22 Ekim 2019 Salı

Suriye'de atılan bütün adımlar BOP'a uyumlu! - Arslan BULUT

Barış Pınarı Harekâtı gerekliydi, ancak ABD'nin Türkiye'ye "çizdiğim sınırları aşarsan ekonomini mahvederim" tehdidi sonunda neler olduğu herkesin bilgisi dahilindedir. Bir de "Harekât ile BOP projesi tamamen rafa kaldırılmış oldu" diyenler var. Bu iddiada olanlar, halkı iç siyaset uğruna yanıltmaya çalışıyor.
Herkes, Büyük Orta Doğu Projesi haritasına bir daha baksın lütfen! Türkiye-Suriye sınır bölgesini büyüterek bakın!

Ne görüyorsunuz?


                                                             ***

BOP gereği kurulmak istenen Kürdistan'ın sınırları nereden geçiyor?
Münbiç'ten başlıyor, Fırat'ı takip ederek, kuzeye gidiyor, Hopa Limanı'na kadar ulaşıyor! "Fırat'ın Doğusu" derken, bu bölgeyi kastediyorlar!

Fabrice Balanche'nin çizdiği son Suriye haritasında, Afrin, El Bab gibi yerler, Türkmenistan adıyla Türkiye'ye bırakılıyor. Bu cep bölgelere Resulayn-Tel Abyad arasında uzanan 120 kilometrelik toprakların eklenmesi, BOP haritasını hiçbir şekilde bozmuyor. Sadece Suriye kuvvetlerinin Münbiç'e girmiş olması, durumu değiştirebilir! Yalnız YPG'nin Suriye'den çıktığına dair bir bilgi yok. Üstelik Rusya, YPG'yi yeni kurduğu Suriye 5. Kolordusu emrine almaya çalışıyor. Bu, ABD'nin "kara kuvvetlerim" dediği YPG'nin, Münbiç'te kalması demektir!

                                                            ***

Diğer güncel gelişmeler de BOP projesine uygun devam ediyor. New York Times gazetesinin üst düzey bir yetkiliye dayandırdığı habere göre Trump, Suriye'nin doğusunda, petrol bölgelerinin Suriye ve Rusya'nın eline geçmemesi için 200 civarında asker bırakmayı düşünüyor! ABD Savunma Bakanı Mark Esper de bu haber üzerine SDG ile beraber bir grup ABD askerinin Suriye'nin kuzeydoğusundaki petrol yataklarının yakınında tutulmasının seçenekler arasında olduğunu söyledi.

Zaten Trump da "petrolü kurtardık" demişti. Trump ile görüşen Cumhuriyetçi senatör Lindsey Graham da Suriye'de tarihi çözümler olacağına dair oldukça iyimser olduğunu belirtti.

Trump'ın, petrol güvenliğini sağlama konusunda geniş bir perspektiften baktığını söyleyen Graham, "IŞİD'i yok etmek ve yok olmuş halde tutabilmek için yardımcı olan SDG ile petrol alanlarının yenilenmesinde bir iş ortaklığının eşiğinde olduğumuza ve geliri İranlıların değil, Esad'ın da değil onların alacağından emin olacağımıza inanıyorum." dedi.

Graham, "İsrail'i korumak bir numaralı hedefimiz." demeyi de ihmal etmedi.
Yani, petrol geliri ile ayakta durması sağlanacak bir PYD/YPG devleti kurulacak! Peki BOP bu şekilde mi önlenmiş olacak?

                                                              ***

Biz 21 Ocak 2019'da bu sütundan ve Yeniçağ'ın manşetinden "Güvenli bölge değil şeytan tuzağı" derken, çizilen haritalara bakarak değerlendirme yapmıştık.
ABD, BOP hedefinden bir milim bile sapmış değil. Türkiye'nin üç ayrı harekât ile kontrol ettiği topraklar ise, BOP haritasını kesinlikle bölmüyor!

BOP haritasını ne böler peki?

Türkiye'nin cumhuriyetin kuruluş felsefesine dönerek milli bir politika takip etmesi, bütün halkı bu politika etrafında birleştirmesi, BOP'u uygulanamaz hale getirir. Türkiye, "Çekiç Güç" ile Irak'ın kuzeyini ABD kontrolüne bıraktı şimdi de Suriye'nin kuzeyinde "güvenli bölge aldatmacası" ile aynı oyun oynanıyor.
Sonuçta güvenli bölgenin sağı solu ve güneyi PYD/YPG kontrolünde kalıyor. Bu da ABD'ye şimdilik yetiyor. BOP projesi da bunu öngörüyordu zaten!


Arslan Bulut / YENİÇAĞ




21 Ekim 2019 Pazartesi

Savaşın maliyetleri nasıl karşılanacak? - OĞUZ OYAN / BİRGÜN

Türkiye’nin kaynak sıkışıklığı Suriye harekâtı sonucunda katmerlenmiştir. Bu oyunda “bir koy üç al” seçeneği de bulunmamaktadır. Aslında iki oyun kurulmaktadır: Bir yanda, bir satranç ülkesi Rusya, öte yanda ciddi yaptırım güçleri ve bilemediğimiz kişisel istihbarat bilgileri bulunduran hegemon bir ülke ile aşık atmaya kalkan bir çevre ülkesinin bağımlı yönetici sınıfı vardır.


Suriye’de bütün denklemi değiştiren gelişmeler oldu. Trump’ın kapıyı aralamasıyla 9 Ekim’de Kuzey Suriye’ye giden TSK (ve ÖSO veya “Suriye Milli Ordusu”= SMO) istemediği kadar çok taşı yerinden oynatmış oldu. Bunların ne kadarının Türkiye siyasetini belirleyenler tarafından öngörülmüş olduğunu bilemiyoruz ama bu konuda kuşkularımız var.

SAHADA NELER DEĞİŞTİ?
ABD’nin sahneyi büyük ölçüde boşalttığı bir durumda Türkiye’nin olası bir müdahalesinin PYD/YPG’yi (veya hepsini temsilen SDG’yi) Suriye Arap Cumhuriyeti (SAC) ile bir anlaşma arayışına zorlayacağı ve Rusya’nın da bunun kolaylaştıracağını tahmin etmek aslında zor değildi. Trump’ın Suriye’den çıkmayı her vurgulayışı sonrasında bu eğilimler uç vermekteydi. Nitekim Türkiye ile ABD’nin 7 Ağustos’ta “koridor” korusundaki mutabakatından sonra SDG’den bu yönde bir hamle gelmişti zaten.

Ancak müdahalenin sadece beşinci gününde, 13 Ekim’de, SDG’nin adeta bir teslimiyet ilişkisi biçiminde SAC’a ve Rusya’ya yakınlaşması ve çekileceği yerleşimleri SAC ordusuna bırakacağı taahhüdünü vermesi beklenilmediği kadar hızlı ve erken olmuştu. (Bunda, ABD’nin Suriye’yi terk etme kararının uygulanma hızı ile TSK’nın askeri kapasitesini etkin kullanmasının da rolü olmuş olmalı).

Türkiye’nin girişeceği bir askeri harekâtın tetikleyeceği ikinci gelişme, SAC ve Rusya’nın buna askeri bir yanıt vermesi olabilecekti (Bu yöndeki öngörümüz için bkz. 11 Ağustos tarihli Birgün Pazar yazımız). Bu konuda öncelik SDG’nin boşalttığı yerleri doldurmaya verilmiş gözüküyor. Ama kangren olmuş İdlib üzerinden de bir askeri yanıt verilmesi gecikmeyecektir. Bunun sıcak siyasi gelişmeler nedeniyle şimdilik uygun zamana bırakılması muhtemeldir. Birincisi, Trump’ın Erdoğan’a yazdığı 9 Ekim tarihli “sindirilmesi zor” mektup sineye çekilerek 17 Ekim’de Ankara’da RTE-Pence arasında “harekâta 120 saat süreyle ara verme” (veya “ateşkes”) ile SDG’nin askeri güçlerinin (esas olarak YPG birliklerinin) ağır silahlarını bırakarak ve tahkimatlarını imha ederek çekilmesi şeklindeki mutabakatın uygulanma süreci izlenecektir. İkincisi, 22 Ekim’deki Putin-Erdoğan görüşmesinin sonuçlarına bakılacaktır. Üçüncüsü, eğer gerçekleşirse, 13 Kasım’da Trump-Erdoğan buluşmasının ne getireceği değerlendirilecektir.

17 Ekim mutabakatına uyulursa, Suriye devletinin kendi topraklarında yeniden hâkimiyet kurmasının “kazanımları” da dikkate alınarak, Türkiye’nin “koridor” saplantısının kısmi kesintilerle gerçekleşmiş olacağı sonucuna varılabilir. AKP iktidarının “büyük zafer” nidaları atarak buradan siyasi kazanım elde etmeye çalışacağı açıktır. Uluslararası düzlemde de Trump karşıtlarının ve SDG hareketini destekleyenlerin “Erdoğan istediğini elde etti” diyerek şimdiden Trump politikalarına yüklendiği görülmektedir. Ancak Suriye’de dengelerin değişim yönü tam da böyle olmayabilir.

Bir kere, sahada tek büyük güç olarak kalan Rusya’nın eli çok güçlenmiştir. Rusya, Fransa ekonomisinden daha güçlü olmayan ekonomik büyüklüğüne rağmen, güçlü coğrafyasını ve askeri kapasitesini etkin olarak kullanabilen diplomasi geleneği sayesinde ekonomik gücünün çok üzerinde bir siyasi gücü temsil eder duruma gelmiştir. Suriye politikası bunun taçlandırılması olmuştur. Suriye devleti de hiç kuşkusuz kazananlar tarafında bulunuyor.

AKP Türkiye’si ise, “terör” tehdidinin kalkacağı bir durumda, “güvenli koridor”u elinde tutma gerekçelerini yitirmiş olacaktır. Rusya, Suriye, diğer ülkeler ve uluslararası örgütlenmelerden gelecek tepkiler karşısında direnmesi zorlaşacaktır. “Sığınmacıların tampon bölgesini” oluşturma projesi ise hem SAC’ın hem uluslararası kamuoyunun artık daha fazla dikkate alınması gereken tepkileri, hem de yalnızlaşmış bir AKP yönetiminin yeni yaşam alanları kurabilmek için uluslararası finansal olanakları harekete geçirme kapasitesinin zayıflığı nedeniyle uygulanabilir gözükmemektedir. Şimdiki sorun bunun ne kadar çabuk veya geç idrak edileceğine indirgenmiş olabilir.

TÜRKİYE’NİN MALΠKAPASİTESİNİN SINIRLARI
Türkiye ekonomisi bir krizden geçiyor. Bütçe ve bütçe dışı kamu kesimi de bundan büyük ölçüde etkileniyor. Hem dolaylı hem dolaysız vergilerin gelir esneklikleri daralma dönemlerinde hissedilir derecede yükseliyor; dolayısıyla vergi girişlerinde önemli azalışlar ortaya çıkıyor. Bu bağlamda 2020 bütçesinde, yüzde 8,5 düzeyinde “öngörülen” enflasyonun iki katından fazla vergi geliri artışına yer verilmiş olması (ertelenmiş talebin ekonomiyi canlandırma beklentisi) gerçekçi gözükmüyor. Özellikle de hane halkı bütçelerinin genel ekonomik daralmayı aşan ölçülerde küçülmesi dikkate alındığında. (Kişi başına ortalama milli gelir GSYH’dan daha hızlı daralıyor, dolar hesabıyla daha da vurgulu olarak).

Harcama tarafında ise IMF kısıtlarına daha sadık kalınacağının işaretleri hem YEP II’de hem de 2020 bütçesinde yer alıyor. Ücretlerin tayınlanması zaten en iyi bildikleri şeydi. Kamu transfer harcamalarında da geniş kesimleri ilgilendiren sosyal güvenlik transferleri, sosyal yardımlar gibi kalemlerde kısıntılar gündemde. Kamu yatırım harcamalarının da zaten 2019’dan sonra 2020’de de kısılması programa girmişti. Şimdi bunları daha da baskılayacak yeni bir durum ortaya çıktı: Savaş harcamaları. Bu sadece harekâtın finansmanından ibaret değil. Operasyon sonrasında “ele geçirilen” topraklarda kalmanın (ve güvenliği sağlamanın) maliyeti de sürekli bir gider kapısı olarak bütçeyi kemirecek. Bu arada SMO denilen besleme cihatçı güçlerin ücret faturası ve üstlenilen IŞİD misyonunun faturası da giderek kabaracak.

“Koridorda” planlanan yeni yerleşim yerleri ve altyapı yatırımlarına ise, politik engeller yanında mali engeller nedeniyle de hiç sıra gelmeyebilir. Çünkü kısıtlanan bütçe harcamalarına rağmen bütçe açıkları zaten büyüme eğiliminde. 2019 için 125 milyar TL olacak bütçe açığının 2020’de 139 milyar TL’ye çıkması öngörülüyor. (Her iki yıl için de milli gelirin yüzde 2,9’u düzeyinde). Üstelik 2019 için TCMB’dan bütçeye yapılan olağanüstü aktarmaların 2020’de tekrarlanması mümkün değil, yani açık öngörülenin üzerinde çıkabilir. Tabii satışa konulacak kamu mamelekinin kapsamını genişletmek mümkün, ama derde deva olacak olacak miktarların buradan temini zor. Program ve bütçe de zaten özelleştirme gelirlerinde küçük beklentiler dışına çıkmıyor: Özelleştirme gelirleri için 2019’da 6 milyar TL, izleyen üç yıl için 10 milyar TL’lik yıllık standart beklentiler yazılmış; yani dolar=6 TL hesabıyla yıllık 1,6 milyar dolar gibi küçük “katkılar” beklenmekte.

AKP iktidarı için şimdilik tek iyi mali haber, 17 Ekim mutabakatı sayesinde 22 Ekim akşamına kadar yeni yaptırımların askıya alınmış olması. (Her ne kadar 14 Ekim’de ABD’nin getirdiği yaptırımlar sürüyor olsa dahi, bunlar pek ciddiye alınabilecek nitelikte değildi). Dolayısıyla, şimdilik ekonomiye rahat bir nefes aldırmanın (örneğin 17 Ekim sonrasında TL’nin ani değer kazanması) koşulları oluşmuştu. Ama bu, kırılganlığı şimdilik ortadan kaldırmıştı. Üstelik ABD’nin elindeki silahın gücünü de göstermişti: Ciddi yaptırımların ciddi etkileri olabilecekti. Üstelik bu yaptırımlar ekonomiyi olduğu kadar AKP yönetici sınıfını da yakından ilgilendirebilecekti. Bunun hangi kademeye kadar tırmandırılabileceği de ayrı bir tehdit konusuydu.

AKP, SERMAYEYİ VERGİLENDİREBİLİR Mİ?
Tekrar yeni finansman kaynakları arayışına dönersek, YEP II, kıdem tazminatı fonu benzeri bir “Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi” oluşturarak emekçilerin sırtından kamuya ve özel sermayeye yeni finansman imkânları yaratmak istemektedir (Bkz. 6 Ekim tarihli Birgün Pazar yazımız). Bunun şimdiye kadar sözde kaldığına bakarak yanılgıya düşülmemelidir: İktidar bu defa daha fazla mali sıkışıklık içindedir ve savaş bahanesiyle emekçilerden ve onların çoğunlukla iktidar yanlısı sendikal örgütlerinden daha fazla özveri talep etmenin (hatta bir “savaş salması” çıkarmanın) daha fazla karşılığı olabilir.
Üstelik yüklerin (“fedakârlıkların”) eşit dağıtıldığını göstermek için sermayeyi de daha “ağır” ve etkin vergilendirmeye yönelik önlemler aldığını, yasa teklifleri hazırladığını söyleyebilecek bir konuma geçebilir. Denilebilir ki, Kurumlar Vergisi oranının azaltılacağı programa (YEP II’ye) alınmışken bu nasıl inandırıcı olabilir?

Bu soruya iki düzeyde yanıt verilebilir: Bir, emekçileri haklarının daha fazla budanmasına razı edebilmek için hiçbir zaman uygulanmayacak bir Gelir Vergisi (GV) tarifesi düzenlemesi yapılabilir. (Veya, tıpkı 1998 düzenlemelerinde olduğu gibi, uygulanması zamana bırakılıp sonuçta iptal edilebilir). İki, GV tarifesinin üst oranlarında belirli alt sektörlere, belirli yatırım türlerine (adeta firmaya özel) özel indirimler uygulanması yetkisi Hazine ve Maliye Bakanlığına veya Cumhurbaşkanlığı’na bırakılabilir. Böylece, iktidardakiler ellerine yeni bir havuç ve sopa alarak sermaye birikim sürecine daha doğrudan müdahil olabilirler.

Biz birincisi üzerinde duralım. AKP’nin Kızılcahamam kampında Bakan Albayrak yeni bir GV tarifesinden söz etmişti (Cumhuriyet Gazetesi, 11 Ekim 2019). Buna göre, halen en üst marjinal oranı yüzde 35 olan GV tarifesinin, 500 bin ile 1 milyon TL arasındaki gelirlere yüzde 40 ve 1 milyon TL’nin üstündeki gelirlere yüzde 50 oranında uygulanması gündeme getirilebilecekti. Bunu inandırıcı bulmak için hiçbir neden yok. Bir kere, AKP grubunun böyle bir girişime geçit vermesi beklenemez. Katıksız bir sermaye partisi olan AKP’nin üst cenahından geçmesi de zaten olanaksız gibidir; sermayenin tüm kesimleri tam bir kuşatma uygularlar ve böyle bir “aykırılığa” izin verdirmezler. İkincisi, normal dönemlerde bile akla getirilmesi “yasak” olan böyle bir düşüncenin, ekonomik kriz ortamında sadece telaffuz edilmesinin bile yatırımları nasıl caydırıp ekonomiyi dibe vurduracağı, sermaye kaçışlarına neden olacağı “lisan-ı münasiple” anlatılır. Büyük sermaye çevreleri kaynağı göstermeyi de ihmal etmezler: Vergiyi tabana yay yani vergilendirilmeyen kesimleri, kayıt dışını hedef al. Üçüncüsü, uluslararası rekabet ortamında gelir ve kurumlar vergisi oranlarında aşağıya doğru bir yarış varken, böyle bir girişimin genel gidişata aykırı olacağı, Türkiye’nin rekabet gücünü aşağıya çekeceği ve doğrudan yabancı sermaye girişlerini caydıracağı, uyarısını da ihmal etmezler.

Şimdi şu gerçeğin altını bir kez daha çizelim: Türkiye’de GV tarifesi, birçok kapitalist ülkeden daha da vurgulu olarak, ücretli kesimleri vergilendirmek üzere düzenlenmiştir. Nitekim GV tahsilatının üçte ikisinin, milli gelirin üçte birinden azını alan bu kesimler üzerine yıkılmasının başka bir anlamı yoktur.

Esasen Kızılcahamam kampındaki “fikir alıştırmasına” da hiç şaşırtıcı olmayan şu uyarı eklenmiştir: “Alt gelir grupları için uygulanan vergi oranlarında bir değişiklik düşünülmemektedir.”

Kızılcahamam kampında başka kaynak arayışlarının da olduğu görülmektedir: -Dijital platformların aldığı reklamlardan vergi alınması; -kentlerde değerinde artış olan binalardan/taşınmazlardan “değer artış payı” alınması. Bunların her ikisinin de getirisi, eğer uygulanabilirse, bütçeyi kurtarıcı olamaz. İkincisini bir “sermaye/taşınmaz değer artış vergisi” olarak düzenleyip el değiştirmelerde uygulanan bir vergi olarak tasarlamadıkça bir “şerefiye vergisi”ne dönüşecek ve simgesel anlamda kalacaktır. Sermayenin bu her iki “fikir” bakımından da alarma geçmesi beklenemez.

SONUÇ
Türkiye’nin kaynak sıkışıklığı Suriye harekâtı sonucunda katmerlenmiştir. Bu oyunda “bir koy üç al” seçeneği de bulunmamaktadır. Aslında iki oyun kurulmaktadır: Bir yanda, bir satranç ülkesi (Rusya) ile kendi diplomatik birikimini tahrip ederek şansını zarlara bırakan basit bir tavla oyuncusuna dönüşen AKP Türkiye’sinin Suriye dansı söz konusudur. Öte yanda, bütün kabalığına rağmen, elinde iktisadî, askerî, siyasî ve adlî (Halk Bankası soruşturması gibi) ciddi yaptırım güçleri ve bilemediğimiz kişisel istihbarat bilgileri bulunduran hegemon bir ülke ile aşık atmaya kalkan bir çevre ülkesinin bağımlı yönetici sınıfı vardır. Onlara ne gibi özel tehditler hissettirildiği de bir muammadır.

Oğuz Oyan / BİRGÜN

Haydarpaşa Garı’nın hiç bilinmeyen geçmişi! - YENİÇAĞ

Sosyal medyada Haydarpaşa Garı’nın yapım süreciyle ilgili yapılan bir paylaşım oldukça dikkat çekti. Söz konusu paylaşımda Haydarpaşa Garı’nın yapım süreci ve dönemin şartlarıyla ilgili çarpıcı bilgiler yer alıyor.


Haydarpaşa ve Sirkeci Garları için açılan ihalede İstanbul Büyükşehir Beldiyesi’nin elenmesiyle ilgili tartışmalar sürerken, sosyal medyadan yapılan bir paylaşım oldukça dikkat çekti.

Sakalar ve İskitler (Gizlenen Eski Anadolu Halkı) isimli bir Twitter hesabından yapılan paylaşımda Haydarpaşa Garı’nın nasıl yapıldığı ve söz konusu projenin Osmanlı İmparatorluğu için öneminin altı çizildi.

Söz konusu paylaşımda Haydarpaşa Garı’nın yapım süreciyle ilgili çarpıcı ve şaşırtıcı bilgiler verilirken, garın, Osmanlı’nın millileşme sürecindeki ilk projesi olduğu belirtildi.

Sakalar ve İskitler (Gizlenen Eski Anadolu Halkı) isimli Twitter hesabından yapılan paylaşımda şu ifadeler yer aldı:

“Haydarpaşa garı, 4760 km’lik Hicaz Demiryolları projesinin ilk ayağı olan 91 km’lik Haydarpaşa-İzmit arası hattın başlangıcı olarak 2 senede yapılmış 1873 de hizmete açılmıştı. Bu mega projenin fikir babası Alman Mühendis Wilhem Von Pressel idi. Sultan Abdülaziz, Pressel'i, Asya Osmanlı Demiryolları Genel Müdürlüğüne getirmişti. (1872) Bu proje parça parça inşa edilerek 1901-1908 yılları arasında Şam-Hicaz etabı (Hicaz: Suudi Arabistan'ın Batı bölgesi, Mekke, Medine, Taif'i de içine alan batı bölgesidir) tamamen bağışlarla yapılmıştır.

Bağışlarla yapılacağı açıklandığı zaman, başlangıçta başta Fransızlar ve İtalyanlar olmak üzere bu mega projenin yapılamayacağını, Osmanlı'nın Müslümanları sövüşleyeğini öne sürmüşlerdi. Hatta başta Fas ve Mısır Müslümanları da projeye inanmamış, şüpheyle karşılamışlardı.
İlk büyük bağış 75.000 kuruş idi. Bu bağışı Sadrazam yapmıştı. Başta Sultan ll. Abdülhamid olmak üzere Dönemin devlet erkanı ilk bağışlarla projeyi başlatınca başta Mısır, Fas, Hint ve Rusya’daki Müslümanlar da bağış yağdırmıştı. Mısır da hemen her ilçede yardım sandığı vardı...

Ve yine; başlangıçta projeye ilk finans Ziraat Bankasından alınan 100.000 liralık kredidir. İlk iki yıl yüzerbin lira sonraki yıllarda da 50 şer bin lira kredi verilecek idi. Ve böylece 1908 yılının sonuna kadar 480 bin lira kredi vermiştir. Bu durum çiftçilere krediyi olumsuz etkilemiş olduğundan Ziraat Bankası, Osmanlı Bankasından faizle borç almıştır. Haydarpaşa garı ile başlayıp Hicaz'da ve daha sonra da Basra'ya bağlanacak bu mega projeyi yabancı devletlere imtiyaz vermeden yerli ve milli kaynaklar ve bağışlarla yapmaktı hedef.

Proje ilerleyip Hicaz'a yaklaşıldıkça, imtiyaz elde edemediğinden başta İngilizler projeyi bedevi aşiretleri fonlayarak, kışkırttı ve Demiryolu inşaatına baskınlar yaptırarak büyük zarar verdirildi. Bedeviler tarihte ilk kez birleşip saldırdıkları için 15 bin asker korumasıyla inşaat ancak ilerleyebiliyordu. Bedevi kabileler tam bir gerilla harbi veriyor, askerlere askeri sahra taburu eşlik ediyor çok asker kaybediyorduk. Durum öyle bir hal almıştı ki, işçilere de silah dağıtılmıştı ama korkup kaçan işçiler yüzünden bu projeyi askerlerle yapıyorduk.

Askeri taburların işçi olarak çalışmasıyla maliyet Avrupalı şirketlerin yaptığı imalata göre yarı yarıya ucuzlatılmış ve 3.5 milyon liraya tamamlanmış idi. Bunun 1.7 milyonu Şam-Hicaz arası inşaatların malzeme ve işçilik vb. giderleriydi. (Dönemde Osmanlı bütçesi 18 milyon idi)


Bedevi saldırıları işi çok uzattığı için Bedevilerle uzlaşıldı, verilen imtiyazlar ile saldırılar durduruldu, taki 1916 da büyük Hicaz İsyanını yine İngilizler Mekke Emiri Şerif Hüseyin'e çıkarttırana kadar! (323 km’lik El Ula-Medine arası 1 Eylül 1908 de resmi törenle açıldı)

Bu mega projenin içinde; Tam 2666 adet kagir köprü ve menfez vardı. Yine; 7 tane demir köprü, 7 tane gölet, 9 tane tünel, Hayfa, Der'a ve Maan'da 3 fabrika, Kadem'de lokomotif ve vagonların tamiratının yapıldığı büyük bir imalathane inşa edildi. Ve yine; Medine'de 1 tamirhane, Hayfa'da bir iskele, yine büyük bir istasyon, anbarlar, dökümhane, işçilere mahsus binalar, boruhane ve işletme binası yapıldı. Maan'da bir Otel, Tebük ve Maan'da birer Hastane, Der'a ve Semah’da birer büfe ve çeşitli yerlerde 37 Su Deposu yapıldı.

Hac mevsimi boyunca günde Şam-Medine arası karşılıklı üç sefer yapılıyordu. Şamdan; pazartesi, Çarşamba, Cumartesi günleri saat 07.00 ile 10.00 arası, öğlenden sonra da 13.00 de kalkıyordu. Medine'den de Salı, Perşembe ve Cuma günü yine aynı saatlerde kalkıyordu.

Hac döneminde fakir ve muhtaç hacıların trenlerde ücretsiz seyahatleri sağlanıyordu. Daha önce Şam-Medine güzergahı develerle 40 günde katedilirken Hicaz Demiryoluyla 72 saate inmiştir. Yine bu mega projede sadece Osmanlı vatandaşları istihdam edilmiştir.”


“OSMANLI’DA MİLLİ ANLAYIŞA GEÇİŞİN İLK PROJESİYDİ”
“Hicaz Demiryolları neden yerli sermaye, bağışlar ve askerle yapıldı diye bir soru gelmeden izah edeyim. Başlangıçta İngilizler ve Fransızlara, sonra da denge unsuru olarak Almanlara verilen demiryolu imtiyazlarını sınırlayıp Milli imkanlarla yapmaya yönelmenin altında yatan, temel sebeplerden biri, 1878’den itibaren İngiltere ve Fransa, Osmanlının toprak bütünlüğünü bırakmışlardı. Yine 1882 de İngilizlerin Mısır'ı işgal etmesi. Yine Berlin Anlaşması öncesinde Kıbrıs'ı İngiltereye bırakmamıza rağmen Ruslara karşı bizim yanımızda olmamaları, yine; 1881'de Fransızların Tunus'a asker çıkarmaları, bu işgale İngilizlerin, Mısır işgaline de Fransızların ses çıkarmaları Osmanlı'nın durumdan ders çıkartıp milli politikalara yöneltmesine yol açmıştı. Almanlar da o dönem rusya, İngiltere ve Fransa’ya karşı katalizör idi bize...

ll. Abdülhamid Almanlara yönelmekte çok haklıydı. Çünkü Almanlar diğer ülkeler gibi Osmanlımın toprağında gözü yoktu. Yine İngilizler+Fransızlar+Ruslar gibi aralarında anlaşıp Osmanlıyı yok etmek istemiyorlardı. Ruslar 1770 Çeşme baskını ve ardından 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile niyetini açıkça belli etmişti. Yine, Navarin(1827) ve SİNOP Baskınları(1853) ile donanmayı yok etmeyi amaçlamıştı. Bunda da maalesef başarılı oldular. Küçük Kaynarca Antlaşması ile Osmanlı’daki Ortodoksların hamiliğini, Osmanlı ise Rusya’daki Müslümanların hamiliğini kazanmıştı…

Bu Küçük Kaynarca anlaşmasıyla bir nevi Halifelik tesis edilmiştir. (Sultan l.Abdülhamid dönemidir-1774) Osmanlı'nın son dönemde kullandığı Halifelik yani Hilafet makamı bu anlaşmayla doğmuştur. Hilafet konusunda Yavuz Sultan Selim üzerinden yapılan rivayetler doğru değildir.

Şimdi bu konuyu niye yazdım?

Haydarpaşa Garı , Yukarıda bir kısmını aktardığım Osmanlı'da asırlarca süren acı tecrübelerden sonra milli anlayışa dönülmesi ile yapılan ilk milli projedir. Bu projeyi İstanbul'un simgesi yapıp Paris'in Eyfel Kuşesi gibi Turizmin gözbebeği yapmak varken, ne idüğü belirsiz bir tabela şirketine peşkeş çekilmesi milletin vicdanını yaralar. Bu projeyi hem İBB, hem de Turizm Bakanlığı işbirliğinde çevresini de ıslah edip, yukarıda saydığım nedenlerden de ibret alıp Türkiye’nin yıldızı yapmak gereklidir.”

“OSMANLI’NIN İLK 300 YILINDA KURULAN KURUMLAR, BOZULANA KADAR DEVLETİ AYAKTA TUTTU”
“Osmanlı ile Yeni Osmanlıcıların farkını yazmak da gerekti şimdi... Osmanlı’nın ilk 250-300 senesinde kurulan kurumlar bozulana kadar Osmanlıyı ayakta tutmuştu. Bu kurumlardan birkaçını aktarayım, günümüzün anlayışı ile ortak noktası var mıymış birlikte görelim...

Şühûdúl-hal: Osmanlı da jürisiz mahkeme olmazdı. Çünkü Kadı bir yıllık görev süresindeydi ve yine Muhtesib de bir yıl süreliydi. (Bu yüzden rüşvet ile yanlış kararlar alıp, birilerine iltimas geçilip şehrin ve komşuluk hukuku ihlal edilebilirdi.) Yani bu ihalede Juri kim?

Kadıyan-ı fin-nar : (ateşteki kadılar demek) , (Yıldırım Beyazıt dönemi) Rüşvet alan Kadıları Samanlığa atıp yakıyordu. Baktılar ki ortada kadı kalmayacak mahkeme harcı alınıp kadıyı ve mahkemede çalışanları bu harcla doyurma kararı alındı. Yani döner sermayenin icadı başlar.”

PAPUCU DAMA ATILDI LAFI NEREDEN GELİR?
“Osmanlı da Muhtesibler çok önemlidir kimse kafasına göre zam yapıp halkı kazıklayamaz. Muhtesiblerin her yerde adamları var, denetlerler. Örn: Çocuğa para verip bakkala gönderip fiyatı ve kiloyu kontrol edenler muhtesibler, ilkinde uyarı, 2. sinde ise PABUCUNU DAMA ATARLAR

Osmanlı da herhangi bir ürünün fiyatı bellidir Yani 'Narh" var. NARH: ( Yani devlet tarafından belirlenmiş fiyatlar var, bunun üstünde satamazsın.) Ve yine: Rüşveti önlemek için de MUHTESİB'den önden teminat akçesi alınıyordu. Yani herkes Muhtesib de olamıyordu.

PABUCU DAMA ATILDI" Sözü nereden geliyor: Her şehirde kaç dükkan, kaç terzi, kaç fırıncı olması lazım gibi bir disiplin vardı Osmanlı da. Örn: Eksik gramajlı ekmek üretip halkını aldatan bir Fırıncının Pabucu bir ihtardan sonra Dama atıldı mı, o kimse daha o işi yapamazdı.

Ve yine Pabucu Dama atılan o fırıncı artık başka şehire de gidemez ve bazı şartlarla gitse bile o mesleği yapamazdı.

Peki bu kuralları ve kararları kim veriyordu? Ahi teskilatı ve esnaf teşkilatıyla Muhtesib birlikte veriyorlardı Yine; bir yerden bir yere de taşınamıyorsun. Örn; Edirne'den İstanbul'a teyzeni ziyarete geliyorken bile şimdiki Çekmece İlçesindeki ilk Karakola imza veriyorsun.

Yine girişte kendisi için Dr, hayvanı içinde Baytar kontrolü vardı, yani hastalık kontrolü var. Yine; İstanbul'a çalışmaya mı geliyorsun? O zaman git Beyazıt’taki filanca Han'da kal derlerdi. Kafana göre ikamet edemiyorsun, Şimdi ki gibi gelip dükkân da açamıyorsun...

Dükkan ve esnaf sayısı sınırlandırılmış. Bu yüzden büyükşehirlere göç yasaktır. Köyde üreticisin şehirde tüketici. Bu da etkendir. Bu güzel kurumların temelini Yıldırım Beyazıt ve torunu ll. Beyazıt atmıştır ve Osmanlı bu sıkı kurallar ve disiplin üzerinde yükselebilmiştir.

Ne zaman kurallar bozulmuş, disiplin kaybolmuş, rüşvet ve iltimas patlamış! O zaman hiçbir Padişah artık sarayında rahat edememiştir. Dirlik düzen bozulmuş, öyle bir hal ortaya çıkmıştı yenilik yapayım, düzelteyim diyen padişahlar ya zehirlenmiş, ya boğdurulmuş ya azledilmişti.

Acı tecrübeler yeni yolların ortaya çıkmasına sebep olmuştur hep. Örn: Alfabe tartışmaları Sarayın dışındaki Anadolu Müslüman halkın okuma yazmayı öğrenememesi yüzünden 1860 larda başlamış Latin alfabesine bu uzun tartışmalardan sonra geçilmiştir.

Yeni Osmanlıcı arkadaşlar MEVALİ'yi bilirler... MEVALİ, Arap Milliyetçiliğinde Arap olmayan müslümanlara verilen genel bir ad! Ve, MEVALİ olanların herşeyleri Araplar için helal olarak kabul edilir! Detaylarına girmiyorum burada ama Türkçülük tesadüfen çıkmamıştır ortaya...

Anadolu Selçuklularını yıkan, adaletsiz saray uygulamalarına kızıp başkaldıran Türkmenler, ve Türkmenlere yapılan Malya katliamı demiştik. Osmanlı da isyanlar bitmedi. En son Türkmenlerin yaylaklarını ellerinden alıp Çerkeslere verilmesiyle patlayan isyanı/ DADALOĞLUNU paylaşmıştım.

Binlerce yıllık Türk kültüründen ders almadan yapılan liyakatsız Saray uygulamaları herzaman huzuru bozmuştur ve bozmaya da devam etmektedir. Konuyu burada keserek diyorum ki; Bu eşsiz eseri de yandaş bir şirkete usulsüz devretmek ciddi devlet yönetimi ile ne kadar bağdaşır?"


YENİÇAĞ

20 Ekim 2019 Pazar

Silah değil, kalem kullanan yürekli aydınlar yok edilemez! - Zülal Kalkandelen

20 yıl önceydi... Bir 21 Ekim günü...
TV’de bir son dakika haberi geçti. Bir bomba patlatılmış, bir insan havaya uçurulmuştu. Alçakça öldürülen kişi Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’ydı...


Ülkemizdeki aydınlanmanın öncülerinden, bilim insanı, Cumhuriyet gazetesi yazarı ve eski Kültür Bakanı, çağdaş demokrasinin ve laikliğin yılmaz savunucusu hocam...
Bir bombayla katledildi!

Kışlalı Hocam, fiziksel olarak aramızdan ayrılsa da düşünceleri asla yok olmadı.
Çünkü onun dediği gibi: “Hiçbir düşünce silahla yok edilemedi, edilemeyecek de...
Silah değil, kalem kullanıyoruz.
Hem de en yüreklisinden!
***

Prof. Kışlalı, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü’nde okurken öğretmenim oldu. Siyaset Bilimi derslerini ondan aldım. Bu nedenle kendimi hep çok şanslı saydım.

Daha ilk derse geldiğinde sakin ama kararlı konuşması ve beyefendiliği ile dikkat çekiciydi. Politikacılar hakkında var olan olumsuz imajı, siyasete getirdiği kalite ve akademisyen kimliği ile olumluya çeviren, çağdaş bir aydındı.

Gençliğin ilkokuldan başlayarak demokrasiye alışması, liseden başlayarak sesini duyurması, üniversiteden başlayarak yönetime ortak olması gereğini dile getirir, bizi cesaretlendirirdi. “Gençlik sesini yükselttiğinde değil, asıl sustuğu, pıstığı zaman ülkenin geleceği için endişelenmek gerekir” derdi.

Şimdi onunla aynı gazetede, adını Atatürk’ün koyduğu Cumhuriyet’te köşe yazarı olmaktan da onur duyuyorum.
***

Bir öğrencisi olarak numaralı cumhuriyetçiler ve sahte demokratlar konusunda derslerde söylediklerini, gazetede yazdıklarını hiç unutmadım.
“Eğer demokrasinin olanaklarını demokrasiyi yıkmak için kullananlar demokrat ise...
Eğer dinin siyasetini ve ticaretini yapanlar demokrat ise... Ben demokrat değilim!
Eğer yalancıları, hırsızları, Türkiye’nin düşmanlarınca beslenenleri, çeteleri koruyan düzenin adı demokrasi ise...
Eğer demokrasi buysa... Ben demokrat değilim!Eğer demokrasi adına Cumhuriyetin temellerine kazmayı vuranlar demokrat ise... Ben demokrat değilim!
Ve onların demokrat yaftasını taşıdıkları bir yerde ben demokrat olmak istemiyorum... Çünkü onlarla aynı sıfatı taşımaktan utanıyorum!”

31 yıl önce FETÖ belası ve ‘Ilımlı İslam’ için uyarmıştı
Birçok konuda olduğu gibi, Gülen cemaati konusunda da geleceği önceden görenlerdendi Prof. Kışlalı. 31 yıl önce, 18 Mart 1988’de bakın neler yazmış Cumhuriyet’te...
27 Mart yaklaşıyor.
Milli Güvenlik Kurulu’nun o günkü gündeminin başında da irtica sorunu var. Özellikle de Fethullah dosyası.
Konuyu gündeme getiren, kurulun asker üyeleri! Rahatsız olan da sivil üyeleri.
Çünkü devlet ile Fethullah Hoca kol kola. Diyanet İşleri Başkanı, Papa ile görüşebilmek için üç yıldır bekliyor. Ama devlet Hoca- Papa görüşmesinde başrolde. Dışişleri, Roma’da Hoca’ya devlet büyüğü muamelesi yapıyor.
Oysa devletin üç ayrı güvenlik kurumunun üç ayrı raporu ortada!
Yüzlerce özel okul ve dershane... özel üniversite... ‘ışık evleri’... yurtlar... dergiler... gazeteler... radyo ve TV’ler... kazanılmış gençleri askeri okullara sokabilmek için önceden ‘temin edilmiş’ sorular... öğretmen olarak, polis olarak yetiştirilen binlerce genç...
Amaç?
Laik devleti içinden yıkacak ‘yeni bir kuşak!’
Ama ‘Hoca’nın okulları’nın ABD’nin Orta Asya planları içinde önemli bir yeri olduğu anlaşılıyor. Ve Hoca, Türkiye’ye ‘ılımlı İslam’ olarak sunuluyor.”

***

Ankara’da Ahmet Taner Kışlalı adını taşıyan bir park var. Oradaki anıtta 14 Aralık 1997’de yazdığı şu söz alıntılanmış:
Altmış yıl öncesinin Türkiyesi ile bugünkünü kıyaslayın. ‘Gaflet’in ya da ‘ihanet’in boyutlarını anlarsınız.

Gaflet ve ihanet sarmalının içinde yer almayı reddeden, sürekli ve akılcı bir yenilenmeyi savunan, dürüst ve cesur bir aydındı Prof. Kışlalı!

 Zülal Kalkandelen / CUMHURİYET

Lozan’da kırılan Sevres vazosu - Mine G. Kırıkkanat

Lozan Antlaşması, devletimizin varlığı, bağımsızlığı ve Kurtuluş Savaşı’yla çizilen sınırları başta hasım ülkeler, tüm dünya tarafından onaylanan akit olduğu için Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş belgesidir.

Antlaşmayı yapmak hiç de kolay olmamış, İsmet İnönü’nün başkanlık ettiği Türk müzakereciler inanılmaz baskılara maruz ve adeta insanüstü bir iradeyle direnmek zorunda kalmış, hatta görüşme süreci Lord Curzon’un şantajına boyun eğmemek için kesintiye bile uğramıştır.

Dr. Alev Coşkun’un, “1922-1923 Diplomat İnönü LOZAN” başlıklı son kitabı, T.C’nin temelinin atıldığı Lozan Konferansı’ndaki muazzam çekişmeyi, adeta bir gerilim romanı tadında soluk soluğa okutturan bir başyapıt!

Alev Coşkun’un kitabından Lozan süreci hakkında bilmediğim pek çok ayrıntıyı öğrendiğim gibi, Cumhuriyet gazetesinin Türkiye Cumhuriyeti’yle nasıl özdeşleştiğinin yeni bir kanıtına daha ulaştım.

Cephede kazanılan savaşın masada kaybedilmemesi için müthiş bir çaba harcayan İsmet İnönü, Lozan görüşmelerinde tam rakiplerinin bileğini büktüğü ve anlaşmaya en yakınlaştırdığı sona doğru Ankara’daki hükümet nezdinde yalnız bırakılmış, Rauf Orbay tarafından sanki antlaşmayı torpillemek amacını güden bir sessizliğe terk edilmişti.

Yunus Nadi’nin Lozan’ı
İşte o günlerde kendisi de Lozan’da bulunan İzmir milletvekili ve Ankara’da yayımlanan Yenigün gazetesinin başyazarı, sonradan Cumhuriyet gazetesinin kurucusu olacak Yunus Nadi Bey’in Atatürk’e yazdığı bir mektup, durumun vahametini gösteriyordu.

“Lozan’ın yeniden sonuçsuzluğa uğrayabilmesi endişesinin verdiği huzursuzlukla zati devletlerini rahatsız ediyorum” diye başlayan mektup şöyle devam ediyordu: “Lozan’ın son aşamasında durumu cidden acınacak kadar zor olan bir kişi vardır ki, o da İsmet Paşa’dır. Görüyorum ki, bugün ortada onu yüksek kişiliğinizden başka düşünecek ve tutacak kimse yoktur. İsmet Paşa’nın düşürüldüğü utanç, onur sahibi herhangi bir adamı öldürecek kadar ağırdır. İyi bir antlaşma yapabilmek hayaliyle yarattığınız büyük işin akıl ve hayale gelmedik zorluklarla  karşılaşmasından  çok korkuyorum. Genel durumlardan aldığım kanılara göre hükümeti  Lozan’ın  çözümüne ve sonuçlandırılmasına yönlendirmekle, memlekete birincisi kadar önemli ikinci bir özel hizmet yapmış olacaksınız.” *

Yunus Nadi, bu satırlarıyla Ankara’daki hükümetin işi yokuşa sürerek İsmet Paşa’yı zor durumda bıraktığını anlatıyordu. Barışı sağlamak için Atatürk’ün işe el koymasını istiyordu.

Zaten çok geçmeden Yunus Nadi haklı çıktı, dokuz ay uğraşıdan sonra barış antlaşması sağlanmış, ancak Ankara’daki hükümet İsmet Paşa’ya son onayı ve imza yetkisini göndermiyordu.

Çaresiz kalan İsmet İnönü, 18 Temmuz 1923 günü Atatürk’e bir telgraf gönderdi. Uzun telgrafın önerisi çok açıktı: “İmza yetkisi verilmeyecekse, vatanın yüksek çıkarları için görevden alınmasını” talep ediyordu.

Cevap telgrafı Lozan’a ertesi gün ulaştı: “Hiç kimsede tereddüt yoktur. Kazandığınız başarıyı en sıcak ve samimi duygularımızla tebrik için usulen (antlaşmanın) imzalandığının bildirilmesini bekliyoruz, kardeşim.”*

Atatürk nihayet devreye girmişti. Türkiye işgalden ve düşmandan kurtarıldıktan sonra, devlet Lozan’da yeniden kuruluyordu.

Memet Baydur’un Sevres vazosu
Alev Coşkun’un İnönü’yü anlattığı ikinci kitabı olup, her satırını heyecanla okuduğum Lozan, bana başka bir Lozan’ı; Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük tiyatro yazarı Memet Baydur’un aynı adı taşıyan son oyununu çağrıştırdı.
Elli yıllık kısacık yaşamına birbirinden önemli 23 tiyatro oyunu sığdıran can kardeşim Memet Baydur, Lozan’ın 2009 yılında İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda sahnelendiğini göremedi.

Öteki canım, eşi Sina Baydur ile el ele, gözyaşları içinde seyrettiğimiz Lozan oyununun ana dekoru, bir masanın üstünde duran büyük Sevres vazosudur.

İsmet İnönü’yü canlandıran oyuncu, her sahnenin sonunda eliyle o Sevres vazosuna hafifçe vurur, yerinden oynatır. Antlaşmayı imzalamaya gittiği son sahnede ise elinin tüm ağırlığıyla bir şaplak attığı Sevres vazosu yere düşüp şangırtıyla kırılır ve perde iner.

Alev Coşkun’un Lozan kitabı, işte o okkalı elin belgeseli, Sevres Antlaşması’nı yırtıp atan İsmet İnönü’nün entelektüel zaferi.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

* Diplomat İnönü, Lozan/Kırmızı Kedi Yayınevi, 2019

Ya Testere Necmi de olmasaydı Tarık abi? - H. AYHAN TİNİN / DİKEN

Hastaymış. Duyamadık. Hastaneye en son yatışı iyi sonuç vermişti diye biliyorduk. Tekrar yatmış… Tedavi görüyormuş. Haberimiz olamadı.
Ülkemizde ne yaptığı belirsiz ünlü (!) magazin yıldızları, son single’ını üç yıl önce çıkartmış, sesi değil ‘sahnesi güzel’ şarkıcılar, olmazsa olmaz bazı politikacılar ve bazı bürokratlar dışında kimse ölmeden önce haber değerine sahip değil.
Ya Testere Necmi de olmasaydı Tarık abi? İki sütuna üç santim bir gazete haberi ya da 10 saniyeye sığan bir televizyon haberiyle kaybolup giderdin gündemin (!) yoğunluğu arasında… Üstelik de sahne sanatlarının en yaygın ve en etkilisi kabul edilen tiyatronun en başarılı sanatçılarından hatta hocalarından biriyken…
Biliyoruz, tamam. Günümüz görsellik ve televizyon dünyası… Televizyonda ve sosyal medyada bir şekilde varsan, yaptığın işin değerini soran yok.
Her akşam sonu gelmez bir kaos biçiminde tartışma programlarında birbirine efelenenler, kavga çıksın diye ellerini ovuşturup kavga çıkınca da “Aaa lütfen yapmayın, ben bari reklama gideyim” diyenler…
Yayın yönetmenleri, program yapımcıları; bir bakın yayın akışlarınıza! Kaç tane aklı başında sanat-sohbet programınız var? Toplumu aydınlatacak, ufkunu açacak, bilgilendirecek, sanatla uğraşmasını ya da hayatın içinde sağlıklı bir olguya, bilime, entelektüel olmaya özendirecek, gerçekten merak duymasını sağlayacak kaç programınız var?
Bahane hazır: Hayatın gerçeği! Sen ne yaparsan hayatın gerçeği odur! Sen nasıl davranırsan, senin kendi gerçeğin de o olur.

Tarık Ünlüoğlu kayan bir yıldız gibi uzaklaştı ufkumuzdan. ‘Testere Necmi’‘Cahit Turuncu’ ya da ‘Edremit’ olmasaydı, son yolculuğu bu kadar haber değeri taşıyacak mıydı? Yıllarca doğru oyunculukla, alın teriyle sahnelerde can verdiği karakterler, Tarık Ünlüoğlu’nu önemli
yapmayacaktı. Değerinden bir şey kaybetmese de kalabalıklar bilemeyecekti.
Pilot olma hayallerin varmış Tarık abi… Üzülme oralarda. Canlandırdığın her karakterle seni izleyenleri hep bulutların üstüne çıkarttın. Başka evrenlere uçurdun. Yetmez mi?
Bu ülkenin entelektüel düzeyi yerlerde sürünüyorsa, 12 yaşındaki çocuk da 42 yaşındaki büyük de okuduğunu anlayamıyorsa, kadın cinayetleri almış başını gidiyorsa sorumlu kim? Demeye dilim varmıyor ama… Eğer biz çocukları yurt dışına gönderdik, hepimiz de çift pasaport aldık, azıcık mal mülk de yaptık, sıkışırsak biz de gideriz diyorsanız o başka… Biz buradayız.
Tarık Ünlüoğlu’nu hüzünle yolcu ettik. Ama biz Harbiye Şehir Tiyatrosu’ndayız, Şinâsi Sahnesi’ndeyiz, Haldun Taner Sahnesi’ndeyiz, Anadolu yollarında turnedeyiz; yetişebildiğimiz kadar İstanbul’un, Ankara’nın, İzmir’in, Adana’nın semtlerinin, mahallelerinin tiyatro salonlarındayız, perdeler açılıp kapanırken avuçlarımız patlayıncaya kadar
alkışlıyoruz.
Kimseden davetiye beklemiyoruz. En büyük onurumuz gişeden bilet almak… Bu yıl alkışlarımız Tarık abi gibi tiyatronun ve sanatın ışığını insanlığa taşırken yitirdiğimiz bütün gerçek sanatçılarımızın ruhuna değsin…
H. AYHAN TİNİN / DİKEN

Hasar tespit raporu: Kim ne kazandı, kim ne kaybetti? - LEVENT GÜLTEKİN

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın ABD başkan yardımcısı ile yaptığı görüşmenin ardından Suriye’ye yönelik operasyonda ateşkes ilan edildiği açıklandı. 
ABD başkanının sabah akşam Türkiye’yi tehdit etmesi, nezaketten, saygıdan, devlet terbiyesinden yoksun mektupla önerilen arabuluculuk teklifi ve başkan yardımcısının ziyareti sonrası ateşkes kararı…
Yabancı medya, kimi yabancı uzmanlar, Türkiye’deki iktidar yanlıları ve hatta kimi muhalifler ABD ile yapılan operasyonu durdurma pazarlıklarının ve nihayetinde ortaya çıkan sonucun Erdoğan için bir zafer/kazanım olduğunu söylüyor. Kağıt üstünde yani meselenin görünen kısmında Erdoğan kazanmış duruyor elbette.
Fakat şöyle bir soru var: Erdoğan’ın kazancı Türkiye’nin kazancı oluyor mu?
Bu soruya ne yazık ki evet diyecek durumda değiliz.
Sıklıkla söylerim yeri gelmişken tekrarlayayım: Özellikle son birkaç yıldır ülkenin geldiği durumdan dolayı iktidarın yararına olan her şey Türkiye’nin aleyhine, Türkiye’nin yararına olan her şey ise ne yazık ki iktidarın aleyhine.
Bu meselede de benzer bir durum var ne yazık ki.
Yani kazanan Erdoğan, kaybeden ise Türkiye oldu. 
Nasıl mı? Anlatayım. 
İktidar “Sınırımızda teröristlerin devlet kurmasına müsaade edemeyiz”  diyerek sınır ötesi operasyon başlattı ve bir hafta sonra ABD’nin de baskısıyla ateşkes ilan edilip operasyona ara verildi. 
Şimdi burada bir kazanımdan bahsediliyor. 
Nedir o kazanım? 
Mesela iktidarın operasyon için ileri sürdüğü gerekçeyi ortadan kaldıracak bir sonuç mu çıktı ortaya?
YPG yok olmadığına, yani aramızda sadece bir duvar olan sınırımızdaki Kobane, Kamışlı gibi birçok Kürt nüfus yoğunluklu şehir ve kasaba olduğuna, buralarda da YPG etkin olduğuna göre Türkiye bu bir hafta süren operasyon ve ardından gelen ateşkes ile nasıl kazanım elde etmiş oluyor?
YPG’nin bazı bölgelerde geri çekilmeyi ve Türkiye’nin istediği 30 km sınır hattının çizimini kabul ettiği söyleniyor.
On binlerce insanın yaşadığı bu şehirler yerlerinden sökülüp 30 km geriye taşınamayacağına göre…
Dahası diyelim 30 km geriye gitmiş olsalar bile Türkiye hissettiği tehditten veyahut tehlikeden kurtulmuş mu olacak?
Diğer taraftan operasyonun başlamasıyla dünya kamuoyu nezdinde Türkiye’nin imajını yaralayan birçok olay yaşandı. 
Mesela ABD başkanının bir hafta boyunca sabah akşam ülkemize hakaret edip tehdit etmesi ve buna sessiz kalınması…
Saygıdan, nezaketten, devlet terbiyesinden uzak bir mektupla Türkiye’nin tehdit edilmesi ve ülkeyi yönetenlerin buna tek bir cevap verememiş olması…
Türkiye’nin “Terör örgütü” dediği YPG’nin bütün dünyanın bildiği ve dahası sempati beslediği bir örgüt haline getirilmiş olması. 
Yine bütün dünya kamuoyunda Türkiye’nin Kürtlere saldıran, Kürtleri öldüren bir devlet olduğu algısının oluşması…
Günlerdir sabah akşam neredeyse bütün dünya medyasında ülke aleyhine yayınlar yapılıp ülkemizin dünyadaki imajının yerle bir edilmiş olması… 
İmaj kaybıyla beraber yabancı sermayenin biraz daha kaçması ve savaş maliyetlerinin ekonomiye getirdiği ağır yük… 
Onlarca insanın can kaybı nedeniyle hem içeride hem de dışarıda ekilen düşmanlık tohumları. 
Savaş nedeniyle estirilen milliyetçilik dalgasının toplumsal barışı zedeleyecek bir hale dönüşmesi…  
Hepsinden önemlisi de esasında demokrasi, eşitlik, adalet, özgürlük eksikliğinin sonucu, iç mesele olarak ortaya çıkan ‘Kürt sorunu’nun farklı devletlerin de müdahil olmasıyla giderek uluslararası bir zemine taşınmış olması. 
ABD’de halen sürmekten olan Türkiye’ye yönelik yaptırım hazırlıkları… 
Yaşanan bunca tahribat, ülkenin aldığı bunca yara, uğradığı itibar kaybı, dünyanın nefret ettiği bir ülke haline gelmiş olmamız ve ülke aleyhine gelişen birçok olumsuzluk…
Savaşın ülkeye böyle ağır maliyeti varken ülke lehine elle tutulur tek bir olumlu kazanım olmamasına rağmen kazanımdan bahsetmek…
Hangi kazanım? 
YPG’nin bazı bölgelerden 10-15 km geri çekilmesi mi kazanım? 
Ya da bazı küçük isteklerin ABD’ye kabul ettirilmesi mi? 
Türkiye tam olarak ne kazandı? Hangi kazanımdan bahsediliyor? 
Yukarıda da dediğim gibi bir kazanım var ama ne yazık ki o da Türkiye’nin değil Erdoğan’ın kazanımı.
Peki Türkiye kaybederken Erdoğan ne kazandı? 
Millet ittifakı ciddi yara aldı. Muhalefet 23 Haziran seçim sürecindeki yakaladığı psikolojik üstünlüğü kaybetti. Milliyetçilik rüzgarı ile toplum iktidarın yanında konsolide oldu. 
Yolsuzluk, işsizlik, ekonomideki kötü gidiş gibi temel meseleler gündemden düştü. 
ABD’ye kafa tutmuş, istediğini almış bir lider imajı oluştu ve muhalefetin politikasızlığı, kararsızlığı nedeniyle toplumun bir kesimindeki ‘kararlı, dirayetli ve ülkesinin menfaatlerini koruyan bir lider’ kanaatini pekiştirdi. 
***
Muhalefet açısından da tablo pek parlak değil. 
Operasyonun en büyük kaybedeni kuşkusuz muhalefet partileri.
Ülke için hayati meselelerde Erdoğan’ın politikalarına teslim olmaktan başka bir politikalarının olmadığı görüldü.  
Yeni siyasete, yeni politikaya, iktidarın ülkeyi sıkıştırdığı bu girdaptan çıkaracak cesarete, dirayete ve akla sahip olmadıkları dahası böyle sahici niyetlerinin de olmadığı ortaya çıktı. 
Siyaset anlayışı, meselelere yaklaşım… eski, çağın gerisinde kalmış oldukları ve bu anlamda iktidar partisinden pek farkları olmadığı görüldü.
Diğer yandan hem ağlarım hem giderim politikası ile yani bir taraftan Meclis’te tezkereye “Evet” deyip sonrasında da ‘bu operasyonun aslında doğru olmadığını, ülkeye zarar verdiği’ söylemeleri… Bu tür sahicilikten uzak, ilkesizlik olarak algılanacak yaklaşımla inandırıcılıklarını bütünüyle kaybettiler.   
Ülkenin neredeyse yarısı bu tür meselelerin savaşla, ölmeyle, öldürmeye çözülmeyeceğini düşünürken, yani savaşa, operasyona karşıyken, bu toplum kesimini temsil eden, onların yaklaşımlarını ülke siyasetinde etkin bir güce dönüştüren tek bir partinin olmaması hakikaten anlaşılır gibi değil.  
Bütün bunlar bize ülkede doğru bildiğini yapmaktan, söylemekten imtina etmeyen, iktidarın esasında ne yapmaya çalıştığını anlayan ve bunu topluma anlatacak cesareti, dirayeti olan; ülke yararı için gerekirse risk alan ve toplumu iktidarın etkisinden kurtaracak yaklaşıma, akla, politikaya sahip, sahici, kararlı, gerçek bir muhalefetin olmadığını gösterdi.
Burada acı olan ise şu: Muhalefetin kaybı ne yazık ki aynı zamanda ülkenin de kaybı oluyor.
Muhalefetin yetersizliği, kararsızlığı, eksikliği, cesaret ve dirayet yoksunluğu, gidişatı değiştirecek politikalarının olmaması ve nihayetinde gelen başarısızlık… 
Bütün bunlar ülkenin de aleyhine olan durumlar.
Burada Türkiye’nin tek kazanımı var: Sorunları daha da büyüten, içinden çıkılmaz hale getiren bu operasyonun ülkemize hem içeride hem de dışarıda daha fazla zarar vermeden ‘şimdilik’ durdurulmuş olması.
Umarım kalıcı olur da ülke daha fazla tahrip olmaz, durum büsbütün içinden çıkılmaz hale gelmez. 
LEVENT GÜLTEKİN / DİKEN

19 Ekim 2019 Cumartesi

İki savcının rüşvet kayıtları dosyada - Yeniçağ

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığında görevliyken açığa alınan iki savcının, rüşvet yazışmaları ortaya çıktı. 


Şüpheli savcı L.K.’nin bir milyon dolara gözaltı kararı aldığı bildirildi. İki savcının 7 yıl 10 aydan 28 yıl 6 aya kadar hapsi istendi.

Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığınca hazırlanan iddianamede, şüpheliler L.K. ve İ.B.’nin İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığında görevli savcı oldukları ve 8 Mart 2019'da HSK tarafından görevlerinden uzaklaştırıldıkları belirtildi.

Görevinden uzaklaştırılan şüpheli L.K.’nin İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Terör ve Örgütlü Suçlar Soruşturma Bürosunun dosyasının şüphelileri olan M.A. ve A.K. ile yakın irtibatlı olduğu iddia edildi. Bu şahıslarla birçok soruşturma dosyası hakkında görüşme ve yazışma yaptığı, bilgi alışverişinde bulunduğu da ileri sürüldü.

“HEMEN DEVREYE GİRELİM”
Şüpheli L.K.'nin başka şüphelilerle aralarında geçen yazışmalarda “Hemen devreye girelim”, “Bitirelim”, “50 bin hazır”, “Abi tamam çarşamba bitermiş fakat rakam az”, “Rakam ne diyorlar”, “Ankara usulü”, “Yüzde on”, “150 bin mi”, “Talep gibi istiyoruz” diyerek iş takibi yapıp menfaat teminine çalıştığı ve bir dosyanın davacısından 75 bin 500 lira maddi menfaat sağladığı iddia edildi.


L.K.'nin şüpheliler M.A. ve A.K. ile makam odasında görüştüğü, görevli olmadığı soruşturmalar hakkında sorgulama yaptığı da belirtildi. L.K.’nın, şüphelilerle whatsapp yazışmalarının bulunduğu, aldığı bilgileri bu kişilere aktardığı, maddi menfaat temin etmeye çalışmalarına yardım ettiği değerlendirilmesi yapıldı.

FETÖ SORUŞTURMASINI UYAP’TAN SORGULATMIŞ
İddianamede şüpheli olan savcı L.K.’nin, İsviçre'de şirketi olan ve Türkiye'de yatırım yapmak için gelen bir kişinin FETÖ suçlaması ile ilgili soruşturmasının durumunu yine görevli olmadığı halde ricayla UYAP sisteminden sorgulattığı, dosyanın işlemlerinin hızlandırılması için soruşturma savcısına tavassutta bulunduğu öne sürüldü.

GÖZALTINA ALDIRMAK İÇİN 900 BİN DOLAR
Bir avukat, şirket başkanı ve ortağıyla bir restoranda buluşan şüpheli savcı L.K.’nin, bu kişilerle arkadaşını istihbaratçı diye tanıştırdığı, çekleri icraya verilen şirket başkanının şikayet dilekçesinin nöbetçi olduğu güne verilirse kendisine düşüceğini söylediği, örgüt kapsamında diğer şahısları şüpheli yapacağı anlaşmasına vardığı bilgileri iddianamede yer aldı.

İddianamede şüpheli savcı L.K.’nin işi halledeceğini taahhüt ettikten sonra şirket sahipleriyle işin tamamlanması karşılığında, önden 100 bin dolar, şahısları gözaltına aldırdıktan sonra ise 900 bin dolar olmak üzere bir milyon dolar maddi menfaat elde etmek konusunda anlaştığı öne sürüldü.

“PARAYI MAKAM ODASINDA ALDI” İDDİASI
İddianamede şüphelinin diğerlerine istihbaratçı olarak tanıttığı kişiden nöbetçi olduğu tarihte adliyede 7. kattaki odasında 60 bin dolar ile “kalan 540 bin dolar” yazılı bir not kağıdı aldığı tespitlerine de yer verildi. L.K.’nin ifadesinde, M.A.’nın İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının bir soruşturmasında tutuklandığında kendisinden para istediğini, bu kişiye para vermemesi nedeniyle bu olayları tamamen uydurduğu, soruşturmayla ilgili işlemlerin usul ve yasaya uygun olduğunu öne sürdü. L.K.’nin, şüpheli kişilerin kendisinden ya da başkalarından çıkar sağladıklarını bilmediğini, sorgulamaların ön bürodan dahi öğrenilebileceğini, mesajların menfaat temini ya da iş takibi amacıyla olmadığını, bir arkadaşı tarafından kendisine iletilen durumu sorulan konular olduğunu iddia ettiği belirtildi. Bir davanın davacısı olan M.Ö.’den gelen paranın ise kendisine burs şeklinde gençlere yardım etmek için peyderpey gönderildiğini iddia eden L.K.’nin bu amaçla para sarf ettiğini söylediği  kaydedildi.

DOSYA İÇERİĞİ VE KAMERA KAYITLARI UYUMLU
Öte yandan M.A.’nın beyanında geçen rüşvete konu paranın adı geçen cumhuriyet savcısına teslim edildiğine ilişkin anlatımların dosya içeriği ve kamera kayıtlarıyla uyumlu olduğu da iddianame yer aldı. İddianamede diğer şüpheli İ.B.’nin de İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Terör ve Örgütlü Suçlar Soruşturma Bürosunun bir dosyasında şüpheli olan F.T. ile yakın ilişki içerisinde olduğu, bir dosyada “kovuşturmaya yer olmadığına dair karar” alınması karşılığında dosya şüphelisinden aracıyla 100 bin dolar menfaat temin ettiği, başka bir şüpheli O.S. ile de 200 bin lira menfaat sağlamak için anlaştıkları, diğer şüphelilerden de menfaat temin etmek üzere girişimde bulunduğu anlatıldı.

GÖREVİ OLMAYAN DOSYALARI SORGULATMIŞ
Şüpheli savcı İ.B.’nin görevi olmayan bir soruşturmanın başsavcı vekili onayı yapılmadan “kovuşturmaya yer olmadığına dair kararın” örneğini dosya şüphelilerinden F.T. ile paylaştığı, görevi olmayan dosyaları sorgulattığı değerlendirilmesinde bulunuldu.  İddianamede, şüpheli İ.B.'nin, İstanbul Adliyesine gelecek yabancı heyetin karşılanması konusunda İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı İrfan Fidan tarafından hazırlanan ve İstanbul Cumhuriyet Başsavcı vekili Hasan Yılmaz tarafından iletilen mesajı şüpheli F.T'ye gönderdiği öne sürüldü.

YURT DIŞINA ÇIKIŞ YASAĞININ KALDIRILMASI İÇİN 250 BİN LİRA
Görevi olmayan bir soruşturmayla ilgili İ.B.’nin, dosya şüphelilerinin yurtdışına çıkış yasağının kaldırılması ve kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verilmesi karşılığında aracılarla 250 bin lira menfaat temini için anlaştığı, 50 bin lira maddi menfaat karşılığı dosyada adı geçenler lehine işlem yaptığı da iddianamede anlatıldı.

İddianamede, şüpheli İ.B.’nin ifadesinde, başkasından ele geçirilen yazışmalardan dolayı kendisine isnatta bulunulmasının hakkaniyet ve temel hukuk ilkelerine bağdaşmadığı, konuya ilişkin şüphelilerin umreye gidecekleri için pasaportlarındaki tahditlerinin kaldırılmasını talep ettiklerini, adliye içerisinden ve dışarıdan bu kişilerin mağduriyetlerinin birkaç yerde kendisine ulaşınca ifadelerinin bir an önce alınmasında özen göstererek, yakınmalarının önüne geçmeye çalıştığını söylediği kaydedildi.

Şüpheli İ.B.’nin ifadesinde, kendisine yöneltilen suçlamaların yersiz olduğunu, adliyedeki heyetin karşılanması konusunda iletilen mesajı savcı arkadaşları ile paylaşmış olabileceğini, ancak bu mesajı başka kimse ile paylaşmadığını söylediği de öne sürüldü. İddianamede, şüpheli İ.B.’nin, F.T. ile beşeri münasebet geliştirirken gereken dikkat ve özeni göstermeyerek hataya düştüğünü kabul ettiğini, ancak soruşturma maddelerinde yazılı bulunan iddiaların hiçbirisinin gerçeği yansıtmadığını savunduğuna yer verildi.


YENİÇAĞ

Şantajın konusu mal varlığı ve rüşvet listesi! - Arslan BULUT

Öncelikle belirtmeliyim ki, ABD ile Türkiye arasında bir uzlaşma olduğu kanaatinde değilim! "Öyleyse bu uzlaşma metni nedir?" diye sorulabilir.


Bir defa Barış Pınarı Harekâtı, ABD'nin askerlerini o bölgeden çekmesi sayesinde başlatılabildi. Sonuçta Türk ordusunun harekâtı dokuz gün sonra durduruldu.
ABD'nin "bölgedeki kara kuvvetlerimiz" dediği PKK/YPG, Türk sınırından 32 kilometre güneye çekilecek ama orada varlığını sürdürecek. Yani bu anlaşma, PKK/YPG'nin güvenliğini sağlıyor! "ABD'nin PKK'yı kurtarma operasyonu" da


                                                            ***

Metinde, YPG'nin elindeki ağır silahların toplanması var da bunu kim yapacak? ABD mi? 32 kilometrenin ötesine geçmeyeceğinize göre, PKK, elindeki silâhları kendiliğinden mi bırakacak?

Bir de güvenli bölgenin genişliği konusu var. Hani 444 kilometre deniliyordu... Fiilen böyle bir ihtimal yok. 120 kilometre içinde kalınacak! Ayn el Arap'a Suriye ordusu girdi...

O halde neden herkes, "Türkiye istediğini aldı" diyor. Türkiye bu sonucu mu istiyordu?

Cemil Basa, "27 yıldır iletişim içindeyim. Hiç kimsenin, rezaleti başarı diye bu kadar iyi anlattığını görmedim." diyor.

Sonuçta, Trump, "Türkler ve Kürtlerin ilkokul çocukları gibi kavga etmelerine izin verdim ve kavgayı durdurdum" diye eğleniyor! Türkiye'yi küçük düşürüyor!
Üstelik Türkiye Kürtlerle değil ABD'nin eğitip donattığı PKK/YPG ile mücadele ediyor.


                                                             ***

Aslında Türkiye, bir bölge gücü olarak ABD'ye lâzım. George Friedman, 14 Ekim'de yayınlanan yazısında, özetle "ABD, Kürt devletine arka çıkamaz. Gerekli olduğu durumlarda, bazı ortak hedeflere ulaşmak için Kürtlerle ittifak kurabilir. Şu anda mesele El Kaide (IŞİD) değildir. Türkiye İran ile ilgili olarak ABD için Kürtlerden çok daha önemlidir. ABD stratejisinin temeli Çin, Rusya ve İran'ın çevrelenmesi politikasıdır. Türkiye'nin bu çerçeveye dahil edilmesi gerekmektedir. Bu yüzden Trump, Suriye sınırındaki durumu Tayyip Erdoğan'ın ziyareti ile bir sonuca bağlayacak vakti gelince de küresel ve bölgesel iki güç arasındaki ilişkiler tekrar düzenlenecektir." diyor. (Nehir Nil, makalenin çevirisini yaptı ve Twitter üzerinden bağlantı verdi.)

Hani Erdoğan, Trump'ın mektubu için "Kabul edilemez. Vakti gelince gereği yapılacak" diyor ya... Gereği bu işte!

Peki ABD, neden PKK/YPG'yi Türkiye'ye karşı elinde bir koz olarak tutuyor?
Bu durum, ABD'nin içindeki İsrail ağırlığından geliyor. Zaten BOP, aslında bir İsrail projesi... Büyük İsrail'i, ABD'nin desteklediği PKK/YPG üzerinden kurabileceklerini sanıyorlar. ABD ise Türkiye'yi kendi çizgisine mecbur etmek için PKK/YPG'yi kullanıyor?
                                                              ***

Bir gazeteci, ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence'e yüksek sesle, "Türkiye şantaj yaptığınız için mi operasyonu durdurdu?" diye sordu. Pence cevap vermedi!

Peki şantaj neydi?

ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı Demokrat Eliot Engel ve Komisyon'un kıdemli üyesi Cumhuriyetçi Michael McCaul, Temsilciler Meclisi'ne bir tasarı sundu.

McCaul, "Tasarımızın amacı çok basit: Türkiye'deki, bu ölümcül saldırıyı yürüten kişi ve kurumları geri çekilmeye zorlamak." dedi.

Kimleri peki?
Türkiye'nin Milli Savunma Bakanı, Genelkurmay Başkanı, 2. Ordu Komutanı, Hazine ve Maliye Bakanı'nı…

Başka? 

ABD Dışişleri Bakanı'nın, istihbarat servisi ve Hazine Bakanlığı'yla birlikte çalışarak "Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ve ailesinin (eşi, çocukları, anne-babası ve kardeşlerinin) tahmin edilen mal varlığı, bilinen gelirleri ve yatırımlarına dair rapor" hazırlaması isteniyor.

Halkbank için hazırlanan ikinci iddianamede de Rıza Zarraf'ın Türkiye'de kimlere ne kadar rüşvet verdiği listeleniyor. 

Tasarıda, "Türkiye'nin Suriye'deki operasyonunu sonlandırması ve IŞİD karşıtı mücadeleye engel olmaması durumunda, yaptırımların sona ermesi" öneriliyor.

Tıpkı "anlaşma metni"nde belirtildiği gibi değil mi?

Arslan Bulut / YENİÇAĞ