dur’ diye konuşuyordu. Şimdi ise o elemanımız sabahtan akşama Ayı Parti’yı yıkayıp yağlamakta, Ayı Parti dışındaki tüm partilere ağzına geleni söylemektedir… İşte bizde böyle güvenilir isimler ve böyle Ayı Parti’ye yakışır deneyimlere sahip, lüksüne ve kendi kazancına düşkün, memleketini düşünür gibi yaparken cebini doldurmaya meraklı süpersonik ekipler var.
İşin güzeli Ayı Parti, neredeyse tüm bileşenleriyle bu durumun içine batmıştır. Yani Ayı Parti’de kimse kimseyi satamaz, çünkü Ayı Parti’de herkes bu rezaletin içindedir. Ayı Parti’yi Ayı Parti yapan güzelliklerden biri de budur.
Sizleri o kadar seviyoruz ki üzerinize seçim otobüsünden lahmacun atasımız var.
Haydi, gelin bu seçimde de biz kazanalım.
KAAN SEZYUM / BİRGÜN

Zindaşti nerede? - Murat Ağırel

Cumhuriyet gazetesinin yayınladığı ve gündeme adeta bomba gibi düşen fotoğraftan sonra bu fotoğrafın ayrıntılarını araştırmaya başladım ve elde ettiğim bilgi ve belgeleri sizlerle paylaştım.

Konuyu takip eden siz değerli okuyucular bilgi sahibisiniz. Ancak ilk defa okuyacaklar için konuyu kısaca özetleyeyim.

Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan fotoğrafta Burhan Kuzu'nun bulunduğu yemek masasında İranlı uyuşturucu baronu Naci Şerifi Zindaşti de yer alıyordu.
Orada dikkat çekmeyen çok önemli ayrıntı vardı.

Kısaca aktarıyorum...
Yayınlanan fotoğrafta Burhan Kuzu ve Zindaşti'nin yanı sıra bir kadın kimsenin dikkatini çekmemişti. İsmi Aliye Uzun olan bu isim AKP Beşiktaş İlçe teşkilatında görevliydi.
Zindaşti'nin ifadesine göre vatandaşlık alması için kendisinden 500 bin lira para isteyen bir isimdi Aliye Uzun. Cumhurbaşkanı ve eşi başta olmak üzere tüm AKP'li üst düzey siyasiler ile fotoğraflar çektiren, Cumhurbaşkanı'nın resmî ziyaretlerde bulunduğu ülkelerde heyette bulunan kişiydi.
Zindaşti, geçen yıllarda bir yat almak istediğini Aliye Uzun'a bildirmiş, Uzun da kendisinin Ömer Erdal Akkartal isimli bir arkadaşı olduğunu ve onun da yatını sattığını söylemişti. Zindaşti yatı almak için 1 milyon 300 bin Euroyu ayarlamıştı. Erdal Akkartal ise parayı bankadan değil de nakit isteyince işler karışmıştı.
Sonunda iş silahlı çatışmaya kadar gitmişti.

Yazdığım iki yazının en kısa özeti ancak bu kadar oluyor.

Burhan Kuzu ile konuştum
Yazılarım yayınlandıktan sonra adı geçen kişiler ile konuşma ve cevap haklarını kullandırma şansım oldu.
Sayın Burhan Kuzu ile birçok defa görüştüm. Kardeşinin vefatı nedeni ile bazı soruları soramadım. Ancak sormuş olduğum sorulara aldığım cevapları yazıyorum.
Burhan Kuzu, Zindaşti ile Ankara'da ünlü bir et lokantasında "Yatırım yapacak iş adamı" sebebi ile buluştuğunu vatandaşlık alabilmesi için yardımcı olmaya çalıştığını gelen olumsuz bilgi notu sonucunda girişimlerini durdurduğunu ve sonrasında şahıs ile bir daha görüşmediğini serbest bırakılması için de ise hiç kimseyi aramadığını anlattı.

Yine Aliye Uzun ile birlikte fotoğrafı bulunan AKP Grup Başkanvekili Özlem Zengin bana ulaştı. Fotoğraftaki şahsı tanımadığını. İran resmî ziyaretlerinden sonra heyet olarak yenilen bir yemek sonrasında Aliye Uzun'un yanında iki hanım ile birlikte restoranın merdivenlerinde karşılaştığını kendilerini iş kadını olarak tanıttıklarını ve iş ziyareti için İran'da bulunduklarını söyledi.
Özlem Zengin, kendileri ile fotoğraf çektirmek istediklerini nezaket icabı da fotoğraf çektirdiğini bildirdi. Adı geçen şahsı ne öncesinde tanıdığını ne de sonrasında bir daha karşılaşmadığını, yanlarına gelen ve fotoğraf çektirmek isteyen kişilerin kim olduklarını bilmesinin mümkün olmadığını anlattı. Özlem Zengin hanımefendiye medenî davranıştan ve gösterdiği nezaketten dolayı teşekkür ederim.

Zindaşti konusunu araştırmaya başladıktan sonra birçok bilgi ve belgeye ulaştım.
Aliye Uzun ve Ömer Erdal Akkartal ile de konuştum. Anlattıklarını sonraki yazılarımda aktaracağım.
Ama önce gelelim Zindaşti ve bağlantılarına.

Zindaşti nerede olduğu meçhul?
Birçok haberde nerede olduğu bilinmiyor, sırra kadem bastı deniliyor. Benim ulaştığım bilgilere göre tahliye edildikten sonra önce sahte kimlik ile İran'a sonra İspanya'ya gittiği iddia ediliyor.

Eren Erdem için tahliye kararı çıkmasına rağmen savcının itirazı ile cezaevinden tahliye edilmeden tekrar tutuklandığını göz önüne alırsak Zindaşti gibi biri cezaevinden nasıl jet hızıyla tahliye edildi anlamak mümkün değil.
Öyle ya kendisi dönemin Ergenekon savcısı olan FETÖ firarisi Zekeriya Öz tarafından Bayrampaşa Özel Tip Cezaevi'nde ziyaret edilmişti. Kumpas davaları olan Ergenekon ve Balyoz davalarında "terazi" kod adı ile gizli tanık olmasını, sunduğu ifade metnini imzalaması karşılığında da tahliye edileceğini bildirmişti. Zekeriya Öz'ün cezaevi ziyareti sonrası Zindaşti 18 Ağustos 2010 tarihinde tahliye oldu.
Peki, nasıl ifade verdi Zindaşti?
"Avukatlar Ali Hadi Emre ve Kudbettin Kaya, uyuşturucu davalarında tahliye ettirdikleri şahıslardan yüklü miktarda paralar almaktalar. Bu paralardan söz konusu mahkeme başkanları da paylarına düşeni alıyorlar. Eğer hâkimler Zafer Başkurt ve Erkan Canak'ın halledemeyeceği bir şeyse Ankara'ya gidip Seyfi Oktay gibi bazı şahıslarla görüşme yaparak davaları kendi lehlerine sonuçlandırmaktalar."
Bu ifade sonrası İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Zafer Başkurt Gebze'ye, Hrant Dink Davası'na bakan 14. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Erkan Canak da Sakarya'ya sürüldü. Zindaşti hâkimlerin, uyuşturucu davalarında sanıkların avukatlarıyla ilişkisi olduğunu iddia ederek FETÖ üyesi hâkim ve savcıların davaya atanmasına olanak sağladı.
Bir bağlantı daha vereyim...
Zindaşti, FETÖ ile bağlantısı nedeniyle tutuklanan ABD Konsolosluk görevlisi Metin Topuz'un bir dönem görev yaptığı ABD Adalet Bakanlığı Uyuşturucu ile Mücadele Dairesi (DEA) yetkilileriyle görüşmüştü.
Zindaşti'nin 2009'da uyuşturucu suçundan Maltepe Cezaevi'nde yatarken yapılan bu görüşmenin gizli kalması ve tutanaklara geçirilmemesi için ise FETÖ'cü savcı Cihan Kansız talimat vermişti.
FETÖ'den tutuklu ABD Başkonsolosluğu çalışanı Metin Topuz'un yargılandığı davada Topuz'un Zindaşti ile 35 kez yüz yüze görüştüğü, Zindaşti'nin FETÖ'nün 3 yargı imamı ile 143 defa görüştüğü belirtilmişti.
Peki...
Zindaşti'nin kızı ve yeğeninin öldürülmesinden sorumlu olarak tutuklanan Orhan Ünğan'ın avukatı Kudbettin Kaya ve eşinin de FETÖ kumpas davası Ergenekon kumpasında sanık olmasına ne diyorsunuz?

Orhan Ünğan'ın avukatlığını yaptığı davanın 131 Mart'taki 5'inci duruşmasında hayatından endişe ettiğini söyleyen Kudbettin Kaya şöyle demişti:
"Bu dava, basit bir cinayet yargılaması davası değil, başka hesaplar görülmektedir. Ergenekon'a katılan gizli tanık (Naci Zindaşti'yi kastediyor) benim hakkımda ifade verip meslek hayatımı bitirme noktasına getirdi. Bir kısım etkili siyasi kişilerin Zindaşti'ye vatandaşlık için referans olduğunu öğrendim. Yalova'da Zindaşti'nin yanındaki kişilere silah ruhsatı için referansını gördüm. Bu durumu devlete bildirdim ve vatandaşlık verilmesini engelledim. Gelecek oturumda bulunmayabilirim. Öldürülme riskim var veya ben nefsi müdafaa kapsamında birilerini öldürmek durumunda kalabilirim."
Dediği gibi de oldu.
Ailesi ile bir lokantada yemek yediği esnada öldürüldü.

Bakın uyarıyorum!

Zindaşti'nin bağlantıları ve Türkiye uzantıları deşifre edilmelidir.
Benim ulaştığım yeni iddiaları belirtmem gerekiyor. Zindaşti sadece Türkiye'de değil Uluslararası arenada da etkin olmak istiyor. Bunun için Azerbaycan'da kurulu bir danışmanlık şirketi ile çalışıyor. Hatta bu şirket Zindaşti hakkında İran'da, İsrail'de Rusya'da lobi faaliyetleri yürütüyor. Zindaşti hakkında gerek gazetelerde haberler yaptırılmakta gerek ise ikili ilişkileri yürütülüyor.
Hatta lobi faaliyetleri çerçevesinde Çeçenistan Cumhurbaşkanı Kadirov ile ikili görüşme yapmasının sağlandığı iddia ediliyor.

Bu faaliyetleri yürüten kişi ise çok genç yaşta çalıştığı erkek dergisi olan BOXER'ı satın alan, AKP'den Hakkari Milletvekili aday adayı olan, adaylığı ile ilgili İran'ın önemli iki gazetesi The Tehran Times ve Shargh, Daily Times, İsrail'de ise The Jerusalem Post'tan Seth Frantzman'a röportajlar veren Emir Ekşioğlu olduğu iddia ediliyor.
Emir Ekşioğlu 24 Aralık 2018 tarihine kadar Karar gazetesinde de köşe yazıyordu.
Kendisini defalarca aramama, mesaj yazmama rağmen cevap vermedi. Cevap hakkının saklı olduğunu tekrardan buradan da bildiririm.
Zindaşti Türkiye'den gidince buradaki faaliyetleri durdu mu?
Hayır tabii ki...
Türkiye içerisinde para aklama aracı olarak kullandığı Zindaşti'nin bindiği araçların da temin edildiği galerinin halen faaliyette olduğu ve Zindaşti'nin İran asıllı adamının işlettiği belirtiliyor.

Görüyor musunuz?

Uyuşturucu, FETÖ, İran bağlantıları olan bir kişiden bahsediyoruz.
Zindaşti'nin Türkiye'de beraber çalıştığı kişiler ve bağlantıları ortaya çıkarılmalıdır.
Hangi üst düzey siyasi yetkili ve oğlu ile Antalya'da buluşmuştur?
FETÖ firari sanığı Zekeriya Öz'ü Zindaşti ile görüştüren kimlerdir?
Cezaevinden tahliye edildikten sonra nasıl yurt dışına kaçabilmiştir?

Tüm bu soruların cevapları tek tek ortaya çıkarılmalı.


Murat Ağırel / YENİÇAĞ