17 Nisan 2019 Çarşamba

TKP ile yürümeyi kolaylaştıracağız - KEMAL OKUYAN

Türkiye Komünist Partisi Genel Sekreteri Kemal Okuyan, soL Haber ve Boyun Eğme’de yayınlanmak üzere sorularımızı yanıtladı.


Seçimlerden kısa bir süre sonra TKP’nin yayımladığı çağrının, rutin bir “katılın” çağrısı olmadığını, üstelik sadece seçim sonuçlarının değerlendirilmesi ile geliştirilen bir yaklaşımdan söz edilemeyeceğini görmek zor değil.

Okuyan, çağrının arkaplanı ve olası sonraki adımları üzerine görüş ve bilgilerini paylaştı.
____________________________________________________
Bugün TKP çağırıyor başlıklı bir açıklama yayımladınız. Bu çağrıdan ne anlamalıyız?
Aslında TKP’nin bugünkü açıklaması, Türkiye Komünist Partisi’ne 31 Mart seçimi öncesi ve sonrasında birçok yerleşimde halk tarafından yapılan çağrıya içten bir yanıttır. Abartmıyorum, çok sayıda ilçede parti örgütünü açmak için talepte bulunuldu. Burası Türkiye, bunların bir bölümü ciddi değildi ama yeterince ciddiye aldığımız, alınmayı hak eden topluluklarla tanıştık. Partimizin olağan örgütlenme çalışmalarının dışında kendisi TKP’ye katılmak için başvuranların sayısında inanılmaz bir artış var. Evet bu halkın TKP’ye çağrısıdır. TKP bu seçimlerde toplamda yine önemsiz bir oy aldı. Ancak seçim sonuçlarına ayrıntılı baktığımızda, il düzeyinden ilçe düzeyine, ilçe düzeyinden mahalle düzeyine indiğimizde çok açık bir sonuçla karşılaşıyoruz. TKP’nin yüzde 1 eşiğini aştığı ilçelerin sayısında artış var, bundan daha önemlisi birkaç istisna ile bu yerleşimler bizim düzenli, sistematik çalışmaya başladığımız yerler. TKP birçok ilçede neredeyse hiç oy alamadı. Ancak dokunduğumuz zaman, var olduğumuz zaman çok olumlu tepkiler aldığımızı görüyoruz. Mahalle bazında yüzde 5’lere, yüzde 10’lara çıktığımız örnekler var. Buralarda TKP bir adım attıysa, emekçi halk iki adım attı. Şimdi bunun gereğini yerine getiriyoruz. TKP, “biz de buradayız” diyenlere, “TKP’nin programı, hedefleri, ilkeleri belli, bunları benimseyenlerin TKP’ye erişimini, diyaloğunu, katılımını kolaylaştıracak düzenlemeler yapıyoruz, yapacağız. Geçmişte bu açıdan hata yaptığımız oldu, eksiklerimiz var. Şimdi bunları çözüyoruz” diyor. Konu yalnızca bu seçimde TKP’ye bir biçimde oy veren 160 bin kişi değil. Bu rakam elbette değerli, bu kişilerin her birinin katkısı büyük önemde. Ama daha ötesi gerekiyor. “Bu seçimde de size oy vermedim” diyen birçok kişi kapımızı çalıyor. Ayrıca seçimler her şey değil. İnsanlar TKP’de çalışmak için gönüllü. Biz de onlara “yeni bir Türkiye, yaşanası bir Türkiye için TKP’yle çalışmaya gönüllü müsünüz” diye sorarak, onların çağrısına çağrıyla yanıt vererek üzerimize düşeni yapıyoruz. Geçen yıl hiçbir ilkemizden ödün vermeden halkımıza “başka bir TKP göreceksiniz” demiştik. Bu fark edilmeye başlandı.
____________________________________________________
TKP örgütleri bir taraftan da şu anda 1 Mayıs’a hazırlık toplantıları yapıyor, seçim gündeminin bu kadar baskın olduğu günlerde 1 Mayıs’ın içeriği nasıl doldurulacak?
1 Mayısların kendi başına bir anlam taşımadığını defalarca söyledik. 1 Mayıslar emekçilerin mücadele ve örgütlenme azmini artırıyorsa anlamlıdır. Bu 1 Mayıs öncelikle Türkiye’de halkın ekonomik krizin faturasını ödememe kararlılığını yansıtmalıdır. Seçim sonuçlarına ilişkin siyasi iktidarın manipülasyon ya da kabullenmeme girişimleri de elbette bir gündemdir ve protesto edilmelidir. 1 Mayıs bunun için de kürsüdür. Ek olarak 1 Mayıs, Türkiye’de “bu düzen değişmeli” diyenlerin sesinin gür çıktığı, örgütlülüğün kendini gösterdiği bir gün olmalıdır. TKP bütün bunlar için üzerine düşeni yapacak. Bu anlamda halkımızı bu 1 Mayıs’ta “ben de yaşanası bir Türkiye için kolları sıvıyorum, boyun eğmiyorum, bu mücadeleye gönüllüyüm” demek için TKP saflarında 1 Mayısa katılmaya çağırıyoruz.
___________________________________________________
Bu yılın başından bu yana TKP semt evleri açıyor ve açıklamanızda da halkı semt evlerine sahip çıkmaya çağırıyorsunuz. Semt evleri şu anda nasıl kullanılıyor ve ne hedefliyorsunuz?
Aslında açıklamamızda var, semt evleri o semtteki insanların evidir. Kurslar, kültürel etkinlikler, hukuki danışma... Bu bir toplumsal örgütlenmedir. TKP artık parti binası açmak yerine lokal olarak kullanılacak yerler açıyor. Semt evi, köy evi, işçi evi... Açıldığı noktaya göre. Ama hepsinin işlevi aynı. İnsanların birlikte düşüneceği, üreteceği, eğitileceği, hatta eğleneceği mekanlar. Örgütlülük böyle bir şey. Şu ana kadar açılanlar pilot çalışmanın ürünüydü, şimdi hızla yaygınlaştırıyoruz. Buralar kuşkusuz TKP’ye ait yerler, İlk açtığımız semt evi Ev-Ka Semt evi Türkiye Komünist Partisi tabelasını taşıyordu. Böyle devam edecek.
_____________________________________________________
İstanbul’da tekrarlanan oy sayımları da sona erdi ancak bunun ardından seçimin yeniden yapılma olasılığı konuşulmaya başlandı. Tam şu sıralarda İmamoğlu’nun İl Seçim Kurulu tarafından mazbatasını almak üzere Çağlayan Adliyesi’ne çağrıldığı haberleri geliyor. YSK tarafından  İstanbul’da seçimlerin tekrarlanması olasılığı hâlâ var mı? Böyle bir şey olursa bu ne anlama gelir?
Bir anlamı yok, anlamsızlığın daniskası. Öte yandan işin bu noktaya gitmesi olasılığı hâlâ ortadan kalkmış değil. Belli ki siyasi iktidar içinde farklı kanatlar var bu konuyla ilgili. Bunların farklı yaklaşımları oldu. Sonuçta hangi görüş ağır basarsa YSK onu uygulayacak, bu kesin. Mazbata verilince konunun kapanmadığını görmüş olduk. Kural tanımayan bir güç var. Şimdi zaten seçimlerin tekrarlanacağı başka yerleşimler var, yenileri eklenebilir. Bunların her birinde durum farklı olabilir. Ancak İstanbul için seçimlerin tekrarı kabul edilebilir bir şey değil. TKP, konuya tamamen kendi açısından bakacak olursa, böyle bir tekrarın boykotla yanıtlanması gerektiğini söyler, söyleyecektir. Doğrusu budur. Ancak bugünkü koşullarda sadece TKP’nin sözüyle etkili bir boykot örgütlenebileceğini düşünmüyoruz. Burada kritik karar CHP’nindir. Eğer İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimi yenilenecek olursa ve yaygın bir boykot örgütlenemeyecekse, 31 Mart İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayımız olan Zehra Güner Karaoğlu aday gösterilmeyecektir. Bu bir destek filan değildir. 

TKP, düzen partilerinin dayatmalarına karşı emekçi halkı seçeneksiz bırakmadı. Bundan sonra da bırakmayacak. İktidarın kendi kontrolü altında yapılan seçimleri bile hoşuna gitmediğinde tanımama zorbalığına karşı gösterilecek direniş, bu açıdan anılan tavrımızı değiştiren değil tamamlayan bir şeydir.

Bize göre İstanbul seçimi tamamlanmıştır ve seçilen bellidir.

Kemal Okuyan / SOL

Köy Enstitüleri’nde hayatı öğrendim…- KADİR İNCESU / BİRGÜN

Okuma-yazma oranını yükseltmek ve köy ilkokullarına öğretmen yetiştirmek amacıyla 17 Nisan 1940’ta açılan Köy Enstitüleri’nin kuruluşunun 79. yılındayız. Gölköy Köy Enstitüsü mezunu Hakkı Seymen ile hayatı ve Köy Enstitüleri üzerine söyleştik.


Hakkı Seymen, Ataşehir Belediyesi’nin Örnek Mahallesi’nde bulunan Mustafa Saffet Kültür Merkezi’nin müdavimlerinden. Özellikle de Rıfat Ilgaz Kitaplığı en çok zaman geçirdiği yer. Rıfat Ilgaz’ın ‘Halime Kaptan’ adlı kitabını okurken görüp tanıştığım Hakkı Seymen, Gölköy Köy Enstitüsü mezunuymuş. Sohbetimiz koyulaşınca, Köy enstitüsüne gidiş serüvenini, o günleri yeniden yaşar gibi anlattı.

1932’de Çankırı Çerkeş Karamustafa Köyü’nde doğan Hakkı Seymen okumayı köyündeki eğitmenden öğrenip, yakın köylerden birindeki ilkokuldan da mezun olmuş.
Bir süre keçi çobanlığı yaparak yardımcı olmuş ailesine. Fakat okuma aşkı hiç körelmemiş. Bulduğu her fırsatta babasına okumak istediğini söylemiş. Bu ısrarları çare olmamış. Babası, Hakkı’ya 14 yaşına girdiği günlerde “Oğlum seni evlendireceğim. Bunun için de çalışıp para biriktirmen gerekli” dediğinde başından aşağı kaynar sular dökülmüş.
Böylece 1944’te Çankırı’da meydan gelen deprem nedeniyle yapılacak konut inşaatlarında günlüğü 2,5 TL’den çalışmaya başlar, babasının zoruyla nişanlanır.

TEK HAYALİ OKUMAK

Bir süre sonra, baba oğlunun aşırı ısrarları karşısında pes etmek zorunda kalır. Hakkı Seymen, Gölköy Köy Enstitüsü’nün sınavlarına girer, kazanır. Baba, baskılar nedeniyle oğlunu Gölköy Köy Enstitüsü’ne göndermekten vazgeçmek zorunda kalır.
Köyden arkadaşlarıyla birlikte enstitüye gidecekleri sabah, babası evin kapısını kilitleyerek oğlunun enstitüye gitmesine izin vermez. Aradan uzun bir süre geçtikten sonra çıkabilir dışarıya. İstenilen işlerin hiçbirisini yapmadan köy meydanına doğru yürüyen Hakkı Seymen, bir gölgede oturan köyün sevilen isimlerinden Sadettin Dayı’yı görür.

GÖZYAŞLARIYLA ANLATIYOR

Aradan 72 yıl geçmiş, dile kolay. Hakkı Seymen işte tam da bu anda gözyaşlarını tutamıyor. Konuşmasına biraz ara veriyor, “Duygulandım” diyerek…
Sadettin Dayı, Hakkı’ya sevgiyle bakarak “Duydum ki nişanlanmışsın, hayırlı olsun!” der.
Bu söz Hakkı’nın içerisinde fırtınalar koparır.
Bir anda ağzından, “Sadettin Dayı ben okumak istiyorum. En büyük hayalim okumak. Okuyamazsam kendimi şuradaki çatal kapıya asacağım” sözleri dökülür.
Öyle bir niyeti yoktur halbuki. Yalnızca okumak istiyordur.
Sadettin Dayı şaşırır, fakat kararlı ve kendisinden emin bir şekilde, “Sus Hakkı sus, olur mu öyle şey? Gerekirse seni Kastamonu’ya ben götürürüm. Okuman için elimden geleni yaparım. Ama sen de bana söz ver. Öyle canıma kıyarım sözlerini unut. Babanla konuşacağım, ikna edeceğim” der.
Sadettin Dayı, Hakkı’nın babasıyla konuşur, ikna eder.
Baba da oğluna sarılarak şunları söyler: “Oğlum sen hiç merak etme, seni cuma sabahı otobüse bindireceğim, Gölköy’e gideceksin! Benim iki evladım var, ikisi de benim için çok değerli, sizin acınıza dayanamam. Bütün köy karşıma gelse de kararımdan vazgeçmem. Sen git rahat rahat oku…”

BABASIYLA TAHTA BAVUL YAPARLAR

O akşam babasıyla birlikte tahtadan bir bavul yapar, gerekli eşyaları içine yerleştirirler.
Sabah erkenden otobüsle Kastamonu’ya, oradan da başka bir araçla Gölköy Köy Enstitüsü’ne giderler. Enstitüde yüzlerce öğrenci vardır. Kendisinden önce giden arkadaşları karşılar Hakkı’yı. Hayallerini gerçekleştireceği enstitüye böylece adım atmış olur.
Yıl 1947, aylardan eylül… Okul numarası 316’dır.
Hilmi Bilginer’in okul müdürü olduğu enstitüde Ata Bodur, Şaban Yıldırım, İsmail Aydemir, Hüsnü Taner gibi unutamadığı öğretmenleri vardır.

HEM İŞ HEM EĞİTİM

Hakkı Seymen okuldaki ilk gününü şöyle anlatıyor: “İlk günüm… İlk gün henüz dersler başlamamıştı. Biraz yapılıydım arkadaşlarıma göre. Beni ve birkaç arkadaşımı ayırdılar; sıva ve harç yapılacakmış. Yarım günümüz işlerle geçiyordu. Sonra beni fırına aldılar. Hoşuma da gitti. 8 gün çalıştım. Meğer o sırada dersler başlamış. Beni ararlarmış. Derslere biraz geç başlamış oldum. Sınıfımızda 63 kişi vardı.
Akşam 21.00’de yatıyor, sabah 06.00’da kalkıyorduk. Sabah kalkınca halk oyunları oynuyor, spor yapıyorduk. Yemekten önce mütalaaya girerdik, sonra da dersler ve günlük çalışmalar başlardı. Sınıf arkadaşlarımdan Mehmet Sazak var. Çok iyi arkadaşımdı. Okuldan ayrıldığımızdan beri bir kere Ankara’da eğitim fakültesinde karşılaşmıştık. Nuri Çelik Yazıcı vardı…”
Yıllar çabucak geçer. Hakkı Seymen Gölköy Köy Enstitüsü’nden 1952’de mezun olur.
İlk olarak 1 Ekim’de, 3 yıl öğretmenlik yapacağı Çerkeş’in Yakuplar Köyü’ne atanır.
1956’da atandığı kendi köyünde 5 yıl öğretmenlik yaptıktan sonra askere gider. Askerlik görevi sırasında Ali Okullarında da öğretmenlik yapan Hakkı Seymen köyünde aralıksız 25 yıl öğretmenlik yaparak emekli olur.

HAYATI ENSTİTÜLERDE ÖĞRENDİM

Aradan geçen onca yıldan sonra Köy Enstitüleri ile ilgili olarak şöyle konuşuyor: “Enstitülerde hem okuyor hem de çalışarak öğreniyorduk. Şoförlük de öğrendim, çiftçiliğin inceliklerini de. Hayatı enstitülerde öğrendim. Öğrendiklerimi köylülerime da anlattım. Onlar da yararını gördüler. Kooperatif de kurduk. Arıcılık da öğrendim, hâlâ arıcılık yaparım. 78 yıldır da arıcılığa devam ediyorum. Artık son zamanlarda hobi olarak yapıyorum arıcılığı…”
Hakkı Seymen, bir an duruyor, yüzüme bakıyor ve tane tane konuşuyor: “Çerkeş’in Karamustafa Köyü’nde doğdum, orada çalıştım, orada yaşadım, orada da öleceğim…”
Söyleşimiz bittiğinde, Gölköy Köy Enstitüsü mezunu, emekli ilkokulu öğretmeni Hakkı Seymen, bir elinde az önce MSKM Rıfat Ilgaz Kitaplığı’ndan aldığı kitap, bir elinde bastonu, yavaş yavaş fakat kendinden emin adımlarla evine doğru yürümeye başladı.
KADİR İNCESU / BİRGÜN


Sermayenin yeni saldırısı: Kıdem tazminatı fona dönüştürülsün - ERİNÇ YELDAN

Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın açıkladığı “Yeni EkonomiProgramı Yapısal Dönüşüm Adımları 2019” metni işveren örgütlerince coşkuyla karşılandı.

İstanbul Ticaret Odası, dokuz adet slayttan oluşan sunum metnini “yapısal dönüşüm adımlarının reformist bir aklın yansıması” olarak nitelerken; 

İstanbul Ticaret Borsası, “her başlığı bir devrim niteliğindeki açıklama iş dünyamızın beklentilerinin üzerindedir” yorumunu dile getirmekteydi. 

Tüm Sanayici ve İş Adamları Derneği (TÜMSİAD) da “açıklanan reform paketi Türkiye ekonomisinin 2019’daki rotasını gösteriyor veiş dünyasının beklentilerinin karşılayan argümanlardan oluşuyor” sözleriyle “dengelenme” diye anılan sürece ilişkin stratejik umutlarını yansıtıyordu. 

İstanbul Sanayi Odası ise “... açıklanan yapısal dönüşüm adımları (ile) uzunvadeli tasarrufları güçlendirmek adına yapılacak en önemli hamlelerden birininde kıdem tazminatı reformu olduğunu dile getiriyoruz (ve) Türkiye’nin en büyük ihtiyacı olan uzun vadeli fon birikimine güçlü bir katkı sağlayacağı için çok anlamlı ve değerli buluyoruz” diyerek sermaye kesiminin ana düşüncesini vurgulamaktaydı. 

Gerçekte ise açık işsizlik oranının yüzde 15’e yaklaştığı, enflasyonun yüzde 20 düzeyinde süregeldiği ve döviz piyasalarında belirsizlik ve dalgalanmaların şiddetlendiği mevcut koşullarda Türkiye sermayesinin kendi iç dinamikleriyle ve güdük birikim yapısıyla bu krizi atlatması son derece zor gözükmektedir. Krizin başladığı günlerden bu yana yaşanan işten çıkarmalar ve reel ücretlerdeki gerilemeler, sermaye sınıfına krizi atlatabilecek derecede yeterli bir tasarruf sağlamaktan uzaktır. Sermaye çevreleri krizi fırsat bilerek yepyeni bir karşı saldırı hazırlığına girmiş durumdadır: Kıdem tazminatının fona dönüştürülmesi ve Bireysel Emeklilik Sistemi (BES) ile bütünleştirilmesi

Sermaye örgütlerinin ve sözcülerinin savlarına göre Türk sanayisi mevcut koşullarda küresel ekonomide rekabet şansı yakalayabilmek için kıdem tazminatı yükünden kurtarılmalıdır; kıdem tazminatı yükü işgücü piyasalarında “katılık” yaratmakta ve istihdamın arttırılmasını engellemektedir; zaten işsizlik sigortası kurulmuş iken işçilere ayrıca kıdem tazminatı sağlanmasının geçerli bir nedeni kalmamıştır; vs. vs... 
Söz konusu savlar, 1936 yılında 3008 sayılı yasayla yürürlüğe girmiş olan kıdem tazminatı üzerine hukuk sistemimizde yaratılmış olan boşlukları ve kavram kargaşasını fırsat bilerek özenle öne sürülmektedir. Oysa kıdem tazminatının amacınının ve tarifinin doğru yapılması durumunda, bu savların gerçeklerden ne kadar uzak olduğunu görmek ve ardında yatan ana görüşlerin aslında sermaye kesiminin krizden en az zararla çıkmasını sağlayabilmek için “dengelenme” diye anılan sürecin bedelini emekçi sınıflara yıkmaktan ibaret olduğunu anlamak hiç de güç değildir.
 
Her şeyden önce, kıdem tazminatının ana amacı hatırlanmalıdır: “Kıdem tazminatı, kıdemliliğin ödüllendirilmesi ve işbaşında yıpranmanın tazminidir”. Zira işçinin çalışırken üretime yaptığı katkı nedeniyle almış olduğu ücret hiçbir zaman katkısının tam karşılığı olamaz. Bunun ötesinde, işçi çalıştığı sürece bedenen ve fiziksel olarak bir kayba uğrar. Kıdem tazminatı bir bakıma bu yıpranmanın ve işyerine bağlılığın karşılığıdır. 

Kıdem tazminatının fona devri ve BES ile birleştirilerek zorunlu bir finansal birikim modeline dönüştürülmesi önerisi bir yandan emekçilerin gelirleri üzerinden yeni bir el koyma ve sömürünün perçinlenmesi anlamına gelirken, bir yandan da öz kaynakları tıkanmış olan yerel finans sermaye örgütlerine yeni taze kaynaklar yaratmayı ve bu çarpık rant düzenine yeni aktarımlar kurgulamayı amaçlamaktadır. 

Sermaye örgütleri herşeyden önce “Türkiye ekonomisinin süregelen büyük durgunluk sürecinden niçin en şiddetli etkilenen ekonomi olduğu” sorusunu kendilerine sormaları gerekmektedir. Türkiye ekonomisi özellikle IMF ile Yakın İzleme Anlaşması’nın imzalandığı 1998’den sonra giderek hızlanarak bir ucuz ithalat ve spekülasyon cennetine dönüştürülmüş durumdadır. “İhracata yönelik inovasyoncu ekonomi”, “Avrasya’nın sanayi üretim üssü”, “Dünya Ticaret Örgütü normlarına bağlılık”, “etkin ve yönetişimci devlet” gibi cilalı sözlerle sürdürülen bu yeni-emperyalist saldırının aktif bir öğesi konumunda olan ulusal sermaye örgütlerinin şimdi krizi fırsat bilerek emekçilerin kazanılmış haklarına karşı giriştikleri saldırıların meşru hiçbir yanı yoktur.
 
“Kıdem tazminatının fona dönüştürülerek BES’e dahil edilmesi” önerisi bir yapısal   reform unsuru değil; doğrudan doğruya yerel sermaye sınıflarının krizi bir fırsat bilerek stratejik çıkarlarının geliştirilmesi arzularının somut bir uzantısıdır.

ERİNÇ YELDAN / CUMHURİYET

Deliye sahip çıkalım - KAAN SEZYUM

Milletçe kafayı yedik… Her hafta, her ay kafayı yediydik zaten de artık iyice kafalar yendi. Kafada kafa kalmadı. Kafa yerine soğan var diyeceğim, soğan bile yok. Kafaların içi boş, bomboş… En çok ses en boş kafalardan yankılana yankılana büyüyor, büyüyor.
Bir deli başka bir deliyi buluyor, birleşiyor, binlerce deli oluyor. Binlerce deliden her biri bir taş atsa kuyunun başında en az bir milyon akıllı olması gerekiyor. Bir milyon akıllı oy kullansa, bunun yüzde 49’u bir yere kullansa, aradaki fark 10 olur. 10 oyla da seçim tekrarlanır biliyorsunuz. Çünkü seçimin anlamı rakibine sandıkta fark atmak… Ama ne fark, öyle böyle değil. Farkı koydun mu, rakibin iki gün kalkamayacak yerinden. Bizimkiler böyle düşünüyor en azından. Ben de böyle düşünüyorum.
YSK zaten iyice kafalarda. Sanki 4 gün süren elektronik dans partisine gidip de hiç uyumamış, 5. günde de o kafayla iş başına geçmiş bireyler gibi. İşin kötüsü kendisini ayılmak için de sigara içiyor adeta. Ya insan bi portakal suyu içer, hadi onu bulamadıysa insan gider biraz su içer. Yooook. Bunlar partiden sonra da partilemeyi seçmiş. Kopkop peşinde gençler misali, ‘Bi tane daha yapalım mı?’ kafası yaşıyor adeta… Şimdi onların da bunların da şunların da durumunu bilemiyorum. Sonuçta birileri birilerini darlıyordur, bi şey oluyordur. Ülkede kimin nerede ne yaptığı belli değil malum… Geçmişimizde Susurluk var, ayran dışında her şey oldu Susurluk’ta hatırlamazsınız belki, devlet içinde derin devlet filan vardı, bir takım başka bıyıklılar online idi falan idi filan idi…
Hani seçim yapmayı bilmiyoruz diyeceğim, ülkemizdeki gençlerin çoğunun hayatı seçimle geçti. Zart seçim, zurt seçim… Seçim yolsuzluklarını da gözle gördük. Gün geldi plakasız araçlar sandıkların önünde bekledi, gün geldi seçim sürerken mühürsüz oylar da sevdaya dâhil edildi, gün geldi sandık başında seri mühür basan bireyleri de gördük, gün geldi çuval çuval istenmeyen partilere ait pusulalar yollara saçıldı. Seçim yolsuzluğu gibi yolsuzlukları çok şükür gördük. Ve artık hayatımızda o kadar üçkâğıt, o kadar dolandırıcılık, o kadar çakallıkla karşılaştık ki, neredeyse her türlü dolandırıcılık, üçkâğıtçılık ve hırsızlık yöntemine karşı şerbetliyiz. Neyse ki şimdi sadece bilmediğimiz bir yöntemin hayali var. Hayallerle yaşıyor bazıları…
2019 yılında bilim insanları hala ‘Dünya düz değildir’i anlatmaya çalışıyorsa zaten zamanda geriye gidişin belli olduğu belli. Cahiller daha cahil, akıllılar da cahillere ve delilere laf anlatmaya çalışırken daha az akıllı ve daha çok deli oluyor ister istemez.
Aklımıza ve delilere sahip çıkmak da mümkün aslında ama bizim delilerimiz o kadar delirmiş ki artık birisi akıllı görünürse yanımda benim nasıl da deli olduğum ortaya çıkar, herkes benimle ‘Deli bu ya deli valla’ diye dalga geçer korkusuyla son numaralarını, son deliliklerini devreye sokuyor. Deliliğin sonu olmadığı için son deliliğin de sonu yok. Her gün yeni bir delilik, akıllıların kafasını karıştıracak saçma sapan yeni bir açıklama / söz, vb. ediyorlar. Delilerin de işi zor, hem deli gibi görünmemek istiyorlar, hem de deliliklerini özgürce milleti deli ederek yaşamak istiyorlar.
Sonuçta herkesin delirmesine az kaldı ama o kadar delirdik ki artık biraz daha delirirsek aniden çok akıllanacağız gibi geliyor bana.
Kaan Sezyum / BİRGÜN

İşsiz sayısında bütün zamanların rekoru: Geniş tanımlı işsiz sayısı 7 milyon 552 bin - SOL

DİSK-AR tarafından hazırlanan İşsizlik ve İstihdam Raporu açıklandı. Rapora göre geniş tanımlı işsiz sayısı 7 mlyon 552 bine yükselirken, Türkiye'de bütün zamanların en yüksek işsiz sayısına ulaşıldı. İstihdamda 2,2 milyon erime yaşandı.


Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Dairesi (DİSK-AR) tarafından hazırlanan İşsizlik ve İstihdam Raporu kamuoyuyla paylaşıldı. Rapora göre geniş tanımlı işsiz sayısı 7 mlyon 552 bine yükselirken, Türkiye'de bütün zamanların en yüksek işsiz sayısına ulaşıldı. İstihdamda 2,2 milyon erime yaşandı. 

Raporun satır başları şöyle: 
  • KRİZ BİR YILDA 1 MİLYON 259 BİN YENİ İŞSİZ YARATTI: İSTİHDAM 2.2 MİLYON ERİDİ
DİSK-AR, Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 15 Nisan 2019 günü açıkladığı Ocak 2019 dönemi Hanehalkı İşgücü Araştırması sonuçlarını değerlendirdi. DİSK-AR’ın işsizlik ve istihdama ilişkin değerlendirmeleri şöyle:

- Ekonomik krizin istihdamda yarattığı tahribat giderek çok daha net biçimde görülüyor. İşsizlikte adeta bir deprem yaşanıyor. Son bir yılda işsiz sayısı 1 milyon 259 bin artarken, istihdam 872 bin kişi azaldı. Sanayi üretiminde ve büyümede yaşanan gerilemenin sonucu olarak işsizlikte sert bir tırmanış yaşanıyor.

- TÜİK’e göre Ocak 2018 döneminde yüzde 10,8 olan dar tanımlı (standart) işsizlik 3,9 puan artarak Ocak 2019’da yüzde 14,7’ye yükseldi. Ocak 2018’de 3 milyon 409 bin olan dar tanımlı işsiz sayısı bir önceki yıla göre 1 milyon 259 bin kişi artarak 4 milyon 668  bin oldu.  

- DİSK-AR tarafından hesaplanan geniş̧ tanımlı işsiz sayısı 7 milyon 552 bine yükselirken,  geniş̧ tanımlı işsizlik oranı ise yüzde 22,1 olarak hesaplandı. Ocak 2018’ye göre geniş̧ tanımlı işsiz sayısı 1 milyon 150 bin arttı.

- Sanayi üretimi ve büyümedeki büyük daralmaya paralel olarak istihdamda da daralma devam ediyor.  Türkiye ekonomisinin yıllık yeni istihdam yaratma kapasitesi krizle birlikte ciddi biçimde geriledi. Ocak  2018’de  28 milyon 29 bin olan bin olan toplam istihdam 872 bin kişi azalarak Ocak 2019’da 27 milyon 157 bine geriledi.  Krizin başladığı Ağustos 2018 ile Ocak 2019 arasında istihdamdaki kayıp ise 2 milyon 161 olarak gerçekleşti.

- İşsizlik açısından öncelikle dikkate alınması gereken tarım dışı işsizlik oranı da geçen yılın aynı dönemine göre 4,1 puan artarak yüzde 12,7’den yüzde 16,8’e yükseldi.

- Geçen yılın aynı dönemine göre en fazla artış genç işsizliği ile genç kadın işsizliğinde gerçekleşti. Genç işsizliği Ocak 2018’ye göre 6,8 puan artarak yüzde 19,9’dan Ocak 2019’da yüzde 26,7’ye yükselirken, kadın işsizliği Ocak 2018’e göre 3,1 puan artarak 13,4’ten 16,5 seviyesine yükseldi. Tarım dışı kadın işsizliği ise yüzde 20’ye tırmandı.

- Ekonomik kriz ve işsizliğe paralel olarak işsizlik sigortası ödeneği alanların sayısında da patlama yaşanıyor. Şubat 2018’de 436 bin olan işsizlik ödeneği alanların sayısı Şubat 2019’da 677 bine ulaştı. İşsizlik ödeneği alanların sayısındaki tırmanış işsizlik oranlarının önümüzdeki aylarda da devam edeceğini gösteriyor.

- Türkiye bir yandan yüksek enflasyon ve diğer yandan yüksek işsizliğin birlikte görüldüğü bir ekonomik kriz yaşıyor. Ekonomideki durgunluk ve küçülmeye yüksek işsizlik ve enflasyon oranları eşlik ediyor.
  • DAR TANIMLI İŞSİZ SAYISI 4 MİLYON 668 BİN
Dar tanımlı işsiz sayısı Ocak 2018 ile Ocak 2019 arasında 1 milyon 259 bin kişi artarak 3 milyon 409 binden 4 milyon 668 bine yükseldi.

Ocak 2018’de 6 milyon 402 bin olan geniş tanımlı işsiz sayısı ise 1 milyon 150 bin artarak 7 milyon 552 bine yükseldi.

TÜİK işsizlik oranlarının henüz ocak ayı verilerini yansıttığı dikkate alınacak olursa, sanayi üretiminde ve büyümede yaşanan büyük daralmanın ve işsizlik sigortası ödeneği alanların sayısındaki artışın ilerleyen dönemlerde işsizlik verilerine vahim biçimde yansıyacağını  ve işsizliğin tırmanmaya devam edeceğini söylemek mümkündür.

Dar Tanımlı İşsizlik: TÜİK referans dönemi içinde istihdam halinde olmayan (kâr karşılığı, yevmiyeli, ücretli ya da ücretsiz olarak hiçbir işte çalışmamış ve böyle bir iş ile bağlantısı da olmayan) kişilerden iş aramak için son 4 hafta içinde iş arama kanallarından en az birini kullanmış ve 2 hafta içinde işbaşı yapabilecek durumda olan 15 ve daha yukarı yaştaki kişileri işsiz olarak tanımlamaktadır. 2014 yılı öncesinde iş arama kriterinde referans dönemi olarak “son 4 hafta” yerine “son 3 ay” kullanılmaktaydı. Dar tanımlı işsizlik oranı işsizlerin işgücüne oranı olarak hesaplanır.
  • GENİŞ TANIMLI İŞSİZ 7 MİLYON 552 BİNE TIRMANDI
Ocak 2018’de 6 milyon 402 bin olan geniş tanımlı işsiz sayısı bir yılda 1 milyon 150  bin kişi artarak 7 milyon 552 bine ulaştı. Geniş tanımlı işsizlerin 618 bini ümidini kaybetmiş işsizlerden, 1 milyon 693 bini iş aramayıp çalışmaya hazır olanlardan oluşuyor. Zamana bağlı eksik istihdam edilenler 410 bin kişi iken, mevsimlik çalışanlar ise 163 bindir.

Geniş Tanımlı İşsizlik Nedir?: Dar tanımlı (standart) işsizlik oranı işgücü piyasalarındaki durumu bütün boyutlarıyla ortaya koyamıyor. Dar tanımlı/standart işsizlik hesaplarının taşıdığı kısıtlar ve sorunlar nedeniyle, işsizliğin gerçek boyutlarının anlaşılması için alternatif işsizlik hesaplamalarına ihtiyaç duyulmaktadır.

Alternatif işsizlik hesaplamaları konusunda en detaylı yöntemi Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) önermektedir. ILO geniş tanımlı işsizliği emeğin eksik kullanımı (labour underutiliation) olarak adlandırmakta ve standart işsizlik oranları yanında ülkeler için alternatif/geniş tanımlı işsizlik oranlarını da hesaplamaktadır.  ILO geniş tanımlı işsizlik kapsamında zamana bağlı eksik istihdam edilenleri (kısa zamanlı çalışanları, mevsimlik çalışanları), standart işsizleri ve potansiyel işgücünü (halen çalışmayıp iş bulursa çalışmak isteyenleri) dahil etmektedir.

AB İstatistik Bürosu Eurostat da alternatif işsizlik oranlarına ilişkin düzenli veriler yayınlamaktadır. Eurostat kısmi zamanlı çalışanların eksik istihdamı, iş aramayıp çalışmaya hazır olanlar ve iş arayıp hemen çalışmaya hazır olamayanlar başlıkları altında alternatif işsizlik hesaplamasına dahil etmektedir.

ABD Çalışma İstatistikleri Bürosu geniş tanımlı işsizliği, “emeğin eksik kullanımının alternatif hesaplanması” (alternative measures of labor underutilization) başlığı altında resmi işsizlik oranı ile birlikte düzenli olarak hesaplayıp yayınlamaktadır. Örneğin Büro Ocak 2019’da ABD’de resmi işsizlik oranını 4,4 olarak hesaplarken, geniş tanımlı işsizliği 8,8 olarak hesaplamıştır. 
TÜİK geniş tanımlı işsizlik verilerini açıklamasa da çeşitli kurum ve kişiler geniş tanımlı işsizlik oranlarını hesaplamaktadır. TİSK bir süre genişletilmiş işsizlik oranlarını hesaplayıp açıkladı ancak daha sonra bu hesaplamadan vazgeçti.  

TÜSİAD İşgücü piyasalarına ilişkin çeşitli çalışmalarında alternatif işsizlik hesaplamalarına yer verdi. DİSK-AR da uzun yıllardır geniş tanımlı işsizlik oranlarını hesaplamaktadır. Alternatif işsizlik hesaplamaları ayrı bir saha çalışmasına değil TÜİK tarafından açıklanan verilerde yer alan ham verilerin yeniden hesaplanmasıyla bulunuyor. 

DİSK-AR’ın kullandığı geniş tanımlı işsizlik hesaplaması beş unsurdan oluşuyor: 1) Dar tanımlı (standart) işsizler, 
2) İş bulma ümidini kaybeden işsizler, 
3) İş aramayan ancak çalışmaya hazır olan işsizler, 
4) Mevsimlik çalışanlar, 
5) Zamana bağlı eksik çalışanlar. 

Bu beş unsur TÜİK verilerinde ham olarak bulunmaktadır.

Zamana bağlı eksik istihdam: Referans haftasında istihdamda olan, esas işinde ve diğer işinde/işlerinde toplam olarak 40 saatten daha az süre çalışmış olup, daha fazla süre çalışmak istediğini belirten ve mümkün olduğu taktirde daha fazla çalışmaya başlayabilecek olan kişilerdir.
İş aramayıp çalışmaya hazır olanlar: Çeşitli nedenlerle bir iş aramayan, ancak 2 hafta içinde işbaşı yapmaya hazır olduğunu belirten kişilerdir. İki alt başlıkta ele alınmaktadır:     
İş bulma ümidi olmayanlar: Daha önce iş aradığı halde bulamayan veya kendi vasıflarına uygun bir iş bulabileceğine inanmadığı için iş aramayan ancak işbaşı yapmaya hazır olduğunu belirten kişilerdir.
Diğer: Mevsimlik çalışma, ev kadını olma, öğrencilik, irad sahibi olma, emeklilik ve çalışamaz halde olma gibi nedenlerle iş aramayıp ancak işbaşı yapmaya hazır olduğunu belirten kişilerdir.
  • İŞSİZLİK ORANLARI 2009 KRİZİ DÜZEYİNE YÜKSELDİ
Ocak 2019 işsizlik oranları krizin boyutlarını göstermesi açısından çarpıcıdır. Ocak 2019 ayı işsizlik oranları Türkiye tarihinin en yüksek işsizlik oranlarının yaşandığı 2009 krizindeki işsizlik oranlarına yükselmiş durumda. Türkiye tarihinin en yüksek işsizlik oranı yüzde 14,8 ile Şubat 2009’da gerçekleşmişti. Ocak 2019’da gerçekleşen yüzde 14,7’lik işsizlik oranı tarihi rekora tekrar erişildiğini gösteriyor. Şubat 2019’un işsizlik oranının Şubat 2009’daki tarihi zirveyi aşacağını söylemek mümkün.

Tarım dışı işsizlik oranları da Mart 2009 tarihinde yüzde 17,4 ile tarihi zirveye ulaşmıştı. Ocak 2019^da gerçekleşen yüzde 16,8’lik tarım dışı işsizlik oranları da bu tarihi zirveye çok yaklaşıldığını gösteriyor.

Türkiye tarihinin hem oransal hem de sayısal açıdan en büyük işsizlik krizine doğru hızla sürükleniyor.
  • İŞSİZ SAYISINDA TÜRKİYE TARİHİ REKORU
Türkiye işsiz sayıları açısından cumhuriyet tarihi rekorunu kırdı. Türkiye tarihinin hiçbir döneminde bu denli yüksek işsizlik sayısına ulaşılmadı. 2009 krizinde 3 milyon 559 bine ulaşan işsiz sayısı daha sonra 2012’de  1 milyon 935 bine kadar gerilemişti. Ocak 2017’de 3 milyon 985 bine yükselen işsizlik Nisan 2018’de 3 milyon 86 bine gerilemişti. Ocak 2019’da ise işsizlik krizle birlikte bütün zamanların rekorunu kırarak 4 milyon 668 bine yükseldi (Grafik 3).
  • İŞSİZLİK ÖDENEĞİ ALAN SAYISINDA PATLAMA
Şubat 2018’de 436 bin olan işsizlik ödeneği alanların sayısı Şubat 2019’da yüzde 55 artarak 677 bine ulaştı. İşsizlik ödeneği alanların sayısındaki patlama işsizlik için öncü gösterge niteliğinde olup önümüzdeki aylarda işsizliğin yükselmeye devam edeceğini göstermektedir.
  • İŞSİZLİKTE TIRMANIŞ SÜRECEK: DAR TANIMLI İŞSİZLİK 5 MİLYONA TIRMANABİLİR
Bilindiği gibi TÜİK’in  işsizlik verileri üç ay öncesini yansıtmaktadır. Oysa işsizlik ödeneği alanların sayısını İŞKUR tarafından daha erken açıklamaktadır.  İşsizlik Sigortası Fonu (İSF)’den işsizlik ödeneği alanların sayısındaki artış ile işsiz sayısı arasında doğrusal bir ilişki vardır.  Grafik 5 bu ilişkiyi net biçimde ortaya koymaktadır. Dar tanımlı işsiz sayısı işsizlik ödeneği alanların 7 ile 8 katı arasında değişmektedir. Şubat 2019’da işsizlik ödeneği alanların sayısı 677 bine yükselmiştir. Bu durum işsizlik oranlarının Şubat 2019’da da artmaya devam edeceğini ve önümüzdeki aylarda dar tanımlı işsiz sayısının 5 milyon sınırına doğru yaklaşabileceğini göstermektedir.
  • İSTİHDAMDA DEVASA DÜŞÜŞ 5 AYDA 2 MİLYON 156 BİN AZALMA
Ekonomik kriz istihdamda da büyük bir depreme yol açmaya devam ediyor. Ocak 2018’de 28 milyon 29 bin olan toplam istihdam krizin etkisiyle bir yıl sonra Ocak 2019’da 27 milyon 157 bine geriledi. Böylece istihdamda yıllık gerileme 827 bin kişi oldu.

Ağustos ayında 29 milyon 318 bine yükselen toplam istihdam eylül ayından itibaren krizin artan etkisiyle daralmaya başladı. Ağustos 2018 ile Ocak 2019 arasında istihdamda toplam olarak 2 milyon 161  bin kişilik daralma yaşandı (Grafik 6). Diğer bir ifadeyle kriz döneminde 2 milyon 161 bin kişi istihdam dışında kaldı veya işini kaybetti.

Bu ölçüde istihdam kaybı bir rekora işaret etmektedir. Bütün istihdam seferberliği iddiaları ve teşviklere rağmen ekonominin istihdam yaratma kapasitesinin ciddi biçimde düştüğü görülmektedir.

SOL

‘Aydınlanma’nın eli değince - Mustafa K.Erdemol

Ortaçağ’ın gotik katedrallerinin en büyüğü. Temelinin Paris piskoposu Maurice de Sully tarafından 1160’da atılmasından günümüze kadar Fransa edebiyatında, mimarisinde, dininde, kültüründe ikonik bir yere sahiptir Notre Dame Katedrali. Dünya kültür mirasının en önemli örneklerinden biri olduğuna kuşku yok.


Notre Dame Katedrali demek, aslında 10. yüzyıl Fransası demek. Daha sonraki yüzyıllarda kimi değişikliklere uğrasa da hep o dönemin özelliklerini taşımayı sürdürdü. İnşası için seçilen yerin bile dinler tarihi açısından bir anlamı var. Jüpiter inancına sahip olanların Roma döneminde kurdukları tapınaklarının kalıntıları üzerine inşa edilmiştir. Tabii ki rastgele bir seçim değildir bu. Hırıstiyanlıktan başka hiçbir inanca, Hıristiyanlık izi taşımayan hiçbir kültüre yaşam hakkı tanımayan Katolik Hıristiyanlığın kendisini göstermesinin ifadesidir bir anlamda. Kurulduğu yerin Romalılardan önce burada yaşamış olan Galya Kabilesi Parisiiler için (ki Paris kenti adını onlardan almıştır) kutsal bir bölge olduğu da söylenir.

Dönemin egemen gücü Katolik Hıristiyanlığın, kendisini her anlamda güçlü gösterme isteğinin mimarideki karşılığıdır bu mabet. Kurulduğu yerleşim biriminde en büyük oluşu, kilisenin binlerce yoksulun varını yoğunu elinden alarak nasıl büyüdüğünün de göstergesi. Ortaçağ Avrupası’nın bütün dini yapıları kuruldukları bölgelerin en muhteşem, en görkemli yapıları olmuştur zaten her zaman. Kilisenin yoksul imanlının kanını nasıl emdiğini bu görkemli yapılara bakarak anlayabilir kişi. Kilise bütün zenginlikleri kendisinde toplayan emek sömürücü bir kurum olmuştur yıllar boyunca.

Kesik kral kafaları...
Notre Dame Katedrali de bunlardan biri. Yapıldığı dönemin en büyük binasıydı. Katolik Kilisesi, Fransa kralları üzerindeki gücünü bu tür görkemli yapılar inşa ederek de gösterdi. Bu yapılarda kilisenin onayıyla nice canlar alındı. Şimdi yanışından üzüntü duyduğumuz Notre Dame Katedrali’nde tam 21 kral kafası vardır. Siyasi entrikalarla, din çatışmaları nedeniyle kesilmiş kral kafalarıdır bunlar.

Yapımından 200 yıldan fazla bir zaman sonra başlayan Yüz Yıl Savaşları (Fransa ile İngiltere’nin Fransa krallığını kontrol etmek için tutuştukları dinsel kavgadır) sırasında ortaya çıkan 19 yaşındaki Fransız Katolik kadın savaşçı Jeanne d’Arc, İngilizler ile Fransa’daki İngiliz müttefiklerince yakalanıp Notre Dame Kadetrali’nde yargılanmıştı. Sonu yakılmayla biten bir yargılamaydı bu.

Katedral 18. yüzyılın sonlarında Hıristiyanlık’tan dönüştürülüp Akıl Çağı’na uygun bir yapı oldu. Bunun için ilk iş çanlarının çoğunun top yapmak için eritilmesiydi. Tarihi açıdan önemini korumakla beraber din açısından, görkemli herhangi bir mabetti. Zamanla kötü şöhretinden de ötürü ihmale terk edilmişliği vardır. Ta ki Napolyon Bonaparte, 1804’te imparatorluk tacını giymek için Notre Dame’ı seçinceye kadar. Napolyon sayesinde yeniden popülerliğine kavuştu.

Hugo olmasaydı
Hem genel olarak tarihin hem de Fransız kimliğinin bir parçası kabul edilen mabet bir kez de büyük Victor Hugo sayesinde kurtulmuş sayılır aslında. 1831’de “Notre Dame de Paris” adlı kitabı yayımlanınca (bizde Notre Dame’ın Kamburu olarak bilinir) yeniden önem kazandı. 1844’ten 1870 yılına kadar süren bir restorasyon çalışması başladı Hugo sayesinde. Bu arada birçok kişi haklı olarak bu romanın ana karakterinin Quasimodo olduğunu düşünür. Oysa o değildir, romanın asıl “karakteri” Notre Dame’dır.

Victor Hugo’dan başka, - belki daha da çoktur ama - bir çok edebiyat, sanat, bilim insanını çok etkilemiştir Notre Dame. Marcel Proust ile Sigmund Freud ilk akla gelenler. Proust o muhteşem kitabı ‘Kayıp Zamanın Peşinde’de kullandığı alt metinlerde katedralden etkilenmiştir. Bir gece, sırtına astarı kürklü paltosunu atıp iki saat boyunca önünde durarak mabedi seyrettiği söylenir.

Hem psikiyatr hem de etkili bir yazar da olan Sigmund Freud’un da katedrale ayrı bir tutkusu vardı. Freud, 1885’te ilk kez gördüğünde “daha önce hiç hissetmediğim bir duygu içinde”yim diye yazmıştır günlüğüne. Fransa’dayken fırsat bulduğu her öğleden sonrayı burada geçiren Freud’un “bu kadar hareketli ve kasvetli bir yapı görmedim hiç” deyişi de kayıtlıdır.

Dinlerarası savaşların, mezhep çatışmaların, din-taç kavgalarının hep merkezinde olmuş Notre Dame da çok kişinin, çoğu isyankâr, çoğu akılcı onlarca kişinin yakılma kararı çıkmıştır.
Mabedin ateşle buluşup küle dönüşmesi ne ilginçtir.

Mustafa K.Erdemol / CUMHURİYET

Banka hesaplarını kapatan İBB personeli var mı? - Murat AĞIREL

Türkiye iki haftadır Ekrem İmamoğlu'nun mazbatasını almasını bekliyor.
Fakat AKP süreci artık öyle bir uzattı ki kendi tabanında bile tepki uyandıracak etkiye neden oldu. Artık yeniden seçim olsa bile kazanamayacaklarını anladıkları için de yavaş yavaş geri çekilmeye başladı.


Tam da bu sırada AKP'nin bu süreci neden uzattığına dair dikkat çeken şeyler kulağıma geldi.

Öyle ya 25 yıldır yönetilen bir belediye artık milletin malından çok babalarının malı gibi kullanılıyorlardı.

ATM personelini mi sayayım, milyonlarca lira aktarılan tarikatları mı…
Neyse!

Bir süre önce tarafıma bir takım bilgi ve belgeler ulaştı. Vakıfbank'ın İstanbul Validesultan şubesinde bir takım hareketlilik olduğu aktarıldı.
Hareketlilik, Bakırköy Forum İstanbul Belediyesi ek hizmet binası ve Kasımpaşa ek hizmet binasındaki banka şubelerinde gerçekleşiyor.
Banka şubelerinde belediye personeli olarak kayıtlı bazı isimlerin hesaplarının kapatıldığı belirtildi.
Bunca insanın takip ettiği bir köşe yazarı olarak…
Henüz yanıt bulamadığım bazı soruları ise kamuoyunun haber alma hakkı gereğince sormam gerektiğini kendime görev sayıyorum.

- Bu şubelerde kimlerin hesabı kapatıldı?
- Hesabı kapatılan kişiler belediyeden ne kadar süredir ve ne kadar miktarda maaş alıyorlardı?
- Bu kişiler belediye hangi görevlerde bulundu?
- Bu kişiler "bankamatik memurları" denilen kesimden miydi?
- Kadir Topbaş ile ABD'ye giden, kardeşi AKOM'da olan İnsan Kaynakları Müdürü saatlerce Bilgi İşlem Müdürü ile hangi konuda toplantı yaptı?
- İSPER A. Ş. (eski Sağlık AŞ olan şirket bu yıl adı değişti) çalışanlarına Hak-İş Hizmet-İş sendikasına kayıt yaptırmaları için mail gönderdi mi?
- Bu maili göndermenizin nedeni yönetim değişikliği sonrası grev yapılma isteği midir?
- Belediyedeki birçok müdürün istifa dilekçelerini hazırladığı doğru mu?
- Kartal İSKİ Müdürlüğü'nde ani bir karar ile güvenlik görevlisi sayısını arttırdınız mı?
- Bu güvenlik gerekçesi önlem amaçlı mı, taşıma amaçlı mıydı?
- Zarar eden İSPARK'a 1 Nisan'dan sonra 500 personel alındığı doğru mu?
- İBB adına kiralanmış olan kaç araç AKP il-ilçe teşkilatlarının emrine verildi?

Ben bu soruların peşine düşüyorum. Yazmamın sebebi ise tarihe not düşmek.
Cevaplarını buldukça bu köşeden size aktaracağım.
Bu arada…
Bir süredir sandık başında tuttuğum nöbet gerekçesiyle yorgun düşüyorum. Bu nedenle de yazılarımı fazla ayrıntılandırmadan olduğu gibi aktarıyorum.
Anlayışınıza sığınarak…


Murat AĞIREL / YENİÇAĞ

16 Nisan 2019 Salı

Köy Enstitüleri dünyada tektir - PROF. DR. ALİ ARAYICI / BİRGÜN

Köy enstitüleri toplumsal yapıdaki farklı ulusal-kültürel, dilsel-dinsel unsurlar arasında ayrım yapmadan ve onları dışlamadan bütünleştirmede önemli bir rol oynadı.


Köy Enstitüleri, eğitbilimci İsmail Hakkı Tonguç tarafından 17 Nisan 1940 tarihinde kuruldu. Bundan, 79 yıl önce, 3803 sayılı Köy Enstitüleri Kanunu, TBMM’nde (Türkiye Büyük Millet Meclisi) resmen kabul edildi. Kemalist eğitim ve öğretim anlayışının temel karakteri, belirleyicisi ve özelliğiydi. Bu tarihin, Türkiye eğitim tarihinde önemli bir yeri vardır.


Bu tarih, Kemalist devrimlerden saltanatın ve halifeliğin kaldırılıp cumhuriyetin ilânı, medeni kanunun yürürlüğe girmesi, eğitim-öğretim birliği yasasının kabulu, dil devrimi, kılık-kıyafet devrimi ve soyadı kanunun kabulu, kadınlara oy kullanma, seçme ve seçilme hakkının sağlanması gibi benzer devrimlerin kabul edildiği tarihler kadar önemlidir.
Dünyada eşi ve benzeri bulunmayan Köy Enstitüleri, cesur ve yürekli bir plân çerçevesinde kuruldu. Hem sosyalist, hem de kapitalist eğitim sistemlerinden esinlenen Tonguç, adıyla-şanıyla sadece Türkiye’ye özgü olan enstitülerin fikir babası, kurucusu ve önderidir.

EĞİTİM TARİHİNE “KATKI”SI

Kırsal kesimin eğitilmesinde olduğu gibi, toplumsal gelişme, kalkınma ve en önemlisi halk eğitiminde önemli bir işlev gördü. Bu kurumlarda, farklılıklarla birlikte özgürlük ve barış içinde “bir arada yaşama” kültürü, özgürce düşünme, okuma-yazma ve araştırma anlayışı egemendi.
Geleceğin öğretmen adaylarına çok yönlü bir eğitim verildi. Her enstitü öğrencisi, öğretimini bitirdikten sonra kendi köylerinde veya yakın köylerde çiftçilere nasıl yardım edecekleri konusunda pratik bilgileri edindi.
Bölgenin koşullarına göre, tarımsal etkinliklerin ve yöntemlerin nasıl uygulanacağını, nasıl çift sürüleceğini, ekin ekileceğini-biçileceğini, yol yapılacağını, boru döşeneceğini, kadın doğurtacağını ve aşı yapılacağını; sağlık korumanın, ilk yardımın gereklerini, yemek pişirmeyi, dikiş dikmeyi, halk oyunlarını ve türkülerini öğrendi.
Türkiye’nin sosyo-ekonomik, kültürel ve eğitsel gereksinmelerine yanıt verecek şekilde yapılandı. En az düzeyde bir yatırımla kırsal kesimi değiştirme ve dönüştürme amacını taşıdı. Cumhuriyet Türkiye’sinin, dünya eğitim ve kültür tarihine; dil devrimiyle (latin harfleri) birlikte “katkı”da bulunacak kardar önemli bir kurumdu.

CUMHURİYETİN POLİTİKASINI

Kemalistlerin özlem duyduğu “yeni insanı” yada “yeni tip” aydın ve devrimci bir kuşağın yetitirilmesinde enstitüler, önemli bir rol oynadı. Yeni insanın kafasındaki çağdaş, laik, devrimci, bilimsel düşüncesi ve özlediği “yeni dünya”yla; kırsal kesimde görev aldığında, çevresinde gericiliğin, yobazlığın, tefeci-bezirğan ve toprak ağası baskısının olmaması olanaksızdı.
Toplumsal yapıdaki farklı ulusal-kültürel, dilsel-dinsel ve etniksel unsurlar arasında ayrım yapmadan ve onları dışlamadan; onları bütünleştirmede, “tekliliğe” dönüştürmede, eşitlik, özgürlük ve barış içinde farlılıklarla “bir arada yaşama”da önemli bir rol oynadı.
Cumhuriyetin kuruluşundan beridir, yaşanan “ulusal-kültürel kimlik” sorununun aşılmasında oynadığı rol önemlidir. Farklı dilsel ve ulusal-kültürel unsurların, Türk kimliği içinde “bütünleştirme”si ve onları “Türkleştirme”sinde; cumhuriyetin temel politikası tekdinli-tekdilli, tekkültürlü-tekuluslu bir “ulus-devlet” yaratma politikasının başarılı olmasında katkısı oldu.
Eğitim-öğretimde kız-erkek çocukları arasında şans, olanak ve fırsat eşitsizliğinin kısmen de olsa ortadan kaldırılmasındaki; eğitim-öğretim ve her alanda köy-kent arasındaki ayrımının kapatılmasında, köyü kente ve dolayısıyla siyasi iktidara bağlamasındaki katkısı yadsınamaz.
Özellikle de, kırsal kesimde etkin olmayan siyasi otoritenin boşluğunun doldurulmasında, yıllar geçmesine karşın kırsal kesimde yankı uyandırmayan; Kemalist devrim ve ilkelerin yayılmasında etkin bir görev üslendi.

DÜNYADA TEKTİR

Kırsal kesim için, sadece öğretmen yetiştirmedi. Aynı zamanda, üreten, araştıran, kurulu ve sömürü düzenini sürdürmek isteyen sermayeye, büyük toprak ağası ve tefeci-bezirganlara karşı savaşım veren; halkı bilinçlendiren bir “eylem insanı” yetiştirdi.
Enstitü mezunu öğretmenlerin görevi, bulundukları köylerde öğrencileri yetiştirmekle sınırlı değildi. Yürekleri insan ve vatan sevgisiyle çarpan bu inançlı öğretmenler, umutsuzluğa ve yoksulluğa karşı tek başına şavaş verdikleri gibi; genç kuşakların da daha iyi bir dünyanın kurulmasına yardım etmeleri için, onlara inanç ve cesaret vermeye çalıştı.
Çok yönlü yetişmiş, halkın her türlü sorunlarıyla yakından ilgilenen ve çüzüm yolları üreten aydın, yurtsever devrimci ve sosyalist bir “önder” yetiştirdi. Dünyada hiçbir ülkede öğretmen yetiştiren kurumlar, Türkiye’de enstitülerde olduğu gibi, çok yönlü bir “önder” yetiştirmedi. 
Enstitülerdeki eğitim anlayışını, sosyalist ülkelerde uygulanan eğitim anlayışından ayıran tek özellik, sadece öğrencilerine ders veren öğretmen değil; kırsal kesimin ve toplumsal yapının her türlü gereksinmelerine yanıt verecek çok yönlü bir “önder” yetiştirmesidir. Böyle bir öğretmen yetiştirme sistemi, dünyanın hiç bir ülkesinde ne önce ne de şimdi yaşama geçirilmedi.

YERİNE KONMASI GEREKEN

Türkiye’nin 1946’dan sonra çok partili yaşama geçilmesinin tozu-dumanıyla birlikte, sermayenin ve gericiliğin şimşeklerini üstüne çeken kurumların başında geldi. 1950’den sonra sahte ve demogoji şarkılarıyla, halkın milliyetçi ve dinci duygularını okşayarak iktidara gelen DP’nin (Demokrat Parti), hedef aldığı ve düşman olarak ileri sürdüğü kurumların arasında yer aldı.
En sonunda, 6234 sayılı yasayla 27 Ocak 1954 tarihinde kapatılarak “İlköğretmen Okulu”na dönüştürüldü. Yerine konması gereken kurumların başında ise, İmam-Hatip Okulları yer aldı.
Bu iki kurumsal yapı, birbirine tamamen zıt kurumlardı. Birisi, kırsal kesimin ve toplumsal yapının her alanda gelişmesinde, değişmesinde ve yeniden yapılanmasında; önemli bir rol oynayan çağdaş, laik ve devrimci bir atılımdı. Diğeri ise, tam tersine karşı devrimin tohumlarını taşıdığı gerici, çağdışı ve yobaz “Türk-İslam Sentezi” anlayışıydı.
Kesin kapatılmasıyla ilgili sayısız yapıtlar yazılmasına karşın, işin siyasi boyutu her süre ihmâl edildi. Çağdaş, laik, demokratik ve bilimsel eğitim anlayışıyla genç kuşakların ve devrimci öğretmen yetiştirilmesinin gündemde olduğu bugünün Türkiye’sinde, Kemalist eğitim anlayışının özünü oluşturan Köy Enstitüleri’nin değeri ve önemi, her geçen gün daha da artıyor.
PROF. DR. ALİ ARAYICI  / BİRGÜN

Kırılmalar - OĞUZ OYAN

Her türlü ölçünün aşıldığı bir dönemden geçiyoruz. Bunun olabilmesi, çok sayıda kırılmanın peşpeşe gündeme gelmesiyle ilgili. Bir kısmı yıllanmış sorunların açığa çıkmasıyla oluşurken bir kısmı son zamanların ürünü. Hepsi birden bir projenin (Sünni İslamcı rejim kurma ve bunu sınır ötesine genişletme/ihraç etme projesinin) çöküş sancılarıyla ilişkili. 

Projenin hem iç hem dış ayakları çökmekte.

Sadece son iki haftanın resmine bakalım: 31 Mart Yerel Seçimlerinde büyük kayıplar vererek siyasi bir şok yiyen AKP, İstanbul'da sandıkta yitirdiği seçimi masada ve YSK üzerine kurduğu baskılarla kazanmaya çabalamakta. Toplum nezdinde ve uluslararası sahnede meşruiyet zeminini yitirmek pahasına, İstanbul sonuçlarını kabullenmemek için diretiyor. Şimdiye kadarki yükselişinde arkasına aldığı "sandık meşruiyetini" bile kolayca feda edebileceğini gösteriyor. Ancak hem toplumun tepkilerinden çekindiği için (stadyumlar ortalığı boşuna inletmiyor), hem de Türkiye'nin içinde yer aldığı uluslararası ilişkiler bütününden bir kopuşa sermayenin hiçbir biçimde razı olmayacağını bildiği için, hareket alanı giderek daralıyor.

Bu arada Damat'ın 10 Nisan'da açıkladığı YEP uzantısı "Yapısal Dönüşüm Adımları" programı, beklenen etkiyi yapamıyor. Hem ekonomi yönetiminin güven vermekten artık çok uzak oluşu, hem de mevcut iktidarın mevcut ekonomik ilişkiler bağlamında artık krize karşı etkili iktisat politikası araçlarına sahip olmaması nedeniyle. Sermaye, kendine dönük bir programı memnuniyetle karşılasa da, programın kriz çözücü unsurlardan uzak oluşunu kaygıyla izlemekte; iktidarın toplumdan rıza üretebilme zorluklarının artması olasılığını da hafife alması beklenemez. 

Son günlere bakılırsa resim daha da dramatikleşiyor: ABD'de peşpeşe AKP'nin birinci adamdan sonraki en güçlü simaları boy gösteriyor. Gölge Cumhurbaşkanı yardımcısı rolündeki Damat Bakan, "Yapısal Dönüşüm Adımları"nı bir de bu işin kâbesinde açıklayayım derdine düşmüşken, katılan yatırımcılardan "tatmin edici hiçbir detay ve yanıt veremedi", "son zamanlarda bir maliye bakanından izlediğimiz en berbat sunumdu" biçiminde adeta alay konusu değerlendirmeler gelmesi, utanç verici bir finale doğru sürüklenildiği izlenimini vermekte. Hemen ardından ABD'de arz-ı endam eden cumhurbaşkanlığı sözcüsü Kalın ile Milli Savunma Bakanı Akar'ın da Türkiye'nin NATO'ya bağlılığını ve NATO'daki önemini vurguluyarak muhataplarının S-400 tepkilerini yumuşatma çabaları, AKP'nin yutamayacağı kadar büyük bir lokma ısırmış olabileceğini akla getirmekte.

Oysa henüz birkaç yıl önce herşey ne kadar da yolunda gibi görünüyordu! Tartışılmaz denilen dış politika gelenekleri nasıl da kolayca altüst ediliveriliyor, dokunulmaz denilen Cumhuriyet kurumları nasıl da alay edilircesine birbiri ardına çökertiliyor ve teslim alınıyordu. 2011 seçimlerinde %49,5 yakalanınca artık karşıda direnebilecek hiçbir toplumsal gücün de kalmadığı/kalamayacağı hesapları yapılıyordu. Böylece ABD güdümle FETO'cu koalisyon ortağına bile dirsek çıkarma, onunla iktidarı daha az paylaşma hevesleri yeşertilmeye başlanıyordu. 

Kendi gücünü aşırı abartma 2011'den sonra tavan yapacaktı. İçerde, Cumhuriyet değerlerine bağlı kalacağı için kendisine biat etmeyeceği düşünülen TSK üst kademesinin derdest edilmesi; 2010 sonrasında hukukun ayaklar altına alınması; tek adam rejiminin ağır ağır hazırlanması... Dışarda, "stratejik ortak" diye övünülen ABD'yi ve yanısıra dünyanın bütün melanetini Suriye'ye çekerek meşru Suriye Arap Cumhuriyeti'ni çökertme operasyonu... Bugün Suriye bağlamında yakındığı veya yakınmadığı bütün olumsuzlukları -aşırı bir özgüvenle yani cahil cesaretiyle- adım adım inşa etme süreci...

2011, bir tarihsel dönüm noktası olarak, 2002 ve 2007 kadar önemli görülmüştü. Ama dönüm noktaları burada durmayacak, devamı da gelecekti: Halk tepkisi olarak Haziran 2013 ve örtülü koalisyon ortağının yolsuzluk operasyonu olarak Aralık 2013; bir seçim yenilgisi olarak Haziran 2015 ve kışkırtılmış terör gölgesinde Kasım 2015... 15 Temmuz 2016 tarihindeki silahlı ve cemaatçi darbe girişimi, Türkiye Cumhuriyeti tarihi açısından bir ilkti. (Osmanlı'daki 31 Mart irtica ayaklanması da bundan farklıydı; çünkü 2016 Türkiye'sinde ne yazık ki bir bakıma iki tarikat grubu karşı karşıya geliyordu). 

Bu, iktidarı elinde tutanlar açısından "Allah'ın bir lütfu" idi aynı zamanda; çünkü böylece Nisan 2017 Anayasa darbesi ve 2018'deki tek adam sultasına doğru resmi dönüşüm gerçekleştirilebilecekti. 

Ama çekirgenin son sıçrayışında ulaştığı dönüm noktası, 31 Mart 2019, yeni bir kırılmanın da habercisiydi. Osmanlı'da 31 Mart 1909 (aslında tam tarih olarak 13 Nisan 1909) irtica kalkışmasına ve istibdada geri dönüş hamlesine Hareket Ordusu'nun verdiği cevap, bu defa 31 Mart 2019'da halkın otokrasiye ve tek adam sultasına karşı bir cevabına dönüşüyordu adeta. Bu yeni kırılma, devletin bütün gücü kullanılarak yapılan dayatmalara, seçim hukukunun ve güvenliğinin ayaklar altına alınmasına karşın, AKP'nin 2018'de vizesini aldığını sandığı toplum projesinin temellerinin ne kadar çürük olduğunu da göstermekteydi. Yenilgiyi kabullenmek istememenin ardında -kaybedilen ekonomik çıkar ağları bir yana- işte bu siyasi/ideolojik zemin kaybının da belirleyici rolü vardı.

Tam da bu sırada Cezayir ve Sudan otokrasilerinde çatlamalar, sermaye-siyasetçi-ordu oligarşisinin (bazen bunların belirli bölümlerinin) hakimiyetinin devamı için tepedeki figürün kolayca feda edilmesi, dünyanın diğer otokratlarını da tedirgin ediyordu mutlaka. 

Bugün iyi yetişmiş işgücünün "dışarıya" kaçmanın yollarını aradığı, dinci eğitim modeli iflas etmiş, ekonomisi dikiş tutmayan ve dünyanın en kırılganları arasında yer alan, IMF'nin kapısını çalmaya zorlanan (bu kapıyı çaldığında dahi, talebinin kabülü için ek siyasi ödünlere zorlanabilecek olan) bir AKP Türkiye'si söz konusudur. Bu kadar kırılgan bir ekonomiyle, emperyalizme sırtını dayayarak alt-emperyalist roller üstlenmeye kalkışmak, bu arada bölge güçleri arasında sonu gelmez valslere kalkışmak, bir tükenişin de öyküsüdür aynı anda.

Oğuz Oyan / SOL

Kabahat samur kürk olsa - ÖZDEMİR İNCE

“Kabahat samur kürk olsa kimse sırtına almaz” atasözü doğrucudur: Çöküşü, ahlak yoksunluğunu, yozlaşmayı ifade eder. Ama günümüzde kabahati silkeleyip kürkü giyiyorlar ve caka satıyorlar. Artık mazeret aramaya da gerek kalmadı. Adam, göğsünü gere gere “Hırsız bizim hırsızımız,yanında yer alırız!” diyor.

 
Bir devlette her şeyin sorumlusu bütün yetkileri elinde bulunduran yürütme organı hükümettir. Ve bunun ne lamı ne de cimi vardır. Hükümet etmek ciddi iştir, seksek oynamaya benzemez. Bu nedenle, rahmetli dostum anayasa bilgini, Prof. Dr. Erdoğan Teziç’in Anayasa Hukuku (Beta Yayınları) kitabından yararlanarak küçük bir hukuk dersi yapacağız:
1- İnsan toplumlarının barış içinde yaşamaları için bir egemene (muktedir) gereksinimleri vardır. Buna siyasal iktidar denir.
2- Başlangıçta siyasal iktidarın kaynağı din ve büyü idi. Yani teokratik idi. 
3- Siyasal iktidar daha sonra insan aklının ürünü olan hukuka dayandı: Halk egemenliği; ulusal egemenlik. 
4- Siyasal iktidarın meşruluk kaynakları: 
a- Geleneksel iktidar: Feodal beylikler, monarşiler. 
b- Karizmatik bireysel iktidar. 
c- Akılcı / Hukuki iktidar. 
5- İktidarın kurumlaşmasına Devlet denir. Devlet hakkında türlü çeşitli görüşler vardır. Bu görüşlerin neler olduğunu vatandaş bilse iyidir ama siyasetçiler mutlaka bilmelidir. Devlet egemendir; kamu gücünü harekete geçiren sadece devlettir. Devlet federal de olabilir ama Türkiye Cumhuriyeti üniter bir devlettir. 
6- Türkiye Cumhuriyeti anayasal hukuk devletidir. Bu devlet üç erk (güç, kuvvet) üzerine oturur: YASAMA, YÜRÜTME, YARGI. Yasama (Parlamento, Meclis) yasa yapar; Yürütme (Hükümet) bu yasalarla devlet hizmetlerini yerine getirmekle sorumludur; Yargı (Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Sayıştay, Yargıtay ve her türlü mahkeme) yasama ve yürütmenin işlerini denetler. Ama Yasama (Meclis) ve Yürütme (Hükümet), Yargı Erki’ni denetleyip etkileyemez. Böyle bir şey yaparsa suç işler ve meşruiyetini yitirir. Buna göre: Özellikle 2007’den bu yana AKP hükümetleri; günümüzde Cumhurbaşkanlığı rejimi yapıp ettikleriyle gayri meşrudur. 
7- Devleti, bakanlıklar, silahlı kuvvetler, polis, mahkemeler, belediyeler, devlet daireleri temsil eder.
***

Bir şair ve edebiyat yazarı, eski bir devlet memuru ve “müdür” olarak Devlet’i bir taşıta, bir silaha, bir alete benzetirim. Osman Aga üzerine binmeden eşek yerinde durur; silah tetiği çekilmeden, düğmesine basılmadan uyur; otomobil ve TIR, şoför kontağı açmadan yıllarca yerinde durur; bir televizyon ve bulaşık makinesi evin hamaratı çalıştırmadan kendi kendine çalışmaz. Bu kompozisyon ve ilişki içinde Osman Aga, asker, şoför, evin hamarat hanımı HÜKÜMET’tir. AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın dediği gibi: kimse kusura bakmasın!
***


Eh, şimdi geldik zurnanın zırt dediği yere: Cumhurbaşkanı’na ve kabinesinin işbilir duruşlu kâtiplerine (bakanlarına) göre pahalılık marketlerin suçu; faizler bankaların suçu; enflasyon dış güçlerin suçu; dolar ABD yoldaşın suçu; patates soğan stokçunun suçu; tren kazaları makinistlerin suçu; Ergenekon FETÖ suçu; terör muhalefetin, gazetecilerin, şairlerin, zabıt kâtiplerinin suçu; helikopter düşmesi, sitelerin suçu; Suriye saçmalığı coğrafyanın suçu. 

Ey “yürütmek” fiilinin eylemini (hükümet olmayı) yanlış anlayan hükümet! “Yürütme”nin yüzde onu (% 10) yetki ise yüzde doksanı (% 90) sorumluluktur. Lokantada karnını doyurup faturayı ödemeden tuvalet penceresinden kaçamazsın. Her aç karnın, her ısınmayan evin, işsizliğin sebep olduğu her intiharın, her yıkılan binanın sorumlusu sensin, artık eşekten in Osman Aga!

Özdemir İnce / CUMHURİYET