18 Mart 2019 Pazartesi

18 Mart ve Atatürk'ün çığlığı!.. - Mehmet FARAÇ

Tetikçi-dinci gazeteler utanmadan "Atatürk Çanakkale'de yoktu" diye ahlaksızca bir propaganda yürütüyor... Bağnazlar Gazi'yi yok saymak için çırpındıkça çırpınıyor...

Atatürk'ün kurduğu Diyanet İşleri Başkanlığı bile Mustafa Kemal'i yok saymak için uğraşıyor, hutbelerde adının geçmesini çok buluyor...

Oysa kim ne yaparsa yapsın, tüm dünya da biliyor ki Çanakkale demek Atatürk demektir... "Gaflet-dalalet ve hıyanet"e rağmen güneş balçıkla sıvanmıyor, Atatürk'ün tek bir hatırası bile Çanakkale'den silinemiyor...

Çünkü tarihin vazgeçilmez gerçekleri, kanla yazılmış cephe hatıraları, tanıkların sarsıcı ifadeleri ve geçmişte anılarını anlatan gazilerin söyledikleri de yetiyor Atatürk'ü anlatmak için...

Üstün zekasıyla kara savaşlarının gidişatına yön vererek Çanakkale'nin de kaderini değiştiren Atatürk'le ilgili anılar ve bizzat kendisinin anlattıkları ise tarihin gerçeklerini en ince ayrıntısına kadar hafızalara kazımaya yetiyor...
Müttefik güçlerle düşman ordularını yöneten komutanların bile Çanakkale'de askerî dehasına hayran kaldığı Atatürk'le ilgili anılar çürütülemeyecek belgelerle doluyken, tarihi tersyüz etmek alçaklığının kökeninde hangi hastalığın yattığı da bellidir; Cumhuriyetten rövanş almak!..

Oysa tarihsel gerçeklere dikkat çekilince, Çanakkale ile ilgili anıların yalnızca bir bölümü bile tüm yalanları çürütmeye yetiyor, çünkü Zafer'in her anında Atatürk bir güneş gibi parlıyor...


Savaşın değişen kaderi...
Yokluğun-yoksulluğun içinde yaşandı Çanakkale... "Kınalı kuzular"ın üstün cesaretleriyle kazanıldı cepheler...

Osmanlı'nın kuşatılmasına direnmek için başlayan Çanakkale Savaşı'nda, 19 Şubat 1915 ile 18 Mart 1915 tarihleri deniz muharebeleri ile geçti...
Tarihin kaderinin değiştiği "18 Mart"ta ise İtilaf Kuvvetleri son derece kapsamlı ve güçlü bir saldırı gerçekleştirmiş olsalar da ilerleme gösteremediler, asıl hedeflerine varamadılar...

Ancak deniz muharebesinin kilitlenmesi ve verilen kayıplar, Müttefik Kuvvetlerini keskin bir kara harekâtı yapmaya zorladı... Bunun için 18 Mart'tan biraz geriye gitmekte yarar var... İşte Çanakkale Hatıraları'nda geçenler;
"25 Nisan 1915 günü İngiliz, Fransız ve ANZAK birliklerinden oluşan işgal kuvvetleri Seddülbahir, Kumkale ve Arıburnu bölgelerinden çıkarma yapmaya başladılar...

Seddülbahir'de kıyı topçusunun başarısı ve karşı taarruz ile durdurulan işgal kuvvetleri, Kumkale'de atıl kalmış, Arıburnu ise tam manasıyla cehennemi yaşamıştı...

İşte o çıkarma başladığında Yarbay Mustafa Kemal Çanakkale Bigalı Köyü doğusundaki Değirmenlik Mevkisi'nde bulunan karargâhındaydı...
Çıkarmayı haber aldığı anda durum değerlendirmesi yaptıktan sonra Gelibolu'daki 3. Kolordu Komutanlığı'na düşmanın konumunu ve aldığı inisiyatifi bildiren bir rapor gönderdi...

57'nci Alayı alarak yolsuz, sarp ve derin derelerle kesilen araziden geçerek, saat 09.40'ta Kocaçimen mevkisine vardı... Burada 57. Alay dinlenmeye bırakılmış, Atatürk Conkbayırı'na geçmişti..."

İşte orada cephaneleri bittiği için çekilen ve düşmanca kovalanan bir gözetleme bölüğüne rastlar Mustafa Kemal...

"Nerede düşman" diye sorunca, 261 rakımlı tepeyi gösterdiler ona... Gerçekten de düşmanın bir avcı hattı 261 rakımlı tepeye yaklaşmış, serbestçe ilerliyordu. Bu durum tehlikeyi artırıyordu... Mustafa Kemal bundan sonrasını şöyle anlatıyordu;
"Düşman bana askerlerimden daha yakın... Düşman bulunduğum yere gelse kuvvetlerim pek kötü duruma düşecek. O zaman, bir mantıkla mıdır, yoksa bir içgüdü ile mi, bilmiyorum, kaçan erlere, 'düşmandan kaçılmaz' dedim.

'Cephanemiz kalmadı' dediler... 'Cephanemiz yoksa süngümüz var', dedim... 'Süngü tak', dedim. Yere yatırdım. Aynı zamanda Conkbayırı'na doğru ilerleyen piyade alayı ile Cebel Bataryası'nın erlerini marş marşla benim bulunduğum yere gelmeleri için yanımdaki emir subayını geriye saldım... Erler yatınca, düşman da yere yattı... Kazandığımız an, bu andır..."


Tarihe geçen taarruz emri...
Çanakkale'de Mustafa Kemal'le röportaj yapan ilk gazeteci olan Ruşen Eşref Ünaydın'ın yansıttığı anılar da o muhteşem "zafer"in ardındaki askeri dehaya dikkat çeker...

Atatürk'ün Çanakkale anılarında, tarihe geçen o ünlü "taarruz" emri de önemli bir yer tutar... İşte o an hatıralarda şöyle aktarılır; "Tarihte bazı kritik anlar vardır bir muharebenin kaderini belirler, o muharebe de savaşın kaderini tümden değiştirir... Mustafa Kemal'in emriyle kaçmakta olan Türk askerleri mevzi alınca karşı taraf da mevzi alarak duraklar... O duraklama sayesinde 57. Alay Öncü Bölüğü Conkbayırı'na yerleşir... Artık savaşın seyri değişmiştir... Kolordu Komutanı Esat Paşa'nın izniyle, 27. Alay'dan geri kalan birlikleri de emrine alan Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal, karşı saldırıya geçmek üzere 57. Alay'a şu emri verir: Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında, yerimize başka kuvvetler ve komutanlar kaim olabilir."

Osmanlı'nın kaderini değiştiren ve tabii ki Türkiye Cumhuriyeti'ni de var eden Çanakkale Zaferi dünya döndükçe anımsanacak, her anlatıldığında ise içinde kesinlikle Mustafa Kemal olacak...

18 Mart Çanakkale Zaferi'nin 104. yıldönümünde başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, o muhteşem tarihin yazılmasına katkı sunan komutanları ve tüm silah arkadaşlarını bir kez daha saygıyla anıyorum...


Mehmet Faraç / YENİÇAĞ

17 Mart 2019 Pazar

Cezayirleşmek - Mine G. Kırıkkanat

Cezayir halkı, binyıllara yayılan işgal ve sömürge tarihinde ilk bağımsız devletini Fransa’ya karşı savaşarak kazandı ve 1965 yılında Cezayir Demokratik Halk  Cumhuriyeti’ni kurdu. 

Bir yüzyıllık Fransız egemenliğinden önceki üç yüzyıl boyunca Osmanlı’nın Cezayir-i Bahr-i Sefid Vilayeti olan ülkede; halkın Türklere ve Türkiye’ye karşı şaşırtıcı bir zaafı, saygısı ve sevgisi vardır. 

41 milyonluk Cezayir nüfusunun yüzde 30’unu oluşturan Berberiler arasında, en az bir atasının Türk olmasıyla övünmek öylesine yaygındır ki; şahsen anneannesi ya da babaannesi Türk olmayanına hiç rastlamadım. Sonunda, olmayanın da uydurduğu kanısına vardım! 

Ama Berberi ya da Arap, Mağrıplı meslektaşlarım arasında hayran olduğum gazetecilerin hepsi Cezayirlidir. 

Zaten bu ülkeyi diğer Mağrıp toplumlarından farklı kılan özelliklerden biri; cehaletin karanlığından beslenen nüfus tabanının üzerinde, tıpkı Türkiye gibi, çok sayıda üst düzeyde kültür ve bilim insanı yetiştirmiş olması.

***
Cezayir’de tanıştığım bir tarihçi, Osmanlı zamanında Türklerin Fransızlardan daha çok sevilmediğini, ama gelen gideni aratınca övülmeye başlandığını, çarpıcı bir örnekle göstermişti: Ramazan Paşa’nın 1576’da deniz üssü olarak inşa ettirdiği Reis Kalesi’nin gözetleme mazgalları, denize değil Kasbah’a, yani şehre doğru açılmıştı. Başka bir deyişle Osmanlı’yı, denizden gelecek düşmandan çok, ağır vergilerle sömürdüğü halk ürkütüyordu.
 
Yazar Amin Zavi, Cezayir’de kör ölüp badem gözlü olan Türk hâkimiyetine yönelik hoşgörüyü; Müslüman halkın Osmanlı sömürgeciliğini “helal”, Fransız sömürgeciliğini “haram” saymasına bağlıyor. 

Akademisyen Nahas Muhammed Mahyeddin ise Cezayir milliyetçiliğini esinleyenler arasında Atatürk’ün özel yerine dikkat çektiği bir makalede; İstanbul’un 1922’de düşman işgalinden kurtuluşunun Cezayirlileri coşkuyla sokağa döktüğünü, medrese öğrencilerinin Atatürk portreleriyle yürüdüğünü ve halkın, Türklerin İstiklal Savaşı zaferini sömürgeci Fransa’ya karşı kendileri zafer kazanmış gibi kutladıklarını anlatıyor.

***
Özetle Türkiye’ye bilinenden çok daha yakın Cezayir halkı, bugünlerde yine sokaklara döküldü. 

Gençlerin başı çektiği yüz binlerce kişi, ülkeyi 1999’dan beri yöneten  Abdülaziz  Buteflika’nın 5’inci kez cumhurbaşkanı adayı olmasını üç hafta protesto ettikten sonra, görece bir zafer kazandılar: Buteflika, kendisinin yazıp yazmadığı belirsiz bir açık mektupla aday olmayacağını, ancak seçimlerin de sözde toplumsal bir konsensüs sağlamak için belirsiz bir tarihe ertelendiğini açıkladı. 

Cezayir, doğalgaz ve petrol rezervleri, uranyum ve çinko madenleriyle dünyanın hammadde açısından en zengin ülkelerinden biri. 

Ancak kabileler halinde iktidara çöken nepotist ve yolsuz politikacılar; rüşvetten pay, yabancı petrol şirketlerinden komisyon aldıkları için aynı kişileri onlarca yıl iktidarda tutmakla görevli ordu komutanları, cumhuriyet rejimini de ülkeyi de çürüttü.

***
Gelir dağılımının son derece eşitsiz olduğu Cezayir, muazzam enerji rezevlerini ulusal bir akılcılıkla değerlendiremedi ve kalkınamadı. Ezici çoğunluğu yoksul ve genç nüfusuna istihdam açamadı, sadece iktidara gelince bir daha gitmeyen yönetici sınıfı ve uydularını zenginleştirdi. 

Aslında Cezayir, tıpkı komünist rejimler gibi 1965’ten beri adında taşıdığı demokrasiyi hiç tadamayan bir “seçilmişler” despotluğu. 

Fanatik İslamcılara uygun zemin hazırlayıp önünü açan siyasal yozlaşma ve yolsuzluk düzeni, 1995’ten 1999’a yüz binlerce kişinin öldürüldüğü bir iç savaşa da neden oldu. 
Abdülaziz Buteflika, ilk cumhurbaşkanlığı döneminde rejimin az çok yenebildiği İslamcı gerillaya af çıkartarak görece bir huzur sağladı. Ama o gün bugündür, ülkeyi iç savaşa sürükleyen hiçbir koşul değişmedi ve devlet, yine zorbalıkla ayakta duruyor.

***
Buteflika ise artık ayakta bile duramıyor. 

Yaşlı, hasta ve bir zamanlar Brejnev gibi gerektiğinde hastaneden çıkarılıp, sonra tekrar yatırılan bir kukla. Çünkü onun gölgesi altında semiren yoz ve yolsuz derin devletin, iktidarı bırakmaya hiç niyeti yok! 

Halkın öfkesi karşısında Buteflika’yı vitrinde daha fazla tutamayacağını anlayan derin devletliler, halen zaman kazanmaya, kendilerini yerlerinden etmeyecek yeni bir düzenek kurmaya çalışıyorlar. İslamcılar pusuda bekliyor; gençler bıktıkları tüm devletlileri tarihe gömmek, özgürlük ve demokrasi istiyor. Sonuç ne olur, meçhul. 

Cezayir’e gittiğimde, bu ülkeyi Türkiye’nin 1960’lı yıllarına benzetmiştim. Bugün, Cumhuriyete ihanet eden cumhuriyetçilerin sündürüp nepotist ve popülist İslamcıların sömürdüğü Türkiye’nin, yakın bir gelecekte Cezayir’e benzemesinden korkuyorum...

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Benim trenlerim yok artık - Işıl Özgentürk

Şu 31 Mart gelse de hep birlikte ne olacağını bir görsek. Çünkü fevkalade sıkıldım. Yalanlardan, dolanlardan sıkıldım. Bangır bangır bağıran ama sözleri anlaşılmayan seçim şarkılarını duymaktan sıkıldım. Abuk sabuk afişlerin her an karşıma çıkmasından sıkıldım. Üstüne bir de yapmayın, etmeyin denildiği halde Gebze-Halkalı tren hattının fütursuzca devreye sokulmasından sıkıldım. Yolum Bostancı istasyonuna düştü ve insanların yarım yamalak işletilen trene güle oynaya bindiğini gördüm. Canım sıkıldı, ben de kişisel tarihimin bir parçası olan benim trenlerimi yazmaya karar verdim. Pek çoğumuzun çocukluk trenlerini yazdım. 

Çocukluğumun kenti Antep’te yaz tatili geldi mi, evde bir heyecan olurdu, tamam 
İstanbul’daki akrabalara gidilecek. Denize girilecek, müzeler, saraylar gezilecek ama en çok trene binilecek. Antep’ten İstanbul’a en az bir buçuk gün sürecek tren yolculuğu, sadece benim değil, ailenin tümünün en keyif aldığı zamanlardı. Kara tren tek kişinin inip binmediği küçücük istasyonlarda bile dururdu. Kimi istasyonlarda giyimleri bize hiç benzemeyen, ayakkabıları her an ayaklarından fırlayan çocuklar, “hey gazete, hey gazete!” diye usulca yoluna devam eden trenin peşinden koşarlardı.

Trenin durduğu bazı istasyonlar o kadar ıssız olurdu ki, trene yol veren makasçıdan başkası görünmezdi. Çocukken bile bu ıssızlık beni korkuturdu. Yıllar geçmiş olmasına rağmen hâlâ istasyonların ıssızlığı beni korkutur. Zaman durmuş gibidir. Yaşama dair hiçbir ipucuna rastlanmaz. Nâzım Hikmet çok sevdiğim oyunu “Yolcu”da, böyle bir ıssız istasyonda, zorunlu olarak birbirlerine bağlı bir kadın ve iki erkeğin macerasını anlatır. Issızlık ve uzaklık oyunun dördüncü kişisi gibidir. Ama tren şen şakrak istasyonlarda da durur. Tren tekerlekleri raylara sürünüp kıvılcımlar çıkararak durmaya çalışırken, telaşla sevdiklerini karşılamaya koşanların yüzlerindeki sevinç, tren durduğunda mutlu seslenmeler, sıcacık kucaklamalar insanın aklını başından alır. 

Tren yolculuğu, her an değişen bir coğrafyada maceraya, heyecana yol almaktan başka bir şey değildir. Ama benim çocukluk trenlerimde, en sevdiğim zamanlar, annemin özenle hazırladığı kumanyalarımızı yediğimiz o nefis “anne köfteleri”ni yediğimiz zamanlardır. Bugün bile zaman zaman o “anneköfteleri”nin lezzetini damağımda hissederim, kara trenin isli kokusuyla birlikte gelir beni kuşatır. 

Yazarlığımın tıfıl zamanlarında, o zamanlar bizim için hayal kentleri olan Doğu kentlerine gitmek, bende dayanılmaz bir hal alıyordu. Bunun için, gene yanımda “anne köfteleri”, Haydarpaşa’dan Doğu Exspresi’ne biniyorum. Önümde kaç günlük bir zaman var bilmiyorum. Kompartımanımda yemenisi nedeniyle yüzünü tam seçemediğim gebe bir kadın, onunla birlikte seyahat eden üç erkek, öğretmen olduğunu düşündüğüm genç bir adam ve ben varız. Yol uzun, ilk kez bu yolculukta bilmediğim bir dille karşılaşıyorum benim ülkemde çok geniş bir coğrafyada konuşulan, benim yabancı olduğum bir dille, Kürtçeyle. 

O yolculukta ilk kez, kadınların suskunluğunun ne olduğunu anlamıştım. Bütün yol boyunca, yüzü yemeniyle örtülü kadınla konuşmaya çalışmış ama kadının yanındaki erkeklerin “o konuşamaz” sözleriyle öylece kalakalmıştım. Bütün bu yolculuğun sonunda sadece onun adını öğrenebilmiştim, o da öğretmen olduğunu en başta tahmin ettiğim genç adamın yardımıyla, adı Keçe’ydi, 12 yaşındaydı ve gebeydi. 

Trenlerimi anlatmaya saatlerce devam edebilirim ama artık benim trenlerim yok. 

Şimdilerde tren denince insanların ve benim aklıma, nedeni çok belli kazalar ve ölümler geliyor. Bir de geliyorum diyen tehlikeye karşı şaşılacak duyarsızlığımız. Neden çok değil, yirmi yirmi beş kişi rayların üstüne yatıp, trenlerimizin ölüm treni olmaması için bir protesto eylemi yapamıyoruz? Ben en çok buna yanıyorum, bu işteki sorumluluğumu yerine getiremedim.

Gerisi boş. 

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET



Not: 2000’li yılların başında İsveç’te büyük bir protesto eylemi yapıldı. Ülkede her cumartesipazar charter uçakları, iyi aile babalarını özellikle çocuk seksi için Tayland’a götürüyordu. O gün yüzlerce insan kendilerini piste kenetlediler. Uçaklar kalkamadı ve olay büyüdü. O günden sonra cumartesi- pazar Tayland’a giden uçak kalmadı.


Öğrenciler gelecekleri için ayakta! - Zülal Kalkandelen

“Yetişkin kuşaklar iklim krizini durdurmak için söz verdi ama ödevlerini yıllardır yapmadılar. İklim grevi, bizim kuşağımız için bir uyarı çağrısı ve insanlık tarihindeki en büyük zorluğu çözecek bir ağın başlangıcı.  Ellerinize, kalbinize ve aklınıza ihtiyacımız var. Birlikte yapacağız.” 

Gezegeni kurtarmak için harekete geçen gençler, bu sözlerle insanlığa sesleniyor! 
15 Mart 2019, tarihe İklim Krizi İçin Okulu Kırma Eylemi ile geçti. 125 ülke ve 2000’den fazla yerleşimde 1 milyondan fazla öğrenci, küresel okul grevi gerçekleştirdi. 
İklim eylemi için küresel okul grevi fikri, ilk olarak, Mayıs 2015’teki Küresel Gençlik Zirvesi’nde gündeme geldi. Çünkü iklim değişikliğinden kaçınma sözü veren politikacılar, son 25 yıldır bu konuda pazarlık yürütmelerine karşın görevlerini yapmadı. 
Sonunda gençler inisiyatif aldı! Hep büyükler küçükleri ödevini yap diye uyaracak değil ya, bu kez de küçükler büyükleri uyarıyor.

16 yaşında Nobel Barış Ödülü’ne aday aktivist Greta 
Z kuşağı aktivistlerinin eylemlerini ateşleyen, 16 yaşındaki İsveçli çevreci vegan öğrenci Greta Thunberg. Geçen yıl İsveç Parlamentosu önünde tek başına protesto gerçekleştirdi. 
Dünya liderlerine geleceğimizle ilgilenmeleri için yalvarmayacağım; bunun yerine, hoşlarına gitse de gitmese de, onlara değişimin yaklaştığını bildireceğim diyor Greta. Türkiye’den Greta’ya destek veren 11 yaşındaki Atlas Sarrafoğlu ise 
“İyi korunmuş bir çevre, paradan daha güçlü bir miras” diyor. 

Küresel Okul Kırma Eylemi’ne katılan gençlerin sürdürülebilir bir dünya için üç somut isteği var: 
- Hükümetlerin, kamu ve özel sektörlerin temiz ve yenilenebilir enerjiye geçiş için net bir yol haritası izlemesi. 
- Fosil yakıt aramalarının derhal durdurulması ve fosil yakıt sübvansiyonlarının tamamen kaldırılması. 
- İklim değişikliği mağdurlarına yardım edilmesi.

Suçlular belli! 
BM, 2018’in sonunda, iklim değişikliğiyle küresel mücadele çabalarının hedefin çok gerisinde kaldığını duyurdu.
 
Çocukları ayağa kaldıran bu durumun baş sorumluları belli. 

ABD’nin 2017’de Paris İklim Anlaşması’ndan çekildiğini açıklaması, tüm dünya için büyük bir tehdit yarattı. 

Donald Trump, anlaşmanın diğer ülkelerin ABD’ye karşı ekonomik avantaj kazanmasıyla ilgili olduğunu söyledi. 

O iklim değişikliğini inkâr ededursun, ABD’de günlük siyasetin temel konularından biri küresel iklim değişikliği. Demokratik Partili politikacıların gelecek seçimde Trump’ı en çok zorlayacak argümanları, çevre politikalarına odaklanacak.

Türkiye de üzerine düşeni yapmıyor 
Peki ABD’yi eleştiren ülkeler ne durumda? 
Son 25 yılda çevreyi kirleten sanayi kollarını Çin’e transfer ederek karbon sorunlarını gizleyen AB ülkeleri, en az ABD kadar sabıkalı. Greta, görüştüğü AB yetkililerine, “Sizin pisliğinizi temizlemeye başladık” demekte sonuna kadar haklı. 

Türkiye’nin de dahil olduğu bir grup ülke, Paris İklim Anlaşması’nı onaylamış değil. Angola, Eritre, Güney Sudan, Irak, İran, Kırgızistan, Lübnan, Libya, Rusya, Umman ve Yemen iklim değişikliği ile mücadeleyi ciddiye almayan ülke konumunda. 

Gezegen can çekişirken doğanın isyanını duymazdan gelen para ve rantpeşindeki siyasetçiler, insan, hayvan ve yeryüzünün katilidir. Greta Thunberg gibi gençler ise sadece ailesinin değil, insanlığın onurudur.

Zülal Kalkandelen / CUMHURİYET

"Cukka ittifakı..." - Tuncay Mollaveisoğlu

AKP'yi var eden kadroların, İstanbul Büyükşehir Belediye döneminden bu yana yolsuzluk haberlerine imza atmış bir gazeteciyim.

AKP'den önce kamu kaynaklarını yağmalayan ve ağır ekonomik kriz yaratan hırsız iktidarları ve "işadamlarından oluşan aile fotoğraflarını" da yazmış, kitaplarıma konu etmiştim.

Türkiye gibi ağır hasarlı demokrasilerde yaşayanların ortak kaderidir ülke kaynaklarının yağmalanması... Çalanın yanına kar kalması!
Bal tutan parmağını yalıyor!

***

İktidarlar değişiyor ama yolsuzluk ve vurgun düzeni devam ediyor... İki hafta sonra oy kullanacağımız yerel seçimlerde de koltuğa oturacaklara bu gözle bakmakta ve değerlendirmekte yarar var.

Yolsuzluklarla etkin mücadele edilebilirse Türkiye'de yoksulluk sorununun ortadan kalkacağına inanıyorum.

Yolsuzluk; parti, ideoloji, sağcılık-solculuk tanımıyor...
Oysa, başka bir Türkiye mümkün... İktidarlar; çevre ve kent yağması dahil yolsuzluk ekonomisi ile mücadele için çıkarılmış kanunları uygulayabilseler, yargıyı ve denetim sistemini bağımsız hale getirip siyasetin etki alanından çıkarabilseler bir çok problem kendiliğinden çözülecek!

Ancak bağımsız yargı ve denetim, başta onların işine gelmiyor...
İYİ Parti'nin etkili isimlerinden milletvekili Lütfü Türkkan'ın mesajı düştü önüme... Diyor ki; "Beka hamaseti ile bu milleti küçümsüyor ve zayıf gösteriyorsunuz. Türkiye ve Türk Milleti, Cukka İttifakından büyüktür."

AKP iktidarlarını "Görünmez Holding" adı ile yazmıştım. Yandaş-Yanaşma ve Küresel Sermaye işbirliği içinde, hükümete  yakın işadamları ve AKP üst düzey yönetimi ile bürokrasisinden oluşan; tarikat- cemaat - yandaş vakıf bağlantılı şirket ve isimlerin de yer aldığı bir yapı...

Devlet gücünü elinde bulundurmanın, yatırımlara yön vermenin, yatırımcıları belirlemenin, milyar dolarlık tüm ihale ve devlet işlerine, devlet şirketlerine hakim olmanın, medya imparatorluğunun, kimin zengin olacağına, kimin yoksul kalacağına karar vermenin bağımlılık yaratan etkisi ve hesap vermezliğin dayanılmaz hafifliği...

"Beka meselesini" ben bu açıdan yorumluyorum... Zehirleyen gücün ve kesintisiz iktidarın bekası...

Bu seçimlerde herkesin bir "beka" derdi var... Yerel yönetimlerde bazı isimler öyle büyük bütçelerle kampanya yapıyorlar ki; insan sormadan edemiyor;
" bu değirmenin suyu nereden geliyor?" diye...
Sadece AKP'de değil, yerel yönetimlerde de "cukka iktidarları" oluştu ve beka kaygısı onları da sarmış durumda...

Orada bir Başkan var uzakta...
Yoksulluğu ancak üretimle yenebileceğine inanıyor...
Toprak yok, imkan yok... Köylülerle el ele veriyor.
Devlete ait bir araziye nohut, fasulye, patates ekiyor... Belediye Başkanı gömleğini çıkarıp ırgatlık yapıyor. Eşi ve kızları da toprağa köylülerle birlikte hayat veriyor...
Geliri ile yoksul ailelere yardım ediyor, öğrencilere burs veriyor. Sosyal medyada zaman zaman köyde ürettiği organik ürünleri büyükşehirlerde pazarlamaya çalışırken karşımıza çıkıyor.

Ovacık'ta başlattığı üretim rüzgarı yetmemiş Artvin'de çay üretimi yaptırıp köylülere ucuza veriyor, komşu ilçelerde de nohut ektiriyor...
Tunceli'nin dağları eşsiz güzellikte ve endemik bitki türleri ile dolu. Bu çiçeklerden beslenen arıların balı da aynı değerde, eşsiz... Bal üretimini başlatıyor. Kooperatifleşmeyi yaygınlaştırarak üretimden sağlanacak refah ile göçü engellemeye çabalıyor. Organik ürünlerin bez torbalarını da köylü kadınlara diktiriyor.

Geçen hafta yerel seçimler üzerine bir grup dostumuz ile sohbet ederken muhafazakar ve milliyetçi kimliği ile tanınan Avukat Kadir Kartal söz etti "komünist başkandan"...

"Memlekette 'Müslümanım' diye ortaya çıkıp belediye işlerinden servet edinenleri gördükçe Ovacık Belediye Başkanı hepsinden daha Müslüman diyorum... Onlar Cennete, Komünist Başkan Cehenneme gidecek öyle mi?!" diye eleştiriyor...

Ovacık Belediye Başkanı Fatih Mehmet Maçoğlu şimdi Tunceli için aday olmuş... Türkiye'nin tek "komünist başkanı" doğru işler yapıldığında, halka samimiyetle dokunulduğunda toplumun tüm kesimlerinin vicdanında nasıl iz bırakılacağının örneğini sergiliyor.


Tuncay Mollaveisoğlu / YENİÇAĞ

16 Mart 2019 Cumartesi

Tıbbiyeli Hikmet - ÖNER YAĞCI

Tıbbiyeli Hikmet, Askeri Tıbbiye delegesi olarak gittiği Sivas Kongresi’ndeki bağımsızlıkçı tavrıyla tarihe geçen, öğrenciyken Kurtuluş Savaşı’na katılan, Ankara’da tifüs aşısının ilk üretimlerine katılıp aşıyı kendisinde deneyen, gençliğin, hekimliğin kıvancı Dr. Hikmet Boran’dı (1901-1945). 

Geçen yıl Balıkesir Tabip Odası’nın düzenlediği Atatürk’ten Tıbbiyeli Hikmet’e: Bir Ulusun Kurtuluş Destanı konulu toplantıya birlikte gittiğimiz dostum Dr. Nedim İnce, Savaştepe’de 2017 Tıp Bayramı’nda Sıtkı Akkay ve Tıbbiyeli Hikmet Parkı açıldığını söyledi. Bu, anlamlı bir sahiplenme örneğiydi. Hikmet’in kongredeki konuşmasının ve Mustafa Kemal’in yanıtının kaidede yer aldığı bir büstün de Tabip Odası’nın çabasıyla açıldığını öğrenmiştim. Açılışta, Oda Başkanı Dr. Necdet Uçan, “Tıbbiyeli Hikmet Savaştepelidir. Hepimizin bildiği sunucu Orhan Boran’ın babasıdır” demişti. 

“Savaştepe” deyince aklıma oradaki Köy Enstitüsünün müdürü, Büyük Oğul Efsanesi’nde “Çanakkale ve Suriye cephelerinde savaşan, ateşi ve ihaneti gören delikanlı” diye yazdığım Sıtkı Akkay gelirdi.

Tıbbiyeli Hikmet’in romanı
B. Suat Çağlayan’ın Tıbbiyeli Hikmet romanını merakla, coşkuyla okudum.
Posta-Telgraf memuru, Kafkasya göçmeni Safer’le Melahat’ın çocuğu Hikmet, Kilesun’da (Savaştepe) ortaokulu bitirince Balıkesir Lisesi’ne kaydolur. Orada “Özgürlüğün Kâbesi” Selanik’ten gelen sınıf arkadaşlarından Balkan bozgunuyla ilgili birçok şeyi öğrenir. En iyi arkadaşı Tahir’i görmeye gelen kız kardeşi Zeliha ile tanışır ve aralarında sıcaklık başlar. (Hemşire Zehra’yla inişli çıkışlı ilişkileri roman boyunca sürer.) Çanakkale’ye giden, aralarında Tahir’in de olduğu Balıkesir Liseli 16 çocuğun şehit olduğu haberi gelir. Hikmet, Askeri Tıbbiye’ye girer, orada en iyi arkadaşı (ileride kız kardeşi Nimet’le evlenecek olan) Yusuf olur. 

İşgal altındaki İstanbul’da yurtsever edebiyatçı Hayriye Melek’le Hikmet’in sohbetleri roman boyunca sürer. Askeri Tıbbiye Müdürü Doktor Yarbay Hulusi Bey (Parmaksız Talat) ve Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Akil Muhtar Bey’in, Tıbbiye’deki yurtsever çalışmaları da roman boyunca aktarılır. 

Okulun en etkin öğrencisi Hikmet, delege seçilir ve resmi üniformasıyla gittiği Sivas Kongresi’ndeki sözleriyle iz bırakır: “Paşam, delegesi bulunduğun Tıbbiyeliler, beni buraya bağımsızlık davamızı başarma yolundaki çalışmaya katılmak üzere gönderdiler. Mandayı kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa, her kim olursa olsun karşı koyar ve onları kınarız. Olmayacak şey ama... manda fikrini siz kabul ederseniz, sizi bile reddeder, ‘Mustafa Kemal vatan kurtarıcısı değildir’ deriz.”
Mustafa Kemal’in yanıtı kongrenin noktasıdır: “Evlat müsterih ol... Gençlikle kıvanç duyuyor, gençliğe güveniyorum. Biz azınlıkta kalsak bile mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: Ya bağımsızlık ya ölüm!” 

Hikmet’in sonraki yaşamında İbrahim Tali, Sakallı Celal, yurtsever sanatçı  Münevver Sedar’la ilişkilerinin izleri derindir. Mazhar Müfit’in, savaştan sonra Tıbbiyeli Hikmet’i soran Mustafa Kemal’in, “öldü” yanıtını alınca, “Ne! O çocuk öldü ha!.. Çok üzgünüm arkadaşlar. Aldığım kötü bir haber nedeniyle yemeğe devam edemeyeceğim...” diyerek sofrayı terk etmesini anlattığı tanıklığı da tarihten bir izdüşüm...
***

Sağlığa gönül verenlerin Tıp Bayramı kutlu olsun.
Bugün saat 14.00’te Niyazi Altunya ve Mustafa Gazalcı’yla Manisa’da, Eğitim-İş, Eğitim Sen ve YKKED şubelerinin düzenlediği İlköğretmen Okullarından Eğitim Fakültelerine konulu toplantıda olacağız.

ÖNER YAĞCI / Cumhuriyet

Avrupa’nın kararına karşı Türkiye ne yapmalı? - Barış Doster

Önce Avrupa Parlamentosu’nun (AP), bağlayıcılığı olmayan, tavsiye niteliğindeki kararı çıktı. Oyçokluğuyla alınan karar, Avrupa Birliği’yle (AB) Türkiye arasında yürütülen üyelik müzakerelerinin askıya alınmasını öneriyordu. Ardından AB, Suriyeli sığınmacılar için Türkiye’ye 1.5 milyar Avro vereceğini duyurdu. 2019 ve 2020 yılları için de, 560’ar milyon Avro olmak üzere, toplam 1.1 milyar Avro’dan fazla kaynak aktaracağını, 2021’de de bu miktarın altına düşmeyeceğini ilan etti.

Şunu kabul edelim. Ne Türkiye’nin AB üyesi olmaya niyeti var ne AB’nin Türkiye’yi almaya. O nedenle bu oyunu sürdürmenin gereği yok. Fazla uzadı. Çoktan bitmeliydi. AB üyesi olmadan, Gümrük Birliği’ne (GB) üye olan; yani kararların alındığı masada olmadan, alınan kararlara uymak zorunda kalan Türkiye, GB’yi tartışmaya açmakta da gecikti. Türkiye’yi üye yapmadan, GB sayesinde, Türkiye’nin iç pazarı, gümrük rejimi, dış ticareti üzerinde nüfuz kuran AB, Türkiye’yi tam üyelik vaadiyle bekleme odasında tutuyor. Bu sayede alabileceği tüm ödünleri alıyor. AP’nin kararı, iktidar “yok hükmünde” dese de, kaçınılmaz olarak, ikili ilişkilere, Türkiye’nin vize serbestisi yönündeki beklentisine, GB’nin güncellenmesi ve Türkiye aleyhindeki hükümlerin ayıklanmasını içeren talebine yansıyacak.

Türkiye seçeneksiz mi?Türkiye’nin NATO ve AB üyeliğine karşı olduğumuzu ne zaman belirtsek, hep şu yanıtı alırız: “Peki, ya Türkiye’nin güvenliği ne olacak? Peki, ya insan hakları, hukuk devleti, özgürlük, demokrasi nasıl gelecek?”. Yanıtımız şudur: Bir ülkenin dış politikası, coğrafyasından, devlet kapasitesinden, ticari ilişkilerinden, eğer varsa enerji bağımlılığından bağımsız ele alınamayacağı gibi, iç siyasetindeki demokratik kazanımlar da, iç dinamiklerden, halkın siyasal-toplumsal-sınıfsal mücadelesinden, tarihselkültürel birikimden bağımsız düşünülemez. Türkiye; kendini savunmak için NATO’ya mecbur ve mahkûm olmadığı gibi, Türk Ulusu da demokrasi çıtasını yükseltmek için Avrupa’ya muhtaç değildir. Nasıl Milli Mücadele vermişse, kendini savunmuşsa, savunmaktaysa (hem de Batı’ya rağmen); demokrasi ve özgürlük çıtasını da kendisi yükseltecektir. Kendi isteğiyle, kendi emeğiyle, kendi iradesiyle ve kendisi hak ettiği için. Bunun dışındaki tüm formüller kolaycıdır, geçicidir, ithaldir. Dolayısıyla, yerli ve milli değildir. Onurlu ve kalıcı da değillerdir. Osmanlı’daki Tanzimat aydınlarının büyük bölümünün, Mütareke döneminde Anadolu Hareketi’ne sırtını dönen kadroların açmazı budur. 

Dev ve devrimci önderimiz Mustafa Kemal Atatürk, 6 Mart 1922’de TBMM’de yaptığı konuşmada, bu açmazın neden ve sonuçlarını sıralamıştır. 

Avrupa emperyalizmine ve ülkeyi yönetenlerin edilgen, çekingen, korkak tavrına dikkat çekmiştir. “Hangi istiklal vardır ki yabancıların nasihatleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir. Tarihte, böyle bir olay yaratmaya kalkışanlar, zehirli sonuçlarla karşılaşmışlardır. İşte Türkiye de, bu yanlış zihniyetle sakat olan bazı yöneticiler yüzünden, her saat, her gün, her yüzyıl, biraz daha çok gerilemiş, daha çok düşmüştür” demiştir. Büyük düşünürümüz Doğan Avcıoğlu da, “Pabuççu Muştası” adlı makalesinde, bu durumu mükemmel anlatmıştır. 

Kıssadan Hisse: Türkiye’nin bağımsızlığı, bütünlüğü, çağdaşlaşması, kalkınması, demokratikleşmesi için gerekenler, kendi tarihinde ve Cumhuriyet Devrimi’ndedir.

Barış Doster / CUMHURİYET

Belediye seçimlerinde komünist adaylar ne anlama geliyor? - ERHAN NALÇACI

Hemen bütün ülkelerde feodalizmin sonuna doğru kır-kent nüfusuna ilişkin standart bir rakam veriyor tarihçiler: Nüfusun %90’ı köylerde,  %10’u kentlerde yaşıyor.

Bu oran zenginliğin temel kaynağının toprak olduğu ve sömürünün köylü emeğine dayandığı feodalizm için çok normal.

Paranın ve ticaretin feodalizmi parçalamaya başlaması ile kentler büyüyor. Kapitalizmin başından itibaren kentleri yöneten para oldu aslında.

Kentlerde sanayi gelişirken, kırda mülkiyet biçiminin değişmesi geniş köylü yığınlarının kentlere yığılmasına yol açtı. Kırın dağılması; feodal mülkün kapitalist çiftçilerin eline geçmesi, tarımda makineleşme, emperyalizmin bağımlı ülkelerde tarımı ele geçirmesi gibi mekanizmalarla tekrar tekrar gerçekleşti.
Türkiye’de, 1960’lı yıllarda nüfusun  %70’i kır, %30’u kent olan dağılımı, bugün hemen tamamen tersine döndü.

Tarım emekçisi aileler onlar için hiçbir planlama veya devlet desteği olmaksızın, nerede emek güçlerini satabileceklerse, tam anlamıyla bir üretim anarşisi içinde kentlere sürüklendiler. Devlet kentlerin kenarında bir mülkü işgal etmelerine ve yoksulluk içinde yaşamalarına izin verdi, çünkü imalat sermayesinin işçi yığınlarına gereksinimi vardı.
Kabul edilebilir ölçülerin dışında dev kentler oluştu.

Neden?

Çünkü sanayiye yatırım yapan sermaye sınıfı, ülkenin eşitlik içinde kalkınmasını değil, sadece kendi çıkarını düşünüyordu. Sermayenin “en ucuz emek gücüne, en kolay pazara nasıl ulaşırım”dan başka kaygısı yoktu.
Öte yandan kapitalizmin yapısal krizi ile son 40 yıldır sanayiden gelen kâr oranları azalmaya başladı. Kentin kendisi bu azalan kâr oranlarını telafi etmenin başlıca aracına dönüştü.

Köylerden kentlere sürüklenen emekçi yığınları bu sefer kentin yapısına da şekil veren bir tüketime sürüklendiler. Bir yanda aşırı üretim, bir yanda giderek hizmet sektöründe güvencesizliğe itilen yığınların deli gibi tüketmesi için kent yeniden düzenlendi. Mali sermaye, belediyeler, ticaret ve imalat sermayesi arasında yeni bir işbirliği ve döngü tanımlandı.

Kentlere mümkün olduğu kadar çok otomobilin sığması ve mümkünse durmadan hareket etmesi için yeni bir planlama (!) yapıldı. Üst ve alt geçitler, otobanlar, tek yönlü yollar… Çocukluğumda çift kale maç yaptığımız sokak, bugün her dışarı çıkışımızda içi timsahlarla dolu bir akarsuya, bizse timsahlara yem olmamak için büyük bir tedirginlikle karşıya geçmeye çalışan hayvan sürülerine döndük. Daha çok araba sığsın diye apartman önlerindeki ağaçlar kesildi, arabalar çıksın diye kaldırımlara verilen açılar yüzünden yaya yolunda bile yürüyemez hale geldik.
Artık gecekondulara gerek kalmamıştı, çünkü kentin her metrekaresine inşaat sektörünün gökdelenlerini dikeceği araziler gözüyle bakılıyordu.

Sermayenin belediyeler aracılığıyla yürüttüğü ve kentsel dönüşüm denilen bu yamyamca operasyonun sonunda emekçi yığınlarının kullanacağı yeşil bir alan kalmadı ama rezidansların arasına biraz yeşillik ekmeyi ihmal etmediler.
Emekçi yığınlarının ceplerinde para olsun olmasın haftasonu çocuklarıyla gidebileceği tek yer kaldı: AVM’ler.  Yüzlerce markanın arasında boş boş gezen kaybolmuş insanlar oluştu. Düzen bütün sosyalliği yıktığı ve emekçileri evlerine hapsettiği için biraz insan yüzü görmenin bir yolu olarak bu meta fetişizmi gösterisi bir olanak olarak sunuldu.

Değişik partilerden ama hepsi benzer bir siyasi yapıya sahip başkan adayları arasında neden bu kadar büyük bir rekabet olduğunu anlayabilirsiniz.
Belediyeler bugün kârın ve rantın yönetildiği başlıca köşe başları haline gelmiş durumda.

Şimdi yerel seçimlerde komünistlerin ne anlam taşıdığına veya neden onlara oy vermek gerektiğine değinebiliriz.

Bir kere komünist bir adaya oy vermek, kapitalizmin bu korkunç akılsızlığına karşı sosyalizme destek anlamına gelir. Bu nedenle bu oyların sayılması önemlidir.
Bir diğeri ise, komünistlerin kent veya bir beldede yönetime gelmesi, emekçilerin yaşamında gerçekten olumlu bir değişikliğe yol açar. Bazı belediyelere komünistlerin seçilmesi dünyanın hiçbir yerinde sosyalizm anlamına gelmemiştir, ama birçok yerde, Yunanistan’da, Portekiz’de, Hindistan’da, Brezilya’da çok olumlu deneyimler yaşanmıştır.

Ancak üçüncü bir neden gözden kaçırılmamalıdır ve belki de en anlamlısı budur:
Bu oy; kapitalizmin başından beri kentlere sürüklenişimize, kentli emekçiler olarak akılsızca bir üretim ve tüketim sürecine mahkûm edilişimize ve kentin milyonlarca emekçisi içinde yalnız bırakılmışlığımıza bir başkaldırıdır.

Örgütlü davranmaya ve sermayenin iradesine bağlı olarak sürüklenmekten tarihin yapıcısı olan bir özne olmaya geçiş anlamına gelir.


Bu nedenle şunu rahatlıkla söyleyebiliyoruz: Oylar TKP listelerinden seçime giren komünistlere…

Erhan Nalçacı / SOL

Aynasız - ORHAN GÖKDEMİR

“Ayine” Farsça kökenli, “eşyayı aksettiren sırlı cam” demek. Türkçeye oradan girmiş, “ayna”ya dönüşmüş. Duymamıştım, Mehmet Zeki Pakalın, sözlüğünde Türkçesinin aslında “gözgü” olduğunu söylüyor. Tutunamamasına şaşırdım. Sırlı bir nesne ayna. Ama sırrı yansıttığı eşyalardan kaynaklanmıyor. Buradaki sır, sırlanmış, geçirmez hale gelmiş olan anlamına geliyor. Camın arkası sıvanmış, geçirgenliği engellenmiş, dolayısıyla üzerine düşen ışığı yansıtır olmuş, artık cam değil ayinedir.

Ayinesi iştir insanın lafa bakılmaz…

Fakat gelin görün ki ömrümüz lafla geçiyor. İşin bir yüzünde bu kadar sır olunca tasavvuf girmiş işin içine. Derler ki “hak”kın vücudu bir aynadır, o aynaya bakınca onun vücudunu görürsün. E haliyle “insan-ı kamil”in de ayna olduğunu iddia edenler olmuş. Tanrı insanı kendi suretinde yaratmamış mı nihayetinde? Bu durumda tanrı da insana bakınca o aynada kendi suretini görürmüş.

Bu nedenle olmalı, kırık ayna bir batıl inanca dönüşmüş zamanla. Ayna kırmak bugün hâlâ kötü şans hurafelerinden biri. Kaynaklar bu hurafenin kaynağının “sırlı cam” aynalardan daha eski olduğunu söylüyor. Eski Mısırlıların aynaları pirinç, bronz, gümüş veya altın gibi parlak metallerden yapıldığından kırılması söz konusu değildi. Yunanlılar Milattan Önce 6. yüzyılda insanların suretini yansıtan ve sürahiye benzeyen bir camı kullanarak fal bakmayı akıl etmişler. Cama yansıyan suretinin o kişinin geleceğini gösterdiğine inanılıyormuş. İnanç bu, mantık aranmaz. Ayna kazara kırılırsa onunla birlikte kişinin geleceği de kırılmış, yok olmuş oluyordu. Kötü talih!

Bilebildiğimiz kadarıyla kırılabilir ilk aynalar beş asır önce Venedik’te üretildi. Camın arkası gümüş sır ile kaplanarak elde ediliyordu bu aynalar. Çok pahalı olduğundan özenli davranmak gerekiyordu bu sırlı eşyaya karşı. Sonra kapitalizm onun da ucuzunu üretmeyi başardı, sıradan bir eşyaya dönüştü ayna, sırrı döküldü. İçinde artık ne tanrı vardı, ne onun sureti…

Ama ayna hala dönüp kendi gözümüzün içine bakmak için bir vesile. Orada suretinizin yansıması ile oyalanma imkânınız da var, onu geçip kendi içinize bakma imkânı da. Her ne hal ise, bakarken gördüğünüz şeyden korkmuyorsanız ne âlâ…

***

Yıllar önce bir kent-konut programının editörlüğünü yaparken bir söyleşi vesilesiyle tanıdım Mimar Behruz Çinici’yi. Büyük mimarlarımızdandır. ODTÜ kampüsü onun elinden çıkmıştır mesela. Doğan Tekeli ve Sami Sisa ile birlikte ve TBMM Halkla İlişkiler Binası ve Milletvekili Sitesini tasarlamışlardır. Meclis Camisi olarak bilinen TBMM Meydan-İbadet-Kitaplık Kompleksi de oğlu Can Çinici ile birlikte onun eseridir.  Bu yapı 1995 yılında Ağa Han Mimarlık Ödülü'ne layık görülmüştü.


İçinde yer aldığı TBMM kompleksinin anıtsallığından bilinçli bir biçimde kaçınan bu mütevazı yapı alışılagelmiş cami mimarisine hiç benzememektedir. Adeta arazinin eğimi içinde kaybolmuş gibidir. Minare yerine bir Selvi ağacı yükselmektedir. Kubbenin yerini peyzajdan yükseliyormuş izlenimi veren teraslanmış bir piramit almıştır. Bu görünmemek için çaba gösteriyormuş izlenimini veren binanın önünde bir havuz yer almaktadır. Şöyle açıklamıştı felsefesini Behruz Çinici. Müslümanlar ibadet ederken toprağa yüz sürer, o nedenle ibadethane toprağa yakın olur. Minare ibadethaneye iki-üç yüz yıl sonra eklenmiştir, dolayısıyla olmazsa olması değildir, Selvi, onun yerini tutar. Kubbe, zamanın mimari bir zorunluluğudur. Geniş açıklıklar yapmanın tek yolu kubbe olduğu için camiler kubbelidir. Betonarme binalarda kubbe olmayabilir. Peki havuz? O da ibadete gelenlerin girip çıkarken suda kendi suretlerini görmesi içindir. İbadet sizi dönüp kendi içinize bakmaya yöneltmiyorsa nedir ki zaten?
Behruz Çinici’nin 1978’de tasarladığı proje, TBMM ana binanın mimarı Clemens Holzmeister’ın onayından geçti ve 1980 sonrasında inşasına başlanıp 1984’te hizmete açıldı. Ve on yıllarca hizmet verdikten sonra AKP’nin ve onun meclis başkanı İsmail Kahraman’ın yıkım fermanı ile karşılaştı. Önce “kültür varlığı” olarak tescil edilmiş binanın koruma kararını kaldırdılar. Sonra yıkım kararı verdiler. Yıkıp, yerine önünde havuzu olmayan, kubbeli, minareli yenisi yapacaklar. Hem müteahhitleri kazanacak, hem de nevzuhur Müslümanların girip çıkarken havuzda kazara suretleri görme riski ortadan kalkacak. Halka karşı o kadar suç işlesem ben de aynısını yapardım. Camilere ayna koymak sakıncalıdır…

***

Bunları yazarken polise neden “aynasız” dediğimizi düşündüm. Bir iddiaya göre bir çeviri cilvesi bu. Siyahi ABD’liler çok kibirli olan ve kendine bakmayan polislere takmışlar bu lakabı. Başka bir iddia; polislerin üniformalarında ve şapkalarında bulunan parlak metal rozet ayna gibi parlamaktaydı. Dolayısıyla resmi kıyafetleri aynalı olan polisler kıyafeti çıkarıp sivil olunca, aynasız olmaktadır. Aynasızdırlar, kendilerine değil başkalarına bakmaktadırlar…

***

Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, “15 Temmuz'da gökyüzünden milletimizin üzerine yağan mermiler kimler tarafından atıldı? Yanlış din anlayışının insanı getirdiği duruma bakın” dedi önceki gün. Tuhaf bir rastlantı, konuşmayı yaptığı yer Polis Akademisi Başkanlığında komiser yardımcısı adaylarına yönelik “Dini İstismar Eden Terör Örgütleriyle Mücadele” başlıklı konferanstı. Aynasızlara “din istismarı ile mücadele edeceğiz” diyordu özetle.

Dün Yeni Zelanda’daki saldırı geldi bunun üzerine. Irkçı yobazın teki camiye daldı, önüne kim çıktıysa öldürdü. İyi bir iş yaptığını düşünüyordu belli ki. Aynasızlara “din istismarı ile mücadele sözü veren Diyanet başkanı bu olay üzerine şu yorumu yaptı: “İslamofobi bir akıl tutulmasıdır, ardında ırkçılık barındıran ciddi bir insanlık suçudur.” O sırada bağlı bulunduğu makamın başı “İstanbul'da ezanı ıslıklayan nursuzlara, cuma salasıyla dalga geçen edepsizlere sandıkta Osmanlı tokadı vurmaya var mıyız?” diyordu taraftarlarının gözünün içine bakarak.

Bıraktık Hıristiyanları, Yahudileri, kendi ülkesinde farklı inançlar taşıyanlara bile düşmanlar ama sadece başkasının yobazlarını görüyorlar aynaya baktıklarında. Sivas’ta Madımak otelinde yaptıklarını çoktan unuttular. Okulda, yolda, sokakta kendi inançlarını dayatıyorlar devlet zoruyla. Zorunlu din dersine karşı kazanılmış onlarca dava var ama hukuk mukuk dinlemiyor devletin aynasızları. Bakacak bir aynaları, görecek bir suretleri yoktur çünkü.

Devlet Bahçeli’nin Yeni Zelanda’nın faşistini kınaması gibidir aynanın sırrının dökülmesi. Kaldı ki kapitalizmde din, iman, ırk, milliyet hepsi hikâyedir. Baktığınızda görebileceğiniz yalnızca piyasanın gerekleridir.

Ayinesi iştir lafa bakılmaz… Ama görüldüğü gibi sözde de işte de aynaya ihtiyacı var insanın. Aynasız olmak fena. Her ne hal ise, bakarken gördüğünüz şeyden korkmuyorsanız ne âlâ…

Orhan Gökdemir / SOL

Yoksa ezberi patates mi bozacak? - ÖZLEM YÜZAK

Hemen hemen her köşe başında açılan market zincirine girerek Patates neden yok sizde” diye sordum. “Merkez yollamıyor hiçbir mağazaya, durdurduyanıtını aldım. Bir gün önce ithalat için düğmeye basılmıştı. Belli ki gümrükten çıkmasını bekliyorlardı. İnternetten Antalya Kumluca hal fiyatına baktım. Dün patates 3.70 liraydı. Beylikdüzü pazarından bir fotoğraf geldi: Patatesin 3 kilosu 20 lira.
 
Yine yeni açıklandı: Patatesin vatanı Niğde’de 70 bin, Nevşehir’de 250 bin patates depolarda. Hem de kilosu 2.70- 3 TL’den İstanbul’a sevk edilmiş. Üstelik son 5 yıl içinde alıcı bulunmadığı için depolarda dönem dönem patateslerin çürüdüğünü de hatırlatalım.

Hadi tanzim satışlara malları yığarak, halkı kuyruğa sokarak günü kurtarmaya çalışıyorsunuz. Bir de utanmadan bunu varlık kuyruğu olarak tanımlıyorsunuz. 
Ama hiçbiri bu ülkede plansızlığın tarımı bu noktaya kadar getirdiğini gizleyemiyor. Şu 16 yıldır başarı ile sürdürülen gerçekleri çarpıtma ve algı yönetimini Kazakistan’dan, İran’dan satın alacak hale geldiğimiz patates alaşağı edebilir mi? Ya da şöyle soralım: AKP’nin ezberini patates bozabilir mi? 
Kim bilir? 
31 Mart’a sayılı günler kala ilginç süreçten geçiyoruz. Siyaset hızla belden aşağı küfürlere, tehditlere doğru çekiliyor. Ülkenin ekonomideki çöküşü bu şekilde halının altına gizlenmeye çalışılıyor. Ama olmuyor. Çünkü ilmek ilmek çözülüyor hastalıklı yapı. TÜİK verileri tarımda üretim maliyetinin son 12 ayda yüzde 26’ya yakın arttığını gösteriyor. Gübre, mazot, elektrik, bankalara kredi borçları... 

Öte yandan üretim de düşüyor: Ocak ayında süt yüzde 4.9, içme sütü yüzde 18, inek peyniri yüzde 1.4, yoğurt yüzde 3.4, tavuk eti yüzde 6.9 azalmış. 2018 yılında bir önceki yıla göre tahıllar ve diğer bitkisel ürünlerde üretim miktarları yüzde 5.8, sebzelerde yüzde 2.6 azalmış.

MMO’nun tarım raporu 
TMMOB Makina Mühendisleri Odası (MMO), her ay iktisatçı-yazar MustafaSönmez’in katkısıyla hazırladığı sanayinin sorunları raporu, bu ay tarımdaki çöküntünün sanayiyi özellikle de gıda ve imalat sanayisini vurması üzerine. Tarımı çökerten politikaların hem katı bir gıda enflasyonu sorunu yarattığına hem de başta gıda-içecek sanayisi olmak üzere tarımla ilişkili sanayi dallarını da olumsuz etkilediğine dikkat çekiliyor. 


√ Gıda sanayisinde son çeyrekte küçülme yüzde 6.7’yi buldu. 
√ Traktör üretimi 2018’de üretim yüzde 34 düşüşle 47.7 bin adete geriledi.
√ Tüm sektörlerde şirketlerin toplam batık kredi oranı 2018 sonunda yüzde 4.4 olarak açıklanırken tarım ve gıda sanayisinde bu oranın yüzde 5-6 aralığında olması dikkat çekici.
√ Aralarında Keskinoğlu, Yörsan, Agromey, Saray Tarım gibi büyük gıda firmalarının bulunduğu firmaların konkordato kulvarına girmeleri, gelecekte sektörde oluşacak önemli yaprak dökümlerinin habercisi. 
√ 2017’de gıda ve içecek sektörü, Türkiye’nin toplam imalat sanayisi üretim değerinin yüzde 15’ini, istihdamının yüzde 13’ünü, girişim sayısının yüzde 12’sini, yaratılan toplam katma değerin ise yüzde 11’ini oluşturmuştu. Türkiye gıda ve içecek sektörü ağırlıklı KOBİ’lerin faaliyet gösterdiği çok parçalı bir yapı özelliğinde.


Özlem Yüzak / CUMHURİYET

Burhan Kuzu'nun o fotoğrafında yer alan isimlerle konuştum. - Murat AĞIREL

Günlerdir Cumhuriyet gazetesinin ortaya çıkardığı fotoğraf üzerinden giderek Zindaşti'nin FETÖ-Hukuk-Emniyet-Siyaset bağlantılarını araştırıyorum. Aslında araştırmaya çalışıyorum. Elde ettiğim bilgileri doğrulatmaya çalışıp kamuoyuna aktarmaya çalışıyorum.
Bunu neden yapıyorum?
Öyle ya suya sabuna dokunmadan yazılar da yazabilirdim.
Ben bilgi ve belge ışığında yazılar yazarak kamuoyunu bilgilendirmeyi tercih ettim. İlk köşe yazımda köşe adımı neden "Aşil Topuğu" koyduğumu ve neler yazacağımı da açık açık belirttim.

Bu yazımda daha önce Zindaşti'ye ait yazılarımda belirttiğim kişilerden açıklamalar geldi ve cevap haklarını kullanmak istediler. Normal prosedür tekzip metni ile olur ancak ben bunu bekleme gereği duymuyorum.
Prof. Dr. Burhan Kuzu'nun ve AKP Grup Başkanvekili Özlem Zengin'in açıklamalarına bir önceki yazımda yer vermiştim.
Bugün ise İlk cevap hakkı AKP Beşiktaş İlçe Başkanı'na ait.
Yazımda Aliye Uzun'un AKP Beşiktaş Kadın Kollarında görev yaptığını belirtmiştim. İlçe Başkanı Ferşat Yıldırım arayarak bu bilginin doğru olduğunu, Aliye Hanım'ın çalışmak istediğini Kadın Kollarında görev aldığını ancak üç yıl önce istifa ettiğini belirtti.
İkinci cevap hakkı yine yazımda adı geçen Akkartal Grup Yönetim Kurulu Başkanı Erdal Akkartal'a ait.
Zindaşti ifadesinde, Erdal Akkartal hakkında; yat pazarlığı yaptığı, Aliye Uzun ile birlikte kendisini dolandırmak istediğini anladığını, sonrasında da Aliye Uzun'un dergisinin vergisi için Erdal Akkartal ile tartıştığını söylüyordu. Bu tartışmanın sonucunda konuşmak için gittiği sırada çatışmaya girdiğini iddia etmişti.
Erdal Akkartal aradı sorduğum tüm sorularıma da cevap verdi.

Akkartal, Zindaşti ve Burhan Kuzu ile Aliye Uzun vasıtası ile tanıştığını, 3 ya da 4 defa görüştüğünü, Yat satışı konusunun olduğunu aktardı. Yat bedelinin 1.3 milyon Euro olduğunu, Zindaşti ile silahlı çatışmaya girdiğini, Aliye Uzun'un Akkartal Grup adına Gana'da bulunduğunu doğruladı. Aliye Uzun'un Akkartal Grup Yönetim Kurulu üyesi olmadığını söyledi.

Polisler çatışmaya gelmedi mi
Zindaşti ile yat satışının gerçekleşmediği, herhangi bir kapora dahi alınmadığını, dolandırıcılık gibi bir durumun söz konusu olmadığını belirtti. Aliye Uzun'a ait olan dergiye kuruluş aşamasında Zindaşti'nin değil kendisinin para verdiğini de anlatan Akkartal, Gana'da yatırım yapılacağı haberinin tamamen yalan olduğunu Sabah gazetesinde yayınlanan haberin de doğru olmadığını açıkladı. Akkartal, Zindaşti ile yaşadığı silahlı çatışma nedeninin vergi vs. gibi nedenler ile değil Zindaşti'nin sevgilisi Avukat Naciye adındaki bir kadın nedeni ile ortaya çıktığını söyledi. Zindaşti ve Aliye Uzun arasındaki küfürlü tartışma sonrasında Aliye Uzun tarafından konunun kendisine bildirildiğini kendisinin de telefonda Zindaşti ile konuşurken yaşanan tartışmayla evini basmaya gelen kişilere karşı nefsi müdafaa hakkını kullandığını aktardı.

Akkartal, bu çatışma hakkında ise evinin 150 metre yakınında olan karakol polislerinin çatışmanın yaşandığı gece gelmediğini, ertesi gün şikâyet üzerine geldiğini anlattı. Akkartal, kendisinin Zindaşti hakkında emniyette şikâyetçi olduğunu belirtti.

Üçüncü cevap hakkı ise Aliye Uzun'a ait. Uzun, önce bana sosyal medyadan hakaret etti sonrasında cevap hakkını kullanmak üzere aradığında telefonda hakaret etmeye devam etti. Beni "birilerinin adamı" ya da "amacımın belli olduğu" gibi ithamlar ile nitelendirdi.
Yine de açıklamalarını iletiyorum.

Zindaşti ile nasıl tanıştılar
Aliye Uzun ile telefonda yaptığımız görüşmede Zindaşti'nin ifadesinde belirttiği iddialar ile ilgili olarak; Zindaşti ile cafede tanıştığını, sonrasında Zindaşti'nin ve çalışanlarının kendisine bazı projeler hakkında sunumlar yaptığını anlattı. Yatırım yapmak isteğini kendisine bildirdiğini, kendisinin bu istek üzerine Burhan Kuzu ile Zindaşti'yi tanıştırdığını, Zindaşti ile bir süre daha görüşmeye devam ettiğini aktardı. Kendisine küfür edip Erdal Akkkartal ile çatışmaya girdikten sonra Zindaşti ile bir daha görüşmediğini, Zindaşti hakkında bildiği tüm bilgileri emniyetteki ifadesinde anlattığını Zindaşti'nin çevresindeki kişileri tanımadığını belirtti.

Aliye Uzun'un, emniyette herkesi dinletecek kadar çok güçlü olduğunu, AKP Beşiktaş İlçe teşkilatında davet üzerine çalışmaya başladığını söylemesi dikkatimi çekti.

Akkartal Grup sahibi Erdal Akkartal'ı Zindaşti ve Burhan Kuzu ile kendisinin tanıştırdığını, Zindaşti ile Erdal Akkartal'ın yat alış verişini kendisinin önerdiğini, Gana'da haber yapılan yatırım açıklamasını Grup Yönetimi adına kendisinin yaptığını, Zindaşti ve Erdal Akkartal arasındaki çatışmanın sebebinin kendisi olduğunu, İran heyetinde bulunduğunu, Cumhurbaşkanı ile birlikte birçok iş ziyaretlerinde bulunduğunu doğruladı.

Özetliyorum...
Aliye Uzun, Zindaşti ile çatışma sonrasında bir daha görüşmediğini, Zindaşti'nin kendisine ulaşmaya çalıştığını, hakkında iddia edilen kadın ayarlama gibi ithamları şiddetle reddettiğini söyledi. Uzun, bilgi belge sahibi olanların suç duyurusunda bulunmaları gerektiğini, Zindaşti'nin bu iddiayı kendisini deşifre ettiğinden dolayı ileri sürdüğünü aktardı.

Geçelim bir diğer isme: Emir Ekşioğlu.
Diğer yazılarımda Zindaşti'nin Azerbaycan'da kurulu bir danışmanlık şirketi ile çalıştığını aktarmıştım. Hatta bu şirket Zindaşti hakkında İran'da, İsrail'de Rusya'da lobi faaliyetleri yürütüyordu. Zindaşti hakkında gerek gazetelerde haberler yaptırılmakta gerek ise ikili ilişkileri yürütülüyor. Hatta lobi faaliyetleri çerçevesinde Çeçenistan Cumhurbaşkanı Kadirov ile ikili görüşme yapmasının sağlandığı iddia ediliyor.

Bu faaliyetleri yürüten kişi ise çok genç yaşta çalıştığı erkek dergisi olan BOXER'ı satın alan, AKP'den Hakkari Milletvekili aday adayı olan Emir Ekşioğlu olduğu belirtiliyordu.
Ekşioğlu iddialar ile ilgili sorulara yanıt verdi. Sorularımı ve Ekşioğlu'nun yanıtlarını iletiyorum:

--Zindaşti ile tanışıyor musunuz görüştünüz mü?
Tanışıyorum ama tanımıyordum. Ama biz sonuçta birçok isimle konuşuyoruz. Kişileri araştırmak gibi bir gayemiz yok. İşadamları PR'ının yapılması için bir hizmet alıyor. İllegal durum da değil kim kimdir bilemeyiz. Tanımıyordum yani.

--Azerbaycan'da bir danışmanlık firması ile bağınız var mı?
Evet var. Yeni yeni faaliyete geçiyoruz. Tam aklımda değil ama 10-11 farklı ülkeden çalışanlarımız var. CIA ve KGB'den emekli önemli güvenlik uzmanlarından görüşler alabiliyoruz. Böyle bir oluşumumuz var. Seçimden sonra Ankara'da güzel bir ofis açacağız gizli saklı bir şey değil.

--Yurt dışındaki gazeteler ile bazı kişiler hakkında lobi faaliyetleri yaptığınız iddia ediliyor. Doğru mu?
Özel görüşmeler yaptığımız doğru. Basın ilişkilerinin yanında inşaat şirketi patronlarıyla hükümetten biriyle ya da gazete patronlarıyla görüştürüyoruz. Bu dünyada yapılan legal bir iş. Bunu daha da fazla artırmak istiyoruz. Türkiye yararına da birçok proje sundum sunacağım.

--Çeçenistan Cumhurbaşkanı Kadirov ile görüşüyor musunuz?
Görüşmüyorum. Bu soruları cevaplamam... Bir şirketin ortaklarından biriyim ve yeni gerçekleşen bir şey. Bu soruyu pas geçiyorum çünkü Rusya'da aktif olduğumuz durumlar var.

--Rusya'da danışmanlık yaptığınız bir banka ya da finans kuruluşu var mı?
Var. Rusya'nın en büyük bankalarıyla çalıştık. Rusya, Dağıstan, Çeçenistan bölgesi bankalarıyla İsrail'de görüşmelerimiz sürüyor. Zaten danışmanlık yaptığımız sektörler savunma sanayi bankacılık inşaat ve havacılık. Yani politikanın dışında birçok sektörde iş yapıyoruz.

Cevap haklarını yazdım. Ama benim merak ettiği sorular ne Erdal Akkartal, ne Emir Ekşioğlu ne de Aliye Uzun'la ilgili.
Halen birçok soru cevap bekliyor.
Zindaşti'nin emniyet içerisindeki bağlantıları kimler?
Emniyet içerisindeki bağlantılarını kimler nasıl kurdurdu?
Bu kişiler kimlerin telefon konuşmalarını dinledi?
Hangi davalar ve soruşturmalar "sümen altı" edildi?
İzlemeye devam edeceğiz...


Murat AĞIREL / YENİÇAĞ

Rusya'ya verilen ince "çark ediyoruz" mesajı.... - Ahmet TAKAN

Güncel sorulardan biri;
"Seçimden sonra neler olacak?"
Herkesin, bulunduğu pozisyon, tuttuğu taraf, ilgi ve uzmanlık alanına göre bu soruya cevabı var. Omurilikten atmanın serbest olduğu, herhangi bir yaptırımın bulunmadığı (!) caanım ülkemde tahmin ve tahlillerin de ucu bucağı yok. Benim başım kel mi?.. Bendeniz de katkıda bulunayım. Yeri geldiğince değindiğim şu S-400'ler meselesi var ya... İşler sarpa sarıyor gibi!.. En azından devlet itibarı, millî menfaatler diyenler, kaygı duyanlar  için!.. Yazının flaşını en sona saklayıp elimizdeki doneleri alt alta sıralayalım;
R.Erdoğan katıldığı bir canlı altın çanak yayınında konu S-400'lere gelince önce, "S-400 konusunda biz bu işi bitirdik geri adım atmayız" dedi. Sonra devam etti;
"Bizim için aslolan birinci derecede Türkiye'nin güvenliğidir. Biz güvenlik meselesinden taviz veremeyiz. Güney sınırımızdan ülkemize yönelik gerçek bir tehdit var. Şu anda Suriye'nin elinde bu tür silahlar mevcut. Böylesi bir tehditle karşı karşıya kalan bir ülke, biz de ülkenin güvenliğimizi teminat altına almamız lazım."

Ee, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu!.. Rusya, S-400'leri Suriye'ye karşı kullanmamız için mi veriyor yani?.. Aslında bu, kapalı kapılar ardında ABD'ye verilen sözün sonucunda, "kararınızı 31 Mart'tan önce ilan edeceksiniz" dayatmasına teslim olunuşun ilanıdır!.. "Suriye'den gelecek Rus/Çin üretimi füze saldırılarına karşı kullanacağımız hava savunma sistemleri Batı malı olacak" demektir. Geçen yılki NATO zirvesinin sonuç bildirisinde yer alan "Güney'den gelen tehdit" tarifine de bakınca Erdoğan'ın televizyon programında kullandığı cümlelerle nasıl örtüştüğünü hayretler içinde göreceksiniz.

Bir diğer önemli gelişme. ABD'nin,"S-400" almayacaksınız dayatmasına karşı salladığı F-35 sopası... Savunma Bakanı Hulusi Akar, yeni nesil F-35 savaş uçaklarının Türkiye'ye tedariki konusunda bazı spekülasyonların yapıldığını belirterek, "birtakım açıklamalar olmasına rağmen F-35 şu anda normal işliyor görünüyor. Pilotlarımız, bakım personelimiz ABD'de eğitim almayı sürdürüyor." demişti. Daha da önemlisi, Hulusi Akar, kesin tarih vererek, F-35'lerin Kasım ayında Malatya'ya gelmesini beklediklerini ve bununla ilgili Malatya'da altyapı hazırlıklarının tamamlandığını söylemişti. Peki bu ne manaya geliyor?.. Bence, F-35'ler geliyorsa S-400'ler gelmiyor demek.

Havuz medyası yazarlarına yazdırılan, "Patriotlar bize biraz pahalı geldi" yazılarındaki "ABD fiyat kırsın da kamuoyuna açıklayacak yüzümüz olsun mesajlarını" da bir kenara not edin...

Şimdi hafta başında, İngiltere merkezli 'al monitor' sitesinde çıkan şu ilginç (!) habere bir göz atıverin; "Rusya'nın SDG/YPG ile Menbiç konusunda bir anlaşma imzaladığı bildiriliyor. Bu anlaşma, ABD güçlerinin bölgeden çekilmesi durumunda uygulanacak. Suriye'deki Rus güçlerinin Türkiye ya da desteklediği grupların Menbiç'e girmek için yapacağı herhangi bir girişime karşı koymasını öngörüyor. Site, Menbiç askerî konseyi eş başkanı Muhammed Mustafa'ya atfen, Rusların kendilerine ABD'nin yarın ayrılması durumunda kendilerinin ABD'nin yerini alacaklarını bildirdiğini aktardı.

Rus komutanlar tarafından kendisine iki gün önce tam olarak ABD'liler ayrıldığı an Rusya'nın Menbiç'i Fırat Kalkanı bölgelerinden ayıran sınır hattı boyunca güçlerini konuşlandıracağını bildirdiklerini sözlerine ekledi."

Kapalı kapılar arkasında gerçekten çok enteresan işler cereyan ediyor. Sadece ABD tarafında değil Rusya kanadında da... Bir Rus kaynağım, geçenlerde Rusya ve Türkiye arasında teknik heyetler seviyesinde sürdürülen görüşmelerde Türk tarafının "S-400'lerden vazgeçebiliriz" mesajı verdiğini iddia etti. Buna benzer söylentileri Ankara'nın derin koridorlarından da duyuyordum. Rus tarafından bu mesaja ne karşılık verildiğini merak edip sorduğumda, "tabii ki seçenekleriniz var" denilip "Türkiye'nin Suriye'den nasıl çekileceğinin yollarını işaret eden mesajlar verildi" karşılığını aldım...

Sadece parasına ve çıkarlarına bakan ABD ve Rusya'nın kapalı kapılar arkasında Türkiye'ye karşı anlaştıkları iddiamı bir kez daha yineliyorum!..

***

Geçen bir yazımda devlet koridorlarından aldığım bilgilere dayanarak; Rus kredisi ile peşinatını ödediğimiz ve o krediye bağladığımız S-400'leri bir başka ülkeye satmak için görüşüldüğünü bunlardan birinin de Hindistan olduğunu kaleme almıştım. Hindistan ile Pakistan arasında son yaşanan krizde R. Erdoğan'ın yoğun arabuluculuk girişimlerini de hatırlayın!.. Güvenlik koridorlarını bir kez daha yokladım. Söylenen şöyle; "Son anda bir şeyler olabilir. Hindistan da istiyor. Peşinatımızı bize iade ederlerse, 'peşinat' dediğiniz para da bizim paramız değil, Rusya'dan kredi aldığımız para. Hindistan da parayı öderse herkes kurtulacak bu işten. Gidilip görüşüldü Hindistan ile. Onların da böyle bir talebi var. Talepleri erken yerine gelmiş olacak. Rusya da oraya satılmasına ses çıkarmaz. Mal satıp para kazanacak. Ancak, Suriye'de bize o da bir sopa gösterir."

31 Mart seçimlerinden sonra İdlib'e, gövdesini YPG'nin oluşturduğu SDG'nin, Rusya tarafından sokulduğu haberleri ile karşılaşırsak...
Ne olacak?..
5 harflilerin mucidinin dediği gibi "yaz geldi patlıcan ucuzladı. Bol bol yiyoruz" diye sevinip göbek mi atacağız?..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ