9 Mayıs 2019 Perşembe

AKP'de konuşulan garip senaryolar!.. - Ahmet TAKAN

R. Erdoğan'ın kafasında, aklında ne var?..
Büyük sürpriz nerede?..
Saray kaynaklarından şöyle çok ilginç bir bilgiye ulaştım. Erdoğan'ın kafasında yerel seçimlerin kaldırılması konusunda henüz fikir aşamasında olan bir plan var. R. Erdoğan'ın hâlâ bir belediyede kayyum olarak görev yapan bir Vali ile görüşmesini anlattılar:
Sayın Vali, Erdoğan ile görüşmesi sırasında konu belediye başkanlarının istifası ve kayyum atamalarına gelir. Vali, Erdoğan'a bu sürecin devam edip etmeyeceğini sorar. "Edebilir" yanıtını alır. Vali bey de kayyum atanan belediyelerde çok verim alındığını, kayyum atanan yerlerde AKP'nin lehine rüzgar estiğini ve bunun anketlere de çok olumlu yansıdığını arz eder. "Vatandaş hizmetlerimizden çok memnun" der. Erdoğan da, kayyum atanan belediyelerden çok memnun olduğunu söyler. Belediye Başkanları atama ile mi yoksa seçimle mi işbaşına gelsin?.. R. Erdoğan, belediye başkanlarının  atama ile göreve gelme sisteminin  bazı ülkelerde uygulandığına ve başarılı sonuçlar alındığına işaret eder. Ve baklayı ağzından çıkarır; "Belediye Başkanlarının atama ile göreve gelmesinin daha doğru ve faydalı  olduğunu düşünüyorum. Seçimden sonra gündeme getirebilirim. Çalışmalarınıza ve anketlere devam edin. Bana bu konuda raporlar yazın."

Pek tabii ki, Vali bey de Erdoğan'a yerden göğe hak verir!.. "Başüstüne efendim" der...
MHP Genel Başkanı Doktor Devlet Bahçeli'nin başlama vuruşunu yaptığını referandum süreci ile birlikte nereye doğru gidiyoruz?.. Demokratik Parlamenter sistemden vazgeçtik. Rejim değişti... Demokrasinin "D"sine hasret kalacağız gibi...
İktidara geldiklerinde;
"Kopenhag Kriterleri'ni gerekirse Ankara Kriterleri yapar yolumuza devam ederiz dedik. Artık vakit yaklaşıyor, gidiş o."
Sonraki yıllarda bir daha tekrar etmişlerdi;
'Gerekirse Kopenhag Kriterleri'ni Ankara Kriterleri yaparız, yine hayata geçiririz. Bu yoldan dönüş yok.'
Gidişat "Baas kriterleri"ne doğru!.. İkinci yarının başlama vuruşunu da Doktor Devlet Bahçeli yaptı...

***

"Mahalli  seçimler kalkar mı?" başlığı altında 10 Kasım 2017 tarihinde kaleme aldığım yazının bir bölümünü tekrarladım. Nereden aklıma geldi?.. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan  Vekilliğine İstanbul Valisi Ali Yerlikaya'nın atandığını duyunca.. Yazıda adını vermediğim o Vali, 31 Mart seçimlerinde Erdoğan tarafından büyük bir ilimizden aday yapıldı. Seçimi kazandı, sandıktan çıktı. O artık  Vali ve kayyum değil  seçilmiş belediye başkanı!..

Ustaca döşenen yollarda provalarını yapa yapa geldik bugünlere... YSK'nın  İstanbul seçimini iptal ettiği gün  bebek katili Abdullah Öcalan'ın mektubunun okunması  tesadüf değil!..Okunmasına müsaade edilen o mektubun  satır aralarına dikkat edin. SDG kılıfı ile PKK/YPG meşrulaştırılıyor.  Adına devlet eliyle mi yoksa siyasi iktidar  eliyle mi  dersiniz, ne derseniz deyin terör örgütü meşrulaştırılıyor. Aynı "çözüm süreci"nde yapıldığı gibi. Terörist  mektubunun okutulması sürecine tekrar dönülmesi, "iktidarın İstanbul'da HDP oylarına göz dikmesi" ile açıklanamaz. Çok kenarda kalır... Suriye'ye  ve oradan Türkiye'ye dikkatle bakmak lazım.Terörist Öcalan'ın mektubunda yerel özerkliğe vurgu yapması da bir tesadüf mü?.. "Çözüm süreci"ndeki mektuplarının aynısı değil mi?..

Çoğu zaman zorbalıkla da olsa,Türkiye Cumhuriyeti'ni tarihe gömmeyi amaçlayan "2023 projesi"ne doğru virajlar hızla dönülüyor. Eyalet  yapılanması bunun en önemli kilometre taşı. Defalarca söyledik!.. 31 Mart mahalli seçiminden sonra Doktor Devlet Bahçeli'nin  mahalli seçim sisteminin değiştirilmesine yönelik önerdiği teklifinde bir alt yapı çalışması olduğunu kaleme almıştık. YSK zorbalığı ile bir engeli daha aştılar!..

***

YSK kararının ardından AKP kulislerini ve oradaki havayı merak ediyorsunuz...Aşağıda  yazacaklarımı aklınız almayabilir. Hatta, "Ahmet Takan espri yapıyor" veya "kafayı  üşüttü" diyenlerinizde olabilir. Benim içi sorun değil...Gazetecilik, (en az) yarı delilerin mesleğidir!..

İstanbul seçiminin  iptal edilmesinin ardından AKP'deki gerilim daha da arttı. AKP' milletvekillerinin bir çoğu seçimin yenilenmesini büyük bir risk olarak görürken, kaybedilmesinin  erken seçimi kaçınılmaz kılacağını dile getirenler de var.. YSK kararını, "AKP'ye atılmış bir taş,  kurulmuş bir tuzak" olarak nitelendiriyor bazıları.. Kafa yorulan  esas konu, İstanbul seçiminin nasıl  kazanılacağı...  Ad adaydan daha çok partinin  ve teşkilatların nasıl çalışması gerektiği tartışılıyor.. Nedeni, "teşkilatların yorgunluğu" ve "kuşkulu davranışları", "özgüven kaybının yaşanıyor olması". CHP tabanının daha bütünleşmiş haliyle AKP'nin karşısına çıkacağı bunun karşısında AKP tabanında yeterli bir enerjinin olmadığı görüşü hakim. Her şeye rağmen, bu seçimin belirleyicisinin Erdoğan olacağı konusunda herkes hem fikir. "Erdoğan'ın göstereceği performans ya da takınacağı tutum AKP'nin başarısını tamamen belirleyeceği gibi, aynı zamanda İstanbul seçiminin kaderini de etkileyecek" deniyor.

Şimdi çok sıkı durun!..

Bir başka tartışılan ve akıllara durgunluk veren konu, "Erdoğan'ın bile bu seçimlerde aday olma noktasına gelebileceği"... Ya, nasıl olur?.. Belediye başkanlığı seçimleri ile ilgili yasalara baktım, Cumhurbaşkanı, Belediye Başkanlığına aday olabilir mi?.. Aksi bir hüküm yok. Anayasada da öyle.. Boşluk var... AKP, kulislerinde tartışılıyor; olabileceği pek mümkün görünmese de  bu adaylık meselesinin dillendirilmesinin ana nedeni olarak İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne Varlık Fonu benzeri bir formül arayışları... Hatırlayın!.. Varlık Fonu'nu Erdoğan'ın  bir gecede kendisine bağlamasını ve başına damadını getirmesini... Buna  dikkat çekenler var. Varlık Fonu'nun bütün yönetimini elinde tutan dolayısıyla istediğini burada yapabilen Erdoğan'ın aynı zamanda benzer bir formülü İstanbul Büyükşehir Belediyesi için de uygulayabileceği  AKP'lilere  abartı gelmiyor. Böyle bir formülün arandığı ifade ediliyor. Neden olmasın?.. Bir gece ansızın, bir kararname çıkartılırsa, İstanbul Büyükşehir Belediyesinin bütün imar yetkileri elinden alınıp, Cumhurbaşkanlığında bu yetkiler toplanırsa, veya tüm şirketler yeni bir çatı alınırsa ve bunun başına da damat bey geçirilirse... Hangi yargı organına gidip itiraz edebilirsiniz?.. Etseniz dahi sonuç ne olur?.. Ekrem İmamoğlu tekrar kazansa da sembolik başkan olur. Ya sonrası?.. Çok kafa yormak lazım!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

8 Mayıs 2019 Çarşamba

İstanbul'u çalan,kılıfını hazırlar! - Arslan BULUT

İstanbul seçimleri değil ama yenilenmesi kararı "organize bir tam kanunsuzluk hali"dir! Durum böyleyse, İstanbul seçiminin sadece büyükşehir belediye başkanlığı ayağının yenilenmesini sağlayan ve mazbatayı da geri alan irade, kaybedeceği bir seçime tekrar girer mi?

31 Mart seçimlerinde, İstanbul ve Ankara'yı son beş seçimde olduğu gibi AA'nın AKP'den aldığı rakamlarla seçim sonucunu ilan etmesi sayesinde kazanacaklarını hesap etmişlerdi. CHP'nin her sandıkta görevli bulundurması ve Ekrem İmamoğlu'nun süreci akıllı yönetmesi sayesinde bu tuzak çalışmadı ve mazbatayı vermek zorunda kaldılar.

Peki şimdi seçimi uydurma gerekçelerle iptal ettirdilerse, CHP adayının kazanacağını bile bile aynı şartlarda yarışa girerler mi?

***

Bir defa YSK, seçimi, "sandık kurullarında devlet memuru olmayanlar görevlendirildi" gerekçesiyle iptal etti. Bu durumda ilçe belediye başkanlıkları ve belediye meclisleri, hatta muhtarlık seçimleri de iptal edilmeliydi. İmamoğlu'nun da söylediği gibi Anayasa değişikliği referandumunun, genel seçimlerin ve Cumhurbaşkanlığı seçiminin de iptal edilmesi gerekir.
Gerekir ama burada hukuk aranmıyor ki! AKP'nin İstanbul'u teslim etmek istememesine hukuki kılıf aranıyordu, bir kılıf uyduruldu o kadar.
Tabii koca İstanbul bu, çaldıktan sonra hangi kılıfa sarsanız elde tutmak kolay değil. Bu sebeple seçime kadar şartları değiştirmeye çalışacaklar, değiştiremezlerse seçimi erteleyeceklerdir.

Çünkü İstanbul'u kaybetmeyi, Türkiye'yi kaybetmek olarak görüyorlar.

***

YSK kararı açıklandığı an, Twitter'da "İki gün önce bana gelen duyum, YSK'nın İstanbul seçimlerinin yeniden yapılması kararı alacağı, HDP ile Demirtaş'ın serbest bırakılması, Abdullah Öcalan'ın ev hapsine çıkarılması gibi konularda pazarlık yapıldığı, böylece HDP oylarının AKP lehine döneceği yönündeydi. Doğru çıktı." diye bir mesaj paylaştım. 1.6 milyondan fazla görüntülendi.

Karardan önce böyle bir duyum geldiğini yazmadım, çünkü bu bilgiyi paylaşmak, süreci bu yöne sürüklemek isteyenlere hizmet olurdu! Adı üzerinde; duyum!
Ancak karar söylendiği gibi çıktı. İkincisi, sekiz yıl sonra avukatlarının, ziyaret etmesine izin verilen Abdullah Öcalan'ın açıklamalarının yayınlanmasının sağlanması da HDP ile bir pazarlık sürdüğünün göstergesiydi. Anadolu Ajansı da yine "teröristbaşı" söylemini bırakmış "İmralı" demeye başlamıştı.

***

Sadece bu kadar mı? Hayır, Türkiye adına bazı görevlilerin PYD'nin başındaki isim olan Kobane ile görüştüğüne dair Al Monitor sitesinde haberler var!
Öcalan, "İçinden geçtiğimiz tarihi süreçte derin bir toplumsal uzlaşmaya ihtiyaç vardır. Suriye Demokratik Güçleri kapsamında Suriye'deki sorunların Suriye'nin bütünlüğü çerçevesinde Anayasal güvenceye kavuşturulmuş yerel demokrasi perspektifinde çözüme ulaştırılması amaçlanmalıdır. Bu bağlamda Türkiye'nin hassasiyetlerine de duyarlı olunmalıdır." diyordu.
Gerçi Tayyip Erdoğan yeni bir çözüm sürecinin söz konusu olmadığını söyledi ama gerek Öcalan'a haklar tanımak gerekse Suriye'de PYD'nin başı ile pazarlık yapmak ne anlama geliyor? Üstelik bütün bu yeni durumlar, ABD Başkanı Trump'ın temsilcisi James Jeffrey'in Ankara'da Suriye ile ilgili "olumlu ve yapıcı" görüşmeler yapmasından sonra ortaya çıkıyor!

***

Bütün bunlar neyin süreci? Mesele sadece İstanbul değil elbette! Bütün Türkiye hatta bütün bölge! Bu sebeple herkesin uyanık olması gerekir. Bizim işimizin gereği de uyandırmak!

Ekrem İmamoğlu'nu Guadio'ya benzetenler, ayrı bir İstanbul devleti tasarladığından bahsedenler var! Bu durumda Tayyip Bey de Maduro mu oluyor? Kaldı ki, CFR'ye "yerel yönetimlere özerklik" sözü vererek kurulan hatta onların gönderdiği, "kent devletleri"ni öneren gizli belgeyi, kuruluş programı yapan parti, AKP'dir. Fakat bu söylemler, İstanbul seçimlerinin nereye kadar sürüklenebileceğini gösteriyor! Dolar'ın yükselişi de akıntıyı kuvvetlendiriyor zaten...

 Arslan BULUT / YENİÇAĞ

4 Mayıs 2019 Cumartesi

Bir kurumumuz daha çürüme riskiyle karşı karşıya - Murat AĞIREL

Geçen yazımda "Kızılay'ı da yandaş derneğe dönüştürdüler haberiniz var mı?" diye sormuştum.

Beklediğim ses geldi!

Yazımda, Kızılay denetleme kurulu raporunu siz değerli okuyuculara sunmuştum.
Kısa bir hatırlatma yapmak gerekir ise…

Kızılay'ın 600 şubesini neden kapattığını, binlerce taşınmazı olan bir kurumun neden dolar cinsi ile bir yalı kiraladığını, 2018 kurban etlerinin neden halen dağıtılmadığını yazdım. Kızılay bana cevap niteliğinde bir açıklama gönderdi.
Açıklamayı özetleyerek aktarıyorum: "Kızılay her ne kadar bir grup gönüllü tarafından kurulmuş olsa da 150 yıldır milyonlarca gönüllüğünün verdiği desteklerle varlığını sürdürmektedir. Bu desteklere, duyarlı gazetecilerin, yazarların, sanatçıların verdiği destekler de dahildir. Bu bağlamda, Kızılay ile ilgili bir iddia kaleme alınırken bu büyük kuruma verilebilecek zararlar ve bu zararlar nedeniyle dünyadaki mazlumların kursağından geçecek bir kaşık çorbanın eksilebileceği de düşünülmelidir.
Bahsi geçen yazınız daha önce de sizin başka platformlarda kaleme aldığınız gibi bir grubun iddialarından ibarettir. Bu iddiaların tamamı aynı grup tarafından farklı mahkemelere ve resmi kurumlara şikâyet ve suç duyurusu olarak taşınmış, ilgili savcılıklar ve müfettişlerce incelenip soruşturulmuş ve herhangi bir sıkıntılı duruma rastlanmamış ve süreç sonuçlandırılmıştır.
Bu nedenle tamamı soruşturulmuş gerçek dışı iddiaları içeren yazınızın içeriğine cevap vermeyi gerekli görmüyoruz. Ancak ortak değerimiz olan bu kutsal kurumu sorumsuzca karalayan tüm bu iftiraların yasalar önünde bir yaptırımı vardır ve Kızılay bu hakkını yasalar önünde arayacaktır.
Aynı şekilde Kızılay'ın en üst yönetim organı olan Genel Kurul'da da tüm süreçler delegelerin oy birliği ile uygun bulunmuştur.
Yasal haklarımızı kullanmakla beraber şunu da belirtmek isteriz ki; Dünyanın en büyük yardım kuruluşlarından biri haline gelmiş olan, Genel Başkanı, Uluslararası Kızılay-Kızılhaç Dernekleri Federasyonu Avrupa Bölgesi Başkanı olan, geçtiğimiz yıl 23 milyon kişiye yardım eli uzatan ve bu yıl 30 milyon kişiye milletimizin yardım elini uzatmayı planlayan, gönüllü desteği her geçen gün artan, dünyanın dört bir yanında Milli Bayrağımız ile Kızılay Bayrağını birlikte dalgalandıran bu güzide kuruluşa, böylesi temelsiz iddialarla 'kara çalma' gayreti en başta yardım bekleyen milyonlarca mazluma karşı haksızlıktır."

Benim gizlim saklım yok.

Öyle flört eder gibi mesajlaşmaya da gerek yok. Aleni açık açık herkesin huzurunda birbirimize soru sorup cevap verelim. Kamuoyu görsün okusun bilsin. Ben yazdığım her yazının arkasındayım. Belgesiz, bilgisiz tek bir cümle yazmam.
Mesela açıklamada "Kızılay ile ilgili bir iddia kaleme alınırken bu büyük kuruma verilebilecek zararlar ve bu zararlar nedeniyle dünyadaki mazlumların kursağından geçecek bir kaşık çorbanın eksilebileceği de düşünülmelidir" deniliyor.

Ben de aynen bu şekilde düşünüyor ve "mazlumların kursağından geçecek bir kaşık çorbanın" neden ve kim tarafından eksiltildiğini kamuoyu adına soruyorum.
İstanbul Sarıyer'de Rumeli Hisarı Mahallesi Kale Ağası sokakta bulunan yalı için 5+5 yıllık için 24 bin dolar stopaj bedeli, emlakçı komisyonu olarak 10 bin dolar, kira bedeli olarak ise aylık 12 bin dolar, Tarihi Kültürel Varlık olmasına rağmen izin alınmadan iç mekan mimari değişiklikler için 500 bin TL harcanmadı mı? (EK-1)
Ardından…

Birkaç ay sonra tepkiler neticesinde bu bina boşaltıldı ve ihtarname çekilip kira sözleşmesi fesih edildi. Ancak yalı sahibi Sami Başaran ve kardeşi Özden Başaran, Kızılay'a 18 Ekim 2018'de ihtarname çekti. Yalının 1 yıllık kirası ödendi. Zararı hesaplamak çok kolay sadece kira 144 bin dolar, stopaj ve emlakçı komisyonu 34 bin dolar, toplamda ise 178 bin dolar. (EK-2)

Hemen TL'ye çevirelim. (2018 Haziran kurunu baz alalım kur 4,59) İç mekan mimari harcamalarıyla birlikte 1 milyon 317 bin lira.
Şimdi Sayın Genel Başkan Kerem Kınık'a soruyorum. Yaptığınız bu keyfi israf neticesinde kaç mazlumun kursağından kaç kaşık çorba geçerdi?
Devam edelim.
Bu yalıdan vazgeçildi. Sanmayın ki Kızılay'a yurttaşlar tarafından bağışlanan binlerce binadan birine geçecekler yanılırsınız. Yine başka bir bina bulundu. Neresi? MÜSİAD'a ait bir bina. Aylık 110 bin liraya anlaşma sağlandı ve bir yıllık kirası da peşin verildi. Bu arada MÜSİAD'ın bu binayı yetersiz diye terk ettiğini de belirtmem gerekir. (EK-3)

Dahası var.

Kızılay'a işçi alımı nedeniyle Empatik firması ile her personel alımı için kişi başı sözleşme yapıldı. Sonra bu sözleşme iptal edildi. Empatik firması yetkilisi Burhan Koca size mail yolu ile "sözleşme şartlarını yerine getirin" diye adeta tehdit eden bir elektronik posta gönderdi. Sonra "mazlumlara yardım peşinde koşan" Kızılay yönetimi ne yaptı? Firma Genel Koordinatörü Sefa Zengin ile Sulh ve İbra Protokolü yapıp işe alınan 214 personel karşılığında 2 milyon TL ödeyip anlaşmaya vardı. (EK-4)

2016-2017-2018 yıllarında işten çıkarılan binlerce çalışanın açtıkları dava neticesinde Kızılay ne kadar tazminat ödedi dersiniz? Tam 3 milyon 600 bin TL
Kızılay her sene yurt içi kurbanlarını Et ve Süt Kurumu ile keser ve Sayın Kınık gelene kadar da sorun yaşanmazdı. Ancak 2018 yılında Kızılay Genel Müdürlüğü'nün (23.07.2018 tarih ve 137403 sayılı yazısına istinaden) Et ve Süt Kurumu'nun fiyatlarının pahalı olması ve yeterli hayvanın temin edilememesinden dolayı yurt dışında araştırma yapılmasına karar verilmiş ve Genel Müdür Yardımcısı İ.Özer, S.Demir, Letonya ve Bosna Hersek'e gitmesi konusunda görevlendirilmişti. (EK-5)

Bir ay sonra yani TAHAŞ İnşaat ve Yatırım A.Ş. ile sözleşme yapıldı. Sözleşme gereği önce 5000 adet sonra artırım ile birlikte 6000 büyük baş hayvan için sözleşme yapıldı. Normalinde bu tür işlerde banka teminat mektubu alınır. Ancak ilginçtir bu sözleşmede bir ilk yapıldı ve villa teminat olarak gösterildi. (Ek-6)

Kızılay yetkilileri hayvanları yerinde görmek istedi, gidip baktılar ve 5 bin 947 âdetini gördüler. Tabii hayvanları görünce de firmaya 3 Milyon 624 Bin EURO ödeme yapıldı.

Gün gelince Kızılay personeli ile kesim yerlerine gittiler. Ancak 6000 büyükbaş kesilmesi gerekirken 3 bin 218 büyükbaş kesildiği anlaşıldı. 2782 adet büyükbaş hayvan yok.

Letonya'da kesilen 11 adet büyükbaşa ait karkas et nakliye temin edilemediğinden Türkiye'ye getirilemedi, Polonya'da kesilen büyükbaşlar Türkiye'ye sevk edildi ancak 151 adet karkas et Gümrük kontrolünde yurda girişi uygun görünmeyerek imha edildi. Bunların tamamının masrafını da Kızılay yaptı.

Anlayacağınız ellerine yüzlerine bulaştırdılar.

Kurbanın 4. günü yurt içinden hayvanları temin etmeye çalıştılar. Ardından firmaya 30 Kasım 2018 tarihinde ihtarname çektiler ve 1 milyon 841 bin Euro ve 321 bin lirayı geri istediler. Ne durumda belli değil. Açıklama yaparlar ise hep beraber öğreneceğiz.

Gelelim işe alınanlara verilen maaşlara? İçişleri Bakanlığı Dernekler Dairesi Başkanlığı Dernek denetçileri tarafından yapılan denetimleri sonucunda raporlara yansıyan bir rakam var. İşe alınan kişilere ödenen fazla ücret olarak 122 bin lira! Bu rakam sulh yolu ile tekrar Kızılay hesaplarına iade edilmedi mi kamuoyu adına soruyorum? (EK-7)

Ülkemizin yüz akı olan Kızılay ne yazık ki zorlu bir süreçten geçiyor. Kızılay, göz göre göre keyfi uygulamalar ile zarara uğratılıyor. Bu yazdıklarım son kongrede sunulan denetim raporunda da mevcut ancak raportör tarafından ilgili olumsuz maddeler okunmamış sadece olumlu maddeler okunmuş.

Ben bu durum karşısında Cumhurbaşkanlığı'nı ve İçişleri Bakanlığı'na çağrı yapıyorum. Yaşananlar hakkında harekete geçilmezse bir kurumumuz daha çürüme riskiyle karşı karşıya kalacak.

Murat Ağırel / YENİÇAĞ




NOT: Değerli okuyucular. Yazımın içerisinde parantezlerde ek diye belirttim. Türkiye'de bir ilki gerçekleştiriyoruz. Belge sayısı çok fazla olduğu için belgeleri bu sayfada bulunan karekoda yükledik ve akıllı telefonlarda yer alan karekod okuma uygulamalarından bu kodu okutarak tüm belgelere ulaşabilirsiniz.
murat-agirel,-4d3861c1-c9b5-4836-80e4-54ac9689d65c.jpg


3 Mayıs 2019 Cuma

Devr-i sabık - İLHAN CİHANER

Kısmi iktidar değişiklikleri ya da bu ihtimalin ortaya çıktığı dönemlerde hemen gündeme gelir “devr-i sabık” tartışmaları. Hele söz konusu olan siyasi iktidar ise bu tartışmanın -açıkça bu kavramla olmasa da- yürütülmesi kaçınılmaz.
Yalın anlamı “eski dönem” iken “Devr-i sabık yaratmak” şeklinde kullanılınca, en genel tanımı ile “iktidara gelenin, önceki iktidardan hesap sorması” anlamına gelir. İlk kullananın 1950 seçimlerinde CHP’den iktidarı devralan DP adına konuşan Celal Bayar olduğu söylenir.  Her ne kadar “Devr-i sabık yaratmayacağız” demişlerse de tahkikat komisyonlarından, CHP’nin malvarlığına el koymaya kadar yer yer vahşi bir uygulama yapmışlardır. Tartışmaya açık olmakla birlikte rejim değişikliği ile sonuçlanan AKP iktidarının -öncülleriyle birlikte- kadro ve politika olarak uzun bir devr-i sabık süreci olduğu bile söylenebilir.
Ancak bu güne de ışık tutan asıl devr-i sabık tartışmaları İkinci Meşrutiyetin ilanı ile yaşanmış. “İstibdadın” yerini “hürriyetin” alması ile “eski dönem memurlarına” (devr-i sabık ricaline) şüphe ile bakan İttihatçılar ve eski dönemin “mağdurları” eski dönemin “mağrurlarından” hesap sorulmasını istemişler. Böylece yeni döneme bağlılığa dair yemin ettirmeler, soruşturmalar ve işten el çektirmeler ve yerlerine yeni görevlendirmeler başlamış.  Dönemin deyimiyle devr-i sabıkın “mağdurları” yeni dönemin “mağrurları” haline gelmişler.
Bu gelişmeler eski dönemde “Jurnalcilik” yapanların yeni dönemde aynı şekilde “hizmet” ettikleri,  devlet adamı kıtlığı nedeniyle işten el çektirmelerin sınırlı yapılması gerektiği, istemeyerek kötülük yapan küçük memurları kazanmak gerektiği, ne olursa olsun eski devir memurlarına güvenilemeyeceği gibi tartışmalar eşliğinde yaşanmış. ( II. Meşrutiyet’in İlanı Sonrasında “Devr-i Sabık Memurlarının Durumları”, Hasan Ali Polat). Bu tartışmalar Fetullahçı darbe girişimi sonrası yaşananlar için de faydalı olabilir.
Şimdilerde AKP’nin büyükşehir belediyelerini kaybetmesi ile açıkça ya da dolaylı olarak devr-i sabık tartışması gündeme geldi. AKP’nin İstanbul Büyükşehir Belediyesini açıkça hukuka aykırı bir şekilde devretmek istememesi, iç denetime engel olma çabası, e-belediye ve tek hesap düzeni uygulamaları esasen bu konuyla ilgili görülebilir.  “Kimsenin ekmeği ile oynanmayacak” benzeri açıklamalar da dolaylı olarak aynı bağlama işaret eder.
Tabii doğrudan “devr-i sabık” tamlaması kullanılarak yapılan yorumlar da var. İlginç olanı bu güne kadar “devr-i sabık yaratılmamalı” söylemi genellikle mevcut iktidar ilişkilerinden etik olmayan bir şekilde nemalanan sermaye ve “kalem erbabından” gelmişken, bu kez yerel seçimleri kazananlardan ve muhalefetten geliyor. Kuşkusuz yargının iyi kötü mevcudiyetini sürdürdüğü demokratik mekanizmaların çalıştığı bir ülkede devr-i sabık tartışılmaz. Yargı ve diğer denge/fren mekanizmaları zaten bunu gereksiz hale getirir.
Bu durum eğer -taktik gereği- siyasi iktidarın seçmenini konsolide etmesine engel olmak içinse ayrı bir vahamet, hala siyasi iktidardan bağımsız bir devlet olduğu algısına dayanıyorsa ayrı bir vahamet taşıyor. Yerel seçimleri Muhalefete kazandıran dinamikleri de doğru okuyamamak anlamına gelir. Tabi ki hesap sorulması gereken belediye emekçileri değil ve bu kesimin çok dikkatli davranılarak kazanılması gerekir.
Ama ana muhalefet liderinin linç edilme girişiminin kutsandığı, kazanmış başkanlara iş yaptırmamanın kurumsallaştığı, kayyumların yağmada seviye atladıkları, imar yolsuzluklarının zirve yaptığı, memurların sendikasının işverence belirlendiği, taşeron işçinin bile AKP’li yöneticilerce belirlendiği yağmacı bir “eski düzenden”  hesap sorulmayacaksa bu kavga niye verildi.
Gene aynı bürokratlar yönetecekse, gene aynı uygulamalar, aynı müteahhitler aynı kirli isimler ya da versiyonları egemen olacaksa “Türkiye İttifakı” kurulmuş demektir! TC tabelaları da kurtarmaz!
 İLHAN CİHANER / BİRGÜN

2 Mayıs 2019 Perşembe

Anadolu topraklarında 1906'dan bugüne 1 Mayıs...- AHMET ÇINAR

1 Mayıs, 1889'da toplanan II. Enternasyonal'den bu yana dünya genelinde işçilerin birlik, dayanışma ve mücadele günü olarak kabul ediliyor. Türkiye'de ilk 1 Mayıs nerde, nasıl, ne zaman kutlandı? İşte 1 Mayıs'ın kısa tarihçesi...


Bugün 1 Mayıs.
Başta büyük kentler olmak üzere Türkiye'nin farklı illerinde 1 Mayıs alanlarında buluşulacak.
Önce biraz tarihçeden söz etmek gerekirse...
1 Mayıs’ın miladı, başlangıcı olarak 1856 yılında Avustralyalı taş ve inşaat işçilerinin günde sekiz saat çalışma talebiyle gerçekleştirdikleri yürüyüş gösterilir. Avustralya'nın Melbourne kentinde işçiler, günde sekiz saatlik iş günü için Melbourne Üniversitesi'nden Parlamento Evi'ne kadar bir yürüdüler.
1 Mayıs 1886'da Amerika İşçi Sendikaları Konfederasyonu önderliğinde işçiler günde 12 saat, haftada altı gün olan çalışma takvimine karşı; günlük sekiz saatlik çalışma talebiyle iş bıraktılar. Şikago'da yapılan gösterilere yarım milyon işçi katıldı. Luizvil'de (Kentaki) 6 binden fazla siyah ve beyaz işçi, birlikte yürüdü. O dönemde Luizvil'deki parklar, siyahlara kapalıydı. İşçiler, sokaklarda yürüdükten sonra hep birlikte Ulusal Park'a girdi.
Bu gösteriler 1 Mayıs'ı izleyen günlerde tüm hararetiyle devam etti ve 4 Mayıs'ta kanlı Haymarket Olayı gerçekleşti.
1889'da toplanan İkinci Enternasyonal'de Fransız bir işçi temsilcisinin önerisiyle 1 Mayıs gününün tüm dünyada işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü olarak kutlanmasına karar verildi.
Böylece ikinci gösteri 1890 yılında yapılabildi. 1890 yılından sonra tüm dünyada 1 Mayıs kutlanmaya devam etti.

TÜRKİYE'DE İLK 1 MAYIS NE ZAMAN?
Peki bu topraklarda, Anadolu’da ne zaman kutlandı ilk 1 Mayıs?
Bazı kaynaklar ülkemizde ilk 1 Mayıs kutlamasının 1911 yılında Üsküp’te, Selanik’te ve ardından  İstanbul’da kutlandığını yazar. O zaman “amele bayramı” adıyla kutlandığı söylenegelir.
Oysa Türkiye’de ilk 1 Mayıs, 1906 yılında Basmane’deki Altınpark’ta ulu çınarın altında kutlandı. Tarihçi Oktay Gökdemir’in bu konuda bir makalesi vardır, oradan öğreniyoruz.

O yıl çıkan bir dergide, şunlar yazar: “İşçiler, yurtsever kardeşlerim! Şerefli gazete çalışanları. Haberiniz olsun ki 1 Mayıs Dünya işçileri bayramı münasebetiyle amele kıraathaneleri civarında, tren istasyonu mevkiinde toplantı ve gösteri vardır.  Cemiyet Reis vekilleri Celil ve İsameddin Efendi.”



BASMANE'DE ALTINPARK'TA ÇINARIN ALTINDA
Tren istasyonu üstü denilen yer, eski adı Musalla olan Altınpark’ta ulu çınar ağacının bulunduğu alandı. Dergide ilanı gören emekçiler 1906 yılının 1 Mayıs’ında sessiz sedasız o civarda toplanıp 500 yılık anıt ağacın, ulu çınarın altında 1 Mayıs’ı kutladılar.

O dönemde kutlamanın yapıldığı Anafartalar Caddesi, kalabalıkları taşıyabilecek işlek bir caddeydi Osmanlı ve cumhuriyetin ilk dönemlerinde resmi törenler ve bayram kutlamaları bu cadde üzerinde yapılırdı. Basmane’de işçilerin iş beklediği kıraathanelerin tarihi eskiye dayanır. Anafaratalar Caddesi ve ara sokaklardaki bu kıraathaneler, yüz yılı aşkın süredir emekçilerin, işçilerin adeta ikinci adresi oldu. Bugün o işçi kahvehaneler, günümüzde halen faal durumda. 1 Mayıs kutlamasının yapıldığı ulu çınar ağacı, her trülü bakım çalışmasına rağmen kuruyup gitti. Ancak yanına bir fidan dikildi, 1 Mayıs 1906 anısına, şimdi o boy vermeye devam ediyor.

DAHA SONRA ÜSKÜP'TE...
İzmir’deki kutlamayı birkaç yıl sonra 1909’da Üsküp izledi. İstanbul’daki ilk 1 Mayıs kutlaması 1910’da gerçekleştirildi. Osmanlı döneminde işçi örgütlenmesinin en gelişmiş olduğu yerlerden biri  Selanik'ti ve 1911 yılında burada tütün, liman ve pamuk işçileri 1 Mayıs gösterisi düzenleyerek bu günü kutladılar.
1919, 1920, 1921…  1 Mayıs işçi bayramları işgal altındaki İstanbul’da bağımsızlık mitinglerine dönüştü. İşgal güçlerinin yasaklamalarına rağmen kutlamalara katılımlar yoğundu.

EN DİKKAT ÇEKENİ 1922'DE... 
1922 yılındaki 1 Mayıs işçi bayramı ise bu kutlamalar arasında en  dikkat çekeni oldu. Tevhid-i Efkar gazetesi işgal güçlerinin yasaklamasına ve askeri suç kabul edileceğini açıklamasına rağmen müdahale etmediği o eylem gününü şöyle anlatıyor: "
Türkiye Sosyalist, sosyal demokrat, beynelmilel amele ittihadı, Ermeni Hınçak, işçi ve çiftçi fırkaları ile imalat-ı harbiye fabrikalarına mensup 1500'e karib amelenin ve işçi kadının merkez-i umumisi binası önünde tecemmuunu müteakip Türkiye Sosyalist Fırkası Reisi Şakir Rasim Bey, kısa bir hitabe ile dünya işçilerinin bayramı başladığını söyledi, bu esnada bir alkış tufanı içinde 'Yaşasın sosyalistler, kahrolsun burjuva hükümeti!' avazeleri yükselmeye ve mızıka tarafından da Enternasyonal ve 1 Mayıs marşları çalmaya başladı. Bundan sonra önde bayraklar ile kadınlar ve arkada mızıka ile erkekler olduğu halde kırmızı bir dalga şeklinde sosyalistler Şişli'ye doğru yürümeye başladılar. Yürüyüş esnasında mızıka ile beraber amele hep bir ağızdan Enternasyonal marşını söylüyordu. Tramvaylar durmuş, halk ilk defa şehrimizde şahidi olduğu tezahüratı temaşaya dalmıştı."

Ankara’da 1922’de kutlandı. Ancak o kutlama sınıfsal ve kitlesel anlamından uzak bir şekilde, sembolik kutlama şeklinde gerçekleşti.

Prof. Dr. Mete Tunçay 1922 1 Mayıs'ını "Türkiye'de Sol Akımlar" adlı eserinde şu şekilde aktarır:

"1 Mayıs 1922'de ilk işçi bayramı kutlandı. İmalatı Harbiye, demiryolu işçileri ve mürettipler, eş ve çocuklarının da katıldığı bir toplantı yaptılar. İzmir Mebusu Yunus Nadi (Abalıoğlu), Menteşe Mebusu Tevfik Rüştü (Aras) ve Rus elçiliğinden bazı memurların katıldığı bir tören yapıldı ve akşam da Millet Bahçesi'nde eğlence düzenlendi."
Ondan sonraki yıllarda 1 Mayıs’la ilgili gelişmeler, memleketin hali gibidir.
  • 1923 yılında 1 Mayıs günü yasal olarak "İşçi Bayramı" ilan edildi.
  • 1924'te hükümet kitlesel 1 Mayıs kutlamalarını yasakladı.
  • 1925'te çıkan Takrir-i Sükun Yasası, İşçi bayramını kutlamayı yasakladı ve uzun yıllar bu yasak geçerliliğini korudu. 1935 yılında 1 Mayıs`a "Bahar ve Çiçek Bayramı" adı verildi ve ücretsiz tatil günü ilan edildi.
  • 27 Mayıs 1960’ta Toplu Sözleşme, Grev ve Lokavt Kanunu’nun kabul edildiği 24 Temmuz 1 Mayıs yerine önerilse de, bu öneri kabul görmedi.
  • 1960'lı yıllarda, işçi hareketi gerçek bir gelişme ve sıçrama yaşamasına rağmen, kitlesel 1 Mayıs kutlamaları yapılmadı.
  • Yasaklamalar 1976’ya kadar sürdü. DİSK öncülüğünde ilk kez kitlesel olarak Taksim Meydanı’nda kutlandı.
1977: KANLI 1 MAYIS 
Türkiye tarihine "kanlı 1 Mayıs" olarak geçen 1977 yılı... 1 Mayıs için çeşitli illerden İstanbul'a gelen yaklaşık 500 bin kişi Taksim Meydanı'nda buluşmuştu. Ne olduysa DİSK Başkanı Kemal Türkler konuşmasını yaparken oldu. Ve Taksim Meydanı açılan ateş sonucu kan gölüne döndü.

Katılımın yüksek olması sebebiyle kortejlerin alana girmesi uzun sürmüş, miting de uzamıştı. Saat 19.00 sularında dönemin DİSK başkanı Kemal Türkler  konuşmasının sonuna geldiğinde etraftan silah sesleri duyulmaya başlandı. Sular İdaresi binasının üstünden ve meydandaki otelin çeşitli katlarından açılan bu ateş sonucu insanlar panik halde kaçmaya başladı, kısa bir süre içinde Intercontinental Oteli'nin de üst katlarından da ateş açıldı.
İnsanlar panik halde kaçmaya çalışırken panzerler de kalabalığın arasına doğru girmeye ve kitleleri sıkıştırarak Kazancı Yokuşu'na itmeye başladı. Kalabalığa ateş açılıyordu fakat polis ateş açanlara değil, kalabalığın üstüne saldırıyordu. Bir kamyonun tıkadığı Kazancı Yokuşu'ndan aşağıya kaçmaya çalışan kalabalığı daha da korkutmak için bir daha ateş açıldı. İnsanlar panzerler altında kalarak ve birbirlerini ezerek kaçmaya devam etti.

28 kişi ezilme ya da boğulma nedeniyle, beş kişi vurulma nedeniyle, bir kişi de panzer altında kalarak yaşamını yitirdi, yaklaşık 130 kişi yaralandı. Ölenlerin çoğu Kazancı Yokuşu'nun başında, park edilmiş kamyon yüzünden sıkışarak ölmüşlerdi. 470 kişi gözaltına alındı fakat hiçbirinin olayla ilgisi kurulamadı. Ateşi kimin açtığı tam olarak belirlenememiş, olay halen aydınlatılamamıştır. Sular idaresinin çatısından ve otel odalarından ateş açanlar bulunamamıştır.

SINIFSAL VE TARİHSEL ANLAMI
1 Mayıs’ın tarihçesi bize bir gerçeği öğretir: 1 Mayıs işçi sınıfının birlik, mücadele ve örgütlenme günüdür.

Bu tanımdan yola çıkarak, cümleyi madde madde analiz etmekte yarar var…
“İşçi sınıfının” günü… Sınıfa ait bir gün… Sınıf olduğunun bilincine varmışların; dünyaya, hayata ve insanlara sınıfsal bakış açısıyla bakabilenlerin günü. Sermaye sınıfının, sermaye sınıfı işbirlikçilerinin değil; sermaye sınıfının davulunu çalan, düdüğünü öttürenlerin değil... Sınıf tanımına kökten karşı çıkan gericilerin değil... Sınıfsal mücadeleyi aydınlanma ve laiklik mücadelesiyle birleştirebilmiş, bu iki mücadele alanının birbirinden ayrılamayacağını fark etmiş, insan aklının çalışma düzeneğinin önündeki tüm engelleri kaldırabilmiş ve kendisini sınıfa ait görenlerin günü. İşçi sınıfının tarihsel çıkarlarını savunanların, o çıkarları bilince çıkarabilenlerin günü.

“Birlik” günü… İşçilerin, emekçilerin, yaşamlarını çalışarak sürdürebilenlerin yan yana duracakları; sömürülenlerin, kapitalist düzenin dişlileri arasında ezilenlerin, güçlerini “sınıfsal bilinç” paydasında birleştirecekleri gün.

“Mücadele” günü… İşçi sınıfının, sermaye sınıfına karşı mücadele günü! Sınıf mücadelesinin günü. Kendi tarihsel çıkarlarını gayet iyi bilen ve o çıkarlardan en ufak bir geri adım bile atmayan sermaye sınıfına karşı, işçi sınıfının açtığı tarihsel mücadelenin günü. Patronların, para babalarının, sermaye sahiplerinin, sömürücülerin ve onların siyasal, ideolojik, fiziksel, psikolojik şiddeti karşısında milim taviz vermeden, kendi sınıfının çıkarları için mücadele edenlerin günü.
“Örgütlenme” günü… İşçi sınıfının sermaye sınıfına karşı örgütleneceği, örgütlenmeyi mücadelenin önemli ve öncü adımı olarak göreceği bir gün. “Örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez” diyenlerin, sınıfsal bilinci merkeze alarak örgütlenmeyi düşüneceği, örgütlenmenin olanaklarını tartışıp arayacağı gün.

Evet… İşçi sınıfının birlik, mücadele ve örgütlenme günü.

Kutlu olsun. 

Ahmet Çınar / SOL

Yüzde 100 vergi zammı! - Batuhan Çolak

Artık adını koymamız gerekiyor.
Türkiye'de ekonomist yetişmiyor, iktidarların ekonomi yönetimi sıfır!
Kendi kendine yetebilen ender ülkelerden biri olmamıza, bereketli tarım toprakları üzerinde bulunmamıza, istihdam bakımından genç nüfus gibi önemli bir avantaja sahip olmamıza rağmen bir türlü toparlanamıyoruz.
Kendimizi bildik bileli bir krizin içindeyiz.
Özellikle dar ve orta gelir grubunun nefes alacak hali kalmadı.
Cep telefonlarına gelen son ÖTV zammı da içler acısı halimizi gösteriyor.
Başkent Üniversitesi Öğretim Görevlisi Dr. Ozan Bingöl, ÖTV zammıyla ilgili önemli bir detayı paylaştı. Bingöl, hazırladığı analiz yazısında vergi zammının aslında yüzde 100'e ulaştığını vurguluyor. Bingöl'ün analizindeki ilgili bölüm şöyle:
"Bilindiği üzere cep telefonu alırken, TRT Bandrol ücreti, ÖTV ve KDV ödüyoruz. TRT Bandrol ücreti ÖTV'nin matrahına giriyor. TRT Bandrol ücreti ve ÖTV aynı zamanda KDV matrana da dahil ediliyor. Dolayısıyla yapılan ÖTV zammı, sadece ÖTV artışı olarak kalmıyor, diğer vergi ve benzeri unsurlar nedeniyle daha yüksek bir etki yapıyor.
Örneğin, vergisiz fiyatı 2000 TL olan bir telefonun ÖTV düzenlemesi öncesi ve sonrası fiyatlarına bakalım.
ÖTV oranı %25 iken, TRT bandrolü+ÖTV+KDV 3.245 TL'ye satılan bir cep telefonu, ÖTV oranı %50'e çıktığından artık 3.894 TL olacaktır. Dolayısıyla ÖTV artış nedeniyle 2.000 liralık telefondan 550 TL daha fazla ÖTV alınırken, ÖTV'nin KDV'nin de matrahına girmesi nedeniyle, ÖTV artışının nihai yansıması 649 TL olmaktadır.
Başka bir deyişle, vergisiz fiyatı 2.000 TL olan bir telefona vergisiz bedelin %63'üne tekabül eden 1.245 TL vergi öderken artık, vergisiz bedelin %94,7'si kadar yani 1894 lira vergi ödeyeceğiz. Mali disipline hoş geldiniz."
2 bin liralık telefona 1894 liralık vergi!
Ekonomi yönetiminin bittiği noktadayız.


Bakın Burası Çok Önemli
Ekonominin damada teslim edilmesinden sonra başlayan "Bakın burası çok önemli" ritüelini vatandaş nazarından görmek gerekiyor.
Çünkü devlet, üretmediği bir üründen, ürün bedeli kadar vergi talep ediyor!
Böyle bir vergilendirme sistemi olabilir mi?
Seçim öncesinde ekonomideki sıkışıklığı örtbas edebilmek için ortaya atılan "beka" söylemleri ve hedef göstermelerin neden hala sürdüğünü şimdi daha iyi anlıyoruz.
Çünkü bu akıl almaz vergilendirme sistemi, vatandaşın canına okuyor. Buna birilerinin ses çıkarmasının önüne geçilmeli. Bir bakmışsınız dünya ile ekonomik savaş veriyoruz, bir bakmışsınız emperyalistlerle çatışıyoruz!
Düşman çok, beka probleminin ucu bucağı zaten yok!
Hal böyle olunca gariban vatandaş ne yapsın? Dünya ile mücadele edildiği bir dönemde "Kardeşim canımızı mı verelim, bu enflasyonla, bu ekonomiyle evimize ekmek götüremiyoruz" mu desin?
Her fırsatta "Suriyelilere şu kadar harcadık, gönlümüz şöyle zengin, biz Osmanlı'nın ecdadıyız" tantanası yapanlar, hadi buyrun…
Madem bu kadar gönlünüz zengin, şu vergileri azaltın bakalım!
Üretmediğiniz telefondan, telefonun kendisi kadar vergi talep ediyorsunuz!
Bizim suçumuz nedir? Bu ülkenin vatandaşı olduğumuz için neden daha fazla vergi ödüyoruz?
Ama dert başka değil mi?
Trilyonluk Mercedeslere "Bir çerez parası" diyebilmeniz için bu vergilere çok ihtiyacınız var değil mi?
Yazlık-kışlık sarayların ısınma giderleri, maaşlar, belediyeler, çalışanlar, parti harcamaları…
Bizim vergilerimiz olmasa nasıl olacak değil mi?
O zaman size afiyet olsun, epey iyi yediniz!


Batuhan Çolak / YENİÇAĞ

1 Mayıs 2019 Çarşamba

Tek Kuşak Tek Yol suretinde Çin - HAYRİ KOZANOĞLU

Çin’e komünizm ideallerinin somut karşılık bulduğu bir “işçi devleti” gözüyle bakmak isteyenler için hayal kırıklığına uğramak kaçınılmaz. Ne var ki artık ABD ile her konuda boy ölçüşebilen başarılı bir ulusal kalkınma örneğiyle karşı karşıya olduğumuz da ortada.


Geçtiğimiz hafta Pekin’de “Tek Kuşak Tek Yol” (TKTY) inisiyatifinin ikinci zirvesi toplandı. Rastlantı bu ya aynı günlerde turistik bir gezi için ben de Şangay ve Pekin’deydim. Turist gözüyle yapılacak değerlendirmelerin, hele dünyanın en büyük nüfuslu ülkesi söz konusuysa ne ölçüde yüzeysel kaçacağının farkındayım. İsterseniz yine de zirveyi değerlendirmeden önce izlenimlerimi kısaca bir paylaşayım.

BİR HAFTA İKİ ŞEHİRDEN ÇİN

En büyük heyecanı, Çin Komünist Partisi’nin 1922’de Mao’nun da katılımıyla ilk toplantısını gerçekleştirdiği şimdi Tarih Müzesi haline getirilen Şanghay’daki mekânda yaşadığımı söylemeliyim. 1949’daki sosyalist devrimin temellerinin atıldığı, emperyalizme ve daha sonra milliyetçilere karşı verilen çetin mücadelenin başladığı noktada soluk almak bile önemliydi. Kişi başına geliri piyasa ölçüleriyle 8800 dolar civarında, Türkiye’ye yakın düzeyde seyreden bir ülke için yaşamın oldukça pahalı olduğunu söylemeliyim. Metropol kentlerde, lüks AVM’lerde alışveriş edebilen, en pahalı markalara onca para saçabilen bir topluluğun varlığı bile ülkede ne denli bozuk bir gelir ve servet dağılımı bulunduğu sonucunu çıkarmaya yeter de artar bile. Çin’in özellikle dijital teknolojide büyük bir atılım içerisinde olduğu biliniyor. Ancak kilometrelerce uzayan gökdelenler ilk bakışta, Türkiye benzeri inşaata ve altyapıya dayalı bir büyüme öyküsü izlenimi veriyor. Öte yandan birkaç günle sınırlı gözlemler dahi, bahşiş bile kabul etmeyen Çinlilerin ne kadar gururlu ve onurlu bir halk olduğu konusunda fikir sahibi olmanızı sağlıyor.

TKTY’NİN PATENTİ JİNPİNG’E AİT

TKTY’e dönersek, 2013’te Xi Jinping tarafından ismi ilk dile getirilen bir projeden söz ediyoruz. Avrasya ülkelerini birbirine bağlamayı amaçlayan antik İpek Yolu’nu ihya etmeye yönelik altyapı projeleri aslında çok önceleri başlatılmıştı. Jinping ışıltılı bir marka altında bunları birleştirdi ve kapsamını Orta Asya ve Afrika’ya kadar genişletti. Bu anlamda TKTY hem Çin’in dünya jeopolitiğine ağırlığını koyuşunun dönüm noktası, hem de Jinping’in tarihsel liderliğini ilanının sembolü kabul edilebilir.

PROJE, BATI İTTİFAKINI DA BÖLDÜ

Zirve başta Rusya devlet başkanı Vladimir Putin, Çin’in jeopolitik müttefiklerini bir araya getirdi. Türkiye Çin’in Uygur politikasına eleştirileri nedeniyle toplantıyı pas geçti. ABD’nin tüm engelleme çabalarına karşın, İtalya ve Yunanistan’ın projeye aktif biçimde katılımıyla Batı İttifakı’nda gedikler açıldığı gözlendi. Washington’la hep “özel yakınlığı” bulunduğunun altını çizen Birleşik Krallık’ın Maliye Bakanı Philip Hammond da Çin’in Güney Çin Denizi’ndeki faaliyetlerini eleştirmeyi askıya alacaklarını, bu altyapı hamlesinin özellikle finansmana yönelik bacağında yer alacaklarını açıkladı. Aynı günlerde Britanya’nın 5 G altyapısının bazı sınırlarla da olsa Çin iletişim devi Huawei’ye açılacağının ilanı da Pekin’in küresel sahnede ağırlığını hissettirmesinin diğer bir kanıtı kabul edilebilir. Çünkü küresel hegemonya mücadelesinde, ABD Çin’i özellikle “Çin yapımı 2025” teknoloji atılımını engelleyerek durdurmaya çalışıyor. “Havacılık, robotik, yapay zekâ, bilgi teknolojileri” gibi boyutları bulunan bu stratejik plan Pekin’i “imalat sanayinin süper gücü” haline getirmeyi amaçlıyor. ABD karşı hamlesinin koçbaşı olarak dünyanın önde gelen iletişim ekipmanı üreticisi, 5G ve akıllı telefon konusunda küresel lider Huawei firmasını seçmiş görünüyor. Bu anlamda Londra’nın Huawei’ye kapılarını açması büyük önem taşıyor.

PROJE, KAYNAKLARI ZORLUYOR

Pekin Üniversitesi’nin Uluslararası ve Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nün geçenlerde yayımladığı bir rapor, başlangıçta TKTY’nin Avrasya hinterlandındaki 65 ülkeyi şu üç amacı gerçekleştirmeye yönelik birleştirmeyi umut ettiğini vurguluyor: Renminbi’nin en azından bölgesel olarak yaygın kullanımı, ABD ve Avrupa’nınkinin yanında Çin’in başını çektiği uluslararası bir piyasa kurulması ve uluslararası ekonomi gündeminin belirlenmesine daha fazla ağırlık koyulması. Ancak son yıllarda projenin kapsamının öngörülenin de ötesine geçtiğinin, küresel büyümenin yavaşladığı bir ortamda TKTY Kapsamındaki Çin yatırımlarının II. Dünya Savaşı sonrası gündeme gelen Marshall Planı’nın benzeri bir misyon yüklendiğinin altı çiziliyor.
Rapora göre, Çin’in kamu işletmeleri TKTY kapsamında 185 ülkede 3116 proje üstlenirken, imzalanan sözleşmelerin değeri 500milyar doları aşıyor. Böylelikle Çin’in deniz aşırı varlıklarının toplam miktarı da 1 trilyon doların üzerine taşınmış oluyor. Araştırma bu denli büyük harcamaların ülkenin döviz rezervlerini tükettiğine ve sürdürülemez bir noktaya doğru ilerlendiğine vurgu yapıyor.
Bilindiği gibi Çin Devleti’nin temel stratejisi yüksek ekonomik büyümeye dayanıyor. İnşaat odaklı büyüme hem bu hedeflerin tutturulmasına katkı sağladı, hem de konut sahibi olma özlemlerini okşayarak rejime kitle desteğini güçlendirdi. Bu kanalın tıkanmasının, büyük şehirlerin konut denizine dönüşmesinin bir sonucu olarak da ÇKP yurtdışı altyapı hamlelerine yöneldi.

YOĞUN ELEŞTİRELER DE EKSİK DEĞİL

International Viewpoint sitesinde TKTY üzerine bir makale kaleme alan Qian Benli bu inisiyatifin sade yurttaşa bir katkı sağlamadığını öne sürüyor. Döviz rezervleri tüketilirken, istihdamda ve yaşam standartlarında kayda değer bir ilerleme gözlenemediğini söylüyor. Buna karşın yolsuzlukların yaygınlaştığına dikkat çekiyor.
TKTY projesine katılan ülkelerden de son dönemlerde şikâyetler yükselmeye başladı. En çok üzerinde durulan konuların başında, imzalanan altyapı sözleşmelerinin zamanla az gelişmiş ülkeleri bir “borç kapanına” düşürmesi geliyor. Malezya ve Tayland bazı projelerin kapsamını daraltırken, Etiyopya borçlarını yeniden yapılandırmak zorunda kaldı. Pekin bu noktada geri adım atarak, uzlaşma yoluna gideceğinin işaretini verdi. Çin merkez bankası başkanı Yi Gang, IMF genel direktörü Christine Lagarde’ın telkinlerini de göz önüne alarak, “bir ülkenin borç-servis kapasitesini de göz önüne almak zorundayız” açıklamasını yaptı.
Ayrıca TKTY kapsamındaki yatırımların %42’sinin kömür üretimine yönelik olması ekolojik sürdürülebilirlik açısından eleştiriler alıyor. Xi Jinping kapanış konuşmasında bu konuya da “açık, yeşil ve temiz bir işbirliğine gereksinim duyuyoruz” sözleriyle değindi.
Çin’in “emperyalist ülke” suçlamalarını kolay kabullenemeyeceği, kendi tarihsel mücadelesi de hatırlanırsa açıkça görülüyor. Tartışma bu kulvara sürüklenince pişkinlik göstermiyor, açıkça geri adım atıyor. Gelgelelim TKTY gücü artan bir ulusal devletin tüm ilişkilerine bu asimetrik gücü ister istemez yansıtacağını da bir kez daha kanıtlıyor. Çin’e komünizm ideallerinin somut karşılık bulduğu, bir “işçi devleti” gözüyle bakmak isteyenler için, hayal kırıklığına uğramak kaçınılmaz. Ne var ki artık ABD’yle her konuda boy ölçüşebilen başarılı bir ulusal kalkınma örneğiyle karşı karşıya olduğumuz da ortada…
HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Kızılay'ı da yandaş derneğe dönüştürdüler haberiniz var mı ? - Murat AĞIREL

Türkiye'de yardım kuruluşu dediğimiz zaman aklımıza ilk gelen kurum Türk Kızılayı'dır.

Hiç uzatmayacağım.

Gündeme gelmeyen bir skandallar silsilesini bu köşeden ilk kez okuyacaksınız. Türk Kızılay'ı Türkiye genelinde 700'e yakın şubesi, gönüllüleri ve çalışanları ile Türkiye'nin en köklü kuruluşlarından birisiydi!
Evet birisiydi çünkü artık öyle değil. Artık kurum içerisinde yolsuzluk, usulsüzlük, adam kayırmacılık gibi bir takım iddialar gündeme geliyor.
İzninizle sürecin başlangıcını aktarayım…
Kızılay üyesi ve eski şube başkanı Çetin Yavuz 25 Ekim 2016 tarihinde Güroymak Cumhuriyet Başsavcılığı'na Türk Kızılay'ı yetkilileri hakkında "Görevi kötüye Kullanma" nedeni ile suç duyurusunda bulundu. Yavuz'un suç duyurusunda bulunan iddialar son derece ciddi. Öyle ki sürecin içerisinde Binali Yıldırım'ın kardeşi bile var.


Adım adım anlatalım.
Türk Kızılayı 11 Aralık 2018 tarihinde ATO Congresium'da yapılan Olağan Genel Kurul'da Genel Başkanlık için Kerem Kınık ve Nihat Adıgüzel aday oldu. Yapılan seçimin ardından, Kınık bin 303 delegenin 707'sinin oyunu, Adıgüzel ise 596 delegenin oyunu aldı. Bu sonuçlar ile Kerem Kınık Türk Kızılayı Genel Başkanı olarak seçilmiştir. 12 Nisan 2016 tarihinde yönetim kurulu ilk toplantısında Genel Başkan Kerem Kınık'a 5.000.000 TL harcama yetkisi verilmiştir.
Olaylar bundan sonra başlıyor tabii. Biz de olayların vehametini Savcılığa yapılan bir suç duyurusundan öğreniyoruz. Suç duyurusunda bulunan Kızılay Şube Başkanı Çetin Yavuz.


Çetin Yavuz tarafından savcılığa verilen suç duyurusu metninde "2016 yılı Kurban Bayramı için hedeflenen kurban hisse miktarı 52.000 hisse olup 70.000'nin üzerinde kurban hissesi için bedel toplanmıştır. Bu hisselerin 52.000 hissesi yurt içinde ve yurt dışında Kızılay tarafından kestirilebilmiştir. Kalan hisseler kesilemediğinden bedeli Kızılay'a bağışlanmasına rağmen Kızılay Genel Merkezi'nce başta Yeryüzü Doktorları gibi dernek, Vakıf ve organizasyonlara nakit olarak aktarılmıştır" denildi.

Dahası 750 şubesi bulunan Türk Kızılay'ının, hiç bir gerekçe sunulmadan kapatılan şube sayısı 617'yi buldu. Türk Kızılay'ının şube sayısı 153'e düşürüldü. Kapatılan 617 şube başkanının 2019'a kadar delege olması nedeni ile Türk Kızılay'ı Genel Merkezi bu şubeleri kapatarak delegeliklerin düşmesini sağlamaya çalıştığı iddia edildi.

Birinci çinko burada yapıldı.
617 şube başkanı görevden alınmalar ve iddialar üzere yönetime dava açtı. Açılan dava neticesinde Ankara 9'uncu Sulh Hukuk Mahkemesi, Türk Kızılay'ını olağanüstü genel kurula götürmek üzere kayyum ataması yaptı.
Adalet Bakanlığı Müşaviri Mekan Sarıkaya, Kızılay Ankara İl Başkanı Ahmet Hizanlıoğlu ve Kızılay İstanbul İl Başkanı İlhami Yıldırım'ı kayyum olarak atadı. İl Başkanı olarak atanan kişi İlhami Yıldırım, aynı zamanda Binali Yıldırım'ın kardeşi.


Kızılay üyesi ve Delegesi Hamza Aydoğdu Denetim Kurulu Başkanı'na bazı iddiaların ve ispatlarının olduğunu iddia ettiği belgeler ile bir ihbar dilekçesi verdi. Dilekçede 12 bin dolar tutarında kiralanan Yalı, Genel Merkez tadilatı için harcanan 497 bin TL, Genel Müdür Yardımcısının 20 bin TL maaşı gibi çok vahim hususları bildirdi.

Bunları doğrular nitelikteki gelişmeler ise 7 Nisan 2019 tarihinde yapılan Türk Kızılay'ı Olağan Genel Kurulunda yaşandı.


Burada "Olağan" kelimesine dikkat edin…
Olağan diyorum çünkü mahkeme olağanüstü kongre yapılması kararı almışken nasıl oldu ise olağan kongre gerçekleştirildi. Şayet olağanüstü kongre yapılmış olsa idi kapatılan tüm şube başkanları ve delegeler olağanüstü kongre tarihine kadar delegelikleri devam ettiği için oy kullanabilecek ve mevcut yönetim büyük ihtimalle seçimleri kazanamayacaktı.

İkinci çinko burada yapıldı.
Bütün herkes olağanüstü kongreyi beklerken Olağan kongre yapıldı ve eski tüm delegelikler zamanı geçtiği ve şubeler kapatıldığı için düştü.

Genel Kurul sonucunda Genel Başkan Kerem Kınık oldu, Genel Başkan Yardımcısı İsmail Hakkı Turunç oldu.

Şimdi benim üzerinde ısrarla duracağım konu yapılan Olağan Genel Kurul.
Olağan Kurul, kapatılan 600'e yakın şube ve delegeleri olmadan toplandı. Konuştuğum şube başkanlarının görüşüne göre katılanlar zaten Genel Merkez tarafından kapatılmayan şubelerden gelen delegelerden oluşuyor.

Türk Kızılay'ı Denetim Kurulu ise Genel Kurul üyelerine sunulması için 20 maddelik bir "tenkit ve öneri" dilekçesi veriyor. Bu dilekçede yazanları tek tek aktarmıyorum. Dilekçede 2018 yılında bağış yoluyla elde edilen kavurmalık etlerin kutulara konularak halen dağıtılmadığı gibi tespitlere yer veriliyor.

3. Madde de ''Kuruma yapılan taşınmaz bağışlarının kuruma ait iktisadi işletmeler tarafından teminat olarak kullanılarak riske edilmemesi gerekir'' diyor.
Fakat 16. maddede dikkat çeken bir şirket ismi geçiyor. Kendi personeli yeterli olmasına rağmen dışarıdan alınmak istenen ama sonra bozulan anlaşma karşılığında Kızılay'ın, Empatik şirketi ile ilgili yaşadığı hukuki bir olay nedeni ile sulh olmak için ödenen 2 milyon liradan bahsediliyor.

Kime neden bu kadar para veriliyor bu iş nasıl buraya geliyor açıklama yok. Kamu zararını düşünen yok.

18. Madde ise daha ilginç. Maddede, "Ülke Geneline yayılmış yeterli sayıda ve yapıda gayrimenkulümüz olmasına rağmen ayrıca gerektiğinde ilgili kurumlardan 49 yıllığına kiralama imkânı varken, yüksek meblağlar verilerek yerlerin kiralanması kurum zararına neden olacağından kurumumuzca tasvip edilmemektedir" deniliyor.

Yani burada da bir bol keseden harcama ve Hamza Aydoğdu'nun dilekçesindeki iddiaların doğru olduğu söz konusu.

Öyle ki dilekçede "şubelerde aday olmayı düşünen Kızılay gönüllülerinin seçme seçilme hakkına mani olmuştur" gibi ifadelere bile yer veriliyor.

Ama gelelim üçüncü çinko ve tombalaya.
Bol keseden harcamaları yapan, yardım etmeyi bırakıp kime para kazandırdığı belli olmayan Kızılay yönetimine tenkit dilekçesi veren 5 Kişilik Kızılay Denetim Kurulu'nun bu tespitlerine bir kişi şerh koyuyor.
Şerh koyan o kişi kim mi dersiniz?
İlhami Yıldırım.
Binali Yıldırım'ın kardeşi.
Yani Denetim Kurulu da Genel Merkez'in hukuksuz ve tüzüğe aykırı şekilde üyelik kaydı yapıp seçimleri etkilediğini, 2018 Kurban etlerinin halen dağıtılmadığını, yapılan gereksiz harcamaları, bağış yapılan taşınmazların bağlı iştiraklerin teminat olarak kullanmalarını, 11 bin dolara yalı kiralanmasını sunduğu raporunda ibra etmemiş ve Genel Kurul'a dilekçe ile bildirmiş.

Fakat gelin görün ki Binali Yıldırım'ın kardeşi şerh koymuş.

Farkında mısınız?

Türkiye'nin yüz akı olan kurumumuz, yandaş vakıf ve derneklere dönüştürülüyor.

Bu olanları izah edecek bir yetkili yok mu?


Murat AĞIREL / YENİÇAĞ

30 Nisan 2019 Salı

Sağın reisi olarak Erdoğan - ÖZGÜR ŞEN

31 Mart sonuçları Türkiye'de krizin tetiklediği değişim sürecinde bir ara adımdı. Bu ara adımın değişim sürecini daha da hızlandıracağı belli oldu. Şimdi herkes gözünü Erdoğan'a dikti bekliyor... Çünkü bu ülkede büyük bir çoğunluk hâlâ Erdoğan'ın Türkiye siyasetindeki temel belirleyen olduğunu düşünüyor. Yanlış mı? Tamamen yanlış değil tabii. Ama eksik...

Eksik çünkü Erdoğan gücünü yalnızca toplumsal desteğinden değil bizzat bu yaklaşımın kendisinden de alıyor. AKP liderinin 31 Mart seçimlerinde büyükşehirleri kaybetmesinin ardından giydiği yenilmezlik zırhının delindiği söylenmişti. Ama aslında Erdoğan daha önce de meşhur Haziran seçimlerinde kaybetmiş, birkaç ay sonra Kasım'da iktidara yeniden oturmayı başarmış ve kendisine başkanlık yolunu açan süreci de başlatmıştı.

Dolayısıyla Erdoğan'ın gücü seçimlerdeki yenilmezlik algısına değil Türkiye siyasetine yön verme yeteneğine dayanıyor. AKP lideri, siyasette değişmez bir referans, adeta kimileri için ezeli ve ebedi bir figür. Siyasetteki her senaryo da Erdoğan'ı veri alıyor. Böyle bir yaklaşımla gidilebilecek en uç noktanın Erdoğansız bir AKP olması dahi bunu doğrular nitelikte. Erdoğansız bir AKP de aslında Erdoğanlı bir formül çünkü. Ondan kalan her şeyin o varmış gibi ama onsuz devam etmesi...


Bu nedenle Erdoğan'ın merkezinde durduğu Cumhur ittifakının dağılması tartışılırken yine Erdoğanlı onlarca senaryonun gündemde olmasında bir tuhaflık yok. Bu ülkede Erdoğan'ın MHP'yi bırakıp yanına tekrar liberalleri alarak kemalistlerin üzerine gideceğinden korkan insanlar var mesela. Ya da Erdoğan'ın MHP'yi terk ettiğinde dört gözle Kürtleri yanına almasını bekleyenler... Tıpkı Erdoğan'ın Kürtleri yanına almasından çekinenlerin varolduğu gibi...

Tablo karmaşık görünebilir veya bu geçişkenlik insanı hayrete düşürebilir. Aslında tablo ne karmaşık, ne de hayret verici. Bu garip ama gerçek durum aynı kabulün sonucu: Erdoğan Türkiye siyasetinde temel referans noktası olarak görülüyor ve herkes ona göre pozisyon alıyor.

Çünkü Recep Tayyip Erdoğan Türkiye sağının şu anda lideri. Kendisine yandaşlarınca yakıştırılan reis sıfatının bu bağlamda bir gerçekliği var.

Türkiye'de sağ tek ve büyük bir parti aslında. Tabandaki ortaklık ve geçişkenlikle siyasetçilerin davranış kalıpları uyumlu ve sağcılığın doğal hali birlikte hareket etme güdüsü. Bu hali yıllar önce bir televizyon programında Melih Gökçek, kendi aralarında tartışırken bir anda durup aslında hepsinin aynı kökten geldiklerini ve bugünkü ayrılıkların geçici olduğunu söylerken gayet güzel ifade etmişti. Yine bir AKP'li bakanın kendisini sağdan eleştiren bir akademisyene "ağabey" diye hitap ederek söze başlamasının bir anlamı vardı. O gün için ayrı düşmüş olabilirlerdi, ama karşısındaki adam bakanın her açıdan ağabeyiydi.

Türkiye sağında ayrılıklar, çekişmeler, kavgalar hep vardı. Ama esas olan köklerin aynı olmasıydı. Zaten dünyaya farklı bir yerden bakılmıyordu. Bir gün kolayca yan yana da geliniyordu.

Sosyal medyada Erdoğan'a daha birkaç yıl önce Bahçeli hakkında attığı zehir zemberek tweetlerin hatırlatılmasının bu nedenle pek bir anlamı yok. Evet, Erdoğan o gün Bahçeli'yle kavgalıydı. Sonra ortak oldu. Yarın yine yolların ayrılma ihtimali de AKP ile MHP'nin aynı partinin bir parçası olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Erdoğan'a zamanında demediğini bırakmayan Süleyman Soylu'nun bugün AKP'nin önde gelen figürlerinden biri olması da gayet doğal. Erdoğan'ın karşısında siyaset yapan Soylu da aynı partinin üyesiydi çünkü.

Bugün AKP'den ayrı düşmüş Gül, Davutoğlu veya Babacan da aslında partilerinden ayrılmış değiller. Hepsi hâlâ aynı noktada... Yalnızca bir gün yolların birleşmesini bekliyorlar.

Bunca olaydan sonra Fethullahçıların farklı olduğunu düşünen var mı? Fethullahçılarla AKP'nin yolları bu bağlamda hiç ayrılmadı ki. Onlar bugün anlaşamıyor olsa da hâlâ aynı büyük çatının altındalar.

Kimse merak etmesin, Meral Akşener ve Temel Karamollaoğlu da orada. Ankara'nın bir köyünde yumruk yiyen Kılıçdaroğlu o yumruğu başka bir durumda Mansur Yavaş'la birlikte tekbirli, bozkurtlu kutlama yapan birisinden de yiyebilirdi. CHP Genel Başkanına saldıran şahısla, Ankara'da CHP'nin seçim kazanmasını tekbirle kutlayan kişi aslında aynı partinin üyesi çünkü. Kalabalıktan kaçarken sığınılan evin yakılması için bağıranlar da bugün AKP'li olabilirler, ama rahatlıkla Saadet Partisi'ne de oy verebilirlerdi...

İşte Erdoğan o büyük çatının ev sahibi şimdilik...

Ama Erdoğan aslında yalnızca sağın reisi, Türkiye'nin değil. Erdoğan sağ kadar güçlü ve gücü de aynı sağcılıkla sınırlı. Bu nedenle her türden sağcılık Erdoğan'ı olduğundan güçlü göstermeye devam ediyor.

Türkiye siyasetini tek ve büyük bir parti olan sağcılığın iç mücadelelerinden, oradaki gerilimlerin tetikleyeceği gelişmelerden ibaret gören her anlayış Türkiye'ye kaybettiriyor.

Özgür Şen / SOL

AKP üzerine spekülatif düşünceler - Ergin Yıldızoğlu


AKP ve liderliğine yönelik parti ve hareket içinden gelen eleştirilerin tonunda 31 Mart belediye seçimlerinden sonra Davutoğlu gibi “ağır topların” da katılımıyla bir yükselme var. Kimileri, adeta “hareket” içinde bir “iç savaş”ın başlamasını, AKP’nin bölünmesini, hatta yeni bir partinin doğmasını bekliyorlar. Bunların hepsi olabilir, ama sonunda bu hareketin içinden çıkacak şeyin, ülkeye demokrasi, özgürlük getirebileceğini düşünmek, siyasal İslamı desteklemeye devam etmek isteyenleri rahatlatacak bir fantezi olmaktan öteye gidemeyecektir.

‘Fabrika ayarları’…
Davutoğlu’nun ilgi çeken açıklaması kapsamlı eleştiriler içeriyor. Hatta bu “derin” metni, “Koçi Bey Risalesi’ne” benzetenler, “manifesto” anlamı yükleyenler de var. Ancak, içindeki “2013 yılında Gezi olayları ile başlayan … çukur eylemleri ile tehlikeli boyutlara ulaşan”… ya da “23 Temmuz 2015’te PKK, DAEŞ ve DHKPC’ye karşı, 17-25 Aralık 2013’teki komplolar ve 15 Temmuz 2016’daki hain darbe teşebbüsünden sonra da FETÖ’ye karşıbaşlattığımız haklı mücadele ara vermeksizin sürmelidir” gibi ifadelere bakınca, tüm “kapsamlı eleştirilerin”, siyasal İslamın hegemonya sürecinin tıkandığı noktada, “kokteyl terör”, “tüm dünya bize karşı”, formülleri ile egemen kılınmaya çalışılan söylemin içinde dile getirildiği görülüyor.

Davutoğlu’nun metninde, kendi döneminde yaşanan, “Suriye iç savaşı”, “Rus uçağı olayı” gibi fiyaskolara ilişkin herhangi bir özeleştiri, “temmuzdan - kasım seçimlerine” giderken yaşanan kaosa ilişkin herhangi bir açıklama çabasına da rastlanmıyor. 

Bu ve benzeri eleştirileri, AKP’nin “fabrika ayarlarına dönmek arzusu” gibi sunma çabaları da tam anlamıyla bir saçmalık. Birincisi böyle bir “asr-ı saadet” dönemi gerçekte hiç yaşanmadı. İkincisi, hiçbir siyasi hareket hegemonyasını inşa etmeye başladığı noktaya asla geri dönemez.

Popülist hareket oligarşi doğurdu
Kısacası, irili ufaklı sesin yanı sıra, siyasal İslamın Davutoğlu, DilipakTaşgetiren gibi isimlerinin AKP liderliğine ve çevresine yönelttikleri eleştirilere, yakından bakınca, bu eleştirilerin, aslında “projeyi” hedef almadığı, sürecin geldiği noktada hareketin, otonomi kazanma eğilimi sergileyen bir dar grup yönetimi, bir oligarşi yaratmış olmasının getirdiği sıkıntılardan kaynaklandığı görülüyor. 

Eleştirileri dile getirenlere bakılırsa, liderlik etrafında dar bir kadro oluşmuş, işleri o yürütüyor, kendi çıkarlarını hareketin genel çıkarlarının önüne koyuyor, kimseye danışmıyor, bildiğini okuyor, çok tüketiyor, aşırı bir zenginlik, dekadans resmi sergiliyor. Diğer bir deyişle bu oligarşinin çıkarlarıyla hareketin çıkarları ayrışmaya, dili farklılaşmaya başlıyor. Hareket ile liderliği arasındaki temsil ilişkisi zayıflıyor. Bunun sonucu hareketin topluma kendini sunuş hikâyesi, popülist söylemi ve görüntüsü istikrarını kaybediyor, bu da hareketle etrafındaki destek sınıfları arasındaki bağları zayıflatıyor.

İşin aslına bakılırsa, siyasal İslamın popülist hareketi daha başından bir seçkinler grubu, “olşigarşi” tarafından yönetiliyordu. Erdoğan bu oligarşi içinde bir primus inter pares (eşitler arasında birinci) konumundaydı. Zamanla iktidar blokunun sınırları ve içeriği değişirken, Erdoğan güç biriktirmeye, Reis konumuna yükselmeye başladı. Bu süreçte, “kurucu liderler teker teker tasfiyeedildi”, liderlik Erdoğan etrafında “Bir”leşti.
Ekonomik ve siyasi krizler üst üste gelirken, liderliğin ve çevresinin bu krizleri yönetmedeki yetersizliği, dağıtılacak ekonomik pasta ve siyasi gücün küçülmesi,  oligarşiden” dışlananların seslerinin yükselmeye başlamasına yol açtı. 

Bütün popülist hareketler her zaman, kendini hareketin yerine ikame etmeye hazır seçkinci bir liderliği içerir. İkincisi sermaye ilişkisi, içine çektiği sınıfları dönüştürür.
Siyasal İslamın egemen sınıfının, İslamcı entelijansiyanın, toplumsal ekonomik artığın ve iktidarın hareket içinde dağılımını düzenleyen kesimi, zamanla kapitalist sınıfa dönüşürken, liderliğin de sınırları daralıyor, hareket içindeki sınıf çelişkileri giderek öne çıkıyor. 

Hem AKP hem de Türkiye çok çalkantılı bir döneme girdi.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Boğaziçi, TÜGVA, TİMAŞ aynen devam! - Batuhan ÇOLAK

Yunan asıllı İngiliz yazar Hamza Andreas Tzortzis…

İsminin önünde, kendisinin de özellikle vurguladığı bu tanım, Kurtuluş Savaşı'nda mücadele ettiğimiz güçlerin özeti gibi…

Tzortzis, kendisini "İslamcı yazar" olarak pazarlıyor. Türkiye'de bazı enteresan oluşumlar tarafından "değer" görüyor.

Hatta bu "değer görme" bir adım ileriye taşınarak sık sık Türkiye ziyaretlerine, kitap basma, söyleşi yapma düzeyine erişmiş durumda.

Hiç kimse etnik kökeni, inanç yapısı ve dili açısından sınıflandırılamaz. Ama bu, Tzortzis için geçerli değil. Kendisi açık bir Türk düşmanı.

Çünkü devletimizin kurucusuna, Türkiye Cumhuriyeti toprakları içinde alenen hakaret ediyor.

Hem de Türkiye'nin en önemli üniversitelerinden biri olarak tanımladığımız Boğaziçi Üniversitesi'nde…

Tarihler 19 Mayıs 2014'ü, tam da Atatürk'ü anma Gençlik ve Spor Bayramı'nın kutlandığı günü gösteriyor.


Yunan asıllı İngiliz yazar Tzortzis, Boğaziçi Üniversitesi İslam Araştırmaları Öğrenci Topluluğu tarafından üniversiteye konuşmacı olarak getiriliyor.
Uçak bileti, konaklama ücretleri, ağırlama gibi tüm masrafları bu topluluk tarafından karşılanıyor. Topluluğun, üniversite yönetiminden bütçe alıp almadığını bilemiyoruz.

Ayhan Şahenk Salonu'nda söyleşi düzenliyor.

Dayanaksız, tutarsız ve temelsiz cümlelerle sözü, kurucumuz Mustafa Kemal Atatürk'e getiriyor.

Onun yaptıklarını anlatarak "şeytanın dostu" ifadesini kullanıyor.

Bu ifadelerin hemen ardından salondaki yüzlerce kişiden alkış geliyor. Bir tek kişi de kalkıp "Sen kimsin" diyemiyor. Dahası buna yönelik bir hareketlilik ya da ihtiyaç da gözükmüyor.

Etkinliğe dışarıdan getirilen kişiler de olabilir, bir kısmı üniversitenin öğrencisi de olabilir.

Fark eden çok bir şey yok.

Ülkemizin üniversitesinde milyonlarca insanın gönlünde yer etmiş Mustafa Kemal Atatürk'e dil uzatılamaz.

Zamanın geçmiş olması, mekânın üniversite olması, yönetimin izin vermiş olması hiçbir sonucu değiştirmez.

Tekrar altını çiziyorum;


Bu ülkenin kurucusuna, Milli Mücadele kahramanlarına, şehitlerine, bayrağına, millî değerlerine hiç kimse, hiçbir kurum dil uzatamaz.

Bu hakaret aynı zamanda, bu vatan topraklarının üzerinde yaşayan, devlete "vatandaşlık" bağı ile bağlı olan bireylere, yani bizlere edilmiştir.

O yüzden kuru bir özürle geçiştirilemez. Çünkü arkasında çok büyük bir organizasyon ve destek var.

Nasıl mı?

Tzortzis'in kitabını TİMAŞ basıp, dağıtacak. Türkiye'nin tüm kitapçılarına, raflarına, reyonlarına girecek bu kitap.

TİMAŞ, bu şahsın niyetini, amacını, nereden beslendiğini bilmiyor mu?

Gayet iyi biliyor ve bile bile, göre göre kitabını basıyor. Çünkü kendileri de aynı kaynaktan besleniyor.

Tzortzis üzerinden gençlerimizin zehirlenmesi, sadece Boğaziçi Üniversitesi'nde yaşanmıyor.

Tarihler 15 Aralık 2017'yi gösterdiğinde, Bilal Erdoğan'ın vakfı olarak bilinen TÜGVA'nın İstanbul şubesi, Tzortzis için özel bir etkinlik düzenliyor. Üsküdar Bağlarbaşı Kültür Merkezi'nde düzenlenen etkinlikle Tzortzis söyleşi yapıyor ve kendisine özel olarak plaket veriliyor.


Türkiye'ye ne zaman gelse el üstünde tutuluyor. Devletin ajansı Anadolu Ajansı, hükümete yakın medya kuruluşları, kendisiyle röportaj üzerine röportaj yapıyor.
Konuşmayı izleyince, nasıl bomboş bir isim olduğunu görüyorsunuz.

Ama baştan söyledik ya, niyet başka, amaç başka.


***

Tzortzis'in Atatürk'e hakaret ettiği videosunu sosyal medyada paylaştıktan sonra tepkiler çığ gibi büyüdü, milyonlara ulaştı.

İstanbul Barosu dün itibariyle suç duyurusunda bulundu.

Özellikle gençlerimizin tepkileri inanılmaz boyutlarda.

İşte bu güçlü, iradeli ve fikri olan gençlik, bu ülkenin kurtuluş anahtarı olacak.
Susmayacağız, tepkisiz kalmayacağız ve tavrımızı her zaman ortaya koyacağız.
İşte o zaman başkalarının projelerinde piyon olmaktan kurtulup, oyun kuran taraf olacağız.

Boğaziçi Üniversitesi yönetiminden, TÜGVA'dan, TİMAŞ'tan herhangi bir açıklama, düzeltme, özür beklemiyorum.

Hatta aynen böyle devam etsinler.

Etsinler ki kimler, kimlerle beraber herkes görsün!


Batuhan Çolak / YENİÇAĞ