27 Aralık 2019 Cuma

Özel üniversiteler bir bir satılıyor: Alan da satan da memnun - Serhat Yılmaz

Özel eğitim kurumlarındaki kriz gittikçe büyüyor. Doğa Koleji, Özgür Boza Okulları ve birçok özel eğitim kurumunda yaşanan kriz özel üniversitelere de sıçradı. 2019 yılında üç vakıf üniversitesi satılarak el değiştirdi.


Türkiye’de ekonomik kriz her geçen gün derinleşirken piyasaya teslim edilen eğitim, krizi en yakın hisseden "sektör"lerden oldu.

Doğa Koleji, Özgür Boza Okulları ve birçok özel eğitim kurumunda yaşanan hak gasplarının nedeni borçlar ve kriz olarak gösteriliyor. Çare ise eğitim kurumunu satmakta bulunuyor.

Bu kervana özel üniversiteler de eklenmiş durumda.
2019 yılında üç vakıf üniversitesi satılarak el değiştirdi.

SİGORTACIDAN ÜNİVERSİTE SAHİBİ YAPAN DÜZEN
Son olarak Ayvansaray Üniversitesi’nin satıldığı iddia edildi.
2009 yılında Plato Vakfı’nın kurduğu Plato Meslek Yüksek Okulu, 2016 yılında 98 milyon lira yatırım ile Ayvansaray Üniversitesi ismini almıştı.

İddiaya göre, Ayvansaray Üniversitesi’ni Doğa Sigorta sahibi Nihat Kırmızı satın aldı.

90 MİLYON DOLARLIK DESTEKÇİ
Kendisini ülkenin sayılı üniversitelerinden sayan ABD merkezli Laureate International University’ye ait Bilgi Üniversitesi, Eylül ayında 90 milyon dolara Can Holding’e satılmıştı.

Bilgi Üniversitesi'nin satışının ardından Bilgi Eğitim ve Kültür Vakfı Yönetim Kurulu yaptığı açıklamada Can Holding’in sahibi Kemal Can’ın üniversitenin "destekçi"leri arasına katıldığını dile getirmişti.

EĞİTİM KURUMU DEĞİL TİCARETHANE
2019 yılında satılan bir diğer üniversite ise Antalya AKEV (Antalya Kültür Eğitim Vakfı) Üniversitesi.

2014 yılında kurulan üniversite işletme hataları nedeniyle borç batağına sürüklenmiş, kurucu vakfa ve mütevelli heyetine alınan Kozyatağı İstanbul Sürekli Eğitim Merkezi yönetimi ile borç batağından çıkılacağı kamuoyuna açıklanmıştı.
Borçların ödenebilmesi için ise öğrencilerden daha fazla para alınması, üniversite emekçilerinin haklarının gasp edilmesinden başka çare bulunmuyor.

TERSTEN İŞLEYEN SÜREÇ: ŞEHİR ÜNİVERSİTESİ
Halkbank tarafından hisselerine tedbir konulan İstanbul Şehir Üniversitesi, hami üniversite Marmara Üniversitesi’ne devredilmişti.

Bilim ve Sanat Vakfı’na ait olan İstanbul Şehir Üniversitesi, tartışmalı bir mali krize girmiş, üniversiteye haciz dahi gelmişti.

HAMİ ÜNİVERSİTELERİN GÖREVİ NE?
Yüksek Öğretim Kurumu’nun (YÖK) 2019 yılı Vakıf Üniversiteleri Raporu’na göre Türkiye’de 77 vakıf üniversitesi bulunuyor.

77 üniversitenin ise büyük bir kısmı İstanbul’da yer alıyor.

Vakıf üniversitelerinin yaşayacağı ekonomik sorunlarda çalışanların, akademisyenlerin ve öğrencilerin mağdur olmaması için her üniversitenin bir hami üniversitesi bulunuyor. Hami üniversiteler ise devlet üniversiteleri arasından belirleniyor.

Örneğin; 2017 yılında Haliç Üniversitesi, hami üniversitesi olan İstanbul Üniversitesi’ne devredilmiş, gerekçe olarak ise Haliç Üniversitesi’ndeki kötü yönetim ve mali kriz gösterilmişti. 

Alınan hami üniversiteye devir kararlarının az olmakla birlikte siyasi kararlar olup olmadığı tartışmalı. Birçok vakıf üniversitesinin mali tablosunun parlak olmadığı satılan vakıf üniversiteleri ile gözle görülür hale gelirken, hami üniversiteye devir konusu gündeme dahi gelmiyor.

YÖK’ün mali kriz yaşayan vakıf üniversitelerini hami üniversiteye devretmemesi, devletin piyasacı eğitimden memnun olduğunun bir göstergesi.

KİM DEMİŞ VAKIF ÜNİVERSİTELERİ SATILAMAZ DİYE?
Kurulan vakıf üniversiteleri Vakıf Yüksek Öğretim Kurumları Yönetmeliği’ne göre satılamıyor.

Yönetmeliğin 28. Maddesinde, "Vakıflar kendilerine kazanç sağlamak amacı ile yükseköğretim kurumu kuramazlar. Kurmuş oldukları yükseköğretim kurumundan herhangi bir surette gelir, kazanç ve hak elde edemezler. Vakıf yükseköğretim kurumunun her çeşit gelirleri yükseköğretim kurumunda kalır ve geçici ya da dolaylı olarak dahi hiçbir surette vakıf mamelekine veya üçüncü şahıslara intikal ettirilemez" ifadeleri yer alıyor.

Fakat patronlar bunun da çaresini bulmuş durumdalar.

Üniversiteyi satın almak isteyen patron, üniversitenin kurucu vakfına giriyor, satın alma bedelini ise destek olarak sunuyor.

Üniversiteyi satın alan sermaye grubu mütevelli heyetine de dahil olarak üniversiteyi yönetmeye başlıyor.

3-5 YILLIK ÖMÜRLERİ VAR
Vakıf üniversiteleri kuruluşlarından kısa bir süre sonra el değiştiriyor.

Geçtiğimiz günlerde satıldığı iddia edilen Ayvansaray Üniversitesi, kuruluşundan 3 yıl, Antalya AKEV Üniversitesi ise 5 yıl sonra satıldı.

Bilgi Üniversitesi ise 2010 yılında ABD merkezli Laureate International  University’ye devredilmiş, Eylül ayında ise Can Holding’e satılmıştı.

ALAN DA MEMNUN SATAN DA
AKP’li yıllarda eğitimin piyasaya teslim edilmesi zirve yaparken, üniversitelerin alınıp satılmasından herkes memnun.

Özel eğitim kurumları birçok sektörde faaliyet gösteren patronların iştahını kabartıyor. Üniversiteleri yeni bir kâr kapısı olarak gören patronlar, üniversite almak konusunda son derece istekli.

Örneğin Bilgi Üniversitesi’ni satın alan Can Holding, inşaat, turizm, sağlık, enerji sektörlerinde faaliyet gösteriyor.

Aynı şekilde metal işkolunda faaliyet gösteren Gedik Holding, aynı zamanda Gedik Üniversitesi’nin de sahibi.

Yaşanan ekonomik krizle birlikte zarar etmeye başlayan vakıf üniversiteleri patronları da sahip oldukları üniversiteleri elden çıkararak borç yükünden kurtulmayı amaçlıyor.

Sonuç olarak; alan da satan da pazarlık masasından memnun ayrılıyor.

'ÖZEL OKULLAR DEVLETLEŞTİRİLMELİDİR'

Türkiye’de uzun süredir tartışılan özel okullar sorunu 68 Kuşağı tarafından da dillendirilmiş, özel okulların devletleştirilmesi için Kasım 1967’de İstanbul’dan Ankara’ya bir yürüyüş düzenlenmiş, öğrenciler tarafından boykotlar örgütlenmişti.

Gerçekleştirilen eylemlerin önderlerinden Harun Karadeniz, Olaylı Yıllar ve Gençlik kitabında özel okullar sorununa şöyle değiniyor:

Özel yüksek okulların eğitimi ciddiyetten uzak hale getirmesi resmi okullarda okuyan öğrencileri rahatsız ediyordu. Durum o kadar açıktı ki özel okullara giden hemen bütün öğretim üyelerinin sınıf geçirme notu özel okullarda çok büyüktü. Bu oran resmi okulların üç beş katına çıkıyordu. Halbuki özel okullarda eğitimin daha başarılı olduğu söylenemezdi. Öte yandan özel okullar düpedüz ticari bir müessese idi ve zaten açanlar, falan ya da filan isimli ticari şirketlerdi.

Türkiye’de piyasaya teslim edilen eğitim sistemi çökerken, üniversitelerin patronlar tarafından pinpon topuna dönüştürülmesinin çözüm olamayacağı açık.
Özel okulların devletleştirilmesi talebi geçen 50 yılın ardından hâlâ gerçekçiliğini koruyor.

Serhat Yılmaz / SOL

26 Aralık 2019 Perşembe

İngiltere seçimlerinde sürpriz ve ironi + İngiltere dersleri - (I-II) / Ergin Yıldızoğlu

İngiltere seçimlerinde sürpriz ve ironi

İngiltere genel seçimlerinin sonuçları bir sürpriz oldu; bir de ironi var!
Sürpriz: Muhafazakâr Parti “Brexit’i halledelim sonra işimize bakalım” sloganıyla yürüttüğü seçim kampanyasıyla Kuzey İngiltere, Galler ve Midlands bölgelerinde, 1930’lardan beri yalnızca İşçi Partisi’ne oy vermiş enerji, maden, imalat sanayi sektörlerindeki işçilerinin büyük kesiminin oylarını almayı başardı; mecliste 80 iskemleli bir çoğunluk elde etti.

İroni: Muhafazakâr Parti’nin seçimlerden sonra açıklamaya başladığı ekonomik program, ilginç bir biçimde, İşçi Partisi’nin “kemer sıkmaya son” temalı, neo-liberal modele son vermeyi amaçlayan ekonomik programına çok benziyor. Kısacası, Muhafazakâr Parti, İngiltere’nin siyasetini, İşçi Partisi’nin hem oy tabanından, hem de ekonomik programından aldıklarıyla değiştirmeye başlıyor.

Yeni siyasi manzara

Böylece. Wall Street Journal’a göre, “ABD ve Avrupa’da mavi yakalı işçilerin geleneksel partilerini terk ederek sağa kayma süreci” İngiltere’yi de etkisi altına alıyor. “Trump’ın yanı sıra Boris Johnson, ‘Reagan - Thatcher muhafazakârlığını’ yeniden tanımlıyor”.

İngiltere’de yeni Muhafazakâr hükümet, “mavi yakalı” işçilerin desteğini konsolide ederek Wall Street Journal’ın betimlediği siyasi manzarayı kalıcılaştırmak için hemen kolları sıvadı: Johnson kendisine oy vermiş olan işçi sınıfı kesimlerinin yaşadığı bölgeleri ziyaret ederek “şükranlarını” ifade etti ve düş kırıklığı yaratmamaya söz verdi.

Ertesi gün, bu bölgeleri canlandıracak altyapı yatırımlarına 100 milyar sterlin ayrıldığı, “anlaşmasız Brexit” olasılığını dışlamayan bir hızlı pazarlık sürecinin başlayacağı açıklandı. Ulusal Sağlık Hizmetleri servisine de yılda ek olarak 33.9 milyar sterlin ayrılacak. Yeni hükümet, neo-liberalizmin denk bütçe düşüncesini terk ediyor, yatırım amaçlı borçlanmaktan kaçınmayacağını vurguluyor.

Johnson (ve başdanışmanı Cummings) amaçladığı “büyük dönüşüm” açısından bu yeni oy tabanının sadakatine çok büyük önem veriyor, onların ekonomik gereksinimlerine, ulusalcı, yerlici kültürel arzularını karşılayarak desteklerini kalıcılaştırmayı amaçlıyor.

Büyük dönüşüm

Büyük dönüşüm” yalnızca ekonomik model ile sınırlı değil. Daha da önemlisi, devletin yapısının merkezileştirilmesi, yürütmenin güçlendirilmesi amaçlanıyor.

Bu bağlamda, bakanlıklarda da önemli değişiklikler söz konusu. Dış Ticaret Bakanlığı’nı da içine alacak yeni bir süper bakanlık, “İş (Business) Bakanlığı” kurulacak. Uluslararası Gelişme Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı’na bağlanıyor. Avrupa Birliği ile ilgili bakanlıklar kapatılıyor.

Muhafazakâr Parti’nin bu başarısının arkasındaki önemli beyin olan Dominic Cummings, yaklaşık 5-6 yıldır kişisel bloğunda devlet bürokrasinin hantallığından, cahilliğinden, yenilikler karşındaki direncinden yakınıyordu. Şimdi Johnson hükümetinin, devlet bürokrasisini Cummings’in önerileri doğrultusunda, elden geçirmeye hazırlandığı anlaşılıyor. Böylece hükümetin, güçler ayrılığını yürütmeden yana yeniden düzenleme projesinin bir parçası olarak  “devletin”  hükümet karşında göreli bağımsızlığının azalacağı, hükümetlere kendi kadrolarını da beraberlerinde getirme (kadrolaşma) olanağının sağlanacağı anlaşılıyor.

Böylece, Kraliçe Victoria döneminden bu yana rejimin sürekliliğini güvence altına alan “ikili (pratik/bürokratik ve seçilmiş) yönetim” modeli, seçimle gelen hükümetlere rejim değiştirme olanağı verebilecek biçimde geride kalmaya başlıyor.

Kimi zaman hükümetlerin kararlarını sorgulayarak yürütmeyi yavaşlatan Lortlar Kamarası’nın ve daha da önemlisi yargının yetkilerini yeniden düzenlemesi de gündemde. Ceza yasasında “teröristlere” yönelik cezaların ağırlaştırılması, sendikalar yasasında, grev hakkının, grev sırasında asgari bir hizmetin sunulmasını mecburi kılacak biçimde daraltılması da gündemde. Kimi gözlemciler, bu yeniden yapılandırma sürecinde BBC ve Kanal 4 gibi görece bağımsız haber kanalları üzerindeki baskının daha da artacağını düşünüyor. Böylece, bir demokratik ülkede daha, “sağ popülist” bir liderlik yürütmeyi güçlendirmeye, yargıyı, medyayı disiplin altına almaya başlıyor.

                                                            ***

İngiltere dersleri - I

İngiltere seçimlerinin sonuçlarından çıkarılacak önemli dersler olabilir. Bunun için, seçim sonuçlarını kapitalizmin ve işçi sınıfının tarihinde yeni bir durumun semptomu olarak da değerlendirmek gerekiyor…
N’oldu şimdi? 
İngiltere’de, İşçi Partisi 2017 genel seçimlerine giderken Corbyn yönetiminde büyük bir atılım yaptı, üye sayısını yüzde 100 artırarak 600 bine çıkardı. Çoğu gençlerden oluşan bu “yeni parti” seçimlerde, 30 yeni milletvekili kazandı, oylarını da yüzde 30’dan yüzde 40’a yükseltti. Bu sonuçlar, seçimlerden önce mecliste çoğunluğa sahip olan Muhafazakâr Parti’yi, seçimlerden sonra ancak bir azınlık hükümeti kurabilecek konuma düşürdü. O zaman Corbyn, “otantik, samimi, dürüst adam”, “siyasette yeni bir rüzgâr” olarak algılanıyordu. İşçi Partisi belirgin bir canlanma yaşıyordu. Peki, ne oldu da İşçi Partisi, 12 Aralık 2019 seçimlerinde hezimete uğradı, derin bir kriz içine girdi? 
Şimdi, Muhafazakâr Parti’ye, her istediği yasayı meclisten geçirme gücü veren sürpriz seçim sonuçları yoğun biçimde tartışılıyor. İşçi Partisi ve liderliği sert eleştirilere hedef oluyor. Bu eleştiriler partinin sağ, liberal kanadında, parti içinde azınlık olmalarının da acısıyla, partinin sol kesimini özellikle Corbyn’i hedef alan, hakaretlerle dolu histeri krizlerine dönüşüyor. 
Tony Blair bile geçmişte yediği haltların unutulduğunu, bunlardan kazandığı milyonlarca dolarlık servetin gözlerden kaçtığını sanarak yeniden piyasaya çıkmaya çalışıyor. İşçi Partisi’ne akıl veriyor, verirken dili sürçüyor, “ilerici de olmayan (pardon ilerici diyecektim) muhafazakâr da olmayan rekabetçi merkeze dönmek gerekir”… Bu sırada İşçi Partisi bir kaos görüntüsü sergilemeye başlıyor.
İşçi Partisi neyi yanlış yapmıştı? Ne yapsaydı seçimleri kazanabilirdi? Sorun liderlikte miydi? Yoksa Corbyn’e acımasızca ve çoğu kez ahlaksızca saldıran medyanın, partinin içindeki Blair kalıntısı liberallerin açıkça ihanete varan (“Corbyn’den başbakan olmaz”) söylemlerinin, partiyi terk ederek liberallere katılmalarının etkisi mi belirleyici olmuştu?
Hata mı? Yoksa…
İşçi Partisi’nin sağ kanadı, partinin çok sol bir programla yarıştığını, Brexit’e karşı kesin bir tavır almaktan kaçındığını, işçi sınıfından koptuğunu, aşırı solcu sekter entelijansiyanın elinde tutsak olduğunu iddia ediyor. Bu kesim, partinin şimdi yeni, tercihen kendilerinden bir liderle “merkeze” dönmesi gerektiğini savunuyor. Buna karşılık partinin yeni üyelerden oluşan sol kanadı hâlâ çoğunluğu oluşturuyor. 
Partinin sol kanadı, “bu kadar mükemmel, halkın gereksinimlerine cevap veren bir manifesto” açıkladıktan sonra seçimleri kaybetmiş olmayı anlamlandırmakta zorlanıyorlar. Haksız da değiller. Financial Times bile, muhafazakârların Thatcher’dan bu yana yeni bir fikir üretemediğini, Corbyn’in yeni fikirlerle tartışmayı kazandığını, ekonomi yönetimi anlayışını değiştirdiğini düşünüyor. Eğer gerçekten böyleyse Corbyn, adeta bir değişimin katalizörü, işi bittikten sonra “kaybolan aracı” olmuşa benziyor.
Partinin sol kanadı, tartışmayı kazanıp da seçimleri kaybetmiş olmalarının faturasını, liberallere, medyanın düşmanca tavrına çıkarıyor, Brexit tartışmasının resmi daha da bulanıklaştırdığını düşünüyor. Bu kesimde, Corbyn’in, seçim kampanyaları boyunca medyada adeta bir şarlatan olarak sunulan Boris karşısında yeterince sert tutum almadığını, güçlü bir lider imajı sunamadığını düşünenler de var. 
Partinin sol kanadı, Corbyn istifa ettikten sonra, bugünkü çizgiyi değiştirmeden, bu çizgiye uygun bir liderle devam etmek istiyor. İşçi Partisi’nin dışındaki solun bir kesimi ise partiyi yeterince sola kayamamış olmakla suçlayarak “zaten orta yolculardan bir şey olmaz” gibi klasik bir eleştiri hattı izliyor. 
Tony Blair’in saçmalıkları bir yana, bu açıklamaların hemen hepsinde, az çok bir haklılık payı var. Ancak, gereken dersleri çıkarabilmek için -ki, bu yalnızca bir olasılıktır- ben bakış açısını biraz değiştirmek istiyorum: “Ya, verili durumun yapısal belirleyicilerinin altında, İP’nin bu seçimleri kazanması zaten olanaksız idiyse?” Bence üzerinde düşünmeye değer.
                                                            ***

İngiltere dersleri-II

Pazartesi yazımı, İşçi Partisi’nin seçim yenilgisinden “gereken dersleri çıkarabilmek için -ki, bu yalnızca bir olasılıktır- ben bakış açısını biraz değiştirmek istiyorum: ‘Ya, verili durumun üzerindeki yapısal belirleyicilerin altında, İP’nin bu seçimleri kazanması zaten olanaksız idiyse?’ sorusuyla bitirmiştim.” Şimdi oradan devam edeceğim.
Bazı ‘durumlarda’ bazı engeller aşılamayabilir
Bunu, çözümsüz, aşılamayacak çelişkiler de vardır” olarak da ifade edebiliriz. Bu tür çelişkiler en fazla, çelişkinin bir tarafına dayanarak yönetilebilirler. Aşılabilmeleri (aufhebung) için, her iki tarafıyla birlikte tamamen ortadan kaldırılmaları gerekir. Bu seçimlerde İP’nin kendini böyle bir durum içinde bulduğunu, gereken dersleri çıkarabilmek için en azından bu olasılığı göz önüne almamız gerektiğini düşünüyorum.

Bu seçimlerde İP, yapısal belirleyici düzeyine yükselmiş iki aşılamaz çelişkiyle yüz yüzeydi. Birincisi, var olan durum içinde işçi sınıfı bir yeniden şekillenme, ayrışma yaşıyordu; “yaşam dünyaları” geleceği, yaşam alanı, ekonomik, kültürel olarak farklılaşmış ve birbiriyle çelişen, adeta “iki farklı zamanı” yaşayan iki kesimin varlığı söz konusuydu. Bu durumun ekonomi politiğini, bir taraftan geleneksel sanayilerin, bölgelerin ve kitlesel sendikaların üye sayısının ve sendikalaşma oranlarının gerilemesi oluşturuyordu. Diğer taraftan da hizmet sektöründe, yüksek eğitimli işçi gerektiren ileri teknolojiye, küresel tedarik zincirlerine bağımlı sektörlerde, “gig” ekonomisinde çalışanlar, üniversite öğrencileri arasındaki işsizlik oranlarındaki artış oluşturuyordu.

Bir sınıf iki eğilim
İkincisi, egemen sınıf içindeki ayrışma, hızla işçi sınıfı içindeki ayrışmanın simgesine dönüşen “Brexit” olayını tetiklemişti. İşçi sınıfının hızla gerileyen sanayi bölgelerinde yoğunlaşmış ve yok olmakta olan kesimi Brexit yanlısıydı. İşçi sınıfının yeni gelişmekte olan, büyük metropollerde yoğunlaşmış kesimi ise Brexit karşıtıydı.

İşçi sınıfının bir kesimi, kendi yaşam alanlarında geleneksel olarak aşırı sağın / faşizmin tabanını oluşturan “taşra küçük burjuvazisi” ile sıkı bir temas içindeydi. Sağ popülizm “Yeni faşizm” de göçmenler, yabancılar, eğitimli uzmanlar, enteller alerjisini kullanarak bu kesime, sahte bir dayanışma ve adeta bir “milliyetçi-beyaz ütopya” önerisiyle giderek daha fazla yaslanmaya çalışıyordu.
İkinci kesim ise büyük kentlerde çokkültürlü, çeşitli etnik grupları da içeren bir ortamda, bu ortama uygun bir yapıyla, kozmopolit entelijansiya ve yüksek eğitimli orta sınıflarla iç içe yaşıyor, benzer zevkleri, değerleri, tüketim normlarını paylaşıyordu.

İşçi Partisi üye sayısındaki ani ve hızlı artış, bu ikinci kesimden gelenlerle gerçekleşmişti. İşçi Partisi’nin “Sosyalist” tonları olan seçim manifestosu, bu kesimin damgasını taşıyor ve iki kesim arasındaki çelişkiyi, ikinci kesime yaslanarak yönetmeyi amaçlıyordu.

Ancak, Althusser’in bir kavramını ödünç alırsak bu çözülemez çelişkiye ek, bir “üst belirleyici” etken de vardı. Ve bu “üst belirleyici” etken çelişkiyi yönetmeyi daha da zorlaştırıyordu.

Uluslararası alanda yükselmekte olan, küreselleşme karşıtı, milliyetçi ırkçı “Yeni Faşist” dalga, İngiliz egemen sınıfları arasındaki bölünmeyle birleşince, işçi sınıfının içindeki çelişkiyi, medyanın İşçi Partisi düşmanlığının, sosyal medyanı manipülasyonlarının, “deep fake” (yalnızca yazılı değil görsel sahte haberler) propagandanın da katkısıyla daha da keskinleştiriyor, İşçi Partisi açısından yönetilemez kılıyordu. Bu durum daha bir süre en azından gelecek seçimlere kadar devam ederek İP’nin yolunu tıkamaya devam edecek gibi görünüyor.
Şimdi, karcımızda, çok önemli, ancak cevapları henüz belirsiz sorular var. İP, işçi sınıfı içindeki çelişkiyi aşamayacağına göre, o “üst belirleyici” etkenin altında, salt parlamenter araçlarla, salt ekonomik taleplere dayanarak yönetebilir mi? 

Yönetmek için nasıl bir çalışma tarzı izlemesi gerekir? Popülist milliyetçi “Yeni faşist” liderler bir kez hükümete gelince devleti, iktidarlarını kalıcılaştıracak yönde değiştirmeye başlıyorlar. Bu değişim süreci yalnızca parlamento içi direnişle bloke edilebilir mi?

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

25 Aralık 2019 Çarşamba

Yerli otomobilde 'siyasi gösterinin' göstermedikleri: Plansızlığın bedelleri - Ozan Gündoğdu

Gerek nitelikli üniversitelere, gerek her yıl katlanılan yüksek AR-GE giderlerine gerekse güçlü yan sanayiye ihtiyaç duyan otomobil endüstrisinin, Türkiye’de gerekli koşulları sağladığı şüpheli. Üstelik bir siyasi gösteriye dönüştürülen yerli otomobil projesinin önünde başkaca büyük sorunlar da var.

Yerli otomobil projesinin 27 Aralık’ta Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tarafından tanıtılacağı duyuruldu. Böylece son günlerde yerli otomobilin halkla ilişkiler (PR) çalışmaları yoğunluk kazandı. Önce Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank’ın brandalı iki otomobil arasında verdiği poz, ardından da yerli otomobilin yanan lambaları basına servis edildi. 

Ayrıca hafta içinde otomobilin tasarımının İtalyan Pininfarina tarafından yapılıp, Türkiye’ye İtalya’dan getirildiği anlaşıldı.

31 Mayıs 2018’de kurulan Türkiye’nin Otomobili Girişim Grubu (TOGG), proje sürecini büyük bir gizlilik içinde yürüttüğü için henüz otomobile ilişkin hiçbir detay netlik kazanmadı. O kadar ki otomobilin fabrikasının nereye kurulacağı hatta motorun patentinin alınıp alınmadığı dahi henüz bazı spekülasyonlardan ibaret. Otomobilin 2022 ila 2023’te üretime başlayıp piyasaya sürüleceği ise şimdilik iddialar arasında.

2010’dan bu yana yerli otomobil projesi seçim döneminin de vazgeçilmez propaganda malzemesi oldu. Eski CHP milletvekili Ceyhun İrgil’in sosyal medyadan yaptığı paylaşımla Yeni Şafak’ın son 9 yılda 71 kez yerli otomobil yollarda haberi yaptığı anlaşıldı. Proje bu haliyle uzun soluklu bir sanayileşme planının parçası değil, popülist siyasetin bir oyuncağı konumunda. Bu nedenle biz de planlanmadan kalkışılan yerli otomobil projesinin plansızlık nedeniyle yaratacağı ek maliyetlere mercek tuttuk.

HAZİNEYE MALİYETİ NE OLACAK?
Yerli otomobil talebi arttıkça hazine otomobillerden topladığı vergiden olacak. Telafi etmek için yeni vergiler getirilecek
Yerli otomobili teşvik etmek için diğer otomobillere yüksek vergiler konurken yerli otomobile vergi avantajları sağlanacak. Bu sayede yerli otomobil yurttaşlardan yeterli talebi görürse bu durumda hazinenin yeni bir plan yapması gerekecek. Çünkü otomobillerden topladığı vergi gelirinde azalma yaşanacak. 2020 yılı bütçesine göre motorlu taşıtlardan 19,1 milyar TL ÖTV, 17,5 milyar TL MTV toplanması bekleniyor. Yüzde 18’lik KDV de düşünüldüğünde vergi gelirlerinin yaklaşık yüzde 4,5’unun otomobillerden toplanacağı tahmin ediliyor. Bu verginin azalması halinde giderlerin finansmanı için başkaca ek vergilerin getirilmesi gerekecek. Ta ki iç pazarda kendi kendine yetebilen bir otomobil şirketi yaratılana kadar. Ancak diğer sorunda iç pazarda…

İÇ PAZAR KÜÇÜLÜYOR
Yerli otomobil ilk hedef olarak iç pazara yönelecek. Ancak iç Pazar halkın alım gücü zayıfladığı için son 3 yıldır küçülüyor
Yerli otomobilin ilk hedefi yurtiçi pazarda güçlü bir marka olmak. Çünkü henüz emekleme aşamasındayken dış pazardaki devlerle rekabet etmesi mümkün değil. Ancak projenin önündeki en büyük engel yurtiçi pazarın yurttaşın alım gücüyle beraber küçülmesi. Yurttaşın alım gücünün düşmesiyle beraber otomobilde iç pazar 3 yıldır küçülüyor. Küçülme 2019’un ilk 11 ayında yüzde 26’yı buldu. Otomobil Sanayicileri Derneği (OSD) kasım ayı raporuna göre geçen yılın ilk 11 ayında 425 bin olan otomobil pazarı bu yıl 316 bine kadar geriledi. Yerli otomobilin üretiminden sonra ilk hedefi yurtiçi pazarı olacağı için üretimin başlayacağı döneme kadar pazarın “eski güzel günlere” geri dönmesi şart. Ancak küresel rekabet çağında iç pazarın düzelmesi de yeterli değil…

DIŞARISI KURTLAR SOFRASI
İç pazarın alternatifi olan dış pazarda her yıl milyarlarca dolar AR-GE harcaması yapılan kurtlar sofrası bulunuyor
Üretimin sürdürülebilir hale gelmesi için orta vadede dış pazara açılmak yerli otomobil için elzem. Ancak küresel rekabette başta Almanya, İtalya, Fransa, ABD, Japonya gibi sanayileşmiş ülkelerin otomobil markalarıyla rekabet etmek gerekiyor. Bunun için sürekli gelişen otomobil sektöründe yüksek AR-GE giderlerini de finanse etmek gerekiyor. 2018’de sadece Volkswagen’in 15,3 milyar dolarlık AR-GE bütçesi olduğu düşünülürse bu gideri karşılamak için güçlü finansman şart. Buna karşılık Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre tüm Türkiye’de yapılan AR-GE harcaması aynı yıl için 8,2 milyar dolar. Başka bir deyişle, Türkiye’deki tüm şirketlerin yaptığı AR-GE harcamaları Volkswagen şirketinin harcamalarının yaklaşık yarısı.

OTOMOBİL DEĞİL BATARYASI ÖNEMLİ
Elektrikli araçlarda maliyeti, fiyatı ve rekabet gücünü belirleyen en temel sorun batarya. Bataryanın ithal olması durumunda aracın yerli olması anlamlı değil
İçten yanmalı bir otomobilin tüm aksamlarını üretebilme yeteneği Türkiye’de de bulunuyor. Ancak söz konusu elektrikli otomobil olunca yüksek teknolojili parçalar ve patent hakları devreye giriyor. Tüm dünyada elektrikli otomobillerin yarıştığı temel konu araçların bataryaları. Tek bir şarj ile kaç km yol gidebildiğinden, bataryanın kaç kilogram olduğuna, dayanıklılığından, üretim maliyetlerine kadar sektörün odaklandığı temel konu araçların bataryaları. Uzmanlara göre otomobilin tüm aksamları yerli mühendisler tarafından geliştirilirse bu yeni bir gelişme olmuyor. Zira örneğin Fiat Doblo’nun tüm parçaları zaten Türkiye’de yerli mühendisler ve işçiler tarafından üretiliyor. Ancak Türkiye’de henüz bir elektrikli otomobil üretilmiş değil. Eğer yerli otomobil diye tanıtılan aracın bataryası ithal olursa, otomobilin astarı yüzünden pahalıya gelecek. Çünkü elektrikli araçlarda fiyatı belirleyen temel etken batarya.

SÜRDÜRÜLEBİLİR Mİ?
En önemli konu ise otomobilin seri üretime başladıktan sonra hayatta kalabilmesi olacak. Zira gerek nitelikli üniversitelerle, gerek otomobil yan sanayiiyle, gerekse yüksek AR-GE giderleriyle otomotiv, getirisi yüksek olmakla beraber gereklilikleri de yüksek olan bir endüstri. Ancak Türkiye plansızca ve iç siyasete dönük heveslerle girdiği bu serüvende endüstrinin gerekliliklerine sahip değil. Bu nedenle proje için en büyük risk birkaç numune üretimin ardından sürdürülebilir bir endüstrinin kurulamaması olacak.

SADECE COROLLA İÇ PAZARIN 3 KATI
Türkiye’de 2018 yılı boyunca satılan toplam araç sayısı 486 bin. Bu yılın ilk 11 ayında ise bu sayı sadece 316 bin. Yerli otomobil başlangıçta iç pazarda lider marka olmayı hedefleyecek zira dışarısı kurtlar sofrası. Buna karşın 3 yıldır küçülen iç pazar sürdürülebilir bir endüstri için yeterli büyüklükte değil. Sadece Toyota Corolla’nın satış adedi Türkiye pazarının 3 misli.

2018’de en çok satılan otomobiller
  1. Toyota Corolla: 1 milyon 181 bin
  2. Ford F serisi: 1 milyon 80 bin
  3. Toyota RAV4: 837 bin
  4. Honda Civic: 823 bin
  5. VW Tiguan: 791 bin
  6. VW Golf: 789 bin
  7. Honca CR-V: 747 bin
  8. VW Polo: 725 bin
  9. Toyota Camry: 661 bin
  10. Chevrolet Silverado: 651 bin
        Ozan Gündoğdu / BİRGÜN


2020’ye 583 milyar TL borçla giriyoruz - Başak Kaya

Vatandaşların banka ve finansman şirketlerine olan tüketici kredisi ve kredi kartı borcu 583.6 milyar liraya ulaşarak yeni bir rekor kırdı.


Artan enflasyon karşında bütçesi küçülen vatandaşların borç yükü katlanarak arttı. Vatandaşın bankalara ve finansman şirketlerine olan tüketici kredisi ve kredi kartı borçları 583.6 milyar liraya ulaşarak rekor kırdı. CHP'nin hazırladığı ekonomi raporu yeni yıla borçla girdiğimizi ortaya koydu. Borç yükü artınca icra dosyaları da dağ gibi büyüdü. Rapora göre, icra dairelerinde 20 milyon 662 bin dosya derdest halde bulunuyor. Bankaların, borçlarını ödeyemediği için ‘kara liste'ye aldığı kişi sayısı ise 3 milyon 763 bine yükseldi.
143.6 MİLYAR TAKİPTE
Rapora göre zamanında ödenmediği için takibe alınan krediler 52.6 milyar lira artarak 18 Aralık itibarıyla 146.3 milyar lirayla yeni bir rekor kırdı. Kredi stokunun yüzde 9.7 oranında arttığı bir dönemde batık kredilerdeki artış yüzde 56.1'i buldu. Batık kredilerin toplam kredilere oranı ise yüzde 5.6 oldu. Vatandaşın bankalara ve finansman şirketlerine olan tüketici kredisi ve kredi kartı borçları 1 Ocak-13 Aralık tarihleri arasında toplam 65.5 milyar lira artarak 583.6 milyar liraya ulaşırken, bu borcun 466.9 milyar lirası tüketici kredilerinden, 116.7 milyar lirası kredi kartlarından kaynaklandı. Vatandaşın takibe alınan tüketici kredisi ve kredi kartı borcu ise 2.5 milyar liralık artışla 13 Aralık itibarıyla 21.2 milyar lira oldu. Bu yıl ocak-ekim döneminde toplam 1 milyon 316 bin vatandaş bankalara olan tüketici kredisi ve kredi kartı borcunu veya her ikisini birlikte ödeyemediği için bankalar tarafından icra takibine alındı. Böylece geçen yılın aynı dönemine göre icra takibine alınanların oranı yüzde 11.4 arttı. Bu yıl bankaların takibe aldığı 1 milyon 316 bin vatandaşla birlikte ‘kara liste'de bulunan ve borcu hâlâ devam edenlerin sayısı da Ekim 2019 sonu itibarıyla 3 milyon 763 bine çıktı.
Bankalara ibraz edildiğinde karşılıksız çıkan çeklerin sayısı ocak-kasım döneminde 506 bin adet olarak geçekleşti. Bu çeklerin parasal tutarı ise 25.3 milyar lira oldu. Aynı dönemde toplam 49 bin 777 kişinin çeki karşılıksız çıktı. 73 bin 228 vatandaş hakkında da çek yasağı kararı alındı. Bu sayı önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 88.6 oranında arttı.

İcra dosyaları 20.6 milyona ulaştı.

1 Ocak-22 Aralık tarihleri arasında UYAP üzerinden açılan icra dosyalarının sayısı da geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 5.2 oranında artarak 9 milyon 18 bine ulaştı. Aynı dönemde sonuçlanan dosya sayısı ise 6 milyon 854 bin oldu. İcra dairelerinde 23 Aralık itibarıyla toplam 20 milyon 662 bin dosya bulunuyor.
Başak Kaya / SÖZCÜ


24 Aralık 2019 Salı

Dünya Bankası’ndan borç krizi uyarısı - HAYRİ KOZANOĞLU

Dünya Bankası “Küresel Borç Dalgaları: Nedenler ve Sonuçlar” başlıklı çok kapsamlı bir rapor yayımladı. Raporda son elli yılda küresel ekonomide dört büyük borç dalgası yaşandığına, her birinin de krizle sonuçlandığına dikkat çekildi.

GOÜ’lerin Borcu 55 Trilyon Dolara Dayandı

Rapora göre Gelişmekte Olan Ülkelerin (GOÜ) borçları tarihte görülmemiş bir düzeye 55 trilyon dolara, Gayri Safi Milli Hasılalarının (GSYH) %170’ine dayandı. 2010’dan başlayarak hızlı bir ivme yakalayan küresel borçlar da (gelişmiş ülkelerin borçları da hesaba katılarak) küresel GSYH’nin %230’una tırmandı. Bu oranlar hükümet, şirketler kesimi ve hanehalklarının döviz ve yerel para cinsinden toplam borçlarını kapsıyor.

Üç Tarihsel Borç Dalgası da Krizle Sonuçlandı
Dünya Bankası’na göre, bu son dalga öncesinde GOÜ’ler borçlarının hızla artışıyla sonuçlanan üç dalga yaşadı. 70’ler ve 80’leri içeren ilk dalgada daha ziyade Latin Amerika ve Karayipler bölgesi yanında bir de Sahra-altı Afrika’nın yoksul ülkelerinde hızlı borç artışları gözlendi. Düşük faiz oranları ve banka sendikasyon kredilerinin yaygınlaşması hükümetlerin aşırı borçlanmasını teşvik etti. İlk dalga 1982’de Meksika’nın dış borçlarını ödeyemediğini ilan etmesiyle, krizle sonuçlandı. Uzun borç erteleme ve yeniden yapılandırma süreçleri sonrasında ABD Hazine Bakanı’nın ismiyle Brady Planı yürürlüğe sokuldu. ABD hazine bonosu garantisiyle banka borçları tahvile dönüştürülerek dünya finansal sistemin çöküşü önlendi. Ancak Latin Amerika’da “Kayıp 10 yıl” diye adlandırılan durgunluk dönemi yaşandı. Türkiye de bu dönemde borç ertelemeleri ile karşılaştı. 24 Ocak kararlarına uzanan bir dış borç kriziyle karşı karşıya geldi.

İkinci dalga 1990’dan 2000’lerin başına kadar sürdü. Doğu Asya ülkelerinin hızlı finansal ve sermaye piyasası liberalizasyonu bankaların ve şirketlerin hızla borç biriktirmesine yol açtı. 1997-2001 yılları arasında Asya Krizi olarak adlandırılan süreçte bölge ekonomileri ağır bir krize sürüklendiler. Bu dalgadan yine Türkiye’nin de aralarında bulunduğu bazı Avrupa ülkeleri de nasibini aldı. Bilindiği gibi AKP’nin önünü açan 2001 krizi yaşandı.

Üçüncü dalgada da bankacılık düzenlemelerinin gevşetilmesiyle AB merkezli “mega-bankaların” özel sektöre açtığı krediler bir krizi tetikledi. Bu dalga da küresel finansal krizin 2007-09 arası banka finansmanını sekteye uğratması ve Avrupa ekonomilerinin durgunluğa sürüklenmesiyle sonuçlandı. Bu dönemi, iliklerimize kadar hissettiğimiz sarsıntıyı Tayyip Erdoğan’ın “teğet geçti” diye adlandırmasıyla hatırlıyoruz.

Dördüncü dalga; benzer ama daha şiddetli. Son borç birikimi süreci 2010’da başlıyor ve Dünya Bankası tarafından “en büyük, en hızlı ve en kapsamlı” ifadesiyle tehlikeye dikkat çekiliyor. GOÜ’lerin borçlarının 2010’dan bu yana yılda ortalama %7 arttığının, bu temponun önceki üç dalgadan da daha hızlı seyrettiğinin altı çiziliyor. Söz konusu ülkeler grubunun %80’inde hızlı bir borç artışı meydana geldiği vurgulanıyor.

Bu son dalga da küresel faiz oranlarının düşük, yatırımcıların (bu DB’nin ifadesi biz finans kapital diyebiliriz) yüksek getiri arayışının güçlü olduğu bir konjonktüre rastlıyor. Bu dönemin özellikleri arasında yerel para cinsinden borçlara talebin artması, “hedge fonlar” tarzı bankacılık dışı finansal aktörlerin devreye girmesi de sıralanıyor.

2010 dördüncü dalgasının Türkiye ekonomisine yansımalarına rakamlarla göz atarsak; 2010’da 292 milyar dolar civarındaki dış borçlar 2019’un 2. Çeyreğinde 447 milyar dolara, GSYH’nin %37.8’inden tarihteki en yüksek düzeye GSYH’nin %61.9’una ulaşmış bulunuyor. Özellikle, özel sektör borçlarındaki artış öne çıkıyor. 2009’da 172 milyar dolar olan özel sektörün dış borçları 2018 1. Çeyrekte 324 milyar dolara kadar fırlamıştı. 2019’un 2. Çeyreğinde 30 milyar dolar düşüşle 294 milyar dolara geriledi. İşte kriz döneminde dış borçların azaltılması (deleveraging) refleksi, yatırımların ertelenmesini dolayısıyla ekonomik büyümenin durmasını getirdi.

Yabancıların büyük ölçüde devlet iç borçlanma senetleri TL varlıklara yatırımı da 2012’de 61.9 milyar dolara dayanmışken krizle birlikte çıkışlar hızlandı, Ekim 2019 itibarıyla 14.7 milyar dolara kadar geriledi.

Yüksek Borçlanma Büyüme Getirmedi

DB’ye göre borçlarla hızlı ivmelenmeye karşın GOÜ’ler son 10 yılda büyüme anlamında hayal kırıklığı yaşadılar. Faiz oranlarında bir yükselme veya risk primlerinde bir sıçrama sonucu yeni bir borç krizi patlak verebilir. Halbuki Türkiye, Arjantin’le birlikte zaten krize yakalandı bile. Ancak önceki dalgalarda da 1982’de dünya borç krizi patlamadan Türkiye 1979’da; 1997 Asya krizi ortada yokken Türkiye 1994’te borç kaynaklı krizlerin pençesine düşmüştü.
DB 1970’ten başlayarak 100 GOÜ’yü, 519 vakayı mercek altına aldığı bu kapsamlı çalışmasının sonunda bilinen reçetelerini öneriyor. Birincisi, borç yönetiminiz daha düzgün ve şeffaf olsun. İkincisi, esnek döviz kuru rejimleri ve istikrara yönelik maliye politikaları uygulayın. Üçüncüsü, finansal piyasaları derinleştirerek üretken alanlara yönlendirin.Ve dördüncüsü, borçların ödenmesinde güçlük yaşanması halinde devreye girecek iflas prosedürlerini netleştirin.

Türkiye Ekonomisinde DB’nin Vebali

Bekleneceği üzere DB kendi dayattığı yapısal uyum programlarının başarısızlıklarını dile getirmiyor. Başta Türkiye tarımının çökertilmesi, sağlıkta yapısal dönüşüm adıyla sağlığın piyasalaşması ve enerji sektörünün özelleştirilmesiyle saplanılan döviz borcu batağındaki veballerinden söz etmiyor. Bunların teşhiri doğaldır ki bizim sorumluluğumuz. Ancak DB’nin yeni bir küresel borç krizi uyarısı, ucu Türkiye’ye de dokunacak yeni bir kriz tehlikesine dikkat çekmesi yönüyle dikkate alınmalı.

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN