24 Mart 2019 Pazar

Paraya basılan ilk 'sıradan' yurttaş: Müzemi kurun! - Ezgi Sivrikaya / duvaR

Etnolog, araştırmacı yazar ve koleksiyoner olarak 40 yıldır ‘giyim-kuşam’ konusu üzerine Anadolu’yu dolaşarak etnografya ile ilgili çalışmalar sürdüren ve 1971 yılında gelin başlığıyla çekilen fotoğrafı 50 kuruşlara basılan Sabiha Tansuğ ile sergilerinin hikayesini ve fotoğrafının paraya basılma olayını konuştuk. Birikimlerini gelecek kuşaklara aktarmayı amaçlayan Tansuğ “İdeale ne para geçer ne pul. Kalbinin yönü seni o yola götürür zaten” dedi.


Sabiha Tansuğ, Alman işgalinden Türkiye’ye göç etmek zorunda kalan muhacir bir ailenin Gümülcine’de dünyaya gelen çocuğuydu. Yöresel giysilerle tanışmasını da sağlayan 23 Nisan’da giydiği bir ‘eğribaş’ Tansuğ’un yıllar sonra da araştırmalarının temelini oluşturdu.


Bodrum’a giderken bindiği otobüsün bozulması ‘eğribaş’la ikinci kez karşılaşmasına neden olurken, Tansuğ Eğribaş’ı satın alarak hayatını adadığı yöresel kıyafetlerle, başlıkları araştırmaya başladı. Tansuğ daha sonra oluşturduğu koleksiyon ile çok sayıda yurtiçi ve yurtdışı sergiye katıldı. Darphane Müdürü Sait Tanaçan’ın 1968 yılında Tansuğ’un Galatasaray Yapıkredi Bankası’nda düzenlediği “Anadolu Kadın Başlıkları Sergisi”nden etkilenmesiyle Tansuğ’un ‘Ankara Gelin Başlıklı’ bir fotoğrafı 50 kuruş üzerine basıldı ve Sabiha Tansuğ, dünyada portresi madeni paraya basılan ilk halk sanatkârı olarak tarihe geçti.
“Türklerde Çiçek Sevgisi ve Sümbülname” ve “Türkmen Giyimi” adlı iki kitabı ve iki yüzü aşkın makalesi bulunan Sabiha Tansuğ ile sergilerine yaşadıklarını ve madeni paraya basılmasına ilişkin düşüncelerini konuştuk.
‘SABİHA SEN ALTIN GİBİ BİR KIZSIN, NASIL YAPTIN BUNU?’
Sizi ‘Cumhuriyet kadını Sabiha Tansuğ’ olarak tanıyoruz. Bize ‘Cumhuriyet kadını’ndan bahsedebilir misiniz?
Cumhuriyet… İnanılmaz uygar bir ortama geldik; fukaralık var o önemli değil, öyle bir sistem kurulmuş ki tıkır tıkır kendine göre işliyor. Cumhuriyet bir yandan da anlatılacak bir şey değil, yaşanmış bir şey. Bugünkü insana bunu maalesef anlatamayız. Bugün artık dünya yeni bir yer ekonomisiyle, şekliyle, beyniyle, elindeki aletlerle… Ama biz Cumhuriyet’ten kopmadık, o bize ne görev vermişse çabaladık, kendimizce halkçı olduk.
Mesela bir örnek vereyim, ben üçüncü sınıftaydım. Bir hocamız var, gencecik, bir İstanbul hanımefendisi. Hocamız bize görevler verirdi, bir gün bana gazetecilik görevi verdi, git bakalım kaymakama “Kızılay ne demektir?” sor, yaz dedi. Gittim karşısına, aldım notlarımı, sonra sınıfa geldim. Sınıf arkadaşlarıma anlatırken eksik anlatmışım. Daha sonra hocamız gelince bana “Sabiha sen altın gibi bir kızsın nasıl yaptın bunu” dedi. O yaşlarda verilen vazifeyi düzgün yapmayı öğreniyorduk.
Küçükken taktığınız “Eğribaş” başlığı bir nevi bu yolculuğun başlamasına sebep oldu. Bu başlık sizi neden bu kadar etkiledi?
Bu da Cumhuriyet Dönemi’nden, 23 Nisan’daydı… Herkese krapon kağıdıyla süs yapılıyordu o zamanlar, beni de gelin yapmışlardı. İki tane de nedimem vardı yanımda, onlar şarkı söylüyordu, ben gelin gibi süzülüyordum. Ben farkında değilim ama ‘Eğribaş’ varmış başımda, annem hep “Kızıma ne kadar yakışmıştı, bir türlü fotoğrafını çektiremedim” derdi. Daha sonra bir gün Bodrum’a gittim, o başı aradım buldum. Fotoğrafı çekildi, annem de muradına ersin diye getirdim.
Peki daha sonra bu başlıkları, kıyafetleri toplama fikri nereden geldi?
İşte bu baştan geldi…
‘BU GİYİMİN BİR FELSEFESİ VAR’
Anadolu’dan çeşitli yörelerden çeşitli başlıklar ve kıyafetler topladınız, bu dönemlerde kıyafetler kadınların ‘plakasıydı’ diyebiliriz. Kaç çocuklu olduğundan, dini inancına kadar gösterebiliyordu. O zamanlarda toplumlarda kadınların etkisi, göstergesi neydi?
Köy ortamını söyleyecek olursak kadının yeri, göstergesi köyün içindeki, köyün kanunlarıydı. Yani yaşam oraya tam bağlıydı. Az çok kıyafetler de buna doğru orantılıydı. Fakat yavaş yavaş da değişimler, kayıp başlamıştı. Yani bunlar kök bulduğum yerlerde olan şeylerdi. Bazı yerlerde ne başlık vardı ne düzenli bir giyim. Unutmuşlar gitmiş. Bu yüzden köy gezilerimde çok şey öğrendim.
Halk sanatı küçümseniyor fakat bu kadar yaratıcı ve geleneğine, inancına bağlı bir giyim kültürü dünyada yok. Bu giyimin bir ‘felsefe’si var, “giyim felsefesi”. Dünyada kimse bu lafı söylemedi, öyle bir yaratıcılık bir kültür yok çünkü. Özellikle de halka bakmak kimsenin aklına gelmiyor.
‘BİZ ORADA ŞEREF LOCASINA OTURDUK’
Açtığınız sergi Avrupa’da kent kent gezdi. Bu sergiyi oluşturma aşamalarınızdan, yaşadıklarınızdan kısaca bahsedebilir misiniz?
İlk büyük sergim EXPO Japonya (1970). Ticaret bakanlığı göndermişti, gittim. 21 başlık 17 gelinlik sergisiydi. Her gün resmi birileri geliyordu. Ben de pavyonu kapatıp yerleri siliyordum o zamanlar temiz olsun diye, fotoğrafım da var fakat hiç yayınlamadım. Temizliğini yapıp açıyordum daha sonradan, karşılıyordum gelenleri. Bir gün de prens geldi. Onların programları bulunuyordu, resmi pavyon ziyaretleri 3’er dakika. Daha sonra bizim pavyona geldiler, 16 dakika… 3 dakikadan 16 dakikaya…
Ben sergiyi anlatıyordum, hanımı da arkada dinliyordu. Sonra bir akşam bir davet geldi bana, bizim pavyonu ziyaret eder misiniz diye. Ve gittik pavyona, ben de bir Türkmen giyimi var. Bi baktım onlarda kutsalmış. Daha sonra Bana “madam sizi buraya boşuna çağırmadık” dediler. Sonunda kapanışa geldi sıra. Bize buraya geçip oturacaksınız dediler, meğer şeref locasıymış orası, üstümüzde de imparator. Biz orada şeref locasına oturtulduk.
Oradan sonra Parise geçtik (1971 Şubat). Orada da bir sansasyon oldu. En komünist gazete ile en sağcı bütün gazeteler bu sergiden bahsetti. Sonra öyle sükse yaptı ki artık herkes sergiye geliyordu. Mesela o zaman Hasan Esad Işık bey, sefirimiz. Bir gün bir beyle sergiye geldi, gezdiler. Daha sonra bana gelip akşam bizi davet ettiğini söyledi. Kendisi bir sene sadece bir dakika randevu almak istemesine rağmen beklediğini söyledi ama bir sanatkar geldi ve bütün kapıları açtı.
‘BU SERGİ BİR KÜLTÜR BOMBASI YARATTI’
1971 yılında 50 kuruşların üzerine ‘Ankara Gelin Başlığı’yla fotoğrafınız basıldı.Bu size neler hissettirdi, olay nasıl gelişti?
Yapıkredi’nin şimdi kütüphanesi olan yer sergi yeriydi. 41 başlıkla Beyoğlu’na indim, büstler yaptırttım. Hala da o büstleri kullanıyorum. Bu sergi büyük sansasyon yaptı, Fransa’dan dahi geldiler. Sultan geldi Fransa’dan, Neslişah Sultan…
Bu sergi bir hakikat oldu yani bir bomba patladı daha doğrusu, bir kültür bombası. “Biz o kadar gezdik bunları görmedik, bu nereden uydurdu bunları” diyenler de vardı tabii. O menfi akım olacak tabii.
‘DÜNYA TARİHİNDE BÖYLE BİR ŞEY YOK’
O zamanlar bu Darphane Müdürü Sait Tanaçan geliyor bakıyor, diyor ki “Biz yakında para basacağız ve bir desen arıyorduk. Biz bu hanımın resmini bastıralım hem bu serginin yolu açılsın hem de Türkiye Cumhuriyeti’nde dünya tarihinde ilk defa halktan biri madeni paraya basılsın.” Bakın, dünya tarihinde böyle bir şey yok. 12 Mart oldu, Paris’teyiz. O ara para geldi, kayınvalidem mektuba koymuş para elimize geldi. Bu mühim bir şey.
‘BENİM İÇİN BİR ŞEY YAPACAKLARSA, ANADOLU’DA MÜZEMİ KURSUNLAR’
Daha sonra bize bir teklif geldi üniversiteden. Bir hoca hanım, dünya zenginlerinden gelmişler serginizi görmüşler ve talip oluyorlar dedi. Size Sorbonne da kürsü ve ister İşviçre’de ister Paris’te villa teklif ediyorlar dedi. Yanımda yardımcım bir kız ve eşim vardı. Hiç yüzlerine bakmadım, bakın dedim. Benim için bir şey yapacaklarsa Anadolu’da müzemi kursunlar dedim. Daha sonradan eşimle konuşmalarım da oldu, burada ne yapıyoruz diye. Bana, “sen burada özü buldun ona gidiyorsun” dedi. Ben buraya geldiğimde saçlarım iki yandan örgülüydü, Fransa’da broşürün en arka sayfasında ‘köylü kızı’ diye yer aldı fotoğrafım. İşte o köylü kızı kendine sunulan teklifi reddederek kendisini dinledi ve bu değere ulaştı. İşte o gün bugün. Bu idealistlik, bu inanç, bunun içinde her şey var. İdeale ne para geçer ne pul. Senin kalbinin yönü seni o yola götürür zaten.
Ezgi Sivrikaya / duvaR

2018’de dünyada ses getiren ama Türkiye’de kıyıda köşede kalan kitaplar - MERT TANAYDIN / DİKEN

Ülkeler birbiriyle entegre oluyor, yayın piyasaları da öyle. Başka diyarlarda yayımlanan kitapları uzaktan bile takip edip cihazlar ya da kargoyla teslim eden satış kanalları vasıtasıyla parmaklarımızın ucuna getirtebiliyoruz, maliyetini karşıladığımız sürece. 
Ama yine de başka diyarlarda yazılan kitapların kendi mahallelerimizdeki kitabevlerinde ister orijinal dilindeki baskısını istersek de çevirisini bulabilmek, sadece bir lüks olarak algılanmamalı, bugünün küresel koşullarında yaşayan insanlar olarak bir standart haline gelmeli. 
Ne yazık ki ülkenin başka ülkelerle entegrasyonuna durmadan sekte vuran idari ve siyasi darboğazlar nedeniyle, okurlar bolluğa kavuşamıyor, 21’inci yüzyılın ilk çeyreğinde garip zorluklar ve yokluklarla gereksiz yere sınanıyor.
Dünyanın farklı yörelerinde yaşayanların yazıp yayımlattıkları kitaplara merak duyarken aynı zamanda pek de rahat dünyada dolaşamayacak ya da merak edilen metinlerin dillerini okuyup anlayamayacak durumdaysak işimiz iyice güçleşiyor. Normal şartlarda her geçen gün çok daha iyi işleyen, teknolojiden olabildiğine yararlanan, genişleyip büyüyen yayın piyasasında merak ettiğimiz kitapların nitelikli çevirmenler tarafından çevrilip kolaylıkla bulunabilir baskılarına ulaşabilmemiz büyük olasılıktı. 

Yıllarca Javier Marías, Julian Barnes gibi yazarları bu şekilde okumuştuk. Zor yapıtları bile bizim için kolaylaştıran çevirmenler ve yayınevi emekçileri hummalı çalışmalarıyla bize bu kitapları ulaştırıyordu. Yayınevlerinin her yerden kitaba daha fazla yatırım yapması mümkündü. Ama gün geldi bir garip darboğaza düştük, herkes birbirini sıkıştırmaya başladı ve bir zamanlar alışık olduğumuz ritimleriyle kitapları basılan bu yazarlara bile ulaşamaz olduk.
Bakalım Marías’ın ‘Berta Isla’sı ya da Julian Barnes’ın ‘The Only Story’si veya hatta Ian McEwan’ın alternatif Thatcher Londra’sı gerçekliğinde geçen yepyeni kitabı  ‘Machines Like Me’si ne zaman dilimize ulaşacak. Bu seçtiğim yazarlar az biraz meşakkatli ama farklı oranlarda yayınevlerimiz, çevirmenleri ve okurları tarafından sevilen isimler. 
Bir de henüz dilimize hiç aktarılmamış ya da henüz daha kıyıda kalmış ama kendi diyarlarında 2018’in ve 2019’un ses getirmiş yazarların yapıtları var: Henüz 2015’te Man Booker ödülü kazanmış ‘A Brief History of Seven Killings’i dilimize aktarılmamışken yılın en heyecan uyandıran kitabını çıkaran Marlon James’inki mesela: ‘Black Leopard Red Wolf’romanıyla Afrika mitolojisine yaslanan bir fantastik üçlemeye girişmiş, Batı toplumlarındaki gittikçe yeni mevziler kazanan siyahların James Baldwin ya da Toni Morrison talimli modern edebiyatını umulmadık boyutlara çeken yepyeni bir kuşağın öncülerinden olarak. 
Ya da ikinci romanı ‘Half-Blood Blues’la Nazi Almanyası’nda bir siyah müzisyenin hikâyesini anlattığında oldukça dikkat çeken Esi Edugyan‘ın üçüncü romanı ve pek çok ödüle aday olan ‘Washington Black’i: Kanadalı yazar bu sefer kölelik koşullarından başlayarak dünyayı dolaşan ve maceradan maceraya koşan müthiş bir karakteri bizimle tanıştırıyor. 
Veya bizde yayımlanan iki romanı bulunan, özellikle ‘Yeraltı Demiryolu’ile çok ilgi çekmiş Pulitzer Ödüllü Colson Whitehead’in haziran ayında yayımlanacak ayrımcılıkla dolu Amerikan tarihinde siyahlar açısından Jim Crow dönemi olarak adlandırılan 1960’ları ele aldığı yeni romanı ‘The Nickel Boys’u bakalım bize ne zaman gelecek.
Kimi zaman yayıncılarımız yine de tüm zorlukları aşarak bize en son yapıtları ulaştırabiliyor: Geçen senenin New York Times listelerinde neon ışıklarla parlayan yapıtlarından Lisa Halliday’in Begüm Kovulmaz çevirisiyle Domingo’dan yayımlanan ‘Asimetri’ romanı mesela: Biri Philip Roth kılıklı Amerikalı yaşlı yazarla genç bir yayıncı kadının ilişkisini detaylıca kurgulayan, ötekisiyse bana Tom McCarthy’in ‘Saten Adası’nı, Arnon Grunberg’in ‘Hastalıksız Adamı’nı veya Dave Eggers’in romanlarını anımsatan iki ilginç boyutlu öyküden mürekkep romanını bu kadar hızlı beklemiyordum. 
Dünya çapında ses getirmeye başlayan Laïle Slimani’nin ‘Hoş Nağme’si de sessiz sedasız Aylin Yengin çevirisiyle Kırmızı Kedi’den, ‘Gulyabani’nin Bahçesi’ ise Deniz Kureta çevirisiyle Ayrıntı’dan yayımlandı mesela. Usta yazar Michael Ondaatje’nin II. Dünya Savaşı üzerine kurguladığı son romanı ‘Savaş Işığı’ da İlknur Özdemir çevirisiyle, son dönemin Alfa Kitap’tan çok çabuk yayımlanan yapıtlarından biri oldu. Bir başkası da yakında Can Yayınları’ndan yine Begüm Kovulmaz çevirisiyle yayımlanacak olan, son dönemin popüler türlerinden feminist distopyaya dahil edilen Sophie Mackintosh’un ilk romanı, birkaç ödüle aday olmuş ‘Su Kürü’ olacak.
Ama kimi zaman da yazarı ne kadar popüler olursa olsun bazı isimlerin dilimize aktarılmasında kesintiler, aksamalar, eksiklikler oluveriyor: Michel Houellebecq’in talihsiz romanı ‘Soumission’un dilimize aktarılmaması biraz anlaşılır, ama bu aralar Fransa’nın en popüler romanlarından biri haline gelen ‘Sérotonine’ini yayımlasalar ya. 
Zamanında André Aciman’ın ‘Adınla Çağır Beni’si pek de ruhumuz duymadan dilimize aktarılmıştı da sonradan filmi popülerleşince kitabı da kolay bulup okuyabilmiştik, peki ya Alan Hollinghurst’ün romanlarını ve özellikle son kitabı ‘The Sparsholt Affair’i hevesle çevirten bir yayınevi çıkacak mı (ya da YKY devam edecek mi)? 
Geçen sene aramızdan ayrılan Denis Johnson’ı ciddiye alıp hem önceden yayımlanmış yapıtlarını hem de yayımlanmamışları yayımlamaya başlayacak bir yayıncı olabilecek mi? Margaret Atwood’un ‘TheTestaments’i ya da Karl Ove Knausgaard’ın ‘Kavgam’ının son cildi açısından gönlüm rahat da, İngiltere’nin yeni popüler romancısı Sarah Perry’nin ‘The Essex Serpent’i sonrasında yazdığı ve adeta Walter Benjamin’in ‘Tarih Meleği’ gibi tarihin meşum noktalarından geçen ‘Melmoth’unu çevirtebilecek mi yayıncılarımız? 
Çok başarılı tarihi romanlarına rağmen nedense az sayıda okuru kazanabilmiş Andrew Miller’ın ‘Now We Shall Be Entirely Free’si ya da dört romanı da Everest’ten yayımlanmış, Kolombiyalı Don DeLillo olarak görülen Juan Gabriel Vásquez’in ‘La forma de las ruinas’ı bakalım ne zaman gelecek.

Zaten fazlasıyla kitap yayımlanıyor, bunlar da biraz geç geliversin denebilir ama biz okurlar hem gurmeyizdir hem obur, her ne olursa olsun iyi kitapların bol ve elimizin altında kolay bulunabilir olmasını isteriz. Bizi mutlu edeni severiz.
MERT TANAYDIN / DİKEN

Düşman doğruyu söyler, dost aldatırken... - Mine G. Kırıkkanat

Avustralya ve Yeni Zelanda’nın ortak ordu gücü ANZAC, savaş planında öngörülenin tam tersine, kayalık bir kıyıya çıkarma yapmıştı. Kıyı şeridi ne planda görüldüğü gibi düz, ne de yeterince genişti. Çıkarma kargaşa içinde sürerken, genç general Kemal Paşa komutasındaki Türk topçuları, karayaçıkan bölüklere göz açtırmıyordu. Kemal Paşa, ANZAC’ları tamamen durdurmayı başardı. Britanya askerleri ise tepelerde pıtrak gibi açılan düşman mevzilerinin ateşi altında, bulundukları yere çakılmışlardı. 

Sekiz ay süren bir çilenin ve yüz bini aşkın askerin ölümü sonunda, yenilgi artık kaçınılmaz görünüyordu. Britanya ve Fransa hükümetleri, donanmaya destek göndermeyi kesti. Aralık ortasında geri çekilme başladı. İtilaf güçlerinin Çanakkale seferindeki tek başarılı operasyonu, bölüklerin geceler boyu süren tahliyesi oldu. 

Türklerin gücü küçümsenmişti; Mustafa Kemal Türk ulusunun simgesi oldu.
Türk ordularının bozguna uğrayacağını ‘büyük rahatlıkla’ öngören Winston Churchill ise kararan armalarını yeniden parlatmak için İkinci Dünya Savaşı’nı beklemek zorunda kalacaktı.* 

* Gazeteci Laurent Legrand’ın Fransız Le Point dergisinde yayımlanan 18 Mart 2019 tarihli ve Çanakkale Muharebesi: Osmanlı tuzağı başlıklı makalesinden alıntıdır.

***

Osmanlı’nın direniş gücünü hafife alan İngiliz Savaş Bakanı Lord Kitchener’in “Marmara’da deniz sefası” nüktesiyle çıkılan Gelibolu Seferi, İtilaf Devletleri’nin Birinci Dünya Savaşı’nda uğradığı en dehşetengiz yenilgi oldu. 

Osmanlı, donanmanın büyüklüğünden deniz saldırısını bir kara harekâtının izleyeceğini anlamıştı. Gelibolu’da Türk ordularına komuta eden genç albay (müstakbel Atatürk) Mustafa Kemal, askerini ve planlarını kara saldırısına görehazırladı. 

İtilaf donanmasına komuta eden General Hamilton’un Londra’ya gönderdiği raporlarda, ancak Temmuz ayından sonra daha gerçekçi bir durum değerlendirmesi görüldü. Hamilton, bunlardan birinde, “Yunanlıların Truva’yı fethetmek için 10 yıl uğraşmış olmalarına artık şaşırmıyorum” diyordu. 

Çanakkale’de Batı istilasını durduran Osmanlı orduları, yeni Türkiye’nin Ata’sı Mustafa Kemal’in örnek oluşturduğu bir kahramanlık gösterdiler. 

Büyük Britanya’da, Çanakkale’nin yol açtığı insani felaket için 1916’da soruşturma komisyonu kuruldu. Ağır yenilginin başlıca sorumlusu olarak Churchill’in devlet katındaki tüm görevlerine son verildi ve siyasal kariyeri İkinci Dünya Savaşı’na kadar karanlığa gömüldü.* 

* Prof. Dr. Bruno Cabanes’in (Ohio State University/Çağdaş Savaşlar Tarihi öğretim üyesi) 2009’da yayımladığı Çanakkale: Travma başlıklı makalesinden alıntıdır.

***

Batı medyaları, her yıldönümünde Çanakkale Savaşı’na ilişkin belgesel ve makaleler yayımlar. Uğradıkları yenilgiyi elbette kendi açılarından, yani itilaf devletleri cephesinden irdelerler. Ama hepsi, “düşman” Türk askerinin kahramanlık hakkını teslim eder ve istisnasız hepsi için Çanakkale’nin birincil derecede muzaffer komutanı Mustafa Kemal’dir. Yenik General Hamilton’un arşivli raporuna bakılırsa, Mustafa Kemal’in komutasındaki Türk askeri Çanakkale’de gerçekten Truva’nın öcünü almıştır! 

Batı medyalarında Çanakkale hakkında yapılan tek hata, bazı gazetecilerin yukardaki alıntıda gördüğünüz gibi savaş sırasında yarbaylıktan albaylığa terfi eden Mustafa Kemal’i, sonrasında aldığı Paşa unvanıyla anmasıdır, o kadar... Bu yanılgı dışında yazılan her şey, savaşın her iki cephesi için de doğrudur. 

Çünkü yalan üstüne kurulan tarih, bilim değildir.
Yalan üzerine kurulan devlet, baki değildir.
Yalan üzerine kurulan ekonomi, yolsuzluktan ibarettir.
Politikacıların su içercesine yalan söyledikleri ülkede, yalan dinleye dinleye yalan söylemeye alışan halkın hiçbir doğruya hakkı kalmaz!

***

Türkiye’de sözde muhafazakâr, özde yoz bir toplum kesiti, bu ülkeyi hepimizin yurdu yapan ortak değerlerin birincisi, tarihimizi çarpıtarak; Mustafa Kemal Atatürk’ü Çanakkale zaferinden silmeye çalışıyor. 

Bir zamanlar savaştığımız düşmanlar doğruyu söylerken, dostumuz olması gereken yurttaşlarımız yalan söylüyor! 

Sahte muhafazakârlar, ülkenin “muhafaza” edilmesi gereken tüm maddi varlıklarına ve manevi değerlerine ihanet içindeler! 

Dünyada, düşmanın saygı duyduğu ulusal kahramanına küfreden hainler, sadece Türkiye’den çıkıyor... 

Bu hainler, düşmanın yapamadığını başarmak; savaşarak koruduğumuz vatanı ona buna satarak, ortak değerlerimizi yıkarak, Türkiye’yi yok etmek üzereler. 

Ortak geçmişimizi yıkan hainlerle, elbette ortak bir gelecek de kurmak mümkün değil.
Bölündük. 
Onlar bize, biz onlara düşmanız. 
Düşman artık içimizde.
Ama yine yeneriz. Düşman kim olursa olsun, eninde sonunda yeneriz.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Değişimin muhteşem büyüsü - Işıl Özgentürk

Yunanlı şair Ritsos’un “alışkanlıklar da değişir” şiirini çok severim, şiirin başlığı bile insanı heyecanlandırır, çünkü değişimden söz eder, insanın en mükemmel yanından, sürekli kendini yenilemesinden, sözün kısası sürekli kendini sorgulayıp, yepyeni varoluş nedenleri bulmasından. 

Bazıları kurum kurum kurumlanarak yaşamları boyunca hiç değişmediklerini söylerler. Yirmi yaşında ne düşünüyorlarsa kırk yaşında da aynı şeyleri düşündüklerini, aynı işi yaptıklarını pek bir övünerek anlatırlar. Şu hızla değişen dünyamızda değişmemekle övünmek ne kadar doğru ya da ne kadar önemli? Bu ağır bir tartışma konusu, başka bir yazıya kalsın, biz değişime uygun ilerleyeyim.
 
Bilmem kaç kişi farkında, hayatımızın büyük çoğunluğunda alışkanlıklarımız bizi yönetiyor. Alıştığımız için artık sevmediğimiz biriyle birlikteyiz, alıştığımız için sevmediğimiz bir işi yapmayı sürdürüyoruz. Alıştığımız için hep aynı tatil yerine gidiyoruz. Alışkanlığın tatlı, bildik, güvenilir rehavetine kapılmamış insan yok gibidir. Alışkanlık güvendir. Alışanlıklarımızı değiştirmek ise her şeyden önce riski göze almaktır. Biraz gözü karalıktır. Yepyeni varoluş biçimleri bulmak, güven gibi bizi besleyen en önemli ikinci duygu olan merakın peşinden gitmektir.
 
Bütün risklerine rağmen yeryüzünde insanlar hızla değişiyor. Bir banka üst düzey yöneticisi bir sabah kalkıp bütün işlerini bırakarak, Okyanus kıyılarında sörf hocalığı yapmaya başlıyor. Bir maden mühendisi madenlerin başka bir büyüsüne kapılıp kuyumculuğa soyunuyor, hayatını çocuklarına adamış bir kadın ellisinden sonra eline fırça alıp bal gibi ressam oluyor. Birisi kentin tam orta yerinde yaşarken, ansızın küçük bir köye yerleşip, sadece ekolojik tarımla uğraşmaya başlıyor. Üstelik okuma yaşında çoluk çocuk sahibi. 

Neden değişiyorlar? 

Sıkılmak, yorulmak, mutsuzluk, tahammül edememek ve hepsinden önemlisi yeni bir şeyleri özlemek ve bunun peşinden gitmek. Yeni bir şeyleri özlemek. Bu her şey olabilir. Yeni bir iş, yeni bir hobi, yeni bir ev, yeni bir sevgili. Yeter ki, isteyin ve değişime açık olun. 

Şimdi sizlere, kendime de örnek olsun diye bu işi başaran iki dostumdan söz etmek istiyorum. Dostlarımdan biri hayatını dişçilikle kazanıyordu. Uzun yıllar sürekli söylendi. Çok sevdiği heykel işini yapamıyordu. Büyük kentlerdeki karmaşayı sevmiyordu. Evliliği kötü gidiyordu. Bir gün şaşırtıcı bir şey yaptı. İşyerini kapadı, bütün dişçi aletlerini sattı. Eşine boşanmak istediğini söyledi. Kimseler onun bu konuda ciddi olduğunu düşünmedi. Ama o karar vermişti ve bir şirket anlaşmasına dönüşen evlilik anlaşmasını da bitirmek istiyordu. Eşiyle dostça ayrılmayı başardı. Ardından kendine Bodrum’un köylerinde küçük bir ev aldı orada yaşamaya başladı. Yıllardır orada o köy evinde heykel yapıyor. Geçimini böyle sağlıyor ve çok mutlu ve onun bu münzevi hayatına destek olan, aynı duyguları paylaştığı bir sevgilisi var. Bir de oğlu. Heykel yapmanın dışında en sevdiği şey oğluna vakit ayırmak. Babalık keyfini yaşamak. Bunun için de yetirince zamanı var. İstanbul’dayken mide ve bağırsaklarından şikâyet ederdi. Bunların hepsi geçti ve çok genç gösteriyor. 

İkinci dostum, bir kadın, başarılı bir psikiyatrist. Güzel, meraklı bir kadın. Kentin zengin semtlerinden birinde muayenehanesi var.Her gün dolup taşıyor. Başını kaşıyacak zamanı yok, kendisi için yapabildiği tek şey teras dolusu çiçeklerine bakmak, sulamak. Eli mübarek denilen cinsten, ot ekse ağaç olanlardan. Hastaları çok zengin ve çok mutsuz ev kadınları. 

Peki ne oluyor?

 Arkadaşım bir gün deliriyor ve hemen aşağıdaki çiçekçiyi çağırıyor, teras dolusu çiçeğini adama satıp o gün muayenehanesini kapatıyor ve devlete başvurarak Aliağa bölgesine doğru gönüllü psikiyatrist olarak yola çıkıyor. Ben “sana ne oluyor?”  dediğimde de “olması gereken oluyor” diyor. “Yıllardır mutsuz, canı sıkılan ev kadınlarının sorunların dinlemekten bıktım, şimdi gerçekten sorunlarını dinlemekten ve çözmekten keyif alacağım insanların yaşadığı bir yerde, her şeye yeniden başlıyorum.” 
Başladı da. Ve çok mutlu. Bu arada dalmaya da merak sardı. Kısa bir tatil mi var, hemen denize koşup mavilere dalıyor. 

Ben mi ne yapıyorum, 31 Mart’ta her seçimden sonra yaşadığım hayal kırıklığını bir kez daha yaşamamak için, kendi kendimi gaza getiriyorum ve değişimin muhteşem büyüsünün ülkeme uğraması için aklıma gelen her türlü büyüyü yanıma çağırıyorum.

 Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

Onat Kutlar’ın 'Denizler için yazılan kayıp şiir'i, Süreyya Berfe’nin 'Üç Kardeş'i - SERPİL GÜVENÇ

PEN Türkiye Yazarlar Derneği’nin 2019 ödülünün şair Süreyya Berfe’ye verildiğini gazetede okuyunca iki kaynaktan bize aktarılan, Denizlere ait bir “kayıp” şiir öyküsünü anımsadım. 

Öykülerden ilkini, mimar, TRT çalışanı ve şair Ersin Salman aktarıyor. 1973 yılında Kuzguncuk’ta bir meyhanede birlikte olan Onat Kutlar, Süreyya Berfe ve Salman, Denizler için birer şiir yazmaya karar veriyorlar. Şiirleri önce birbirlerine okuyacaklar ve daha sonra da yayınlayacaklar. Salman ilk şiiri yazma onurunun Süreyya Berfe’ye ait olduğunu ve “Üç Kardeş” isimli şiiri yazıp yayınladığını, kendisinin ve Kutlar’ın ise sözlerini yerine getiremediklerini söylüyor. Ne var ki, 2010 yılında dostum Mete Akalın’ın Cumhuriyet gazetesinde anlattığı öykü Salman’ın bilgisi olmadığı bir gerçeği, Onat Kutlar’ın da Denizler için bir şiir yazdığını ortaya koyuyor.

Mete, arkadaşı Onat’ın yazdığı şiiri çalıştığı şantiyeye getirdiğini ve kendisinden şiiri kopyalayıp saklamasını istediğini aktarıyor. Yıllar sonra hazırladığı bir şiir kitabına koymak için aradığı şiiri bulamayan Onat Kutlar, Mete’den ister kopyayı ama o da bulamaz. Şiir artık “kayıp”tır! Çok değerli bir aydınımız olan Onat Kutlar’ın bombalı bir saldırıda yaşamını yitirmesinin üzerinden on beş yıl geçtikten sonra, günlerden bir gün, Akalın evinde kuytu bir köşede, bir kitabın içine sığınmış olan şiiri bulur!

Onat Kutlar Denizlerin idamının engellenmesi için çalışanlardandır, Berfe de imza kampanyasına imzası ile destek verenlerden. Berfe hakkında, aldığı ödül bağlamında birçok yazı yayınlanmakta ama kimse bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde yitirdiğimiz Denizler için yazılan şiiri anımsamıyor ne yazık ki… O nedenle, bu yazıyı, yakın tarihimizin en büyük adaletsizliklerinden birisi olan 12 Mart idamları üzerine yazılan şiirler arasında Süreyya Berfe’ye ait olanı sizlerle paylaşmaya ayırdık. Ve elbette sevgili Onat Kutlar’ın uzun ve duygulu şiirinden bazı bölümleri de.


“Üç Kardeş”
Eski bozkırda çınsabah
Kırıldı zeytin dalı.
Üç parça güneş
Dünya üç tane.
***
Duymaz halk avcıları
Sesini kanlı günlerin.
Üç boyutlu ufuk
Memleket üç hane.
***
Uzadı harın acım
Yankısı dağlarda.
Yırtıldı üç ak bulut
Büyüdüm üç kere.
***
Dolduysa da yüreğim
Gönlüm göçmedi.
Ağaçta üç fışkın
Dal üç tane.

“Kayıp Şiir”
Ölüleri öylesine gömdüler
İyi ki mayıs ve sabah erken
Keten çiçekleri getirmiş rüzgâr
Başka da kimseler yoktu
Şimdi bazen mayıs mı unutuyorum
İlmeği arkadan vuranın
Kolu bir tane değil ki
Hepsini gördüm hepsini
Ah daracık avludan geçen ses
Oğlumun boynuna dokunamıyorum
Geri gelmeyecek olanı
Nasıl bilir ve oradan vururlar
Denizin yüzü ürperiyor
Kanlı bıçağını su temizlemez
Nereye gidersen git seni tanıyorum
***
Üzülme baba, neredeyse çıkar
Şimdi dağlardan
Gelir serin bir esinti terini siler
Okşar derisini kanı temizler
Biz o rüzgârı biliriz
Rüzgâra parmaklık konur mu?
Kahırlanma baba demir kapılar
Ardından iki türkü şimdi erişir
Biri köpekler üstüne biri aslanlar
Yüzünden sular gibi geçer ölü oğlunun
Biz o türküleri tanırız
Doldurur gökyüzünü, toprağa yeter
Türküye kurşun sıkılır mı?
Unutma baba onun arkadaşları var
Çatlamış nar gibi mayıs ayında
Yazları ürperen zeytin dalları
Altın eylül ağaçları gibi genç kızlar
Alnını çiçeklerle donatırlar
Çiçeksiz düğüne gidilir mi?
Unutma baba onun arkadaşları var
Seyrek ağaçlı korularından yoksulluğun
Ve uçsuz bozkırlardan koşarak
Ölüme açılan yiğit çocuklar
Yaşamanın savaşçısı çocuklar
Tez ulaştırırlar onu güneşe
Kentlerin kanalına dolar balçığı
Güneş balçıkla sıvanır mı?
Hatırlar mısın baba, ninem anlatırdı
Serin yaz sabahlarında Sıvas’ın
Söğüt dallarında bir ak güvercin
Açarmış eski kitabın sayfalarını
Okuuu okuuu… dermiş ağzında can dili
Deniz geçen Yusuf’un sayfalarını
Hüseyin’in Battal Gazi’nin sayfalarını
Her birine Simav’dan bir zeytin dalı
Koysak bir gün okuyan olur mu?
***
Baba Hıdır İlyas kıssadan hisse söyledi
Darağacında can veren çınar bir gün anlar
Bayrağı taşıyan düşerse onu taşırlar
Son yoksul çocuğun yüzü gülünceye kadar

Devrimci mücadelede yitirdiklerimizin anılarına yazılan şiirler de unutulabilir, öyküler de. Ama Türkiye emekçi sınıfları devrimin tarihini yazdıklarında, onların sömürüsüz, sınıfsız bir dünya için verdikleri bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde hiçbir koşulda boyun eğmediklerini mutlaka kaydedecekler sayfalarına.
Saray yollarında ömrünü tüketenlerin, egemenlerin önünde el pençe divan duranların bu kadar bol olduğu günümüzde, onların kararlı, inançlı yaşamlarını sık sık yinelemek aynı zamanda umudu ve direnci ayakta tutmaktır.

Serpil Güvenç / SOL


ÜÇ KARDEŞ (Tam metni)
I.
Ateş sardı kör yılanın gözünü
İspinoz kuşu da ötmez oldu
Kurudu evinizin önündeki asma
Ananızın kurduğu salçalar
Soğuyor kızgın güneşte ve örtüyor
Gözyaşlarının dinmeyen buzları
Sayısız köylerini yoksul doğunun
Yüzünüzün denizinde yapraklanan kan
Şimdi ölü suların dibine çöküyor
Kinin külrengi örümcekleri
Seriyor suların ve şehirlerin
Üstüne unutuşun kefenini
Artık cellatlar sizi hatırlamıyor
Yalnız sessizliğin çınladığı
Avlunuzun taşlarından bir ses
Soruyor belirsiz zamanlarda
“Öldün mü oğul?”
Kim biliyor bu sorunun karşılığını
Ananız kapıları kapatıyor
Kapatıyor yollarını doğunun kan
Kanın kepengini beş bezirgân kapatıyor
Mermer sokaklarda tabutlar gibi
Abanoz renginde bir arabanın
Sıcak koltuğunda yüz ölü vizon
Kayıtsız bir kahkahayı sarıyor
Berber koltuklarında taş orkideler
Bana ne alıyor pazaryerinden
Soyulmuş kabuklarıyla çürürmüş muzlar
Kocaman hesap makinelerinden geçiyor
Rotatifin el değmemiş topları
Matbaa ananın yüksek kapıya
Besleme girdiğinde peydahladığı
Sürüyle pezevenk bağrışarak
Kirli kâğıtlarla kapatıyor
Daracık bir avlunun gerçeğini
Kanlı ve unutulmaz gerçeğini
Sizin için değil artık gölgeli serin
Bir ikindi masası konuşmaları
Oralarda demirden çeneleriyle
Zamanın kahvesini öğütüp içen
Bir yudum kahveye bir yudum acı
Bir yudum kahveye koca bir deniz
II.
Ölüleri öylesine gömdüler
İyi ki mayıs ve sabah erken
Keten çiçekleri getirmiş rüzgâr
Başka da kimseler yoktu
Şimdi bazen mayıs mı unutuyorum
İlmeği arkadan vuran
Kolu bir tane değil ki
Hepsini gördüm hepsini
Ah daracık avludan geçen ses
Oğlumun boynuna dokunamıyorum
Geri gelmeyecek olan
Nasıl bilir ve oradan vururlar
Denizin yüzü ürperiyor
Kanlı bıçağını su temizlemez
Nereye gidersen git seni tanıyorum
III.
Üzülme baba, nerdeyse çıkar
Şimdi dağlardan
Gelir serin bir esinti terini siler
Okşar derisini kanı temizler
Biz o rüzgârı biliriz
Rüzgâra parmaklık konur mu?
Kahırlanma baba demir kapılar
Ardından iki türkü şimdi erişir
Biri köpekler üstüne bir aslanlar
Yüzünden sular gibi geçer ölü oğlunun
Biz o türküleri tanırız
Doldurur gökyüzünü, toprağa yeter
Türküye kurşun sıkılır mı?
Unutma baba onun arkadaşları var
Çatlamış nar gibi mayıs ayında
Yazları ürperen zeytin dalları
Altın eylül ağaçları gibi genç kızlar
Alnını çiçeklerle donatırlar
Çiçeksiz düğüne gidilir mi?
Unutma baba onun arkadaşları var
Seyrek ağaçlı korularından yoksulluğun
Ve uçsuz bozkırlardan koşarak
Ölüme açılan yiğit çocuklar
Yaşamanın savaşçısı çocuklar
Tez ulaştırırlar onu güneşe
Kentlerin kanalına dolar balçığı
Güneş balçıkla sıvanır mı?
Hatırlar mısın baba, ninem anlatırdı
Serin yaz sabahlarında Sivas?ın
Söğüt dallarında bir ak güvercin
Açarmış eski kitabın sayfalarını
Okuu okuuu… dermiş ağzında can dili
Denizi geçen Yusuf?un sayfalarını
Hüseyin?in Battal Gazi?nin sayfalarını
Her birine Simav?dan bir zeytin dalı
Koysak bir gün okuyan olur mu?
IV.
Baba Hıdır İlyas kıssadan hisse söylerdi
Darağacına tahta veren çınar bir gün anlar
Bayrağı taşıyan düşerse onu taşırlar
Son yoksul çocuğun yüzü gülünceye kadar.
Onat Kutlar.

Bu düzenin burnu yukarıya çevrilemez! - ERHAN NALÇACI

Son günlerde teknolojinin de bulaştığı çok trajik iki olay içinde yaşadığımız düzenin yapısı ve geleceğine ilişkin önemli ipuçları sundu.

Kısa bir süre içinde Boeing 737 tipi yolcu uçakları yapım hatası nedeniyle kalkıştan hemen sonra düştüler, çok sayıda kişi yaşamını yitirdi. Geçen Ekim ayı içinde Endonezya’da Lion Air’e ait uçak düşmeden önce pilot köşkünde yaşananlar çözüldü ve basına çok yeni yansıdı.

189 yolcusuyla havalanan uçakta pilotlar bir anormallik fark ederler, uçağın burnu otomatik olarak aşağıya doğrulmaktadır. Ne yapsalar düzelmez, giderek daralan zaman içinde uçağın el kitabını açıp sorunun kaynağını ararlar.

Çözümü bulamazlar.

İkinci olay ise, en az ilki kadar hüzün ve acı verici.
Yeni Zelanda’da biliyorsunuz, katil camiye yaptığı baskını ve insanları katledişini canlı olarak sosyal medyadan yayınladı. Bu yayını daha sonra şu veya bu nedenle siyasi amaçla kullananların çirkinliği bir yana ama neden o anda canlı yayının kesilmediği çok tartışıldı.

Şimdi bu yayına vesile olan uluslararası sosyal medya şirketleri bir açıklama getiriyorlar. Bu tip yayınlanmaması gereken durumlar için bir yapay zekâ algoritması geliştirilmiş, bu devredeymiş ama bir sakınca görmemiş, yani durumu anlamamış.

Ama yapay zekâ ne yapsın, ortamda paylaşılan o kadar çok bilgisayar oyunu var ki, insanların birbirini öldürdüğü, tek tek avlayarak katliam yaptığı. Bu kadar çok sanal düzeyde üretilen insanlık dışı şiddet içeren bilgi akışı içinde bir insan da yanılabilirdi.

Bu iki trajik olay dünyanın nereye gittiğini kavramamıza yardımcı oluyor.

Dünyanın son 250 yılına damgasını vuran kapitalist düzen burnu düzeltilemeyen ve çakılmak üzere aşağı doğru giden bir uçağa benziyor.

Önümüzdeki dönemde açığa çıkacak iktisadi çöküşün ön belirtilerini değil sadece düzenin bütününün bir çöküş içinde olduğunu fark etmek gerekiyor. Emperyalist devletler arasında rekabet görülmedik bir düşmanlık seviyesine ulaştı.
Birbirlerini alt etmek için her şeyi göze almış gözüküyorlar.

Düzen bir yandan her türlü şiddet ve gericilik içinde bir sürü akıl hastasını üretiyor. Ancak önce İran ve Keşmir’de, sonra Yeni Zellanda’da, Belucistan’da, Hollanda ve İngiltere’de arka arkaya gelen her iki taraftan radikal dinci-ırkçı militanların saldırıları tesadüf gibi durmuyor. Özellikle ABD, Pasifikten başlayıp Orta Asya’ya ve Avrupa’ya kadar uzanan bu geniş coğrafyaya müdahale etmesine olanak veren din ve ırk temelli bir kargaşa yaratmaya çalıyor olabilir.

Böyle bir düzenin burnunu yukarı çevirmek bir yerden sonra düzeni yönetenlerin becerebileceği bir şey değildir. İstedikleri kadar el kitaplarına baksınlar. İsterse pilot köşkünde düzenin yönetimine ilişkin el kitapları olsun, faydası yok.
Bazen çöküş esnasında Kapital’e bile başvurdukları oluyor. Ama Kapital neden çöktüklerini söylüyor onlara, nasıl düzeni toparlayacaklarını değil!

Ve bu düzenin içinde ister yapay zekâyla, ister kendi zekânızla, iyisini seçemezsiniz. Düzenin kötülerin içinde iyisini sunma şansı tükenmiştir artık.
Obama daha mı iyiydi Trump’tan? Libya ve Suriye’de işlenen cinayetlerin sorumlusu olarak anılıyor.

Brezilya’da önceki iki devlet başkanı yolsuzluk suçlamasından tutuklu bulunuyor. Hadi Lula bir hukuk darbesine uğradı, onun yerine seçilen Temer geçen gün yolsuzluktan tutuklanmış. Ve şimdiki, başkan gerçek bir halk düşmanı olarak ABD’ye ayağını basar basmaz CIA’yı ziyaret etmiş.

Bolsonaro, Trump, Netanyahu, Macron, Orban, Modi… 

Siz tamamlayın.

Türkiye yerel seçimlere gidiyor. Hatırlatmak görevimiz olsun, bu düzenin içinde daha iyisini seçme şansı kalmamıştır.

Yapılaması gereken şey emekçi sınıfların örgütlülüğüdür, bir gelecek hayaline, bir programa sahip olmasıdır. Emekçi sınıfların kendi programlarını gerçekleştirmek için bir siyasi merkezlerinin olması, bu merkezle çok yönlü bir güven ilişkisi geliştirmesidir.

Bir hafta sonra yapılacak seçimlerin buna hizmet etmesi dileğiyle…

Erhan Nalçacı / SOL

Ekonomist Uğur Civelek: Ne yapacaklarını kendileri de bilmiyor, kuru sıkı atıyorlar - OZAN GÜNDOĞDU

Türkiye'de herkesin gözü dolarda. Dolar dün 5,84’ı gördü. Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak dövize yatırım yapanlara ‘pişman olursunuz’ dese de döviz mevduatları artmaya devam ediyor. Ekonomist Uğur Civelek ise “Ne yapacaklarını kendileri de bilmiyor, kuru sıkı atıyorlar” dedi.


Merkez Bankası’nın verilerine göre döviz cinsinden mevduatlar ağustos ayından beri sürekli olarak artıyor. Öte yandan dolar ABD Merkez Bankası Fed’in açıklamalarından sonra tüm dünyada değer kaybederken TL karşısında yine değerlendi. Türk Lirası’nın durumu ekonomist Uğur Civelek ile konuştuk. Civelek Bakan’ın senaryosunun gerçekleşme ihtimalinin siyasi tavizler verilmesine bağlı olduğunu buna rağmen bu ihtimalin yüzde 15-20 ile sınırlı olduğunu vurguladı.

Berat Albayrak’ın seçimden sonra elinde döviz tutanlar pişman olacak mealindeki açıklamaları… Sizce piyasalar Albayrak’ın söylemine karşın dövizde yükselme bekliyor mu?
Bekliyor. Birkaç bilgi vereyim. Bir, şu anda Türkiye’de uygulamada olan yapı şu; talimatla faizler geriletiliyor, talimatla döviz kuru geriletiliyor. Piyasanın açık olduğu dönemde 24 saat nöbet tutup yukarı doğru harekete karşı tepki verip yukarı hareketi önlemeye çalışan görevlendirilmiş kurumlar var. Buna rağmen buralara kadar geldi. Türkiye’nin mevcut kambiyo sisteminde hem faizleri hem kuru belirleyebilmesi mümkün değil. Eğer kambiyo rejiminiz serbestse ya döviz kuru ya da faiz üzerinde belirleyici olabilirsiniz, bunu da özerk merkez bankası üzerinden yapabilirsiniz. Siyasetin bu piyasaya hiç müdahale etmemesi lazım. Bakıyorsunuz, Merkez Bankası’nın faizi 24 ama bankalara talimatla kredi faizini 21-22’ye düşürtüyorsunuz.
Bu çok anormal değil mi? Normalde kredi faizinin Merkez Bankası’nın faizinin üzerinde olması beklenir…
Anormal tabii, normalde tasarruf açığı olan bir ülkede kredi faizleri Merkez Bankası ortalama fonlamasının altında olamaz. Ama zorla altına itilmiş durumda. Böylece TL getirisi azalınca dövize yönelim hızlanır. Bunun içinde dövizin getirisindeki stopaj oranlarını yükseltmeye kalktılar. Yani şu anda görüntüyü kurtarmak için her şey yapılıyor ama bu süreçte Merkez Bankası etkisiz hale getiriliyor. Düzenleyici denetleyici kurumlar sistemin taşıyıcı kolonlarıdır. Siz onları yıkıyorsunuz, üstüne sıva çekiyorsunuz, sonra bina sağlam diyorsunuz. Bunu yabancı yatırımcılara yediremezsiniz.
Peki seçimden sonra BDDK finansal istikrar amacına geri döner mi?
Berat Albayrak seçimden sonra döviz konusuna değiniyor. Haklı çıkabilmesi için IMF ile mi anlaşacak? Bunun dışında hiçbir şey kurun yukarı hareketini geciktiremez. O zaman bu şu anlama gelir, cumhurbaşkanındaki tüm yetkiler yabancı sermayeye transfer olur. O zaman iktidarı nasıl koruyacaksın? Eğer IMF’ye gitmeyeceksen de bu kuru tutamazsın. Kuru tutmak istiyorsan sermaye hareketlerine sınır getireceksin. Bu sefer ikincil piyasa oluşur, resmi kur başka yerde, ikinci kur başka yerde olur.
Belirttiğiniz sermaye hareketlerinin kısıtlanması gibi ihtimal görüyor musunuz ?
Seçim sonrası için çok büyük bir belirsizlik olduğunu biliyorum. Ama Ankara’nın seçim sonrasını seçim sonrasında düşünme eğiliminde olduğunu görüyorum. Ne yapacaklarını kendileri de bilmiyorlar. Kurusıkı atıyorlar.
Hocam dolar alan bu kişiler Bakan’a güvenmiyorlar mı, halbuki bakan Türkiye’nin en yetkili ismi.
Büyük tasarruf sahipleri için söylüyorum, Bakan’la yan yana gelince güveniyoruz derler, yağ yaparlar. Ama kapalı kapı ardında böyle bir güven yok. Herkes kendi derdine düşmüş durumda.
Bakan Eylül ayı itibariyle enflasyon tek haneye düşer diyor. Buna ne diyorsunuz? İhtimaller nelerdir?
Şimdi şöyle, eğer yeni bir kur şoku yaşanırsa tüm iyimser senaryolar çöp sepetine gider. Kur şokunun yaşanmasının her şeyi berbat edeceğini biliyorlar. Çok korkuyorlar. Ama bunu engellemek için ne yapıyorlar derseniz, kısa vadede manipülasyonla engelliyorlar, ama bunu yaparken taşıyıcı kolonları kırıyorlar.
Taşıyıcı kolon derken, zannediyorum kurumsal yapıdan bahsediyorsunuz.
Tabii, BDDK siyasallaşıyor, yapması gerekenin tam tersini yapıyor. BDDK’nın şuanda bankacılık sektörüne daha fazla risk almayın demesi lazım. O daha fazla risk alın, kredi verin diyor.
Bu kredi genişlemesi kamu bankalarında daha çok sanırım değil mi?
Özel bankalar risk almak istemiyorlarsa anlatılanlara itibar etmiyorlar demektir. Kamu bankaları ise emir kuru. Seçim sonrası ilk 1 ay için söyleyeyim. En iyi ihtimal bu düzeyler kalır, en kötü seçenekte hiç düşünmek istemediğimiz durumlar da söz konusu olabilir. İki uç senaryo arasındaki fark çok büyük.
Peki bu krizin 2000-2001’deki gibi finansallaşması mümkün mü? Yani bankacılık sektörüne sıçraması olası mı?
Bir mucize olmadığı sürece, yani dışarıdan sorunu öteleyecek bir kaynak girişi olmadığı takdirde reel kesim krizlerinin finansal kesime sıçraması kaçınılmazdır. Sorunlu kredi hacminin olduğunun çok altında gibi göstererek güvensizliği aşamazsınız.
Peki ne kadarlık bir süre öngörüyorsunuz, bankacılık sektörü daha ne kadar bu resesyona dayanabilir?
Kur şoku yaşanmazsa, eylül enflasyonunda düşük rakamlar gelirse belki idare edilir. Ama eylüle kadar yeni bir kur şoku yaşanmaması ihtimali nedir diye sorarsanız, size derim ki yüzde 15-20’den fazla değil. Yani yüzde 80 Bakan’ın söylediği ihtimaller olmayacak yüzde 20 ihtimalle işler yoluna girecek.
Ozan Gündoğdu / BİRGÜN