Etnolog, araştırmacı yazar ve koleksiyoner olarak 40 yıldır ‘giyim-kuşam’ konusu üzerine Anadolu’yu dolaşarak etnografya ile ilgili çalışmalar sürdüren ve 1971 yılında gelin başlığıyla çekilen fotoğrafı 50 kuruşlara basılan Sabiha Tansuğ ile sergilerinin hikayesini ve fotoğrafının paraya basılma olayını konuştuk. Birikimlerini gelecek kuşaklara aktarmayı amaçlayan Tansuğ “İdeale ne para geçer ne pul. Kalbinin yönü seni o yola götürür zaten” dedi.
Sabiha Tansuğ, Alman işgalinden Türkiye’ye göç etmek zorunda kalan muhacir bir ailenin Gümülcine’de dünyaya gelen çocuğuydu. Yöresel giysilerle tanışmasını da sağlayan 23 Nisan’da giydiği bir ‘eğribaş’ Tansuğ’un yıllar sonra da araştırmalarının temelini oluşturdu.
Sabiha Tansuğ, Alman işgalinden Türkiye’ye göç etmek zorunda kalan muhacir bir ailenin Gümülcine’de dünyaya gelen çocuğuydu. Yöresel giysilerle tanışmasını da sağlayan 23 Nisan’da giydiği bir ‘eğribaş’ Tansuğ’un yıllar sonra da araştırmalarının temelini oluşturdu.
Bodrum’a giderken bindiği otobüsün bozulması ‘eğribaş’la ikinci kez karşılaşmasına neden olurken, Tansuğ Eğribaş’ı satın alarak hayatını adadığı yöresel kıyafetlerle, başlıkları araştırmaya başladı. Tansuğ daha sonra oluşturduğu koleksiyon ile çok sayıda yurtiçi ve yurtdışı sergiye katıldı. Darphane Müdürü Sait Tanaçan’ın 1968 yılında Tansuğ’un Galatasaray Yapıkredi Bankası’nda düzenlediği “Anadolu Kadın Başlıkları Sergisi”nden etkilenmesiyle Tansuğ’un ‘Ankara Gelin Başlıklı’ bir fotoğrafı 50 kuruş üzerine basıldı ve Sabiha Tansuğ, dünyada portresi madeni paraya basılan ilk halk sanatkârı olarak tarihe geçti.
“Türklerde Çiçek Sevgisi ve Sümbülname” ve “Türkmen Giyimi” adlı iki kitabı ve iki yüzü aşkın makalesi bulunan Sabiha Tansuğ ile sergilerine yaşadıklarını ve madeni paraya basılmasına ilişkin düşüncelerini konuştuk.
‘SABİHA SEN ALTIN GİBİ BİR KIZSIN, NASIL YAPTIN BUNU?’
Sizi ‘Cumhuriyet kadını Sabiha Tansuğ’ olarak tanıyoruz. Bize ‘Cumhuriyet kadını’ndan bahsedebilir misiniz?
Cumhuriyet… İnanılmaz uygar bir ortama geldik; fukaralık var o önemli değil, öyle bir sistem kurulmuş ki tıkır tıkır kendine göre işliyor. Cumhuriyet bir yandan da anlatılacak bir şey değil, yaşanmış bir şey. Bugünkü insana bunu maalesef anlatamayız. Bugün artık dünya yeni bir yer ekonomisiyle, şekliyle, beyniyle, elindeki aletlerle… Ama biz Cumhuriyet’ten kopmadık, o bize ne görev vermişse çabaladık, kendimizce halkçı olduk.
Mesela bir örnek vereyim, ben üçüncü sınıftaydım. Bir hocamız var, gencecik, bir İstanbul hanımefendisi. Hocamız bize görevler verirdi, bir gün bana gazetecilik görevi verdi, git bakalım kaymakama “Kızılay ne demektir?” sor, yaz dedi. Gittim karşısına, aldım notlarımı, sonra sınıfa geldim. Sınıf arkadaşlarıma anlatırken eksik anlatmışım. Daha sonra hocamız gelince bana “Sabiha sen altın gibi bir kızsın nasıl yaptın bunu” dedi. O yaşlarda verilen vazifeyi düzgün yapmayı öğreniyorduk.
Küçükken taktığınız “Eğribaş” başlığı bir nevi bu yolculuğun başlamasına sebep oldu. Bu başlık sizi neden bu kadar etkiledi?
Bu da Cumhuriyet Dönemi’nden, 23 Nisan’daydı… Herkese krapon kağıdıyla süs yapılıyordu o zamanlar, beni de gelin yapmışlardı. İki tane de nedimem vardı yanımda, onlar şarkı söylüyordu, ben gelin gibi süzülüyordum. Ben farkında değilim ama ‘Eğribaş’ varmış başımda, annem hep “Kızıma ne kadar yakışmıştı, bir türlü fotoğrafını çektiremedim” derdi. Daha sonra bir gün Bodrum’a gittim, o başı aradım buldum. Fotoğrafı çekildi, annem de muradına ersin diye getirdim.
Peki daha sonra bu başlıkları, kıyafetleri toplama fikri nereden geldi?
İşte bu baştan geldi…
‘BU GİYİMİN BİR FELSEFESİ VAR’
Anadolu’dan çeşitli yörelerden çeşitli başlıklar ve kıyafetler topladınız, bu dönemlerde kıyafetler kadınların ‘plakasıydı’ diyebiliriz. Kaç çocuklu olduğundan, dini inancına kadar gösterebiliyordu. O zamanlarda toplumlarda kadınların etkisi, göstergesi neydi?
Köy ortamını söyleyecek olursak kadının yeri, göstergesi köyün içindeki, köyün kanunlarıydı. Yani yaşam oraya tam bağlıydı. Az çok kıyafetler de buna doğru orantılıydı. Fakat yavaş yavaş da değişimler, kayıp başlamıştı. Yani bunlar kök bulduğum yerlerde olan şeylerdi. Bazı yerlerde ne başlık vardı ne düzenli bir giyim. Unutmuşlar gitmiş. Bu yüzden köy gezilerimde çok şey öğrendim.
Halk sanatı küçümseniyor fakat bu kadar yaratıcı ve geleneğine, inancına bağlı bir giyim kültürü dünyada yok. Bu giyimin bir ‘felsefe’si var, “giyim felsefesi”. Dünyada kimse bu lafı söylemedi, öyle bir yaratıcılık bir kültür yok çünkü. Özellikle de halka bakmak kimsenin aklına gelmiyor.
‘BİZ ORADA ŞEREF LOCASINA OTURDUK’
Açtığınız sergi Avrupa’da kent kent gezdi. Bu sergiyi oluşturma aşamalarınızdan, yaşadıklarınızdan kısaca bahsedebilir misiniz?
İlk büyük sergim EXPO Japonya (1970). Ticaret bakanlığı göndermişti, gittim. 21 başlık 17 gelinlik sergisiydi. Her gün resmi birileri geliyordu. Ben de pavyonu kapatıp yerleri siliyordum o zamanlar temiz olsun diye, fotoğrafım da var fakat hiç yayınlamadım. Temizliğini yapıp açıyordum daha sonradan, karşılıyordum gelenleri. Bir gün de prens geldi. Onların programları bulunuyordu, resmi pavyon ziyaretleri 3’er dakika. Daha sonra bizim pavyona geldiler, 16 dakika… 3 dakikadan 16 dakikaya…
Ben sergiyi anlatıyordum, hanımı da arkada dinliyordu. Sonra bir akşam bir davet geldi bana, bizim pavyonu ziyaret eder misiniz diye. Ve gittik pavyona, ben de bir Türkmen giyimi var. Bi baktım onlarda kutsalmış. Daha sonra Bana “madam sizi buraya boşuna çağırmadık” dediler. Sonunda kapanışa geldi sıra. Bize buraya geçip oturacaksınız dediler, meğer şeref locasıymış orası, üstümüzde de imparator. Biz orada şeref locasına oturtulduk.
Oradan sonra Parise geçtik (1971 Şubat). Orada da bir sansasyon oldu. En komünist gazete ile en sağcı bütün gazeteler bu sergiden bahsetti. Sonra öyle sükse yaptı ki artık herkes sergiye geliyordu. Mesela o zaman Hasan Esad Işık bey, sefirimiz. Bir gün bir beyle sergiye geldi, gezdiler. Daha sonra bana gelip akşam bizi davet ettiğini söyledi. Kendisi bir sene sadece bir dakika randevu almak istemesine rağmen beklediğini söyledi ama bir sanatkar geldi ve bütün kapıları açtı.
‘BU SERGİ BİR KÜLTÜR BOMBASI YARATTI’
1971 yılında 50 kuruşların üzerine ‘Ankara Gelin Başlığı’yla fotoğrafınız basıldı.Bu size neler hissettirdi, olay nasıl gelişti?
Yapıkredi’nin şimdi kütüphanesi olan yer sergi yeriydi. 41 başlıkla Beyoğlu’na indim, büstler yaptırttım. Hala da o büstleri kullanıyorum. Bu sergi büyük sansasyon yaptı, Fransa’dan dahi geldiler. Sultan geldi Fransa’dan, Neslişah Sultan…
Bu sergi bir hakikat oldu yani bir bomba patladı daha doğrusu, bir kültür bombası. “Biz o kadar gezdik bunları görmedik, bu nereden uydurdu bunları” diyenler de vardı tabii. O menfi akım olacak tabii.
‘DÜNYA TARİHİNDE BÖYLE BİR ŞEY YOK’
O zamanlar bu Darphane Müdürü Sait Tanaçan geliyor bakıyor, diyor ki “Biz yakında para basacağız ve bir desen arıyorduk. Biz bu hanımın resmini bastıralım hem bu serginin yolu açılsın hem de Türkiye Cumhuriyeti’nde dünya tarihinde ilk defa halktan biri madeni paraya basılsın.” Bakın, dünya tarihinde böyle bir şey yok. 12 Mart oldu, Paris’teyiz. O ara para geldi, kayınvalidem mektuba koymuş para elimize geldi. Bu mühim bir şey.
‘BENİM İÇİN BİR ŞEY YAPACAKLARSA, ANADOLU’DA MÜZEMİ KURSUNLAR’
Daha sonra bize bir teklif geldi üniversiteden. Bir hoca hanım, dünya zenginlerinden gelmişler serginizi görmüşler ve talip oluyorlar dedi. Size Sorbonne da kürsü ve ister İşviçre’de ister Paris’te villa teklif ediyorlar dedi. Yanımda yardımcım bir kız ve eşim vardı. Hiç yüzlerine bakmadım, bakın dedim. Benim için bir şey yapacaklarsa Anadolu’da müzemi kursunlar dedim. Daha sonradan eşimle konuşmalarım da oldu, burada ne yapıyoruz diye. Bana, “sen burada özü buldun ona gidiyorsun” dedi. Ben buraya geldiğimde saçlarım iki yandan örgülüydü, Fransa’da broşürün en arka sayfasında ‘köylü kızı’ diye yer aldı fotoğrafım. İşte o köylü kızı kendine sunulan teklifi reddederek kendisini dinledi ve bu değere ulaştı. İşte o gün bugün. Bu idealistlik, bu inanç, bunun içinde her şey var. İdeale ne para geçer ne pul. Senin kalbinin yönü seni o yola götürür zaten.
Ezgi Sivrikaya / duvaR