20 Mayıs 2019 Pazartesi

‘Düşmanının Kaleminden Mustafa Kemal’ ve 19 Mayıs - Zülal Kalkandelen

Bugüne kadar Kurtuluş Savaşı’nı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu ve devrimlerin gerçekleştirilişini anlatan birçok kitap yayımlandı. İlk kaynak, her zaman Atatürk’ün ölümsüz eseri “Nutuk”tur ama ben bugün o dönemi onun düşmanının kaleminden anlatan bir kitaptan söz edeceğim. 

Bunu yaparken de Prof. Dr. Ergun Türkcan’ın “Düşmanının Kaleminden Mustafa Kemal ve Kurtuluş Savaşı” başlıklı makalesinden alıntılar yapacağım. Prof. Türkcan, 
Historia 1923 dergisinin Bahar 2019 tarihli sayısında, Winston S. Churchill’in “The World Crisis” adlı 5 ciltlik eserinden yararlanmış. 

3261 sayfalık bu dev eserde, Atatürk’ün 1919’da Samsun’a yola çıkmasından hemen önceki durumu şöyle anlatmış Churchill:  İtalya’nın Türk İmparatorluğu üzerindeki  ihtirasları her türlü hayalin ötesindeydi... Mahalli bir ayaklanmayı bahane ederek Antalya’yı işgal ettiği gibi Yunanların İzmir’i işgal için hazırlıklar yaptığı iddiasıyla resmen şikâyette bulundu. Yunanlar da kendi hesaplarına, İtalyanların Antalya çıkarmasını kendi bölgelerine tecavüz için bir başlangıç sayarak yaygara kopardılar. 
Nisan (1919) sonuna doğru İtalyanlar, küçük partiler halinde, Bodrum, Makri ve Alanya’ya çıktılar. Venizelos ise, prestijine dayanarak, Aydın vilayeti, İzmir ve bin yıldır Yunanlar tarafından yaygın biçimde iskân edilmiş kıyıları ele geçirmek için çalışıyordu Müttefikler ve Başkan Wilson da bunu kabul ediyordu... 
Ancak bu şayialar, İzmir’deki Avrupalıların, Amerikan misyonerlerinin,İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiserliğinin tepkisini çekti: böyle bir adımınyaratacağı tehlikeye karşı birlikte uyarıda bulundular. 
Bunlara rağmen, İngiliz Dışişleri ve Savaş Bakanlıklarının ciddi uyarı ve protestolarına rağmen, 15 Mayıs’ta, 20 bin Yunan askeri, kendi savaş gemilerinin bombardımanı altında İzmir’e çıkıp, çok sayıda Türk’ü öldürdüler ve hızla İzmir-Aydın demiryolu boyunca ve Aydın’a yürüdüler; kanlı bir dirençlekarşılaştılarsa da Küçük Asya’nın işgali ve zaptı başlamıştı.

Devrimin başladığı tarih 16 Mayıs 
İşte böyle bir ortamda, her türlü ihanet ve işgalin yaşandığı, Anadolu’yu kan ve ateşin bürüdüğü günlerde, Mustafa Kemal, 16 Mayıs’ta İstanbul’dan Bandırma Vapuru ile yola çıkar. 

Bu nedenle 16 Mayıs, Kurtuluş Savaşı’nın ve Anadolu’da yaşanan devrimin başlangıç tarihidir. 

Mustafa Kemal, toplumun düşmana, emperyalizme ve onunla işbirliği yapan padişaha başkaldırışını aklında planlayarak Samsun’a ayak basmıştır.

Churchill’in gözünden Atatürk 
Churchill, kitabında Atatürk hakkında şunları yazmış: Toplanan bu büyük miktarda silah ve cephane, bir hafta içinde tekrar İngilizlerden Türklerin kontrolüne geçti. Mustafa Kemal, Kaderin Adamı, ona Çanakkale’de Nisan-Ağustos 1915’te rastlamıştık- bundan sonra, İstanbul’dakiTürk hükümetine isyan etmiş bir asidir- savaşçı bir prensin tüm niteliklerine sahip olduğu gibi, artık iktidara da sahiptir...” 

1919 yılında Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktığı dönemde, bir dostunda ya da bir Türk’te değil, Çanakkale Savaşı sırasında Birleşik Krallık Donanma Bakanı olan düşmanında bıraktığı izlenim bu. Daha sonra Harbiye Bakanı olan Churchill’in şu satırları, 19 Mayıs’ın karşı taraftan nasıl göründüğünü göstermesi açısından ilginç. 
Yunanların Türkleri fethetmesi, hiçbir Türk’ün kabul edebileceği bir kader yazgısı olamazdı... Hayallerle uyutulsa, cinayetlerle lekelense, kötü yönetimle çürüse, uzun yıkıcı savaşlarla, yenilgilerle sarılsa ve İmparatorluğu parçalansa da Türk hâlâ yaşıyordu.” 

19 Mayıs’ta Samsun’a ayak basan Mustafa Kemal, Anadolu’da ezilen savaş yorgunu halkın yaşadığını ve bağımsızlık mücadelesi için yeniden dirildiğini, tüm dünyaya kanıtlamıştır. 

19 Mayıs, umudun bağımsızlık için yeniden doğuşudur. 
Bu nedenle ölümsüzdür. Bu topraklarda hiç ölmeyecek bir ruhtur.

Zülal Kalkandelen / CUMHURİYET

18 Mayıs 2019 Cumartesi

19 Mayıs’ı nasıl anlamalı? - Barış Doster

Yarın 19 Mayıs. Mustafa Kemal Paşa’nın, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkarak başlattığı Kurtuluş Savaşı’nın 100. yılı. Sadece Türk tarihi açısından değil, emperyalizme karşı savaşan mazlum milletlerin tarihi açısından da önemli bir gün.

Sonuçları; Rusları, İngilizleri, Yunanları, Fransızları, İtalyanları da etkilediğinden, dünya tarihinde de özgün bir yeri var Milli Mücadele’nin. 


Önemli günler; ulusal bellekte izi olan tarihler; coşkuyla kutlanan bayramlar; milli bilinci ve kimliği, özgüveni ve gururu pekiştirmenin yanında, nereden gelip nereye gittiğimizi, geçmişte neyi nasıl yaptığımızı, neleri neden yapamadığımızı tartışmak açısından da gereklidir. Muhasebe yapmak, bilanço çıkarmak, özeleştiri vermek açısından da işlevseldir. Birlikte düşünelim... 


Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı olarak kutladığımız bu bayramda, Atatürk’ün milli iradeye, milli hâkimiyete, meşrutiyete, Meclis üstünlüğüne, eşitliğe, katılıma verdiği önemin ne kadar farkındayız? 


O anlayışa ne kadar yakın, ne ölçüde uzağız? 
Gazi’nin Cumhuriyeti emanet ettiği gençler, Türkiye’nin geleceğine ilişkin ne düşünüyorlar? 
İyimserler mi? Yoksa önemli bölümü, fırsatını bulsa yurtdışına gitmek mi istiyor?

Mesut, muvaffak, muzaffer olmak 
Türk Kurtuluş Savaşı, yerelden ulusala uzanan kongrelerle örülmüş ve olgunlaşmıştır. Milletleşirken devletleşen, devletleşirken milletleşen bir halkın, emperyalizme ve uzantılarına karşı verdiği destansı bir mücadeledir. Rahmetle andığım hocam Prof. Dr. Bülent Tanör’ün deyimiyle “haklı ve halklı bir savaştır”. Savaş koşullarında, halkın yurduna sahip çıkması ve yerel meclislerin direnişiyle başlamış; Milli Meclis çatısı altında birleşip yürütülmüştür. Savaş içinde şekillenen bu süreç, Tanör’ün tanımıyla  “savaş demokrasisidir”


19 Mayıs’ta başlayan Milli Mücadele’yi Atatürk; çok iyi hazırlamış ve örgütlemiş, çok kararlı ve cesur yönetmiştir. Harcında kutsal isyan, milli inat, haklı iddia ve kararlı inanç olan Kurtuluş Savaşı sayesindedir ki, 1919’dan sadece 4 yıl sonra, ulusal egemenliğe dayanan, laik ve çağdaş bir Cumhuriyet kurulmuştur. Bu Cumhuriyet; Cihan Harbi yenilgisinden değil, İstiklal Harbi zaferinden doğduğu içindir ki, tarihin en iddialı ve kapsamlı devrimci atılımını yapmıştır.

 
Atatürk’ün üç Misakı Milli’si vardır. Toprak Misakı Millisi; Maarif Misakı Millisi (Tevhid-i Tedrisat); Say (emek) Misakı Millisi. 


Hâkimiyeti Milliye, İrade-i Milliye, Kuvayı Milliye konusunda ödünsüzdür. Kurtuluş Savaşı’nın sözcüsü gazetelerin adı Hâkimiyeti Milliye ve İradei Milliye; hareketin ismi Kuvayı Milliye; örgütün adı Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti’dir. İstiklali Tam konusunda kıskançtır. Gazi’ye göre; ulusal egemenlik ve tam bağımsızlık yoksa antiemperyalizm de yoktur. Dahası, hiç yanılmamış, hiç aldatmamış, hiç kandırılmamıştır. 


Atatürk. “Türkiye Cumhuriyeti mesut, muvaffak ve muzaffer olacaktır” derken, yalnız ve ancak milletine güvenmiştir. 

Ve 19 Mayıs 1919’un yüzüncü yılında, Atatürk’ün bu sözünün altına sadece kalemiyle değil, gerekirse kanıyla imzasını atacak olan milyonlar sayesinde, içeriden onca ihanete, dışarıdan onca saldırıya rağmen, Cumhuriyet direnmektedir.


Barış Doster / CUMHURİYET

Çok mahcubuz vallahi! - Miyase İlknur

Cumhurbaşkanımız iftar sofralarında hepimizi bombalıyor. Bir seçmen olarak şahsen ben çok mahcup oldum inanın. Ben son seçimlerde AKP’ye oy vermeyenlerdenim. Yani o nankörlerden biri de benim. Ama benimki nankörlükten değil bilmezlikten. Çünkü ben karnımı, emeğimi sattığım gazetemin maaşı ve onca yıllık SSK primi yatırmam nedeniyle devletimin bağladığı emekli aylığı ile doyurduğumu sanıyordum. Meğer yanlış biliyormuşum. Diğer seçmenler de eminim üç aşağı beş yukarı benim gibi düşündüklerinden yanlışa düşmüş olsa gerek. AKP’li belediyelerin sosyal yardımlarından yararlanan yurttaşlarımızın bir kısmı da sosyal devlet olmanın bir gereği olarak bu sosyal yardımların verildiğini düşünmüş olabilir. Meğer hepimiz yanılmışız. 

Bizim karnımızı doyuran ne çalıştığımız kurumlar ne de devletimizmiş. Bizim karnımızı AKP, hatta bizzat Sayın Cumhurbaşkanımız doyuruyormuş. Hay Allah! Nerden bilelim biz? Bugüne değin bu kadar açıklıkta kimse söylemedi ki bunu? Çok mahcubuz çook... 


Bir başka mahcubiyetim de iktidarımızın ve bizatihi Sayın Cumhurbaşkanımızın bizlerin karnını doyurmasına mukabil, biz koskoca 80 milyonluk ahali AKP’li yöneticilerin, Saray ahalisinin, Pelikan sakinlerinin, hükümetimizi destekleyen kalemlerin, öğretim üyelerinin, mücahitlerin ve müteahhitlerinin karnını şu 17 yılda doyuramadık. Ne yaptıysak olmadı.
 
Dolaylı, dolaysız vergilerimizi artırdık olmadı; kamu kurumları ve belediyelerin ihalelerinin bizim karnımızı doyuranların yakınlarına verilmesi için İhale Yasası’nı 186 kez değiştirdik, olmadı. 

Taa Atatürk döneminde yapılan KİT’leri sattık yine yetiremedik. Saraylar yaptırdık birbirinden görkemli, Osmanlı’dan kalan köşkleri tahsis ettik, olmadı. 


Bir uçak, bir uçak daha aldık yine olmadı. En sonunda elin Katarlısı, “KoskacaTürkiye Cumhurbaşkanına şanına yakışır bir uçak alamadı, bari ben hediye edeyim” dedi, yerin dibine battık. 

Milletvekili olsunlar da bari hayatlarını kurtarsınlar diye 250 olan milletvekili sayısını 600’e çıkardık, olmadı. 

Karnımızı doyuran AKP tabanının oğlu, kızı iş sahibi olsun diye bakan yardımcılıkları icat ettik, milletvekillerine iki danışman bir şoför tahsis ettik, olmadı. 

Kupon arazilere özel imar izinleri verdik, sit alanlarını, askeri alanları, kendimize ayırdığımız yeşil alanları, eğitim ve sağlık alanlarını verdik, yine olmadı. 

Limanları sattık, kamu bankalarından teminat almadan birkaç yılı ödemesiz, düşük krediler verdik iktidarımızı ayakta tutan mühim şahsiyetlere ı ıh olmadı; doyuramadık. 


Medyamızda, üniversitelerimizde iktidarımızı destekleyen yazar, çizer, bilim insanlarına TRT’den yüksek bütçeli programlar yaptırdık, maaşları artsın da çoluk çocuklarının karnı doysun diye üniversitelere dekan, rektör, kürsü başkanı yaptık, nafile. Yazarların kitaplarını belediyelere toplu olarak sattık, yüksek bedelli konferanslar verdirdik, yine olmadı. 

AKP il, ilçe yöneticileri, kadın ve gençlik kolları üyelerini bankamatik memuru yaptık, belediye iştiraklerinin yönetim kurullarına atadık, yine de doyuramadık. 

Cumhurbaşkanımız bize az bile söyledi. Onlar koskoca 80 milyonun karnını doyuruyor, biz 80 milyon sağdan saysan 300, soldan saysak 500 bin bile etmeyecek o muhterem ve mübarek insanların karnını doyurmayı beceremedik. Bu mahcubiyet de hepimize yeter. 

İç Güvenlik Birimleri’ne verilen iftarda da Sayın Cumhurbaşkanımız, -bakın burası çok önemli- bir şeye daha dikkat çekti. TÜSİAD İstişare Kurulu Başkanı Tuncay Özilhan’ın hükümete yönelik eleştirileri karşısında, “Ben sizin 17 yıl önceki durumunuzu da bugünkü durumunuzu da biliyorum. Yeri gelirse bunları da teşhir ederim” dedi. Ben Sayın Cumhurbaşkanımızın yerinde olsam açıklarım. Hatta bu yeminli AKP düşmanlarının kızarıp mahcup olması için, kendi ailesinin, çocuklarının, yakın çalışma arkadaşlarının, Istanbul Büyükşehir Belediyesi başkan adayı Binali Yıldırım’ın kendisinin ve ailesinin, gelmiş geçmiş bütün bakanların, belediye başkanlarının, TÜSİAD’a alternatif olarak kurulan MÜ- SİAD üyelerinin 17 yıl önceki ve bugünkü durumunu da açıklarım. Vallahi pek güzel olur. Pusup otururlar ondan sonra. Eğer biz seçmenlerinden isterse, biz de açıklarız 17 yıl önceki ve bugünkü durumumuzu ne olacak? 

Cumhurbaşkanımıza karşı hepimiz çok mahcubuz çoook!

Miyase İlknur / CUMHURİYET

17 Mayıs 2019 Cuma

“Türkiye’nin Krizini Anlamak” - KORKUT BORATAV

Yazının başlığı, Mülkiye Dergisi’nin Ocak 2019 sayısından alındı. Bu sayıda ana tema, “Türkiye’nin Krizini Anlamak” olarak belirlenmiş.

Yazıların çoğu, Ekim 2018-Ocak 2019 arasında beş ayrı kentte Mülkiyeliler Birliği’nce ekonomik kriz konusunda düzenlenen panellerdeki konuşmaların bant çözümlerinden ve bildiri metinlerinden oluşuyor.
Makale biçiminde dergiye sunulan dört bildiri metnini özetlemek istedim. Bu makaleler, yaşadığımız ekonomik bunalıma   ışık tutan çeşitlemeler içeriyor.

Borç krizi sorunları
Nilgün Erdem’in “Azgelişmiş Ülkelerde Borç Açmazı” başlıklı yazısı ile başlayalım.
Erdem, 2007 sonrasında “yükselen” ekonomilere dönük toplam (“net”) sermaye hareketlerinin iniş eğilimine girdiğini belirliyor. Bu gelişme büyük ölçüde “yerli” burjuvazilerin artan sermaye ihracından kaynaklanmıştır. Sonuçta, brüt dış borç düzeyleri ve oranları hızla yükselmiş; şirketlerin dış borçları devlet borçlarını aşmıştır.

Nilgün Erdem, son on yılda Türkiye’nin dış borç göstergelerini altı büyük “yükselen” ekonomi ile karşılaştırıyor.

Dış borç stokunun millî gelire, rezervlere oranı ve kısa vadeli dış borçların payı bakımından Türkiye çoğunlukla ilk sıradadır; bazı yıllarda Arjantin’le yarışmaktadır. Bu iki ülkenin de 2018’de ekonomik bunalıma sürüklenmesi elbette anlamlıdır.
   
Erdem, 1998-2018 arasında Türkiye’nin dış borçlarının ayrıntılı bir dökümünü veriyor ve finansal bunalımların dış borç krizleriyle bağlantılarını, çözüm seçeneklerini  inceliyor.

Borç krizlerinde IMF önerileri, yabancı alacaklıları gözetir ve dış borçların finansmanını bütçe fazlası yaratarak ülke emekçilerine yükler. Bu ağır seçenek yerine, dış borçların askıya alınarak yeniden yapılandırılması ve dönüşümün döviz kontrolleri içinde sürdürülmesi yeğlenmelidir.

“Ekonomik mucize”den krize…
Turan Subaşat’ın yazısı, “Türkiye’de Ekonomik Mucize ve Krizin Anatomisi” başlığını taşıyor.

Subaşat, AKP’nin 2003-2010’da uyguladığı ekonomik politikaların “doğru” olduğu; bunların terk edilmesinin bugünkü sıkıntılara yol açtığı görüşüne karşı çıkmaktadır. Tam aksine, Türkiye’yi 2018 krizine getiren öğelerin kaynağı  2003’tedir.

Subaşat’a göre, yanıltıcı bir “ekonomik mucize” algılaması yaygındır. Yazısı, bu algılamanın anatomisini yapıyor.

“Yanlış algılama”nın kaynağında iki nesnel olgu var: Türkiye ekonomisinin 1998-2002 yıllarındaki durgunluğu ve bu dönemi izleyen dünya konjonktürünün yarattığı astronomik yabancı sermaye girişleri…   

Özelleştirmeler ve kamu-özel ortaklıkları bütçe dengesini geçici olarak düzeltmiştir. Subaşat, bu tespitleri izleyerek dış kaynaklı belli bir mutluluk zincirini vurguluyor:
Dış kaynak girişleri → değerli TL  → dolarlı GSYH hesabının verdiği yüksek büyüme hızı →  ucuz ithalat → düşük enflasyon → artan cari açık → tüketimin gelirleri aşması…

Bu “mutluluk zinciri”, TÜİK’in “arızalı”  millî gelir revizyonları ile de besleniyor: 2009 sonrasında Türkiye’nin  büyüme hızı, bu revizyon sayesinde  dünyanın öncü ülkelerine ulaşıyor. 2015’te başlayan (ve sonraki yıllara uzayan) seçim ekonomisi, “her şey mümkündür” algılamasını yerleştiriyor.

Ne var ki,  Subaşat’a göre, ekonomik mucize ile kriz arasında diyalektik bir bağlantı vardır. “Mucize”, 2003’ten beri krizin tohumlarını da içermiştir.

Subaşat, bu bağlantıyı “krizin anatomisi” içinde açıklıyor. İniş, küresel likiditenin daralmasıyla  başlıyor. Sonrası, krize giden halkalardan oluşuyor:
Dış kaynak girişlerinde daralma → TL’nin değer yitirmesi → yüksek reel kredi faizleri → düşen yatırımlar → daralan sanayi → konut balonunun sönmesi → artan işsizlik → Cumhurbaşkanı ile TCMB arasında faiz gerilimi →  sürdürülemez dış açık, dış borç → seçim ekonomisinde ısrar → artan enflasyon …  

Yapay ekonomik mucize, düzeltici bir krizi kaçınılmaz kılmıştır. Ne var ki, otoriterleşen siyasî ortam, iktisat politikalarında kargaşaya yol açmıştır ve ekonomi “freni boşalarak yokuş aşağı inen araç” özelliği kazanmıştır.

Klasik bir kapitalizm krizi
Serdal Bahçe ve Ahmet Haşim Köse’nin ortak imzalı yazısı,   “Sürekli Bir Kriz Olarak Türkiye Kapitalizmi” başlığını taşıyor. İki meslektaşımız, 2003-2017 dönemini bölüşüm karşıtlıkları ve birikim biçimi açısından inceliyor.
Dönem içinde ekonomide temel bir gerilim oluşmuştur: Toplam hasıla (maliyetler dahil üretim değeri) içinde katma değerin payı aşınmıştır.
Ücretlerin katma değerdeki payı yükselmiştir; ama, bu gelişme işçi başına reel ücretin artışından değil, ücretli sayısının sıçraması sayesinde mümkün olmuştur. On beş yılda ücretli istihdam 4,6 milyondan 13,4 milyona çıkmıştır. Nasıl? İstihdamda küçük üreticiliğin gerilemesi sayesinde…  
Bahçe ve Köse’nin tespitlerine göre katma değerde (GSYH’de) kâr payı düşmüş; buna karşılık toplam kârlar artmıştır. Nasıl? Artan üretim (“sürümden kazanma”) sayesinde…
Kapitalist üretimin genişlemesi, küçük üreticiliğin, köylülüğün tasfiyesi, yaygın mülksüzleşme sonunda mümkün olmuştur. 
Ne var ki, emek verimi 2014’e kadar artmamış; kâr oranlarının erimesine katkı yapmıştır. Sermaye birikimi nasıl sürdürülüyor? Şirketlerin artan dış borçluluğu ile…
Sonunda kapitalistler dış borca dayalı sermaye birikiminin sınırına dayanmıştır. Emekçiler ise ücretlerini aşan tüketim   düzeylerini borçlanarak sürdürmenin sınırına ulaşmıştır.
2018’de ulaşılan sonuç, Bahçe ve Köse’ye göre, kapitalizmin geleneksel kriz ortamıdır: Aşırı birikim ve kârlıkta düşüşten kaynaklanan klasik bir kapitalist kriz…  
Neo-liberal modelin Batı’da, Türkiye’de farklı yansımaları
Özlem Albayrak, “Avrupa Birliği Deneyiminin Işığında Kemer Sıkma Politikaları ve Türkiye’nin Krizi” başlıklı yazıyı kaleme almış. Yazar, neo-liberal dönemde AB’ye damgasını vuran makro-ekonomik politika modelinin Türkiye’ye yansımasını inceliyor.
Albayrak, hem işleyişi, hem de kriz ortamındaki seçenekler açısından bu ortak modelin Türkiye’de ve Batı’da asimetrik sonuçlar yarattığını ortaya koyuyor.
Finans kapitalin egemenliği ve dış rekabet öncelikleri, “normal” dönemlerin makro-ekonomik politikalarına taşınmıştır:  Maliye değil, para politikaları başattır ve ücret maliyetleri üzerindeki baskı, borçlanmanın beslediği tüketim artışlarıyla telafi edilir.
Bu ilkeler, Türkiye’de özel kesimin aşırı  dış borçlanmasına ve iç talebe dayalı büyüme modeline yol açmıştır. Hane borçlarının, kullanılabilir gelire oranı yüzde 50 eşiğine ulaşmıştır.
Ne var ki, AB’den farklı olarak Türkiye ekonomisi dış kaynak girişlerine fazlasıyla bağımlıdır ve bu arıza  zaman içinde artmıştır. 2013 sonrasında uluslararası likidite daralması, AKP modelinin tıkanmasına, kriz ortamının oluşumuna katkı yapacaktır.
Krize karşı politikalarda da AB ile Türkiye arasında asimetri vardır. 2008 krizinde AB’nin ilk tepkisi, kamu harcamalarını pompalamak olmuştur. Devlet borcu/GSYH oranları da hızla yukarı çekilmiştir.
Türkiye’de Ağustos 2018’de patlak veren döviz krizine karşı AKP, Eylül’de Yeni Ekonomi Politikası (YEP) belgesini üretmiştir. Özlem Albayrak, bu belgede malî kemer sıkma önlemlerinin öne çıktığını vurguluyor. AB’nin iç talebi genişletici  tepkisi, AKP için devre-dışıdır. Dış borçluluğu Türkiye’yi IMF-türü seçeneğe mahkum kılmıştır.
Albayrak vurguluyor ki, kamu harcamalarını millî gelirin yüzde 1,7’si oranında daraltmak, çoğaltan etkisiyle millî geliri daha da fazla aşağı çekecektir. Türkiye vergi sisteminin regresif (“eşitsizlikleri artırıcı”) özelliği de belirtiliyor: AKP döneminde toplam vergilerin,  ücretlerden (bordrolardan) ve harcamalardan toplanan payı on puan civarında (%64,9 → %74,4) artmıştır.  YEP’te yer alan “vergileri daha fazla tabana yayma” önlemi, bu eşitsiz yapıyı artıracaktır.
Uygulanması seçim sonrasına ertelenen YEP’in sonuçları üzerinde Albayrak’ın öngörüsü ağırdır: “AKP, Türkiye’yi 2001’e göre çok daha derin, çok daha uzun bir krize sürüklemektedir.”

***

Kriz panellerindeki konuşmaların bant çözümleri de önem taşıyor; onlara değinemedim.
Derginin “araştırma makaleleri” kesiminde beş önemli çalışma da yer alıyor. Siyasî düşünce, tarih, politik iktisat alanlarında, incelenmesi, tartışılması gereken, değerli makaleler… Şimdilik   dikkat çekmekle yetineceğim.
Ocak 2019 tarihli Mülkiye Dergisi’ni okurlarıma hararetle tavsiye ediyorum. “Türkiye’nin krizi” olgusuna odaklanan; sosyal bilimlerin geniş dünyasına da açılan 350 sayfalık bir dergi… Faşizmin, Türkiye’de eleştirel düşünceyi ve özgün bilimsel üretimi   karartamayacağını kanıtlayan bir belge…

Mülkiyeliler Birliği Başkan Dinçer Demirkent’e, derginin editörü Meltem Kayıran’a teşekkür borçluyuz.

Korkut Boratav / SOL

‘100. yıl’ - Meriç Velidedeoğlu

İki gün sonra “19 Mayıs 1919”un yüzüncü yılını kutlayacağız. 

Bir ara, özellikle 1980’li yıllarda “19 Mayıs” günü yaklaştıkça, Atatürk’ün doğum gününün, “19 Mayıs” olduğu söylemi yayılırdı; dahası zaman zaman bunun benimsendiği de görüldü, ne ki yerleşmedi. 

Ve değerli dostlar. “Tarihte iz bırakmış ünlülerin tarihe yön vermeleri, yaşamlarında kimi olaylar gerçekleşseydi, engellenip oluşmazdı!” denir; böyle bir engelleme olayını Atatürk’ün de, “Samsun’a Çıkışı” ile ilgili olarak yaşadığı bilinir, anımsayalım; ama önce kısa bir bilgi notu. “Birinci Dünya Savaşı” sonunda yenilenler arasında yer alan “Osmanlı Devleti”  Suriye’deki kuvvetlerini geri çektiğinden, Atatürk İstanbul’a döner. 

Şişli’deki evinde, Osmanlı’yı tarihten silen “Sevr”in öncüsü, “Mondros Mütarekesi”ni imzalayan, dolaysiyle İstanbul’daki işgalci kimi İngilizlerle, “sıkı fıkı” dost olan, eski Donanma Bakanı Rauf Bey (Orbay) ile zaman zaman bir araya gelip, ülkenin durumuyla ilgili görüşmeler yapar.

İşte bu arkadaşlık dolaysiyle, Atatürk de, Samsun’a gitmek için yola çıkacağı sırada yaşayacaktır, yukarıda belirtilen “engelleme” olayını.

Bunu Söylev’de (Nutuk) şöyle anlatır? “İstanbul’dan ayrılmak üzere evden çıkıp otomobile bineceğim sırada Rauf Bey evime gelmişti. Bineceğim vapurun, işgalci İngiliz Kuvvetlerince izleneceğini, İstanbul’da iken tutuklamadıklarına göre, belki de Karadeniz’de batırılacağımı güvenilir kimselerden işitmiş, onu bildirdi!...” 

Atatürk’ün bu olayı çok iyi değerlendirmesi gerekiyordu. Bu duruma göre ya İstanbul’da kalacaktır ki, tutuklanması söz konusudur; ya da gemisinin batırılması olasılığına karşın yoluna devam edecektir. 

Atatürk duraksamadan ikincisini seçer, Rauf Bey’e de, “Eninde sonunda,İstanbul’dan ayrılmak zorunda kalırsa, yanına gelmesini söyleyerek veda eder, arabasına biner.” 
Atatürk bu olaya, bu konuşulanlara genişçe yer verir “Söylev”de; oysa Rauf Bey, anılarını tüm ayrıntılarıyla yazdığı, “Cehennem Değirmeni” adlı kitabında, bu olaydan hiç söz etmez, dolaysiyle bu haberi, “hangi kaynaktan aldığını da” bildirmez... 

AtatürkAmasya’da, ülkenin kurtuluşu için yürünecek yolu belirleyen  “Amasya Bildirgesi”ni hazırlarken, Rauf Bey de Ankara’ya gelir; Atatürk’ün çağrısı üzerine Amasya’ya geçer; Atatürk kendisinden “Bildirge”yi imzalamasını ister; Rauf Bey, konuk olduğu gerekçesiyle bundan kaçınırsa da bir süre sonra imzalar. 

Ayrıca, “19 Mayıs 1919” günü Samsun’a çıkan, “19 kişi” içinde, Atatürk’ün uzun süre arkadaşlık yaptığı, Albay Refet (Bele) de vardır, o da imzalamaktan kaçınır, daha sonra kendine özgü bir işaret koyduğunu, Söylev’de -üzülerek- anlatır Atatürk... 

Kuşkusuz “100 yıl önce”“19 Mayıs” günü atılan bu ilk adımı, her türlü olumsuzluğa karşın Atatürkİnönü ile birlikte yürüterek, “1923 Devrimi”ni gerçekleştireceklerdir. Ve bugün, bu yenilenmenin getirdiklerinin “AKP” iktidarınca yok edilmek istenmesi ya da büyük ölçüde tırpanlanması karşısında, bu değişimlerin gerçekleştirildiği günleri (tarihleri) bir bir anarak canlı tutmayı vargücümüzle sürdürmeliyiz. 

Kuşkusuz bu bağlamda en etkin görevin, özellikle “CHP’li Belediyeler”e düştüğü; ayrıca, Atatürk’e dolaysiyle “1923 Devrimi”ne bağlılıkları “tüzük”lerinde yer alan “Sivil Toplum Örgütleri”ne (STK) düştüğü de dikkate alınıp, bu günler topluma yansıyacak boyutta anılmalıdır. 

Ne dersiniz değerli dostlar?

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Benim aklım artık bunları almıyor - Barış Terkoğlu

“Siz buraya FETÖ terör örgütünün başını nasıl çağırırsınız? Ya Türkiye’yi ya da terör örgütünü seçersiniz. Benim için müftülük bitmiştir. Türkiye Cumhuriyeti ile teröristi aynı yere koyuyorsunuz.” 

Türk Büyükelçi, Kırgızistan’da müftülüğün iftar programını bu sözlerle terk etti. FETÖ imamı Orhan İnandı’yı davetliler arasında görünce isyan eden Diplomat Cengiz Kamil Fırat, herkesin haklı olarak takdirini kazandı.
 
Peki devirdiği masa Kırgızlı imamların masası mıydı? 

Yoksa bizim ikiyüzlülüğümüzün aynası mıydı? 

Neden mi? 

Toplantıyı terk eden Büyükelçi Fırat’ın 1 Ocak 2018’de göreve başladığını hatırlatıp, öncesinde olanları anlatayım. 
Bakalım hak verecek misiniz? 
Yukarıdaki haberi Yeni Şafak’ta pazartesi günü okumuştum. Aklıma 15 Temmuz darbesinden tam bir ay sonra aynı gazetenin bir başka haberi geldi. 

“FETÖ Kırgızistan’dan İmparatorluk Kurmuş” başlığını taşıyordu. Ve “nasıl olur” dedirten şu cümleyi oradan aktarayım: “FETÖ’nün Orta Asya imamı olan Orhan İnandı aynı zamanda Uluslararası Sebat Eğitim Kurumları sorumlusu.  İnandı’nın, 15 Temmuz darbe kalkışmasından sonra Kırgızistan’da Türkiye  devletinin büyükelçilik plakalı araçlarına bindiği edinilen bilgiler arasında.”
 
“Yok artık! Yeni Şafak uyduruyor” diyebilirsiniz. “Önyargılı olmayın” derim.

Büyükelçi ile İnandı kurdele kesiyor. 
Türkiye Gazeteciler Federasyonu’nun Kırgızistan’a 2017 yılının ekim ayında düzenlediği gezinin notlarını okurken fark ettim. Gazeteciler Kazakistan’da “Türk Dünyası 3. Gazeteciler Şurası” toplantısına katılmış, ardından gittikleri Kırgızistan’da bir Türk restoranına oturmuştu. Restoranda başlayan hesap tartışması gazetecilerin silahla tehdit edilmesine dönüşmüştü. “Taksim” isimli restoran, Büyükelçiliğe şikâyet edilmişti. Fakat asıl ayrıntı başkaydı. Gezideki Kayserili yerel gazeteci Veli Altınkaya’nın yazısından aktarayım: “Bu işyerinin ikinci şubesi 15 Temmuz sonrasında açılmıştı. Açılışa son kararname ile merkeze alınan Bişkek büyükelçimizle birlikte FETÖ’nün Kırgızistan imamı dakatılmıştı. Tabii büyükelçinin FETÖ’nün Kırgızistan imamı ile böyle bir açılışa katılması doğrusu manidardı.” 

Gerçekten Kırgızistan yerel basınına bakınca dedikodunun doğru olduğunu gördüm. Dönemin Türk Büyükelçisi Metin Kılıç, FETÖ’nün Kırgızistan imamı Orhan İnandı ile birlikte restoran açılışına katılmış, birlikte yan yana kurdele kesmiş, yetmemiş İnandı’nın kürsüden konuşmasını dinlemişti. Üstelik bütün bunlar FETÖ’nün Türkiye’deki darbe girişimine rağmen oluyordu.

Tablo iyice tuhaflaşıyor değil mi? 

Daha beteri var.

Resmi belgede hâlâ adı var .
Diyelim, Kırgızistan’ın Başkenti Bişkek’e gittiniz. Tesadüf bu ya, kahve içerken Orhan İnandı ile karşılaştınız. “Bu kim acaba” deyip adını arama motoruna yazdınız. Karşınıza Dışişleri Bakanlığı’na ait devletin resmi sayfalarından biri çıkıyor. Devletin resmi sitesinde, “Yurtdışı Vatandaşlar Danışma Kurulu  ”sayfasında “Onur Üyeleri”  arasında  Merve Kavakçı ve Muhtar Kent gibi isimlerle birlikte halen kim var dersiniz? Doğru tahmin ettiniz, FETÖ imamı Orhan İnandı. 

Sizi çok yormadan nereye varmak istediğimi özetleyen son hikâyeyi anlatayım.

FETÖ ile kavga eden elçi geri çağrılıyor 
Barış Pehlivan’la yazdığımız Mahrem kitabı için WikiLeaks’ten sızan ABD kriptolarını inceliyorduk. 10 Eylül 2008’de Kırgızistan’ın başkenti Bişkek Büyükelçiliği’nden Washington’a gönderilen belge dikkatimizi çekmişti. ABD’nin Bişkek Büyükelçisi Tatiana C. Gfoeller’in 8 Eylül tarihinde Türk mevkidaşı Serpil Alpman’la tanışma toplantısının notları vardı. 

ABD’li diplomat Gfoeller şöyle anlatıyordu: “Alpman, Kırgızistan’daki Fethullah Gülen destekli liselerin artan bilinirliğinden duyduğu endişeyi belirtti (Büyükelçi,Gülen’in geçmişte yoğun dini görüşleri nedeniyle Türk Hükümeti’yle ters düşmüş, mütedeyyin bir Türk olduğunu sözlerine ekledi). Alpman bu özel liselerin popülaritesinin giderek arttığını, zira eğitim dilinin İngilizce olduğunu, ancak söz konusu okullarda verilen aşırı muhafazakâr mesajların Kırgız gençliği üzerinde olumsuz bir etkisi olabileceğini söyledi.” 

ABD’ye FETÖ’yü şikâyet eden Büyükelçi Serpil Alpman’a ne oldu dersiniz? Türkiye’nin Orta Asya’ya göndermiş olduğu ilk kadın Büyükelçi Alpman, bu kriptodan bir yıl sonra görevden alındı ve merkeze çekildi. Yerine Nejat Akçal, Bişkek Büyükelçisi olarak atandı. Göreve başladığı gibi FETÖ’nün yayın organı Cihan Haber Ajansı’na konuştu ve FETÖ okullarına şöyle övgüler dizdi: “Büyükelçi, Sebat Eğitim Kurumları şemsiyesi altında tüm Kırgız elinin en ücra köşelerine kadar eğitim imkânlarını yaymış bulunan gönüllü Türk vakıf okullarının da son derece önemli bir işlevi ifa ettiğini belirtti.” 

Yukarıdaki FETÖ övgüleri Türkiye’nin Bişkek Büyükelçiliği’nin resmi sayfasında halen duruyor.

Peki, adı geçen Sebat Okulları’nın başında kim var dersiniz? Yine doğru tahmin ettiniz, FETÖ imamı Orhan İnandı. Bu okullar sayesinde ülkedeki FETÖ’cüler ceplerinde Sebat kartıyla dolaşıyor, hatta onlara “Sebat Türkleri” deniyor.

O cami FETÖ projesi mi? 
Evet; Kırgızistan FETÖ’nün Orta Asya’daki en güçlü olduğu ülke. Evet; otelleriyle, restoranlarıyla ya da okullarıyla örgüt milyar dolarlık sermayeyi kontrol ediyor. Evet; FETÖ Kırgız elitlerinin çocuklarını da yetiştiriyor, kendi imamlarına bu ülkeden vatandaşlık da bağlıyor. 

Bunların hepsi doğru. 

Üstelik Kırgızistan ile benzer bir olayı birkaç yıl önce de yaşamıştık. Dışişleri Bakanı  Mevlüt Çavuşoğlu, Kırgızistan’da FETÖ’nün darbe yapabileceğini söyleyince Kırgızistan Cumhurbaşkanı Almazbek Atambayev, “Bu, absürd bir iddia. Eğer kendileri bu kadar akıllıysa, o zaman neden kendi ülkelerindekidarbeyi zamanında fark edemediler” diye dalga geçmişti. Ardından Erdoğan’ın Atambayev’in telefonlarına bile çıkmadığını duymuştuk. 

Kırgız Cumhurbaşkanı’na ya da imamlarına kızıyoruz. FETÖ’ye göz yummaları nedeniyle elbette ki eleştirmekte haklıyız. Ama “bizi neden anlamıyorlar” diye oturup kendimizi de sorgulamamız gerekmiyor mu? 

Bu arada... 

Büyükelçi salonu terk ederken “biz burada 35 milyon dolara cami yaptıralım,siz bizi teröristlerle aynı masaya oturtacaksınız” dedi ya. Kastettiği, Cumhurbaşkanı’nın geçen yıl eylül ayında açtığı “Bişkek Cumhuriyet Merkez İmam Serahsi Cami.” 7 bin metrekarelik  bir alanda, 37 metre kubbe yüksekliği, 4 minaresi, iç ve dış avlusuyla toplam 20 bin kişilik ibadet alanıyla Çamlıca Camii ile yarışıyor. Türk Diyaneti 2012 yılında, yani FETÖ’nün en güçlü olduğu dönemde caminin inşasına başlamış.

 
FETÖ’nün Orta Asya’daki karargâhına bizim paramızla dev cami yapma fikrine umarım FETÖ karışmamıştır! Umarım, camiye Fethullah Gülen’in sürekli kendisini benzettiği İmam Serahsi’nin adının verilmesi de sadece bir tesadüftür! 

Öyle ya; İmam Serahsi, Karahanlı Türk Devleti’ne isyan etmiş ve “diktatör” saydığı hükümdar tarafından yıllarca hapsedilmişti. Gülen’in ve takipçilerinin sohbetlerini inceleyin, kendilerinin devamlı nasıl bir benzerlik kurduğunu görürsünüz. 

Yoksa biz hâlâ kandırılıyor muyuz? 
Kandırılmaya doyamıyor muyuz? 
Bugün masaları terk ederken ertesi gün masalların içine mi düşüyoruz?

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET










16 Mayıs 2019 Perşembe

Vedat Türkali 100 yaşında - Nazım Alpman

Vedat Türkali son kitabı ‘Bitti Bitti Bitmedi’ üzerine çalışırken biz de İZTV ekibi olarak onun belgeselini çekiyorduk. Vedat Türkali söz konusu olunca yakından tanıyanları gayet iyi bileceği üzere titizlik en ön sırada gelir. Vedat Ağabey “Yoruldum” dediği zaman anlaşılması gerekir:
-Bugünlük yeter!
Çekim olmadığında da onun evinde sıkça zaman geçirme imkânına kavuşmuştum. Çünkü Akın Birdal vardı. Türkali belgeselini aklıma düşüren Birdal idi. Onun açtığı kapılardan geçerek Vedat Türkali’yle bütün mesafeleri kapatmıştık. Öyle ki başkası sorsa güzel bir fırça yiyerek söyleşiyi sonlandırabilecek konulara bodoslamadan girebiliyordum.

Mesela Bir Gün Tek Başına’nın kadın kahramanı Günsel yirmili yaşlarında, erkek kahraman Kenan kırklı yaşlarının ilk yarısındaydı. Kayıp Romanlar’da ise kadın kahraman Esme yirmi yedi. Erkek kahraman Doktor Nahit yetmiş sekiz yaşını sürüyordu. Bu durumu Vedat Ağabey’e özetleyip sorumu patlatıyordum:
-Şimdi böylesi bir roman yazarsanız kadın yine yirmili yaşlarında kalırken erkek doksanlı yaşlarında mı olacak?
Büyük yazarı yüzünde muzip bir tebessüm oluşur sonra da sağ elinin dört parmağını aşağıdan yukarıya doğru ağır ağır kaldırır:
-Yoook, artık olmaaazz! diyerek kahkaha atardı.
Ama kameralar varsa o zaman romanlarını ve kahramanlarını savunur, hepsini yerli yerine oturturdu. Hiçbir soru işaretine açık kapı bırakmazdı.
Vedat Ağabey ziyaretçisi eksik olmayan bir yazardı. Genellikle öğlenden sonra onları kabul ederdi. Haliyle gelenler onunla fotoğraf çektirmeden gitmezlerdi. Bu anı fotoğraflarının çoğunu da ben çekerdim.
Çekim dışı sohbet ederken fotoğraflar üzerinden konuya girdim. Vedat Ağabey belgesel için geç kaldığımı kendisinin artık yaşlandığına vurgu yapardı. Bir gün “Hayır ağabey” diye itiraz ettim:
-Fotoğraf çekilirken yanınıza genç kızlar, kadınlar gelince birden oturuşunuz değişiyor. Dik durarak koltuğunuzda yükseliyorsunuz. Elleriniz diz kapaklarında birleşiyor. Gözleriniz kısılıyor. Birden altmış yaş çizgisine doğru geriliyorsunuz.
Vedat Ağabey kahkahalarla gülmeye başlıyor, “demek öyle oluyorum” diye şakaya katılıyordu. Bazen de kendisi oyunu başlatıyordu:
-Göstersene kızlarla fotoğraf çektirirken ben nasıl oluyorum?
İleri yaşı söz konusu olduğunda bazen de ciddi kaygılar beslediğini saklamıyordu. Özellikle Ermeni Sorununu işlediği son eseri (Bitti Bitti Bitmedi) için böyle endişeleri vardı:
-Bu kitap bitene kadar yaşamak istiyorum. Bu kitapla benim kitaplarım yüzyılı tamamlamış olacak!
Vedat Türkali kitaplarıyla 20. Yüzyılı kapattı. Hedefine vardığında da vazifesini yapmış insanların huzuru içinde doksan yedi yaşında hayata gözlerini kapadı.
Vedat Türkali gibi yazarlar bedenen bu dünyadan göç edebilirler. Ama eserleri onları yaşatır. Dünya edebiyatını klasik eserlerini yazmış olan dev sanatçılar günümüzde nasıl yaşıyorlarsa Vedat Türkali de yaşamaya devam edecektir.
14 Mayıs 2019 Salı günü Artı TV’nin sabah kuşağı Gün Başlıyor’da özel bir bölümle Vedat Ağabeyin yaş gününü kutladık. Akın Birdal, Mustafa Kemal Erdemol, İlbay Kahraman, Gülten Kaya, Nizamattin Üstündağ ve Deniz Türkali ile onu sevgi, saygı ve özlemle andık. 13 Mayıs 1919’da Samsun’da başlayan zorlu hayat yolculuğu eserleriyle sürüyor:
-Vedat Türkali 100 yaşında!
Nazım Alpman / BİRGÜN

Özel okulda öğretmen olmak - ALPASLAN SAVAŞ

Seksenli yıllar için eğitim sistemindeki piyasalaşmanın ilk dönemi diyebiliriz. Üniversite öncesi eğitimini o yıllarda tamamlayanlar her yerde açılmaya başlayan dershaneleri hatırlayacaktır. Aileler çocuklarını lise ya da üniversite sınavlarına hazırlanmaları için o yıllarda dershanelere yollamaya başladı. Halkı parayla eğitim satın almaya alıştırma dönemi de diyebiliriz. Doksanların ortasında ise dershaneler sadece sınav hazırlığı için değil, ikinci okul olarak orta öğretimin bir parçası haline gelmişti bile.

AKP’li yıllar ise tam bir felakettir. Neredeyse her sene yapılan değişiklikler sadece sistemi alt üst etmekle kalmadı, eğitimin içini de boşalttı. Girdiği sınavda tek bir soru bile yanıtlayamayan on binlerce gencin topyekûn zekâ özürlü olduğunu sanıyorum kimse düşünmüyordur. Öğrencinin okulda öğrenemediği bir sistem yarattılar.

Elbette bilinçli bir tercihti. Varılan nokta kamu okullarının İmam Hatiplere dönüştürülmesi, çocuklarını imam hatiplere yollamak istemeyen ailelerin ise bulup buluşturup özel okulların kapısını çalması oldu. Cemaatlerin elinde büyük bir gerici güce dönüşen dershaneler bu geçişte köprü vazifesi gördü. Şimdi kapanan dershanelerin de büyük bölümü irili ufaklı özel okul olarak faaliyet gösteriyor. 
Sonuç olarak bugün, devasa büyüklükte bir “özel eğitim sektörü” oluşmuş durumda. Aşağıdaki tablo bu dönüşümün son on yılını gösteriyor:


Tablodaki veriler okul öncesi, ilk ve ortaokul ile ortaöğretimdeki özel okulları kapsıyor. 2017-2018 eğitim öğretim yılında bu kapsamdaki özel okul sayısı 11 bini aştı. Tüm okullar içinde yüzde 17,5’lik bir pay demek bu. Bir başka değişle artık her beş okuldan biri özel okul. On yıl önce bu oran yüzde 7,5 idi. 
Özel okullarda eğitim gören öğrenci sayısı ise 1,3 milyonu aştı. On yıl önce öğrencilerin sadece yüzde 2,5’u özel okullarda okurken bugün bu oran 8,3’e yükselmiş durumda.
AKP her dönem eğitim için bütçeden ayrılan payın büyüklüğüyle övündü. Oysa eğitime ayrılan payın yüzde 80’i personel giderleri, SGK prim ödemeleri gibi zorunlu giderlerden oluşuyor. Kalan miktarın içinde eğitim yatırımları için ayrılan kısım ise her yıl azalıyor. AKP iktidarında bu pay yüzde 17’den yüzde 4,5’a geriledi. 

Kamusal eğitime kalıcı ve düzenli yatırım yapılmamasının basit bir nedeni var, o da AKP’nin bu alanda da önceliğinin patronlara kaynak aktarmak olması. Eğitim yatırımı için kullanılacak kaynakların önemli bir bölümü özel okullara yönlendirilmiş durumda. Sadece bu yıl MEB bütçesinden 75 bin öğrenci için özel okul patronlarının kasasına toplam 312 milyon lira koydular. Ayrıca çeşitli muafiyetler, indirimler, arsa tahsisleri gibi teşviklerle milyonlarca lira daha özel okullara akıyor.

Eğitim piyasalaşınca okul ticarethaneye, öğrenci ve ailesi müşteriye dönüşüyor. Her bütçeye uygun bir okul bulunuyor. Her bütçeye uygun okulda, her bütçeye uygun çalışan öğretmen de bulunuyor. Bugün sayısı 150 bine dayanan bir öğretmen ordusundan söz ediyoruz. Her yüz öğretmenin 15’i bu okullarda çalışıyor. Düşük ücretlerle ve çoğu zaman o ücretleri zamanında alamayarak, mobbinge maruz kalarak, angaryası eksik olmayarak, birer yıllık sözleşmelere mecbur bırakılarak çalıştırılıyorlar. Ne iş güvenceleri var, ne gelir garantileri.
Örgütsüzler. 
Şimdilik…
Bir sonraki yazıya onlarla ve son dönemdeki örgütlenme girişimleriyle devam edeceğiz.

Alpaslan Savaş / SOL